2 Mart 2012 Cuma

Kaf Dağı İhtilal Örgütü

(İlk Yayınlanışı: Kaf Dağı İhtilal Örgütü, Kayıp Rıhtım, Ocak – 2012, Demir Yumruk,

(Şubat 2011’de (Bulut) Kayıp Rıhtım’da yazdığım “Son İfrit’ten Kız Kaçırma” adlı hikayenin devamıdır. http://oyku.kayiprihtim.org/son-ifritten-kiz-kacirma-wyern/ Yukarıdaki hikayeye yapılan yorumlardan biri; ‘‘Sonu için diyebileceğim şey; Cin For Vendetta… TılsımlıPeri;.)

            Gecenin kör vaktinde, hikayelerde ve efsanelerdeki gibi ters ayaklı bir varlıkla, Edirne  Saraçlarda bir börekçide karşılıklı oturup börek yiyip ayran içtiğimizi söylesem bana sövüp sayıp “Hadi lan kırık” dersiniz. Ama herşeyin başlangıcında ben “üç harflilere” karışmış bir eskiden insan olan’la oturmuş börek yiyordum işte o saatte. Börek kıymalı, ayran tuzlu, vakit tatsız. Tezgah altındaki votkasından demlenmekte olan börekçi öyle bir kafadaydı ki karşımdakinin ters ayaklarını gördüğü halde garipsemedi. Hatta Halil’in üstündeki tarihi filmlerden çıkma kostümvari giysilere, takılara bile şaşırmadı. Alkolden gördüğünü zannederek hiçbir şey söylemedi, demlenmesini sürdürdü.
            Kaderi fantastik mavralar yaşasa dahi o insanın başını asla bırakmaz. Yıllarca peri kızlarını görenleri, Sılat türünden cinlerin aşkına onların alemine karışanları okumuştum. Bir peri kızının ardından hiçlikle karışmak daha çok isteyebileceğim bir şeydi. Ama ben bir üç harfliyle oturmuş börek yiyordum. Onların alemine karıştığından beridir börek yemeyi özlediğini söylemişti. Tabi önce kaldığım pansiyonun koridorunda tıpkı o kız yurdunda gece görülen ters ayaklı hademe gibi bir anda belirip korkudan betimi benzimi attırmıştı. Kaf dağının ötesinde, periler ülkesinde bir ihtilal örgütü kurduğunu söylüyordu.  Peri padişahını devirmek için cinler ve periler üzerine, adetler ve hikayeler açısından belli bir bilgi birikimim olduğundan yardıma ihtiyaç duymuş beni de yanında götürmeye gelmişti. Ama önce Saraçlara inerek öğrencilik yıllarında sıklıkla yaptığı gibi gece vakti bir börekçiye inip kıymalı börek yemek yanında ayran içmek istemişti. Tuttu elimden, boyutlardan moyutlardan geçtik Saraçlara indik. Daha önce minibüslerle geldiğim Saraçlara bu yolla gelmek tuhaf gelse de en nihayetinde börekçide oturmuş kıymalı börek yiyorduk.
            Karşımda oturan sonradan ters ayaklı varlık bir yabancı değildi. Halil zaten yaşarken de doğaüstü sayılabilecek birisiydi, sadece benim onu bulaştırdığım bazı netameli olaylar sonucunda yıllar önce cinler alemine karışmıştı. Öldüğünü varsaymıştım, yahut kaybolduğunu. Ama işte yıllar sonra gecenin kör vaktinde çıkıp gelmişti. Eskisinden farklıydı. Bir kere onların alemine karıştığından fizyolojik özellikleri değişmişti. Ayakları tersti. Gözleri ve yüzü insana biraz tuhaf gelebilirdi, birine baktığı zaman bakışlarından bir acayiplik sezilebiliyordu. Boyu normalden biraz fazla uzamış, uzun süre kılıç kullanmış gibi iri yarı bir hale gelmişti. Üstünde eski tip örme zincir zırh, belinde kalın tokalı deriden kemer, sırtında kahverengi kürkten pelerin. Başında boynuzlu, kakmalı işlemeli, çeşitli ifrit tasvirleriyle süslü bir miğfer. Belinde, Bulgaristan’da komünist yönetimin el değiştirdiği dönemde bir müzeden dayısının aldığı 1500’lü yıllardan kalma gümüş savatlı yatağan ve öteki belinden sarkan altın işlemeli, tılsımlı gibi görünen eğik uçlu bir kılıç. Sırtında içinde tirkeş tirkeş oklarla dolu bir sadak ve asılı duran boynuzdan yapılma gibi duran yay. Fantastik edebiyatçıların çocuksu zihinlerinden fırlayıp gelme bir masal cengaveri gibiydi. Fantastikçilerden Mahmut’u da yanına almış “bilinmeyenler alemine” karıştırmıştı. Artık Kaf Dağı İhtilal Örgütü’nün bir üyesiydi. Zaten değişmeyen tek şey Halil’in Balkanlardan gelme komitacı genleriydi.
            Börekleri yerken ben sordum o cevapladı. Yolculuktan önce hikayemizin ve kaderimizin gidişatını şekillendiren o konuşma aşağı yukarı şöyle cereyan etmişti:
“-Uyum sağlamak zor olmadı mı?”
“-Neye? Onların alemine mi? Yoksa üç harfli olmama mı?”
“-Hepsine birden.”
“-İlk başta zordu tabi. Ama zaman geçtikçe her şeye alışıyor insan. Ya da cin. Ya da her neyse.”
“-Orasıyla burası arasında bir hayli zaman farkı varmış. Okuduklarıma göre orada zaman daha hızlı aktığı için asırlarca ömür sürüyorlarmış.”
“-Doğru o. Zaman geçtikçe dedim ya benim olaya alışmam bir on yılı bulmuştu. Şimdi 2011’deyiz değil mi? Ben 2008’de o aleme geçmiştim. Yani şimdi takribi 26-27 yaşında olmam lazım. Ama oraya geçince iş değişti. Ben şimdi 78 yaşındayım.”
“-78 sene onların arasında ha? E insan olmak istemedin mi?”
“-İnsanlarla evlenmemiz serbest. Hatta benim için daha kolay. Ama bir kere o aleme geçince, geri dönmek pek söz konusu değil. Yani nefesi kuvvetli hocaların kurtardığı insanlar olurmuş ama ben böyle kaldım. Çokta sıkıcı değil. Kılıç taşıyorum, arada ifritlerle cenk ediyorum. Kitaplarda okuduğum şeyleri gerçek yaşamımda yapabiliyorum. Eğlenceli bile sayılabilir aslında.”
“-Abi alışılacak şey mi bu?”
“-Benim böyle olacağım baştan belliymiş Mahmut. Ailede bazı şeyler anlatılırdı benimle ilgili.”
“-Nasıl şeyler?”
“-Ben ölmüşüm. Çok ufakken ateşli bir hastalık geçirmişim kalbim durmuş. Amcam kapl masajı felan yapmış canlanmışım. Hareketlerimi, garip olmamı hep buna bağlarım. Ölümden döndüm lan daha ne bok gelebilir ki başıma? Sonra gördüğüm tuhaf şekiller, gölgeler, uykusuz geceler felan. Ben zaten evvelden öte alemlere geçmişim. Oradakiler öyle söylediler. Bazı insanlar bu tip değişimlere eğilimli olurlarmış. Büyücülüğün kandan gelmesi gibi bir şey yani. Hani Muhtatif’in giderayak açtığı o gayb kapısından geçmesem de bir gün onların alemine bir şekilde karışabilirmişim?”
“-Ben nasıl geçeceğim sizin aleme peki? Benim de ifrit mi kesmem lazım?”
“-Yok, ben bir yer biliyorum oradan geçeceğiz. Bazı kabileler var onların başlarıyla görüşeceğiz, karar alacağız ihtilal için. Sende aracılık yapacaksın.”
“-Abi yalnız tarihçi olarak şunu söyleyim ona buna söyleyip, sormaya kalkarsanız ihtilal dile düşer. Gelişini belli eden hamlenin başarı şansı sıfıra yakındır.”
“-İhtilalin lideri benim, benim işime karışma. Sen sadece kabileleri seçeceksin, hangisiyle işbirliğine gitmeliyiz felan. Birde aracılık yapacaksın işte.”
“-Abi seksen küsür senedir o alemdesin benden iyi bilmen lazım o mevzuları. Ben sadece yaşayışlarını ve adetlerini biliyorum, o da asırlık kitaplarda geçenlere göre. Ben Güneri Cıvaoğlu muyum, Mehmet Ali Birand mıyım, Kaf dağının ardının siyasi yapısını gün gün yorumlayıp size söyleyeyim?”
“-Benim bildiklerim var ama yine de seni tanıyanlar seni önerdiler. Onların içinde seni tanıyanlar vardı, bir şekilde akrabalık bağın mı varmış ne varsa artık. Böyle biri var, kabileleri, bölgelerini bilir, huylarını bilir dediler ben de o yüzden geri döndüm.”
“-Vay be. Orada bile tanıyorlar ha. Hem de bağım var orayla. Tuhaf.”
“-Benim her zaman bir fikrim vardır. Ama özellikle seni duyunca yanıma alma ihtiyacı duydum. Benim bildiğim bazı şeyler var sen kendi bildiklerinden haber ver şimdi?”
“-Abi söyleyeceklerimin çoğunu biliyorsundur ama divan edebiyatından, meddah öykülerinden gördüğüm kadarıyla sizin alem özellikle, Kaf dağının ardında bir hiyerarşi var. Çok kudretli periler en tepede gelir. Onu Saali cinler yani Sılat cinleri izler sayıları fazladır. Gilan cinleri gelir sonra yani Agval dedikleri, Gulyabaniler. Bunlar Kaf dağının öte yakasında kaldıklarından pek bir gücü yoktur. Kaf dağının ötesinde olduğu halde gücünü hissettirebilen tek cin türü ifritlerdir. Onlarda son derece kurnazdır pek güven olmaz ama perilerle bir iktidar mücadelesi içindedirler onları etkilersek Sılatlar sonradan bize uyum sağlayacaktır. Bir de maridler var. Ama maridler o kadar güçlüdür ve kontrol edilemezdir ki irtibat bile kuramayız. Süleyman Peygamber zamanındaki ifrit isyanından dolayı ifritlerle aralarına kan girmiştir derler, ama bana sorarsan daha Cinlerin Annesi Şehrettünnar’ın vefatına kadar uzanır onların kavgası. Sizin devireceğiniz peri padişahı oldukça güçlüdür. Hani sadece kabileleri toplayarak yenemezsiniz. Yine de ilk elden ifritlerle görüşelim derim ben.”
“-Benim bildiklerimde aşağı yukarı aynı”.
“-Peri padişahını neden devireceksiniz peki? Zaten içinde bulunduğumuz durum yeterince fantastik ama yine de merak ettim.”
“-Ömrüm savaşlarda geçti. Orada yani. En son seferimde, ordusunda savaştığım peri beylerinden birisi beni çağırıp bir vazife verdi. Sılat beylerinden birinin kızını kaçırmak. Kızın kaçırılması sırasında girdiğimiz şehrin muhafızlarıyla çatıştık ve kaçak durumuna düştüm. Dağlarda gulyabanilerle yatıp kalkıyoruz artık. Eşkıya oldum senin anlayacağın. O peri beyi bana arka çıkacağına hiç sesini çıkarmadı. Yirmi senelik bir zaman dilimini dağlarda geçirdim insan ömrüne göre. Sonra bazı sılatlar bana katıldılar. Kaçak durumunda olanlar. Peri padişahını devirmeden bize huzur yok sonuçta. Bizde Kaf Dağı İhtilal Örgütü’nü kurduk. Dahası önce bizimle bir bey ya da ece irtibat kurdu. Babamı tahttan indirin, ben sizi yönetirim hem de affederim diye haber saldı. Kim bilmiyoruz. Kuvvetli bir ordu toplamadan ya da güçlü bir hareket gerçekleşmeden kim olduğunu söyleyemeyeceğini bildirdi. Kısaca bazı mevzulara girdim.”
“-Abi birde ekip önemli. Şimdi bizim elimizde kaç kişi var?”
“-Altmış küsur gulyabani. Dağ gulyabanisi. Altı umacı, birde onların horantası olarak yirmi dev. Birkaç çeşit uzun kız, kuyu kızı, çay ninesi, karabasan. Bir tane benim sağ kolum olan Necze, kendisi Alkızı’dır. Bundan başka asi sılatlardan silah kullanır otuz kadar yiğit. Bir de üçer tane dişi sılat. Sağlam sihirbaz olurlar bilirsin. Ha iki tane de kardeş var ifrit melezi bunlar.”
“-Bunlarla ihtilal yapmayı bırak köy bile ele geçiremezsin aga. Peri padişahının sarayının bin tane kapısı vardır. Her kapıyı bin tane muhafız tutar. Bunlar sılattan, ifrit devşirmelerinden oluşmadır. Sihirbazları, ejderhaları, koruma amaçlı tılsımla tutulan cinleri, iblisleri, canavarları, büyüleri, efsunları saymıyorum bile.”
“-Kardeşim zaten amacım Age of Empires kafasında köylüsüne kadar toplayıp savaşa girmek değil. Baskın yapacağız. Bir anda peri padişahını alt edeceğiz.”
“-Sizin bu peri padişahı dediğiniz bildiğim kadarıyla hem savaşçı hem büyücüdür. Yani Türk filmlerindeki Bizans kralı gibi köşe bucak kaçıp surlardan aşağı atlamaz sizi görünce.”
“-Cinler sultanına haber saldık.”
“-Hanedan hala cinlerde yani sılatlarda, kaf dağının ötesindeki sılat sultanlığında Tarsif hanedanında mı?”
“-Evet. İşte dedik böyle bir durum var, malum aralarında savaş hali sürüyor felan destekler mi diye. O da bize çıkaracağımız padişahı ya da kraliçeti tanıyıp destekleyeceğini ama saraya girip padişahı ele geçirmenin zorluğunu söyledi. İfritlerden bir ordu ya da başka bir kabile birliğinden. Onlar saldıracak bizde padişahı pusuya düşüreceğiz.”
“-Abi birde benim korku meselesi var. Ben o korkunç varlıklara nasıl yaklaşacağım? Hadi sen tanıdıksın da ben sonuçta hala insanım abi korkuyorum doğal olarak.”
“-Oğlum korkacak bir şey yok. Hepimiz karar aldık, ben de liderleriyim.”
“-E insan yeme felan?”
“-Doğru o vardı değil mi? Neyse. Sen yolculukta ve orada dibimden pek ayrılma. Hem orayı seveceğine inanıyorum. Zırh, kılıç felan ayarlarız sana. Kalk gidelim hadi!”
“-Abi mızraktı kılıçtı derken babalara gelmeyelim?”
“-Sen bize lazımsın. Hem romanların için malzeme de çıkar. Yakından görürsün o yazdığın, çizdiğin varlıkları.”
            Adamın parasını verdim, dışarı çıktık. Şehrin dış kısımlarına doğru yürüdük. Yanımda o alemden bir varlık olduğu için önceleri göz yanılması olarak gördüğüm siyah gölgeleri daha sık görmeye başlamıştım. Mezarlık ve çöplük civarlarından geçerken tekinsiz varlıklarla kaynadığını gördüm. Uzak yıldızlardaki tuhaf ve tekinsiz varlıkları bile hissediyordum sanki. Bir süre sonra tarlalara çıktık. Gecenin gör karanlığında cinlerin perilerin davullu zurnalı düğün alaylarının arasından geçtik. Kapılar açıldı. Girişi çıkışı meçhul, tepesine bilinmeyen zamanlardan kalma, maddeden oluşmamış varlıkların tünemiş olduğu kapılar. Kırk bin alemden, diyardan geçtik ve sadece yürüyorduk.  Bir anda öyle bir yerde yürümeye başladım ki Kaf dağının ötelerine geldiğimi sadece hissettim. Ak zirveler, sayısız şehirler ve altından gümüşten kubbeler. Perilerin iç gıdıklayıcı şarkılarının rüzgarla taşınan sesleri. Ama hepsi çok uzaktaydı. Biz daha eski devirlerden kalma mermerden harabelerin, mezarlıkların ortasında bir dağ başındaydık. Bir zamanlar cinlerin dünyada saltanat sürdüğü görkemli zamanlardan kalma harabelerin içinde tuhaf bir kalabalık yaşamaktaydı şimdi. Çoğu gulyabani, çoğu umacı arada çeşit çeşit varlıklar, sürüsüne bereket “iyi saatte olsunlar”. Birde pür silah Sılat’lar. Halil’i görür görmez bir grubun sanki gökte süzülürmüş gibi bize doğru geldiklerini gördüm. Boyu neredeyse devlere varan, kara suretli, kızıl gözlü, kıllı vücutlu iki ifrit, birbirinden güzel ve korkutucu görünen üç tane Sılat kızı, pür silah beş tane Sılat eri ve önlerinde yürüyen kara suretli gibi görünen ama tuhaf biz cezbesi de bulunan, topuklarına dek uzanan kızıl saçlarıyla hikayelerde dinlediğim bir alkızı. Üstündeki beyaz kefenin üstündeki kızıl kanlarının insan ciğerinden fışkırma olduğunu tahmin etmem hikaye bilgilerime dayanarak tahmin etmem de çok uzun sürmemişti. Birbirinden enteresan varlıklar gözlerini bana dikerek bakıyorlar, korkudan dilim tutulmuş bir halde bende onları seyrediyordum. Göklerindeki karanlık benim gördüğüm geceye, altımdaki toprak benim üzerinde doğduğum diyara benzemez bu garip diyarda sanki bir rüya halindeydim. Gözlerimi sıkıca yumup açsam uyanacaktım. Halil diğerlerine dönerek konuşmaya başladı. Değişik bir lisandı, rüzgar uğultusuna benziyordu. Konuşuyorlar, söyleşiyorlardı ama bana uzaktı, dünyadan herhangi bir insanın da anlayabileceğini zannetmiyorum. Halil’in söylediği bu lisanı cinlerin dışında kimsenin anlayamayacağıydı. Dilimi bilen tek kişi oradaki Alkızı’ydı, o da asırlarca Anadolu’ya gidip geldiğinden olsa gerek diye tahmin ediyordum. Dışarıdan küçük bir çadıra benzeyen, ama içinin saray kadar geniş olduğu büyük bir otağa girdik. Halil sürekli diğerleriyle konuşuyordu, tartışıyordu. İlk başlarda bu harekat fikrine onlarda sıcak bakmıyor gibiydi. Burada zamanın neresinde olduğumuzu bilmeden ne uzun ne kısa geçen bir sürede tartışmaları sürdü. Bu sırada Alkızı’na neden tartıştıklarını sordum. Asi sılatların daha değişik bir fikri olduğunu, harekatı buna göre yapmak istediklerini söyledi. Ne olduğunu sorduğumda, tılsımlı bir silah yardımıyla sarayı basabileceklerini söyledi. Bu diyarda bu tipte sayısız tılsımlı silah olduğunu ama bu derece kudretli bir silahın olup olmadığını sordum ona. Sılat beyleri bu tip silahların bulunduğu bir gizli ambarın bulunduğunu iddia ediyordu, Halil ise bunun padişah yanlılarının uydurduğu bir söylenti olduğunu, hemen harekete geçip baskın yapmaları gerektiğini savunuyordu. O böyle söyleyince bir an durup, aklıma gelen eski bir hikayede ismi geçen, böyle çeşitli nadir eşyaları tılsımları toplayan birinin ismi geldi aklıma. Rivayetlere göre Bağdatlı bir hırsızın, Kaf dağının ötesine geçerek “Kırk ambar” deyiminin geldiği yer olan “Bühteşg’in Kırk Ambar”ı hikayesinde, Bühteşg isimli oldukça ihtiyar bir sılatın, tılsımlı yapısıyla görünenden büyük bir ambar yaptırıp, kapısı birbirine benzer kırk farklı ambar inşa ettirdiği anlatılırdı. Odalardan birinde çeşit çeşit tılsımların bulunduğu anlatılır, ama geri kalanlarında ise tuzak olarak canavarların ve ya hilelerin beklediği söylenirdi. Bağdatlı hırsız, gemisine gereken rüzgarı sağlamak için rüzgar tılsımını aramış ve ambara bu şekilde girmişti. Doğru ambarı bulmak için Bühteşg’in ambarın girişindeki evine girmiş ve bir harita aramaya başlamış. Bühteşg’in doğru odayı bulmasına yardım eden şeyi arıyormuş. Bühteşg’i gizlice takip etmiş ve onun sırrını çözmüş. Bu ambarda kırk oda varmış, karşılıklı duran yirmişer kapı hesabından. Değişik bir mimari sistemle yapılan bu yere girer girmez, sadece duvarlara gizli bakır borulardan etkilenen top şeklinde bir mıknatıslı taşı yere bırakır, onun durduğu kapının gerçek oda olduğunu bilirmiş. Ama tılsım gereği odalar yer değiştirdiğinden bir kez farklı yerden girip öteki kez farklı yerden çıkılan, acayip bir özelliği de varmış. İşte hırsız o taş yardımıyla tılsımı alıp kaçmış. Bu hikayeyi Halil’e aktardığımda, ne işe yarayacağını sordu. Hikayeden biliyordum ki o oda da bulunabilecek her türlü tılsımlı gereç mevcuttu. Eski silahlar, büyüler, eşyalar ve daha bir nice faydalı şeyin olduğu söylenirdi. Bunun cinler arasında bile hikaye konusu olduğunu, ama o sılatların gerçekten o ambarın sarayın yakınlarında bulunduğunu Halil’e söylemesi onu ikna etmişti. Planını değiştirmişti. Çeşitli noktalardan şehre girecekler, tılsımlı silahları kuşanıp doğrudan sarayı basacaklardı. Böylece aniden ihtilal kararı alınmış, asiler korkmalarına rağmen sırf bir efsanenin peşine düşmekten çekinmeyecek kadar cüretkar bir şekilde öbek öbek peri padişahının sarayının civarına doğru saklana gizlene ilerliyorlardı. Her biri sarayın gizli dehlizlerine uzanan ve yeminlerle yerini bildikleri için kavilleştikleri yerde buluşacaklardı. Ben, Halil, alkızı, büyücü sılatlar ve o beş sılat savaşçısı ile iki ifrit kardeşler ayrı bir grup olarak ambara girecekti. Dağdaki sığınak boşaldıktan sonra bizde silahlanıp şehre doğru indik. Bataklıklardan, ormanlardan ve sütunların arasından geçiyorduk. İnsan aklının alamayacağı şeyler görüyordum. Korkudan neredeyse dizlerim titriyordu ki alkızı gözlerimi bağladı, ellerimle kanlı kefenine tutundum düşe kalka onlarla ilerledim. Tuhaf sesler, böğürtüler, çığlıklar, etin kemikten sıyrılma sesleri, bir nice dehşetengiz şeylerin sesi kulaklarımda çınlıyordu. Efsanelerde geçen kırk ambarı arıyorlardı yahut peşimize peri padişahının casusları takılmıştı. Gözlerimi açtıklarında büyükçe bir köşkün bahçesindeydim.  Halil’in dediğine göre hikayedeki gibi bahçesinde ardiyeye benzeyen kümbet benzeri bir yapının olduğu şehirdeki tek köşk buymuş. Öyle silik, öyle izbe bir görüntüsü vardı ki buradaki tılsımlardan peri padişahının bile haberinin olduğunu sanmıyordum. Bir grup sılat o metalik gülleyi bulmak için eve girerken biz bahçede kalmıştık. Hikayeye göre Bağdat’lı hırsız Bühteşg’e oyun etmek için onu bahçe kuyusuna atmıştı. Hakikaten bahçede tuhaf görünümlü bir kuyu vardı. İfrit kardeşler benim bile girebileceğim kadar geniş kuyuya Halil ile beni sarkıttıklarında fazla derin olmayan büyükçe bir su mağarasına indiğimizi gördüm. Yerde bazı gümüş veya altın sikkeler, paslı kapkacak parçaları ve bazı insan veya insan olmayan varlıklara ait kemik parçaları vardı. İçerisi tuhaf bir şekilde yeraltı mağarasının duvarındaki minarellerden, parlak taşlardan gelen ışıklarla aydınlatılmış gibiydi. En ilginç şey ise dört tane kuru kadavraya aitti. Taze cesetlere benziyorlardı ve insana aittiler. Üzerlerinde günümüz özel kuvvetlerinin giydiği operasyon kamuflajlarına benzeyen giysiler ve kar maskeleri vardı. Yanlarında da IMI UZİ markalı hafif makinalı silahlardan vardı. Bir tanesinin elinde duran Tevrat’tan ve bir tanesinin çantasında çıkan bazı İbranice yazılı kağıtlardan, resimli kimliklerden bunların bir zamanlar yaşayan MOSSAD ajanlarına ait olduğunu anladım. Halil’e MOSSAD ajanlarının cesedinin buraya nasıl gelebileceğini sordum. Parapsikoloji araştırmaları yürüten bazı istihbarat servisi mensuplarının, ajanların alemlerden alemlere geçebileceğini söyledi. Muhtemelen bunlarda bir keşif gezisine çıkmış ama sonuçlarını açıklayamamış ajanlardı. Halil’in söylediğine göre daha eski dönemlere ait olanlar da varmış. Hatta bir grup Nazi askerinin kalıntılarını ve bazı Nazi deney dokümanlarını bile bulmuşlar. Mağaranın zeminine bakınırken gerçekten hikayedekine benzeyen paslı bir gülle bulduk. Tekrar ifritlerin yardımıyla mağaradan çıktık. Köşkten çıkanlarla birlikte kümbete girdik. Bühteşg kendilerine göre bile asırlar önce ölmüştü, bir iz bir işaret bulamamışlardı. Kümbet hakikaten hikayede anlatıldığı gibi uzun ve aydınlık bir dehlizden oluşuyordu. Sağda yirmi, solda yirmi tane olmak üzere tam kırk kapı vardı.  Topu zemine bıraktığımızda bir süre yerinde kaldı. Sonra ağır ağır yuvarlanarak bir kapının önünde durdu. Ardından iki kapı arasında gidip gelmeye başladı. İlk başta gerçek olanın hangisi olduğunu bilmediğimizden sadece göz ucuyla bakmak için bir tanesini açtığımızda kapıyı açan sılatın tekrar sıkıca kapattığını gördük. Ne gördüğünü bize söyleyemeden gözümüzün önünde sararıp solarak hiçliğe karıştı. Tılsımın yanıldığına kanaat getirerek önündeki kapıyı açtık. Saraylar kadar geniş bir salon ve müze misali cam kafesler içinde mermer kaidelerde sergilenen türlü çeşit tılsımlar, silahlar, mumyalar ve bir nice kitap bulunmaktaydı. Ah zaman olsaydı da bunları tek tek inceleseydim! Herkes bir silah, işe yarar bir tılsım bulmak için dağıldığında ben de kitaplara olan tutkuma binaen kitapların sergilendiği büyük kütüphanenin önüne gitmiştim. Kitapların çoğu benim anlamadığım dildelerdi ama eski dönemden olduğu kadar günümüzden de kitaplar vardı. Burada hakikaten zaman mefhumunun bir önemi yoktu. Mesela Osmanlı döneminden kalma büyü kitapları kadar, Latin diliyle yazılmış kitaplarda vardı. 1930’lara ait daktilo yazımı el yazması kitaplarda vardı, İngilizce, Almanca gibi dillerde. Ama tek ortak noktaları büyülü şeylerle ilgili olması ve benim daha önce isimlerini hiç duymadığım şeyler olmasıydı. Komik isimleri vardı bazısının: “Ejderhayı Öldürmeden Yaşatıp Kanından Faydalanmanın Yolları”, “Kaçırılmayan Peri Prenseslerinin Hikayeleri”, “Trajik Sonlu Büyüler” gibi. Ama bir tanesi mizahi gibi görünse de hikayelerim için bulunmaz bir kaynak olabilir diye yanıma almıştım: “Gerçek Necronomicon Kitabında Geçen Varlıklar ve Onları Çağırmanın Kanıtlanmış Yolları”. Her biri çeşitli silahlar bulmuştu. Mehere’nin Bir Çekişte Bin Düşmanı Helak Eden Ateşli Ok Fırlatan Tılsımlı Yayı, T’sin’in Kırk Kat Zırh Deler Mızrağı, Vahara’nın Büyü Savaşları zamanında cadıların göklerden saldığı yok edici, büyülü yıldırımlarıyla dövülmüş Yıkımgetiren kılıcı ve bir nice silah. Bunları ve görünüşlerini hikayelerden duyuyordum canlısıyla karşı karşıyaydım. Ama en çok dikkatimi çeken Halil’in elinde tuttuğu şeydi. Gerçekten mahiyetini bilerek mi bunu seçmişti yoksa tesadüfen mi? Tarihin bilinen en eski dönemlerinde, bizzat büyücülerin babası Marudon kendi elleriyle bu silahı yapmıştı. Büyük bir çekice benzese de şekli dev bir yumruğu andırdığından “Demir Yumruk” derlerdi. Yıkamayacağı yapı olmayan, deviremeyeceği insan olmayan, yıldırımlar saçan muazzam bir silahtı. Savuranın gücünü zapt edemezse boyutları ve zamanı bile yırtabilecek denli kudretli bir efsunu içinde taşıdığı söylenirdi. Böylelikle kümbetten çıkmış, ihtilali başlatmıştık ama ters giden bir şeyler olmuştu. Bahçeye çıktığımızda kılıç şakırtılarını duyuyorduk. Ok sesleri geliyordu. Bahçeye bir grup sılatın koştuğunu gördük, sığınakta gördüklerimdi. Halil’le hararetli hararetli tartışıyorlardı. Alkızı’nın söylediğine göre padişahın casusları bir şekilde bizi fark etmiş ve yerimizi bulmuşlar. Korkudan elim ayağıma dolaşmıştı. Hikayelerde okuyup efsanelerde dinlediğim peri padişahıyla resmen cenge girmiştik! Halil bana dönerek tılsımlı silahlarla vuruşarak sarayı basabileceğimizi söyledi. Bahçe kapısından gelen ifrit alaylarını görür görmez korkudan dizimin bağı çözülmüştü ki biraz sonra gördüklerim korku yerine hikaye yazma isteği uyandırmıştı. Bin ok yağdıran yaylar, tılsımlı silahlar ve Demir Yumruk’un her savruluşunda helak ettiği yüzlerce padişah çerisi. Her savruluşta hiçliğe karışanlar, çöken zaman ve yırtılan mekan. Şehrin ortasından vuruşa vuruşa geçip sarayın kapılarına vardığımızda ben masal dinleyen çocukların saflığında bu destansı savaşı seyrediyordum. Neden bu kadar güçlü bir silah olduğunu anlamıştım o anda. Demir Yumruk aslında silah olarak icat edilmemiş, boyutları silah olarak kullanan bir araçtı. Çünkü düşmanla temas etmiyordu ve yıldırımların yaladığı yerde çeşitli ebatta ve şekilde boyut kapıları birbiri ardına açılıyor binlerce askeri bir anda göz açıp kapayıncaya kadar yutabiliyordu. Bu savaş algımın ve zihnimin çok ötelerinde bir savaştı, tasvir etmeye ne gücüm ne dilim elverir.
            Peri padişahının sarayını bastıktan sonra taht odasına girdik. Halil’i en son orada peri padişahıyla savaşırken görmüştüm. Azametli bir kraldı peri padişahı. Demir Yumruk, boyutları yırtan o lanetli heyula Halil’in elinde kontrolden çıkmıştı. Tuhaf tuhaf alemlerin kapıları açılıp kapanıyordu. Öyle şeyler gördüm ki o kapıların ardından gözlerimi yumup olduğum yerde bir duvar dibine çöktüm kaldım. Sesler kesildiğinde bile gözlerimi açmamıştım. Neyden sonra alkızı açtı gözlerimi, harbi kazandığımızı, peri padişahını devirdiğimizi söyledi. Halil’i sorduğumda açılan bir kapıdan peri padişahıyla kaybolup geçtiğini yazdı. Bu noktada yazgıma şaşırdım ey dinleyici. Bir önceki hikayede böyle bitmemiş miydi? Acaba hangi boyutların hangi zamanların ötesine geçmişti. Ya da bir zaman diliminde miydi? Alkızı en yakın arkadaşı olduğumdan ihtilal liderliğinin bana geçtiğini söyledi. Gidip tahta geçirecekleri ece veya şehzadeyi bulup tahta geçirecektik ki hala kimi başa geçireceğimizi bilmiyordum. Grubun kalanlarıyla birlikte koca sarayı dolanmaya başladım. Bir ara tuhaf bir şeye rastladım. Üç insanla karşılaştık. İnsandılar zira ayakları benimkiler gibi düzdü. Ama giysileri ve taşıdıkları silahlar onların ortaçağdan gelme olduklarını gösteriyordu. Naziler, MOSSAD neyse ortaçağdan gelme, sarıklı, zırhlı, kılıçlı adamların bu devirde ne işi vardı hem de bu sarayda? Adamlardan ikisi kafasına güzel yüzlü, siyah saçları topuklarına uzanan bir kızı kollarından tutmuş götürüyorlardı. Sağ tarafındaki adam iri yapılı, şişman, kara suratlı korkunç görünüşlü orasında burasında bıçakları olan bir adamdı. Sol tarafındaki adam ise ince yapılı, kuru yüzlü, tilki suretli, sarı saçlı, siyah yüzlü, belinde silahlar ve divitler okkalar taşıyan bir adamdı. Onların önlerinde liderleri olduğu her hallerinden belli bir adam vardı. Orta boylu, esmer, yeşil gözlü, sivri suratlı, örgülü uzun siyah saçları olan bir adamdı. Karşılıklı silahlı külahlı saldırıya hazır ve nazır bekliyorduk. Benim grubumdaki o cinler, benim dışımda sarayın içerisinde bir grup insana rastlamaktan ve aralarında muhtemelen peri prenseslerinden birini görmelerinden dolayı benden daha şaşkındılar. Adamlardan zayıf olanı, öndeki örgülü saçlı olanına sordu:
            “-Yakalanduk beyim, ne idelüm?”
            “-Kavi durasuz! Peri padişahının çerülerine benzemezler!”
Ortaçağ’dan, tarih kitaplarından aşine olduğum Anadolu Türkçesini duyunca sordum:
            “-Türki lisan bilir misiniz?”
En önlerindeki örgülü saçlı olanı:
            “-Bilirün, bilirün de adem başuna bu ecünnülerin arasunda ne gezersün?”
            “-Hocam hiç karıştırma orasını girdik bir işe. Siz peri padişahının adamı mısınız? Değilsiniz. Kız kaçırma felan, nasıl geldiniz?”
            “-Çelebi vazifemüz gereği sana bunu söyleyemem!”
            “-Saray bizim elimizdedir. Ben ne bileyim peri padişahının adamı olup olmadığınızı? Tahta çıkan şehzadeyi ararız!”
            “-Sen Türkmen misin? Lisanın benzer ama ağzın başka dir.”
            “-Türkmenim, Türkmenim’de siz kimsiniz? Böyle ortanızda peri kızıyla felan?”
            “-Sana kim olduğumuzu dimek üstümüze vazife değil. Ama peri padişahının adamına bağlu değülüz. Konya sultanının kullarıyız.”
            “-Konya sultanı? Karamanoğlu mu Selçuklu mu?”
            “-İlk dediğini bilmeyüz, Al-i Selçuk kapısındanuz. Bir peri prensesi inayet ittü aldu bizü saraya. Emanetümüzü aldık, desdur ver gidelüm.”
            “-Tamam da peri padişahı tahttan indirildi. Tahta birini çıkarıcaz bu ece tahta çıkacak belki?”
            O sırada gerideki zayıf olanı söze girdi:
            “-Beyim, hani şehirde vuruşmalar başladı o periler ecesi de “Babamu devürün, benü haremde bulasınız” dedi ya? Bizi ihtilal çerüsü sandı herhal. Bak hele çelebi. Bu ece sizin araduğunuz ece değildür. Aynı soydan ama bir gönül meselesü, kendüsünü saraydan götürmeğe geldük. Sizin araduğunuz ece’dir, haremde bekler.”
            “-Tamam o zaman gidebilirsiniz. Ama yalan olduğu ortaya çıkarsa Kaf dağını tepenize yıkarım!”
            Adamlar yanımızdan geçip giderken örgülü saçlı olanı kolumdan tutup çekti:
            “-Çelebi dur hele. Adem başına buralarda ihtilal edüp ecinni başuna geçtiğine göre ihtilalden, harekattan anlar kişisin. Burada işün bitince Konya’ya gel, saraya haber bırak seni yanıma aldırayım.”
            “-Vallahi pek anlamadım ama olur.”
            O tuhaf adamların ne olduğunu anlamadım. Onlardan duyduğum son cümle giderken: “-Kızı yakalatsaydık şehzade ağzımıza iderdü!” lafını işitmemdi. Eceyi haremde bulduk dedikleri gibi ve taht odasında tahta çıkardık. Garip tesadüfler burada da yakamı bırakmadı. İhtilal pek tesadüfi değildi. Zira ecenin sürekli yanında gezen takım elbiseli gözlüklü bir adam görmüştüm. Tuhaf gelmişti. Adamın yakasındaki rozette CİA kelimelerini okumam ve sürekli bana bakması, elinde taşıdığı platin rengi çanta benim içimdeki başka korkuları deşelemişti. İzzet ikram dağıtılır, ece herkese ihsanlarda bulunurken ben bir tek elimdeki kitapla geri dönmeyi diledim. Dünyaya sağa salim varmak, geldiğim zamanı bulmayı diledim. Ecenin arkasındaki karanlık güçleri pek deşelemeye de çalışmadım. Alkızı’nun ardından yine yürüye yürüye diyarlar, alemler arasından geçe gide Edirne’ye vasıl oldum. Gördüğüm şeyleri ise hiçbir zaman unutamayacaktım.
            Ama hayatımın tuhaflıkları yeni başlamıştı.
            Olayın ardından birkaç ay sonra, o gölgelere ve tuhaflıklara alışmışken bu sefer bambaşka bir şeyle karşılaşmıştım. Arkadaşlarımla bir barda eğlenmekteyken beni seyretmekte olan biz kıza takılmıştı. Tuhaftı ama oldukça güzel görünüyordu. Koyu saçları ve rengini kestiremediğim ışıltılı gözleri, parlak teniyle üzerindeki neredeyse eski moda denebilecek 1800’lerin elbiselerine benzeyen siyah elbisesiyle oldukça alımlı görünüyordu. Yanıma geldiğinde heyecandan kalbim duracakken birden bire bana Kaf Dağı İhtilal Örgütü’nün son lideri olup olmadığımı sordu. Allah Allah? Bu kız, aylar sonra tuhaf bir şekilde karşıma çıkan bu kız benim Kaf dağının ötesindeki serüveni mi nereden duymuştu? Hemen ayaklarına baktım. Normaldi. Demek ki onlardan değildi. Peki ya o ajan? Acaba beni gören o ajan mı takmıştı peşime? Kıza kim olduğunu sorduğumda ancak takip edersem söyleyebileceğini söyledi.
            İçimdeki tüm korku hissine rağmen kızı takip ettiğimde, girdiğim o eski Osmanlı evleriyle çevrili sokakta karşıma üç kişinin dikildiğini gördüm. Ayakları normaldi, ama ay ışığında parlayan kızıl gözleri ve soluk tenleriyle, dudaklarının kenarından görünen sivri dişleriyle oldukça korkutucu görünüyorlardı. Vampirlerdi. Ama Twilight’takilerden farklılardı. Bana ne olduklarını söylediklerinde pek şaşırmadım. İhtilal örgütünü duymuşlardı ve bir şekilde yardımımı istiyorlardı. Gaflete bulunarak neye yardım edeceğimi sorduğumda şunu demişlerdi:
            “-Gerçek Karanlıklar Prensi’ni hak ettiği yere çıkarmaya!”
            İşte şimdi ben Mahmut ……… ; eski yazar yeni metafizik ve parapsikolojik anarşist, dört tabutla aynı odada bir kargo uçağında yeni kaderime doğru gidiyorum. Uçağın penceresinden dağlar görünüyorken yanımdaki turistin “Karpat dağları” kelimelerini cümlesinin içinde seçiyorum.
            Karpat dağları…. Karanlıklar prensi… Ceza’nın deyişiyle: Tek bir ihtimal var, metafiziksel ihtilal. Ölüme giden atardamar, ne kadar insan ömrü var…

SON
Mehmet Berk Yaltırık
15 Ocak 2011 – İstanbul
Son Not: Beridçilerin başı Celaleddin Zahit’in Ekim 2011’de Kayıp Rıhtım’da yayınlanan “Harekat-ı Garaib-ül Sema” adlı öyküde (bkz. http://oyku.kayiprihtim.org/harekat-i-garaib-ul-sema-wyern/) bir şehzade için peri padişahının kızlarından birini kaçırmalarından bahsetmesi söz konusudur. İş bu hikayede ortada beridçi olduğunu belirtmediğim Beridçiler ile Halil’lerin ekibinin karşılaşması, önceki dönemlerde Berdiçilerin yaptığı bir harekatın konusudur. O da öyküleştirilecektir.

Gül Yabaniler

Enteresan Bir Tesadüf Üzerine Not: Aralık 2013'te bu hikayeyi okuyan Ereğli'den bir okur bana ulaştı ve hikayeyle alakalı tesadüfi olan bazı hususlardan bahsetti. Aile arasındaki bir rivayete göre ailesinden Bekir Beşe isminde saraydan bir görevlinin Ereğli'ye yerleştiğini, Ereğli'de girişinde tuhaf semboller bulunan ve hakkında hazine söylentileri olan bir mağaradan bahsetti. Hikayeyi yazarken tamamen filmden ilham alarak ve kurguyla yazdım, tarihi malzeme olarak yeniçeriler ve yörükler haricinde bir detaya ihtiyaç duymadım. Ancak bu tesadüfi örtüşme her ikimizin de garibine gitti. Ben de bu anektodu buraya ekledim. M.B.Y

(İlk Yayınlanış: Gül Yabaniler, Gölge E-Dergi, 50.Sayı, Kasım 2011, s.80-84.)


(2011 yapımı “Orcs” filminden ilham alınarak yazılmıştır.)
            Rivayet ederler ve anlatılar ki fi tarihinde Karadeniz kıyılarındaki gür ormanlardan birinde tuhaf mahluklar peyda olmuş, yöre halkına musallat olmuş ahaliye mazharat-ı isal eylemişlerdir. Bu mahlukların sonradan ölüleri bile görülmüştür, insana benzer ama kara suretli olmaları ilkin cinni sanılmaları ama bizim gibi beden sahibi olmaları herkesin tuhafına gelmiş, hiçbir alim ve müneccim onların sırrına vakıf olamamış. Bunları görüp sağ kalanların demesiyle lisanları dahi bize benzemezmiş, göçerler gibi ok çeker pala sallar bir garip kabile imişler. Lakin ta Angılız memleketinden gelme bir alimden işitmişliğimize göre, bu kara kuru kabileye kafirler kendi lisanlarında “goblin” derlermiş, biz de bunun tam manası “gulyabanidir”. Her ne kadar gulyabani taifesi sürü gezip yay çeker kılıç sallar değillerse de bu hikayenin asıl mevzusu olan bu iblislere biz bu adı uygun gördük. O mahlukların saldırısını def etmeye muktedir olan aseslerden birisi olan yeniçerilikten çıkma Bekir Beşe ihtiyarlığına yakın Kostantiniyye’ye yerleşmiştir, hikayenin aslını ondan dinlemişizdir.
            Mahlukların yerin dibindeki cehennem zindanlarından çıkarak yeryüzüne musallat oldukları gün vazife yaptıkları gözcü kulesine sabah vakti, yaşlı ases İbrahim’in girip:
 “-Ormana yine habersiz Tahtacılar girmiş!” bağırtısıyla uyanmışlar. Ağızlarında bir dolu küfürlerle samanı sertleşmiş döşeklerinden kalkmışlar. İbrahim diretmiş:
            “-Tez giyinin, azıklarınızı alın yolda yersiniz dağ dibi köylülerinden ihbar geldi sabah ezanına yakın.”
            Bekir Beşe sövmüş:
            “-Millet şimdi Kostantiniyye’de Bizans dilberlerlerinin, altınlarının rüyasını görüyorken biz bu orman köşesinde ağaçların başını tutuyoruz. Sana uyan aklıma…”
            Mahmut’ta aynı şekilde söylenmiş:
            “-Ben mi dedim isyana karışalım diye. Bizim sonumuz gene iyi. Kelleden de olabilirdik, orman asesi diye sürgün yedik. Hiç sesini çıkarma, millet yağma ederken biz dalları saymaya devam edeceğiz.”
            Bekir Beşe’nin demesine göre bunlar zamanında Sultan Mehmed Han-ı Sani’nin Karaman Seferi dönüşündeki yeniçeri isyanına karışmışlar. Konya yakınlarında ayaklanarak sefer bahşişi istemişler. Sultan karşılıklarını Ankara’da vermiş, isyanın elebaşlarını dövdürterek azlettirmiş, kimisini katlettirmiş, kimisini de sürmüş. Üç yeniçeri neferi olan Gedikli İbrahim, Mahmut ve Bekir’in kısmetine sürgün çıkmış. Sadece kulesi ve yanına bir barakası inşa edilmiş olan tamamlanmamış bir Ceneviz kalesinin tepeden gördüğü deniz kıyısı ve dağların ortasındaki büyük ormana ases olarak tayin edilmişler. Sultan’ın yeni seferleri ve tabi Kostantiniyye muhasarası için hazırlayacağı gemilerin kerestelerinin nakliyesini kontrol altında tutmak ve kerestelerin çalınmasını engellemek için getirdiği yeni bir teşkilatlanmanın sonucu olarak üçer kişilik neferler ormanların başlarına atanmıştı. “Yaş kesenin başını keserim” emrinin yayıldığı dönem o dönemmiş. Anadolu’nun dört bir yanından orman ehli yörüklerden Tahtacılar getirilmiş, gemilerin ve bir nice şeyin gerektiği kerestenin kesim izni verilmiş.
            İşte o koca ormanda ki Bekir Beşe’nin demesine göre Karadeniz taraflarında Bolu sancağına bağlı Erekli civarında imiş, Cenevizlerden yadigar kule ve hemen dibindeki baraka gözetleme kulesi yapılmış, orman yeniçerilikten çıkma üç asese emanet edilmişti. Romatizmalarını bahane eden yaşlı İbrahim kulenin dibindeki taş duvarlı barakayı sahiplenmiş. Diğerleri de kulenin en üst katındaki gözcü odasına yerleşmişler. Geceleri deniz ve orman manzarasına nazır Ceneviz tüccarlarının Kırım’daki bağlardan getirdikleri şarap ve rakıların eşliğinde muhabbeti ve demi eksik tutmadıkları için kuleye yerleşmeye hiç ses etmemişler. Her birine bir nice eşya ile birlikte üstlerinde taşıdıkları kılıçlar dışında bir çok silahın bulunduğu, kulenin mahzeninde kilitli bir cephanelik bırakılmış. Av etleri, meyveler, köylülerin hediyeleri olan yemekler ve tüccarların getirdiği şeyler dışında, dışarıdaki su tulumbası kalenin yiyecek ve içecek istihkakıydı. Yaşına binaen ona buna emir yağdırarak bölgenin gayri resmi amiri olmuş İbrahim genelde barakasında otururken, gözlem ve nöbet gibi işlere hep bu iki ases koşarmış.
            Ceneviz korsanlarının da arada sırada göründüğü bir bölge olduğundan, devlet ormanlardan gelecek gemi kerestelerinin güvenliği için kuleye fazladan bir bölük askeri kuşatacak ve ihtiyaçlarını giderecek kadar hem kesici hem barut nevinden silah yerleştirmiş. Elbiselerin üzerine fazladan deriden pelerinlerini kuşanıp, keçe ases külahlarını giyip bellerine kılıçlarını taktıktan sonra aşağıya inerek kendilerine tahsis edilen iki ata binerek, İbrahim’in gösterdiği dağların dibinden geçen ve köye dek uzanan yolu takip etmişler. Bir grup köylü ormanın dibinden bazı davul sesleri duymuş ve bununla birlikte Tahtacı çadırlarının ormana dikildiğini görmüş. Sonrada sabah ezanının ardından ormandan tuhaf sesler ve çığlıklar işitmişler, sanki insanlar birbirlerini boğazlamaktalarmış gibi. Kendileri bakmaya çekinerek, bölgede silahlı tek güç olan orman aseslerine haber göndermişler. İşte İbrahim’in kendilerini kaldırıp orman yoluna sevk etmesi bundanmış.
            Bekir Beşe’nin anlatmasına göre, gündüz vakti olmasına rağmen sık ağaçlar ve yosunlarla, sarmaşıklarla kaplı devrilmiş ağaç gölgeleri ve zaman zaman görünen dibi balçıklı ufak gölcüklerle bezeli ormanı kocakarıların ateş başında anlattığı ecinnilerin umacıların kol gezdiği tekinsiz ormanlara benziyormuş. Devşirilmeden önce köylerinde işittikleri mezardan kalkanlara, ölü eti çiğneyenlere, insana musallat olan tuhaf şeylere dair korkulu hikayeler akıllarına düşüyormuş. Hatta kendi demesine göre Ceneviz kafiri de ormanın cininden perisinden çekindiği için kale dikmeye korkmuş. Sağdan soldan uzaklardan dağlardan davul sesleri geliyormuş da hem köylüler hem asesler cinler padişahının mehter takımı nevbet vuruyor diye sesin aslını aramaya korkarmışlar, meğerse o gulyabaniler dövermiş bu davulları. Asesler uzaktan görünce Tahtacı çadırlarını o yöne seyirtmiş. Vardıklarında gördükleri şey harp alanından ve en dehşetli kabuslardan bile daha korkunçmuş. Ne insan ne hayvan canlı namına hiçbir şey yokmuş. Ya okla ya keskin palalarla ahalinin vücutları kanlar ve kesik parçalar halinde yerlerdeymiş, kesik başlarından bir tepe yığıp tepesine domuz derisinden kara bir sancak dikiliymiş. Elleri ayakları titriyor, kan kokusundan delirecek gibi oluyor, akılları uçmuş gibi boş boş masumlardan kalanlara bakakalmışlar.
            Akılları başına gelince bu katliamın nedenini merak etmişler. Öyle ya bir bölük adam, çocuk katledeceksin hem de bunun için gereken asker iz bırakmayacak. Ama görünürde hiçbir iz de yokmuş. Ceneviz korsanlarından şüphelendiklerinden sahile at sürmüşler ama bir iz bir işaret bulamamışlar. Davul sesleri artarken köye gitmişler, bakmışlar ki o kadar süre içerisinde bir başka katil grubu daha köye girip ahaliyi katletmiş, domuz derisinden kara sancağı kesik başlardan öbeğin üzerine dikmiş. Korsan olsalar kıyı yolunda kesin karşılaşacaklarından bunların dağlardan inen bir grup olduğunu anlamışlar. Köy evlerinde yaşayan var mıdır diye gezinirlerken evlerden birinden üstlerine siyah derili, çamura bulanmış gibi, tuhaf görünümlü hırıldayan bir mahluk fırlamış. Elinde kara renkli bir pala, sağa sola savuruyormuş. İlkin gördüklerinde dua felan okumuşlar ama bakmışlar duracağı yok, kılıcı çekip işini bitirmişler. Yakından baktıklarında insan olmadığını anlamışlar. Kıyamet zamanı ortaya çıkacak ve insanları mahvedeceği söylenen Yecüc Mecüc taifesi sanmışlar. Tam o sırada arkalarından bir başka hırıltı duyulmuş ama vızıldayan bir ok ile o yaratıkta ölüp gitmiş. Bakmışlar atının yanında elde yay Gedikli İbrahim durmakta. Gedikli İbrahim’in mütekaid (emekli) olmasına çok yakınmış, o denli yaşı varmış ki yeni yetmeliğinde Yıldırım Bayezid Han’ın Kosova cengine iştirak etmişliği, orada ilk sahra toplarını ve bazı Frenk tüfenklerini görme imkanı olmuş. Nişancılığı en iyi olanlardanmış ki, gençliğinde Sultan Çelebi Mehmed Han devrinde buna gavurun cengaverleri “Tüfenkli şeytan” diye lakap takmışlar. Gedikli’ye işin aslını sorduklarında kulenin civarında buna benzer üç mahluk bulup okuyla hakladığını, atına binerek peşlerine takıldığını söylemiş. Tam sancağa haberci gidelim belki sayıları fazladır ve bu yaratıklar nereden gelmedir nedir gibi meseleleri ayaküstü konuşurken etraflarına kara tüylü oklar saplanınca atlarına bindikleri gibi kendilerini kuleye atmışlar. Kaç kişilerse kulede kalıp savaşmaya karar vermişler, zaten bir süre sonra bunun isabet olduğunu anlamışlar. Dağlardan orman içlerinden davul sesleri artmış, gelip geçen kara suretli varlıklar gözlerine sık görünür olmuş. Ormandan geçilmez olduğunu, atlarla bile geçilemeyeceğini anlamışlar. Devletin korsanlara karşı kullansınlar diye bıraktığı silahları kullanalım demişler. Sayıları fazla olsa bile böyle bir kuleye giremezler, biz de vuruşuruz diyerek önce kulenin kapısının önüne bulabildikleri eşyalarla yığınak dizmişler, sonra da cebehaneliğe bakmışlar. Fazladan birkaç sadak ok ve üç yay, iki tüfenk, üç fıçı barut, bir iki tane miğfer, kalkan, topuz, balta. Bir de demelerine göre her nasılsa Bursa cebehaneliğinin eskilerinden kalma, artık kullanılmaz diye elden çıkarılmış hafif, Kosova sahrasında gürleyenlerden bir sahra topu ve kafi sayıda gülle. Gerçi top kullanmasını bilmez yeniçeri taifesinden ases yapıp depoya eski, elden düşme silahları koymak bize dahi tuhaf geldiyse de dünyanın hali türlü türlüdür kanaatine vardık.
            Kapıyı buldukları tahtalarla mıhlayıp cebehanenin silahlarını yanlarına aldıktan sonra en son sahra topunu güç bela asıla ittire taş merdivenlerden yukarı taşıyıp kulenin pencerelerinden ormana bakan kısma yanaştırmışlar, barutları da yanlarına almışlar. Bekir Beşe’nin demesine göre içlerinde eğer evvelde tüfenkendazlık ve topçuluk bilmeyen Gedikli İbrahim olmasa bu sahra topunu tövbe kullanamazlarmış. Gedikli bunlara hem gülle yerleştirme hem doldurma vazifesi vermiş, topun yönünü ve ayarını kendisi yapacakmış. Barut fıçılarından birini ne olur ne olmaz diyerek aşağıdaki kapının önünde bırakmışlar. Kuşatma usülü gereği evvela okla ateş açmışlar. İbrahim ise tüfekleri hızlı hızlı doldurup ateş saçmaktaymış ki her atışında bir iblisi yerine mıhlamaktaymış.
            Yol yordam bilmez iblisler okla tüfenkle vurulunca bu kez öfkelenip yağmur damlaları gibi Ceneviz kulesine doğru bağıra çağıra, domuz derisinden kara sancaklarını sallayarak atılmışlar. Attıkları oklar ve taşlar kulenin tepesine dek gelse de pencereden içeriye denk düşürecek kabiliyette değillermiş. Dağlardan sürü sürü gelip kulenin önüne birikince bu kez okları ve tüfengi bırakıp topu ateşlemeye başlamışlar. Gülle tükenene kadar attıkları toplarla birçoğunu tarumar etmişler. En son yine ok ve tüfenk atmışlar ama iblislerin kökünü kazımaya yetmemiş. Kalan son oklardan birin ateşleyip ne olacaksa olsun diyerek iyice zorlanmaya başlayan kapının dibindeki fıçıya göndermişler. Patlamanın etkisiyle kule rüzgarda salınan buğday başağı gibi bir o yana bir bu yana sallanmış ama yıkılmamış, parçalanan kapının kıymıkları iblisleri mermi gibi delik deşik etmiş, ateşlerin etkisiyle kavrulmuşlar. Artlarından gelenler taş merdivenlere doğru hücuma geçince zaten piyade taifesinden olan yeniçeriler kılıçla baltayla Allah Allah naralarıyla üzerlerine atılmış. Önlerine gelen kah kellesini kah kollarını kaybedip uluya uluya ölmüşler. Bunlardan korktuklarından ve sayıları da epeyce azaldığından kuleden yüzgeri edip kaçmışlar ama asesler bunları takip ederek yakaladıklarını doğramışlar. Çıktıkları mağara ağzını bulmuşlar. Burada bazı kızıl sancaklar varmış ki üzerine tek göz şeklinde tuhaf bir suret çiziliymiş. Kimilerinin kalkanında ve miğferinde beyaz el sureti varmış. Bunların ne olduğunu ne onlar bilmiş nede o leşleri inceleyen gizli alim sahibi sihirbazlar ve müneccimler tanıyabilmiş. En son bir çingene falcısı demiş ki bunlar bu dünyadan değil başka bir dünyadan yerin dibini kaza kaza yeryüzüne çıkalar.
            Bekir Beşe hikayenin sonunu merkeze haber gitmesi, sancaktan gelen askerler ve muhite doluşan müneccimlerle bitirir. Der ki bir büyük ateş yaktık, kaffesini toplayıp tek bir parça bırakmadan Nemrut’un ateş yığını gibi o koca ateşte yakmışlar. Küllerinden kalanları ve zırhları palaları gömüp o uğursuz mağaranın ağzını kapatmışlar. Bu kıyımdan kurtulabilen birkaç yaratık köylerde ve civar dağlarda görüldüyse de ahali tarafından yaban adamı veya congoloz sanılarak taşlarla sopalarla öldürülmüş. Ben bu hikayeyi bir de civardan göçen Marissio nam bir Karadeniz Ceneviz’inden dinledim. Dediğine göre yaratıklardan biri sağ kurtulmuş, hatta bir süre insan içinde duvarda zincirle yaşaya yaşaya uysallamış insan lisanını öğrenmiş sonra bir gece dağlara kaçıp kaybolmuş, dağ gulyabanilerinden çocukları kızları yeniden o dağlarda görülür olmuş. Doğrusunu Allah bilir…
SON
Mehmet Berk YALTIRIK
10 Ekim 2011 – Edirne

Şeytana Uyan

(İlk Yayınlanış:  Şeytana Uyan, Kayıp Rıhtım, Kasım – 2011, Delilik,
http://oyku.kayiprihtim.org/seytana-uyan-wyern/)

1

Perşembe gecesini Cuma’ya bağlayan gece, İl emniyet müdürlüğü binasının herhangi bir sorgu odasının kapısının önü. Emekliliğine üç yıl kalmış, gecenin bir vakti sorgu için sıcak yatağından kalkıp şehrin kuru ayazında emniyete gelmiş olan başkomiser, karşısında duran genç komiser yardımcısının söylediği kelimeyi duyunca elindeki telsizi uykusu bölündüğünden dolayı sinirle sıkmaya başlamıştı:
-“Manyak mı?”
“Manyak” kelimesi kafasının içinde sivrisinek sesi gibi vızıldadı. Görev yaptığı yıllar boyunca böyle adlandırılan pek çok kişi görmüş yada duymuştu. Cinnet sonucu ailesini kesen yada adam öldürmekten zevk alan pek çok insanı bizzat içeri tıkmıştı. Bunun için gecenin bu saatinde insan yatağından kaldırılır mıydı? Sinirden bir sigara yakacakken son anda doktor tavsiyesiyle bıraktığını hatırladı ve doktora içinden küfürler yağdırdı. Genç komiser yardımcısı: “Evet başkomiserim, bildiğiniz manyak. Bu gece içerisinde işlediği cinayetleri daha doğrusu katliamı gayet olağan bir şekilde anlatıyor. Hatta espriler yapıyor. Soğukkanlı hallerine bakılırsa daha önce bir vukuatı olmuş olabilir.” dedi.
Daha önceleri bile görmüştü böylesini başkomiser. Ona göre, bu topraklara belki de bu kültüre has bir şeydi bir anda cinnet geçirip en sevdiği kişiyi gözünü kırpmadan öldürenler. Amerikan sineması kendi sanayi kültürüne has “seri katilleri” ,“sanatçı” olarak gösterip imrenilecek insanlar olarak lanse edebilirdi ama cinnet imrenilebilecek bir şey değildi. Yani bir seri katilin kurbanının kafatasından şarap içip aşk şiir okuması Tim Burtonist gençlik için romantik gelebilirdi ama normal birinin bir anda kendini kaybedip beşikteki çocuğunu satırla parçalaması yeryüzünde yürüyen hangi insana romantik gelebilirdi ki? Seri katillerin icraatlarına estetik kaygı demenin mübah hatta farz sayıldığı bir çağda, öldürmenin sanat olarak görüldüğü bir gerçeklikte cinnet vakaları “düz öldürme” den sayıldığı için herkese normal geliyordu artık belki de bu yüzdendi seri katillik kadar övülmemesi.
Belki dünya üzerinde yaşayan her insanda her kültürde cinnet vardı. Güney Afrika’da Amok koşusuna çıkarak önüne geleni bıçakla kılıçla kesenlerden, İsveç’te atalarının karanlık pagan inançlarına dönen gençlerin melek yüzlü kızların ırzına geçip kurban etmesine pek çok örnek verilebilirdi. Ama bu kültürde cinnet başka bir şeydi. Cinnet bu kültüre has bir şeydi belki de. Bir anlığına adından çağrıştırdığı gibi kişi bilinmeyen varlıkların kontrolüne girip en sevdiği kişiyi öldürüyordu. Gerdek gecesi ölesiye kavuşmak istediği sevgilisini öldürüp kendini asanlardan, küçük torunlarını boğduğu için ağlayan dedeye nice vaka görmüş başkomiser şunu fark etmişti ki cinnet geçirenler rastgele insanlara değil en sevdiklerine zarar veriyorlardı genel olarak. Bu ne Amok koşusuna benziyordu ne satanist ritüellere. Amok koşucuları önüne geleni keserdi, satanistler masum, bakire kızları tercih ederdi. Cinnet geçirenler ise hayatlarını feda edebileceği kişilerin hayatlarını alırlardı. Cinnet daha garip ve daha tuhaftı sıradan görünmesine rağmen. Cinnet geçirenleri görmüştü komiser. Baltayla genç karısını ve bebeğini katleden adamların bu olayı nasıl yaptıklarını hatırlayamayıp ağlamaları daima onda bilinmeyen varlıklara hatta cinlere dair düşünceler oluşturmuştu.
            Başkomiser biliyordu ki sokaktaki herkesin, koynuna uzandığı sevgilisinden yan odada yatan kuzenine dek herkez cinnet geçirebilirdi. Genel de herşeyi içine atan insanlarda daha sık görülürdü ama yine bu kültürden çıkmaymış gibi gelirdi başkomisere. Başkomiser cinneti araştırdığında, kıt kütüphane bilgilerine rağmen eskinin kuzeyli berserkleri, Avarlardan yadigâr beyin hasarı nedeniyle kendi obasına vahşice saldıran mankurtları okumuştu. Evrensel olmasına rağmen tıpkı seri katillik gibi nasıl seri katiller sanayi kültürüne aitse, cinnette bir şekilde eski özelliklerini hala koruyan, kökenini bilmediği halde Şamanist adetleri yaşatan bu kültüre aitti. Bir şekilde Asya taraflarına gidip gelmiş bir tanıdığından dinlediği, onunda o yörede bir katliam vakası sonrası dinlediği “Kara Şaman Olayı” başkomiserin cinnet hakkındaki fikirlerini kesinleştirmişti. Bir ayin sırasında cinnet geçiren bir Kırgız şamanı için yöre köylüleri “Ruhuna körmösler hâkim oldu!” dendiğini duyunca başkomiser bir şekilde cinneti eskinin şamanlık döneminin kötü bir yansıması olarak kabul etmişti. “Yok komiserim bu öyle bir tip değil. Yani hem disiplin kayıtlarına baktım, hem öğretmenlerden gelenler oldu onlarla konuştum. Sessiz, sakin kendi halinde birisi. Herhalde pasif agresifmiş ki bunca zaman içine attıklarını dışına vurmuş. Zaten normalde bir mezuniyet töreninde dört kişiyi kesip, 14 kişiyi yakarak öldürüp 38’ini yaralaması, kaçtığı kır evinde aynı liseden olan bir kıza tecavüz ettikten sonra kızı boğup onun fakülteden üç arkadaşını öldürmesi, gene hemen o civarda  bir arabanın içince iki kişiyi öldürmesi üstelik bunları saat 11 ile 12 arasında iki saat içerisinde yapmasının başka bir açıklaması yok herhalde.” Demişti genç komiser yardımcısı.
            Yılların başkomiseri olarak kendini kanıtlamıştı bir kez daha işte. Cinnet vakasıydı bu. Uykusu kaçan baş komiser sırf sıkılmamak adına olay üzerine konuşmayı derinleştirmek istedi. Neticede buraya bu saatte önemsiz bir cinnet vakası için gelmişti. Uykusu kaçtığından dolayı sinirliydi ve stresini bir şekilde içerideki psikopat vasıtasıyla atmak istiyordu.
-          Oğlum sen cinayet deme katliam de şuna istersen.
-          Çocuk önüne geleni öldürmüş. Ama yaptıkları tesadüf değilmiş dediğine göre. Kendi kendine karar almış. Bu gece kendi gerçekleri ve geçmişiyle hesaplaşmak istemiş. Ayrıca çocuk galiba şizofren.
-          Şizofren mi?
            Şizofren dahi görmüştü başkomiser adli tıpa sevk edilen. Psikoloji hakkında yüzeysel bilgisi vardı ama şizofrenleri az çok bilirdi. Kendi kafasında bir dünya yahut gerçeklik kuran insanlardı. Kafasında kurguladıkları şeye göre cinayet işleyebilirlerdi. Bir bebek katili görmüştü başkomiser. 1986 Mayıs’ında bir cinayet işlenmiş, bebeği öldüren adam şizofren çıkmıştı. Zira cinayet gerekçesine göre bebek dünyanın sonunu getirecek olan Deccal’di ve adam dünyayı kurtardığına inanıyordu. Ona bunu nerden uydurduğunu sorduğunda adam gözlerini gayet normal bir şekilde başkomisere dikerek sanki “saat kaç” sorusunu yanıtlarmış gibi alelade: ”Melekler söyledi” demişti.
            İflah olmaz bir hastalıktı şizofreni ama günümüzde gençler tarafından, Amerikan sinemasının şizofrenleri özendirmesi nedeniyle artık bir kız kaldırma metodu haline gelmişti. Başkomiser ne zaman sokakta “Ben şizofrenim yaaa...kendi içdünyam var yaaa...” diye konuşan birini görse o yavşak ağızlarına copla girişmek gibi manyakça bir dürtü hissederdi.
            Ona göre insanlığın asıl sorunu buydu. Otoriteye karşı koymak adına manyakça şeyleri örnek almaları ve yapmalarıydı. Bu otoriteye karşı olmak ise apayrı bir kavramdı başkomiserin gözünde. Başkomiser memur olduğu 80 öncesi dönemlerde gözaltına alınan siyasi görüşlüleri görmüştü. O dönemde de sağ kolu alçılı olduğundan sol eliyle dükkanını açmak zorunda kalan adamı komşusunun oğlunun ideolojik gerekçelerle öldürmesi kadar, günümüzde de insanların zihinden sakat insanları örnek almaları garip geliyordu. Ama şundan emindi ki solak olduğu için sağ koluna saat takan adamın bu sebeple öldürülmesi, acayip makyajlı, böğürerek şarkı söyleyen manyakları idol edinen gençlikten daha az garipti.
            80 öncesine cinnet dönemi adını vermişlerdi ama 2000’li yılların sorunu henüz teşhis edilmemişti. Komiser yardımcısının sözleri, başkomiserin düşüncelerini bıçak gibi kesti:
-          Evet. Şeytan’dan emir aldığını söylüyor. Onun dediklerini yapmış. Satanist değil yalnız. Odasında şeytanlı, korkunç resimler bulmadık. Yahut bir metal bara takılmıyormuş. Dolabındaki siyah olan giysilerde genelde gömlek.
-          Oğlum madem manyak burda ne tutuyorsunuz? Gönderin tımarhaneye muamelattan sonra!
-          Komiserim siz de inceleyin istedik. Belki siyasi bir eylem olabilir diye. Gerçi hiç bir ideolojiye sahip görünmüyor ama...
-          Bir bakalım.
Daha önce terör amaçlı bombalama ve gaz saldırıları hariç ideolojik zincirleme bir cinayet ne görmüş nede duymuş olan başkomiser merakla kapıyı açtı. İçeride demir portatif masanın ucunda eli kelepçeli bir halde oturmuş ve saf saf komisere bakan bir çocuk oturuyordu sarı sorgu lambasının ışığı altında. Ama çocuğun gölgede kalan ağzı sanki bıçakla kesilmiş gibi sırıtmaktaydı. Başkomiser, yardımcısıyla çocuğun karşısında ki sandalyelere otururken başkomiser, yardımcısına sordu fısıltıyla:
-          Adı ne?
-          Aykut Karay.
-          Çocuk bana normal gözüktü. Bunca yıldır o kadar manyak, katil, anarşist gördüm böylesini görmedim. Manyaklık adamın sıfatına yansır derler ya canlı örneklerini gördüm. Siyasi olabilir. Gözlük taktığına göre çokça okumuş olmalı.
-          Evet evinde kütüphanesi var. İnceledik ama ideolojik döküman bulamadık. Ancak bazı kitaplar ilginizi çekebilir.
-          Ne gibi?
-          Çocukta pek çok korku kitabı mevcut. Birde şu seri katillerle ilgili bilgi kitapları felan var. Galiba şizofren olunca bu kitaplar zihnini etkilemiş. Birde Nazilerle ilgili kitaplar var.
Televizyonda Hitler’in “Mein Kampf” namıdiğer “Kavgam” adlı kitabının çok satıldığıyla ilgili haberleri hatırladı. Çocukta belki bu fırtınaya kapılıpta kitabın etkisinde kalmıştır diye düşündü.
-          İlginç. Çocukta anarşist tipi var tam. Adam neonazi çıktı desene. Zaten gözlükleri o filmlerde ki nazi subayları gibi parıldıyor.
-          Ama çocuk belli bir idolojiye sahip olmadığını söyledi. Araştırdık. Çocuğun kayıtlar dahilinde ya da kayıt dışı siyasi faaliyetini görmedik.
-          Tekli teşkilat takılıyordur belki.
-          İyide amirim Soğuk Savaş dönemi, 12 eylül öncesi darboğaz çoktan geride kaldı. Bu tip örgütlenmeler varsa bile bu şekilde faaliyet göstermiyorlar. Diyelim ki dediğiniz gibi bir militan, bir militan niye böyle bir şey yapsın ki?
-   Taşıdığı bilgiler delirtmiştir belki. Sorgulama sonrası anlayacağız orasını.
Komiser elindeki dosyaya baktıktan sonra çocuğa dönüp sordu:
-          Örgütten misin?
-          Hayır komserim. Siz beni onca olaydan sonra siyasi felan sandınız herhalde. Haklısınız bu kadar ceset ancak ve ancak terör saldırıları sonrası çıkar. Ama benim bunlarla bir alakam yok. Ben siyasi değilim. Hiç bir ideolojiye bağlı değilim. Hatta tek ideolojik sorunum ÖSS o kadar yani.
-          Anlaşıldı. ÖSS’yi boykot etmek istedin.
-          Yok komiserim. Olay eylem felan değil. Bu yaptıklarımın siyasetle alakası yok.
-          Evladım bir gecede iki saat içerisinde dört genci vahşi bir şekilde öldürdün. Sonra artık nasıl becerdiysen benzin döküp ortalığı kundakladın 38 kişiyi yaraladın, 14’ünü öldürdün. Sonra bir eve dalıp bir gencin gırtlağını kestin, ötekileri doğrudan bıçakladın, öbürüne tecavüz ettikten sonra boğdun. Ardından artık nasıl yaptıysan gene iki kişiyi arabalarının içinde şişleyerek tanınmaz hale getirdin. Ulan Amerikan ordusu bu kadar adamı telef edemez bir gecede. Zevke mi geldin lan?
-          Yok komiserim zevkten değil. Zorladılar beni.
-          Kim zorladı lan? Kimi birbiriyle alakasız 24 kişiyi öldürdün 38’ini yaraladın. Terminatör müsün lan başımıza?
-          Satanist değilim ama emir aldığım kişi binevi onlarla alakalı.
-          Kimden emir aldın lan?
-          Şeytan’dan.
Çocuğun bu sözü öylesine, manav Salih aga’dan bahsedercesine alelade söylemesiyle beraber başkomiser, genç komiser yardımcısının suratına “Manyak lan bu!” dercesine baktı. Oda “Demiştim ben” dercesine kafasını salladı. Başkomiser tekrar çocuğa döndü:
-          Deli numarası yapıp yırtacağını mı sandın lan?
-          Ne delisi komiserim? Ciddiyim ben. Gerçi cinayetler biraz refleksivdi yani tepkiseldi ama dürtükleyen hep Şeytan’dı.
-          Olur mu öyle şey ulan?
-          Niye ki?
-          Şeytan’la nasıl konuşuyorsun lan?
-          Türkçe, Arapça, İngilizce... Uluslararası çalışıyor malumunuz.
-          Lan!!!
-          Ama komiserim neden saçma olsun? Siz demez misiniz hiç “Şeytan diyor ki” diye...
-          Derim tabi. Hatta şimdi konuşuyor.” Deli diye yırtmaya çalışıyor. Bakma gözünün yaşına bas sopayı akıllansın” diyor.
-          Biliyorum komiserim az önce bende duydum.
-          Kes lan zırvayı.
-          Komiserim o başta demişti bana “İsmimi verme deli derler” diye. Bende dedim ki buna “Seni bir kere dinledim başıma gelmeyen kalmadı. Sana inat söyleyceğim”. Şeytan haklı çıktı bu kez iyi mi?
-          La havle..
-          Komiserim gerisini okumayın arkadaş rahatsız oluyormuş.
-          Arkadaş?
-          Şeytan. Ne ilginç değil mi? Hani bir film vardı ya “Arkadaşım Şeytan” diye. Onun gibi oldu. Gerçi bu kişi Ali Poyrazoğlu’na hiç benzemiyor ama...
-          Ne Ali Poyrazoğlusu lan? Deli !!!
-          Oyuncu varya hani...Tiyatroları var “Oğlum Çiçek Açtı”, “Babam Dokuz Doğurdu”...
-          Lan şimdi...
-          Komiserim bana inanmıyorsunuz ama inan ki bu anlattıklarım yalan değil. Cezam neyse çekmeye razıyım. Deli olsam da olmasam da.
-          Sen gerçekten deliymişsin lan...
-          O da öyle demişti.
-          Şeytan mı?
-          Hayır Şeytan değil. Niran!
-          O kim?
            -   Ortaokulda ki platonik aşkım. Ben buna niyetimi açıkladığımda o da bana deli deyip reddetmişti de uzun hikâye. Arabada öldürdüğüm.
-          Neyse? Sen anlat bakalım bu 24 cinayetin sebebini.
-   Komiserim onları benim öldürdüğüm doğru. Hatta ben bizzat itiraf ettim. Hayat dolu, neşeli 24 genci ben öldürdüm. Daha niye kurcalıyorsunuz ki atın içeriye olsun bitsin?
-     Bu cinayetleri planladın mı?
-          Hayır. Dedim ya tepkisel oldu. Çorap söküğü gibi. Hani derler ya “orospuluk bir öpücükle, hırsızlık bir yumrukla başlar” diye.
-          Peki bu kişilerin birbiriyle bağlantısı var mı?
-          Öldürdüğüm 18 kişiyle yaraladığım 34 kişi aynı okuldan. Orkestradan kurtulan varsa tabi. Tüm son sınıflar. Öteki üçlüyü bilmiyorum. Boğduğum kişi bizim sınıftan. Hatta son öldürdüğüm iki kişiye tesadüf ettim o kır evinden kaçarken ama o iki kişiden kız olanı da sekizinci sınıftan arkadaşımdı. Olaylar birden bire oluverdi işte.
-          Mantığım almıyor. Peki bu kadar adamı nasıl zayi ettin?
-          Anlatayım. Her şeyin başlangıcında Mehmet Zaimoğlu Lisesi 11-Sosyal-A sınıfında öğrenciydim. “Dim” dedim çünkü bu gece mezun oldum. Bu olayın kilit noktası dört maktülle son sınıflardaydık. Maktüllerden birisi arkadaşım Samim. 11-TM-B sınıfından. Öbür maktüller 11-Sosyal-B’den Aylin, 11 TM-A’dan Okan ve Neslihan. O boğduğum kız Bahar’da 11-Sosyal-A’dandı. Arabada öldürdüğüm kişi Niran ise ortaokuldan arkadaşımdı 8.sınıftan.
-          Bunların kaçını tanırdın?
-          Hemen hepsini. Çünkü aynı sınıflardan gelmeydik.
-          Yakınlık seviyeleriniz neydi?
-          Ortamda herkez birbiriyle bir şekilde yakındı zaten. Ama ben Samim’le kankaydım. Ah be Samim! Niye öldürdüm ki seni? Şimdi Vietnam’da kiminle helikopter düşürüp, Irak çöllerinde Amerikan askeri avlayacağım. Yok yanlış anlamayın bu eylem değil bilgisayar oyunları. Neyse Aylin Samim’in platonik aşkıydı. Samim’de Neslihan’ın platonik aşkıydı. Ama Okan’da Aylin’le çıkıyordu.
-          Bu ne böyle Dallas gibi. Karışık kuruşuk anlatma doğru dürüst anlat.
-          Bakın komiserim Samim eli ayağı düzgün bir çocuktu. Ama biraz utangaçtı. Zaten biliyorsunuz feodal kültürden gelen insanlarız.  Kızlara kolayca açılamıyoruz...
-          Cıvıma da olayı anlat.
-   Neyse bu Samim Aylin’e aşıktı. Aylin’de bayağı güzel bir kızdı. Ama ne kızdı ya. Tabi 9’lardan Leyla ile Aysu’yla 10 TM’den Şevval ile Gülriz’i saymazsak.... Tamam kızmayın! Samim aşkını Aylin’e itiraf edemiyordu. Zira hem utangaçtı hem de Aylin bizim Ayı’yla çıkıyordu...
- Ayı kim?
- Ayı Yogi diyeceğim ama iğrenç bir espri olacak. Demin bahetmiştim. Okan. Kendisi Ayı gibiydi. Yaşasa ve bu dediğimi duysa ağzıma umumi tuvalet muamelesi çekerdi. Zaten cesetlerin arasında en iri olanı odur sanırsam. Bu Okan belalı biri sizin anlayacağınız. Eğer Samim’in niyetini öğrenseydi burada beni değil onu sorgulardınız! Bu Neslihan’da Samim’den hoşlanıyor ama utangaçlığından dolayı o da platonik takılıyormuş. Ölmeden bir kaç saniye evvel söyledi bunu ama bir halta yaramadı. Neyse Samim bir gün bana geldi. Dedi ki  “ben bu kızı çok seviyorum. Ne yapabilirim?” felan konuştu. Benden akıl istedi varmış gibi...
- Senden?
- Yok komiserim o zamanlar normaldim böyle değildim. Ama benim kast ettiğim şey akıl değildi. Ben böyle aşk meşk meselelerinden anlamazdım. En azından yaşadığım üç yenilgiden sonra anlamadığımı anlamıştım. Ama anladığım şey Samim’in anlayacağı türden bir şey değildi. Dedim ki ona: “Git itiraf et. Mezuniyet kapıya dayandı. İçinde kalmasın.” O da dedi ki bana: “Utanıyorum. Ayrıca birde Okan meselesi var. Bana öyle bir şey söyle ki bu dertten kurtulayım” dedi. Tam ona “Bu duyguyu tek sen yaşamadın. Senden başkaları yaşadı, yaşayacak. Kafana neden takıyosun ki? Hem ne demiş şair “Afet-i gamdan acep dünyada kim azadedir?” diyecektim ki devreye o girdi.
- Kim girdi? Okan mı?
- Hayır Şeytan! Konuştu dedi ki:”Sen ki alim ve arif bir kişisin. Senin yaşıtların kah barlarda kah cafelerde ehl-i keyf ve ehl-i temaşa ile zevk-ü sefa ederken sen onların akl-ü fikirlerinin alamayacağı kitabları okudun. Kibir ve büyüklenmek sanadır. Ne diye çare bulamayacakmışsın? Söyle, konuş aklından geçeni söyle.” Bende ona uydum. Bence insan “Şeytan diyor ki” ile başlayan tümceleri fiiliyata geçirirken üç kez düşünmeli. Hatta garantilemek için üç kere ve yedi kere ve kırk kere!
- Sonra?
- Ben de o anda aklıma gelen şeyleri söyledim: ”Bak üç gün sonra karne alıyoruz. Aynı gece balo var. Balo gece vakti. Kızı bir köşeye çekip hatta bahçenin orda ki ardiyeye çekip kıza açık açık söylemiyorsun?” buna da bir karşılık buldu hemen: “Ya Okan?”, “Sen meraklanma” dedim. “Nasıl olsa bu Okan o gece bir şekilde kafayı çekecek unutur Aylin’i felan” dedim.” Ya birinden duyarsa?” dedi. Dedim ki: ”Ulan adam iki sene sınıfta kalmış kendi demedi mi “Mezuniyetten iki gün sonra askere gidiyorum hafız açmaz beni üniversite” diye. ”Ya askerden döndükten sonra intikam almak isterse?” dedi. Dedim ki: ”Yapma be Samim. Şu kapital çağda hangi ilişki bu denli uzun sürüyor? Unutur gider. Saplantılı olsa desen bile bu ayı saplantının ne olduğunu bile bilmez. Korkma o kadar.” Dedim. İkna oldu. Her şey çok güzel gidiyordu.
- Cinayetlerle bunların ne alakası var hala anlayamadım?
- Komiserim şimdi oraya geliyorum. Karneyi aldıktan ve evlere gidip lacileri çektikten sonra balonun yapılacağı yere geldik. Baloya gelen kızları kesiyoruz kenardan kenardan. Bu balo hani hep peri masallarında anlatılır ya komiserim aynen öyle sihirli bir şey. O güne değin bizim gözümüze hiç ilişmeyen normal kızlar bir anda makyaj denen bu yanımda oturan arkadaşın icadıyla afet-i devran olmuş. Batan akşam güneşi altında adeta peri kızları gibi ışıldıyor, pistten masalara doğru ceylan gibi sekiyor ve gülüşmeleriyle adeta...
-Sen bırak şimdi ceylanı geyiği cinayeti anlat.
-Tamam komiserim. Neyse yedik, içtik tuvaletçi teyzeye para ödedik saat 11’e doğru masa altından zararlı fikirler gibi sinsice yayılan şaraplı, votkalı ve viskili kolalar etkisini göstermeye başlamıştı. Kızlar bile içkiliydi o derece. Hatta Samim bir ara dedi ki: “Ya Aylin’de sarhoşsa?”, “Meraklanma” dedim ”Seni anlayacak kadar ayıktır.” Ama ben bile hafiften tırsmaya başlamıştım Samim gibi. Alkol dediğimizi de herhalde bu yanımda oturan arkadaş icad etmiş olacak. Bir-iki tane kız o kafayla bana sarktı komiserim o derece.
-Niye korktun? Cinsel tercih meselesi mi?
-Ondan değil komiserim üç kıza çıkma teklifi edipte en ağır reddedilişleri yaşamış biriyim. Sütten dilim yandı yoğurda tövbeliyim. Yıldım artık. Korkmamam elde değil. Neyse saat 12’ye doğru devrilirken ve eğlence doruğa ulaşmışken biz planı yürürlüğe koyduk.
- Cinayet planı mı?
- Hayır benim pezeven...afedersiniz arabulma planı. Samim güç bela Aylin’i yanına çağırdı. Ardiyeye girdiler.
- Kız kuzu kuzu girdi demek.
- Normalde sorar ederde komiserim dedim ya sarhoş. Bu yanımda oturan arkadaş sağlam icat yapmış. Hani kessen anlamaz derler ya o derece. Neyse kapıyı örttü bu. Bende ardiyenin oralarda bir ağacın ardına erketeye yattım. Arada da uzaktan dans edenleri izliyordum. O anda içimden bir ses ama bu yanımdaki arkadaşın sesi değil dedi ki: ”Hayatında hiç dans etmedin. Kızlarda alkollü. Git kaldır birini dansa. Tamam o aradığın kişi burada değil buranın biraz uzağında babasının kır evinde takılacağını bu sabah söyleyip kız arkadaşlarıyla vedalaştı. Ama olsun bul gene de birini ve hayatında ilk kez dans et.” Dinlemedim tabi. Dinlesem böyle olmazdı. Burada olacağıma şimdi o kızla beraber belki el ele ayışığı altında Meriç Köprüsünden geçecektim. Olmadı. Kader işte her zaman ki kelekliğini yaptı. Zaten tarihte bir kere bile “böyle olmasa ne olurdu” diye alternatif tarihçilik yaparsanız ister istemez intihar uçurumuna yuvarlanıverirsiniz. Bir çığlık sesi beni daldığım düşlerden uyandırdı. Allahtan yüksek seste elektro müzikle millet şamanik kavimlerin ayinlerine taş çıkarırcasına tepinirken duymadılar sesi. Ben hemen ardiyeye koştum. Kapıyı açtım. Karanlık ardiyeye ayın şavkı vururken gördüm ki bağıran Aylin. Meğerse Samim aşkını itiraf edince kız alkollü kafaya bu taciz edecek sanmış basmış çığlığı.
- Hani kız kessen acımaz durumdaydı?
- Dedim de komiserim kız o kafaya aşk itirafını tecavüze yeltenme sanmış herhalde. Fazla ses çıkarması iyi değildi. Yani dj müziği değiştirdiği sırada o sessizlik anında çığlık sesi duymak alkollü olsa da kalabalık tarafından pek hoş karşılanmazdı. Neticede hepsi komple gaipten ses duyacak değiller ya. Ben kızın ağzını kapattım sussun diye. Debelendikçe daha da sıktım. Çare yoktu yan taraftan kaptım tornavidayı sussun diye. Tak! Tak! Tak! Bir baktım ölmüş. O anda Samim atıldı üzerime “ne yaptın lan sen” diye. Gırtlağıma yapıştı birden ve beni duvara doğru sürükledi. Nefesim kesilmiş beynim uğuldamaktayken bir anda elime duvarda asılı bir testere sapına denk geldi. Testereyi sapından sıkıca kavrayarak indirdim Samim’in kafasına. Bir daha, bir daha. Samim yere yıkılınca durdum. Ölüm korkusuna Samim’de ölmüştü. Ardiyedeki tozlu çatlak aynadan ay ışığı altındaki görüntüme baktım. Samim’den fışkıran kanlar yüzüme gözüme sıçramıştı. Elimde sıkı sıkı tuttuğum testerenin ucundan kan damlıyordu. Karanlıktan dolayı irileşmiş gözlerimle aynaya bakınca kendimden korktum. Tam ben ne yaptığımı düşünürken arkamdan bir çığlık sesi geldi. Baktım Neslihan. Bu uzaktan Samim’i kesiyormuş herhalde. Zaten ben ardiyeye koşarken ardımda bir karaltı gördüm galiba oydu. Bunu ben görünce korkuya kapıldım. Kız göğsümü yumruklamaya başladı “Platonik aşkımı öldürdün” diye. Baktım çığlık sesi öyle böyle değil. Dj müzik değiştirebilir. Testereyi atıp yan tarafımda duran kalınca bir kalası kaldırıp başına indirdim. Ama amacım beynini dağıtmak değil sadece bayıltmaktı. Kız üzerime devrildi. Bende kızla birlikte sırtüstü düştüm. Kızın başından akan sıcak kanlar yüzüme akmaya başladı. İçim bir tuhaf oldu. Midem kalktı. Cesedi yana ittirip kaçacaktım ardiyeden ama bir baktım Okan kapıda dikilmekte. Herhalde o kafaya Aylin’i her nasılsa hatırlamışta onu araya araya ardiyeye kadar gelmiş. Önce bana baktı. Bu beni tepeden tırnağa kana bulanmış bir halde, yerde yatan ölü insanların tepesinde görünce ay ışığı altında hayal sandı herhalde. Kıpırdamadan bana bakıyordu. O sırada elime bir kalas geçti var gücümle indirdim kafasına. Tekrar tekrar indirmeye başlayınca o korkuyla bir baktım bu arkadaşı da öldürmüşüm. Soğuk gece yeli aklımı başıma getirmiş olmalı ki kendime geldim. Durumun ciddiyetini kavradım. Galiba epey sarsıcı bir cinnet geçirmişim. Okan’ın cesedini güçbela sürükleye sürükleye içeri taşıdım. İçerdeki aynada tekrar kanlı görüntümü gördüm. Pıhtılaşmadan temizlemeliydim. Bunun için ardiyeden çıkıp civarda bir çeşme ya da benzeri bir şey aradım. Disko’nun arka tarafında bir deponun içinde dev bir su tankı gördüm. Dev dediysem yani şu enerji depolarının bağlı olduğu su depoları kadar. Bu diskodaki tepeden su püskürtme mekanizmasının tankıymış. Ben bunun yanındaki musluğu açıp elimi yüzümü temizleyebildim ama tankta az su varmış hemen bitti. Ordan kaçmalıydım ama şu vardı. Çıkış kapısı o yarı açık barın ortasından geçiyordu. Ordan geçerken ister istemez beni gören olabilirdi. İnsanların dikkatini çekebilecek bir şeye ihtiyacım vardı. Gözüme depoda duran bidon bidon su ilişti. Bunları aldım tankın üstü açık kısmından boşaltıp doldurunca mekanizmayı çalıştırdım. Biraz sonra heeey,hoooo şeklinde çığlık sesleri gelmeye başlayınca emelime ulaştığımı anladım ve Karağaç ormanının karanlıklarına karıştım. Ama hesaba katmadığım bir şey oldu. Meğersem o su değil benzinmiş. O sırdada duygusal şarkı çalıyormuş. Ben o suyu pardon benzini açarken millet bir o yana bu yana sallanıyormuş. Herhalde aklı evvelin biri kafa güzelken kokuyu fark edememiş olacak ki çakmağını havaya kaldırıp yakarak sallamış. Koca disko bir anda havaya uçtu. Ben kaçarken bir şey olur mu diye düşünürken duyduğum patlama sesiyle irkilip arkama döndüm. O karanlık gece manzarasında, ağaçlar arasında büyükçe bir yangın gördüm. Sanki o filmlerdeki ateş ejderhalarının dilleri gibi göğe uzanıyordu.

Çocuk bunları sanki okulda bir gününü anlatırmış gibi anlatırken başkomiser sordu:

- Peki ya o eve neden gittin? Hani şu üç üniversiteliyle, sizin sınıftan bir kızı öldürdüğün eve...

Çocuğun gözleri sanki uzaklarda bir görüntüye dalmış gibi masaya odaklandı ve konuştu:

- Sığınmak için... Yani saklanmak için. Önceden bahsetmiştim sanırım. Bahar. S-s-s son p-p-platoniğim... di. Karneleri aldığımız gün baloya katılmayacağını, onun yerine okul dışından yakın arkadaşlarıyla, Karağaç’ta kendi şahsi mülkleri olan kırevinde takılacağını belirtti. Arkadaşlarıyla vedalaştığında sonra görüşürüz babından yarım ağız olaraktan. Neyse evi biliyordum. Amacım şuydu ki orda takılmak tüm gece. Böylece soruşturma olursa ordaydım deyip yırtabilecektim.
- Peki neden öldürdün kızı?
- Kızı neden mi öldürdüm? A...anlatacaklarımı iyi kaydedin. Bu cinayetin benim önceden yaptıklarımla alakası yok. Üçüncü ve son aşk maceram diyebilirim... Kızın evine gittiğimde kapıya yöneldim önce ama çalamadım çalmaya korktum. Korkmadım ...utandım diyeyim. Hani bilirisiniz belki... Yaptığım o “temizlik işlerini” rahat rahat anlatırımda... Bu meselelerden bahsederken hala elim ayağım titrer. Kızı ellerimle boğdum ama bakın hala titriyorlar. Aşkımı düşününce ürperirdim bir acayip olurdum. Bu aşk dedikleri hakikaten büyü olmalı. Bir insanı aynı anda hem huzursuz eden hem mesteden duygu büyü değilde nedir ki? Eve nasıl gireceğim diye düşünüyordum o anda. O kız... platonik aşkım... kendi gerçekliğimin ölümsüz tanrıçası bir kaç adım ötemdeydi. Bu kız başkaydı başkomiserim. Hani birincisi ayrı, ikincisi ayrı ama bu üçüncüsü bambaşkaydı. Bahar ya adı, kızı ilk gördüğümde hakikaten de kafamda uyanan ilk imge buydu. İlkbahar... Kız ilkbahara benziyordu. Kahverengi saçları, renkli gözleri, açık mavi renkli gözleri vardı. Belki anlatımım kifayetsiz kalıyor ama onu görseydiniz anlardınız. Hayatının baharında, o kadar masumu öldürmeyi kabullenebiliyorum ama böyle bir güzelliğin artık yeryüzünde benim yüzümden olamayışı beni kahrediyor.
- Şeytan tekrar konuştu. Cama bakmamı söyledi. Usulca cama yaklaşıp baktım. İçeride oda lambasının zayıf ışığı vardı. Bir yatağın üzerinde onu uyurken gördüm. O an çarpılacak gibi oldum zaten. Utançtan daha öte bir şeydi bu. Sanki Firavun’un huzuruna çıkmış basit bir köle gibiydim. Korku. Aşık olduğum kız o hale gelmişti ki kafamda korkuyordum ondan. Şeytan korkularımdan kurtulmamı söyledi. Bende camdan içeri girdim. Kızın tepesine çöktüğümde ağzını kapatsam da o ateş gibi gözlerini gördükten sonra sanki bir futbol sahasının ortasında çırılçıplak kalmış gibi hissettim kendimi. Şeytan bu kez resmen haykırdı “Yastığı kapa! Yastığı!” dedi. Yastığı yapıştırır yapıştırmaz o etki gitti ama hala altımda o büyüleyici varlık tepinmede, içerde ikisi erkek biri kız üç şahit. Biri sizi ararken ikisi ağzımı burnumu kırar ama en kötüsü onun bakışlarına, o kutsal gazabının okunduğu gözlerinin ateşine maruz kalmak. Neyse ki kız bayıldı. Bende kalkıp mutfağa girdim. Karanlıklar içine pustum. İşimi çabuk tutmalıydım. Raftan bir bıçak kaptıktan sonra, bir sandalyeyi devirdim. Gürültüyü duyanlar Bahar’a seslendiler. Ses çıkmayınca birisi mutfağa girdi. Işığı yakamadan ardından sarılıp gırtlağını kestim ve yere bıraktım. Belki size manyakça gelecek ama benim çok hoşuma gitti. Sesini çıkaramadan kan kaybederekten yığıldı. İkincisi de geldi. Bunun karşısına fırladım direkt. Şaşırdı bir an. Hafiften korktu galiba. Konuşmasına fırsat vermeden kestim gırtlağını. İçerde salonda kız olanı tek başına kalmıştı. Elimde kanlı bıçak direkt daldım salona!

Çocuğun gözleri iri iri açılmış, ağzından tükürükler saçılmaya başlamıştı. Konuşması hızlanmış, hareketleriyle korkunç bir hale bürünmüştü. Işıkta parlayan gözlükleriyle Nazi subayını  andıran çocuk şimdi adeta Korkunç Doktor Mendele’yi andırıyordu konuşuyorken:

-          Beni o halde görünce şaka yaptığımı sandı ilk herhalde. Galiba kafası güzeldi bilmiyorum ama güldü. Gülmese sadece bağlardım diğer erkekler gibi sorun çıkarmazdı ama güldü! Onu öldürecektim! BIRAK ŞİMDİ! BIRAK ŞİMDİİİ! Yavşak yavşak ONLARIN lisanından konuşuyordu! Dayanamadım! Bunu yavaş yavaş acı çektirerek öldürmeliydim! İlk olarak karnına sapladım bıçağı! Yüzünün aldığı şekli görmeliydiniz! Şeytan’da kulağıma fısıldıyordu “VER COŞKUYU! VER COŞKUYU!” diyordu sanki. Defalarca bıçakladım! Kızın deşilmedik bir yeri kalmadı! Kanlar içinde kalmıştım gene. O zaman anladım ki kan benim alınyazım! Tıpkı Şekspir’in Macbeth’i gibi olmuştum! Ne diyordu kanlı İskoç kralı Macbeth? “ İlerlediğim bu yolda kandan geçmek zorunda kaldım, geri dönsem bile yine aynı kandan geçmek zorunda kalacağım!” Kız orda can verirken ben bıçağı bir köşeye attım! Sonra tekrar Bahar’ın odasına döndüm. Artık korkum yoktu! Dünya’nın padişahıydım! Dilediğimin canını bağışlayan, dilediğimin canını alan! O beni tirtir titreten zalime sahip oldum! Ağlamasına, yalvarmasına, inlemelerine aldırmadan arzularımın öcünü aldım!  Sonunda baktım ki korktuğum gibi değil benim gibi biri o anda korkumu sonsuza dek yok etmek için gırtlakladım onu! Boğdum ve yok ettim! Sonra... sonra...çıktım dışarıya! Nereye gittiğim bilmeden koştum! Caddeye çıktım. Bir araba gördüm uzakta. İçinde iki kişi! Yaklaştıkça içindeki 2.kişinin bir kız olduğunu ve Niran olduğunu gördüm! Dedim ki son aşkımı yok ettim! Son korkumu yok ettim! Bunu da keserim! PUTLARIMI YOK ETMEYE KARAR VERDİM BİR KERE KOMSERİM! Köşeden bulduğum sivri uçlu bir dalla ikisini de mahvettim. Ama Niran’ı hemen öldürmedim! Kemerimle gırtlağını sıkıp o yaralı haliyle taşlı yolda sürükledim! Zaten sonra siz buldunuz beni! Daha ne konuşturuyorsunuz! BENİ ZİNCİRE VURUN! BEN DELİYİM, ŞİZOYUM, PSİKOYUM, MANYAĞIM! TOPLUMA ZARARLIYIM!

Çocuk bir anlığına sustu. Tekrar ağzını açacaktı. Vazgeçti. Başkomiser, komiser yardımcısına dönerek “Çıkalım” dedi. Dışarı çıktılar. Komiser yardımcısı kapıyı örttü. Başkomisere döndü:

            -Başkomiserim şimdi ne yapalım?

Dedi. Komiser sakin bir şekilde:

- Yapacağınız belli. Çocuk delirmiş. Bunu tımarhaneye yatırsınlar muamelattan sonra. Cezai ehliyeti yok ama serbest kalması tehlikeli.
            - Anladım komiserim ben muamelatı hazırlayım.

Komiser yardımcısı muamelatı hazırlamak için oradan ayrıldı. Yılları devirmiş, nice manyak, katil, belalı adam görmüş olan başkomiser o gittikten sonra tekrar düşüncelere daldı. Boşuna çağrıldığından dolayı içinden bir küfür silsilesi yükseldi ama bunu dışarı vurmadı. Artık uykusu geri gelmişti. Evine dönüp uyumak istiyordu. Öyle de yapacaktı. Tam dışarı çıkacakken genç komiser yardımcısının koşar adımlarla yaklaştığını görünce sordu:

- Ne oldu?
- Komiserim çocuğu galiba salıvermek zorundayız.

Dedi. Birdenbire yüzüne soğuk su çarpmış gibi uykusu kaçtı komiserim:
- Ne?
- Az önce aradılar. Dediler ki sanık 18 yaşından ufak olduğundan, ve işlenen cinayetler rastlantı, patlamada kaza olduğundan sanık salıverilecekmiş. Suçu şaka olsun diye kendisi işlemiş gibi anlatmış.
- Olur mu oğlum öyle şey?
Komiser yardımcısı komisere yaklaşarak kısık bir sesle:
- Çocuk öldürdüklerini pek hesaplamamış ama öldürdüklerinin birbiriyle acayip şekilde bir bağlantısı çıktı.
- Nasıl yani?
- Arabada öldürdüğü adam uyuşturucu kaçakçısı çıktı. Sabıkalı. Üstelik kazandıklarını bazı örgütlere yatırmakta çekinmeyen bir kişi. O evde öldürdüğü öğrencilerden birisi bir kaç provakasyon eylemine katılmış bir militan. Trabzon ve Mersin meydanlarındaki olayların olası faillerinden görünüyor. Patlama sırasında ölen çocuklardan birisi adı zamanında medyaya yansımış bir tetikçinin yeğeni.
- Hani şu geçen sene çekinmeden polise kafa tutan sarı ibibik saçlı olan çocuk mu?
- Evet komiserim.
- Bağlantı dedin demin bağlantıları ne?
- Komiserim bu uyuşturucu kaçakçısı olanı ufak çapta biri ama bunun gibi bir sürüsü var biliyorsunuz. Buralarda satış yapıp örgüte para gönderenlerdenmiş. Parayı şu kır evindeki militan çocuğa verir, o da gidip parayı başka bir isime yatırırmış. Hesaplar ve kişi ortaya çıkmış. O tetikçinin yeğenine gelince o da bu kaçakçıdan dahası satıcıdan alışveriş yapmış bir kaç kez. Bu militan bunla sıkı fıkıymış. Bir durum olunca buna sahte kimlik gönderiyormuş. Tetikçinin yeğeni bu işte aracı. Yaşı ufak ama netameli işlere meyilliymiş anlaşılan. Meseleyi biraz deşeleyince ucunun daha karanlık yerlere uzandığı görülmüş. Bu çocuk eğer bu gece zincirleme cinayete başlamasa belki pek de çözülemeyecek girift bir meseleymiş.
- Susurluk’ta kamyonun yaptığını mı yapmış?
- Doğru bir benzetme başkomiserim. Çocuk manyak olduğunu söylüyor. Ama bir gecede tesadüfen bunu ortaya çıkarmış olamaz. Arkasında birileri olduğundan şüpheleniliyor. O yüzden salıvericez. Evine gittikten sonra takip altına alacakmışız.
- Oğlum bak ben yıllardır bu işi yapıyorum. O kadar deli, manyak belalı adam gördüm ki artık insanın tipine bakar bakmaz yedi şeceresini okur hale geldim. Çocuğun gözlerini gördün. Bildiğin hasta yani. Hem bu gece öldürenler bir şekilde aynı yere tesadüf gelmiş olabilirler bunu göz ardı etmemeli.
- Emir yüksek yerden komiserim. Çocuğu salıp bir gün sonra takibe almak. Peşindekileri şüphelendirmemek için böyle yapmalıymışız. AyrIca kimseye de fazla bir şey anlatmamamız gerekiyormuş.
- Oğlum çocuk bir gecede bir kaç şerefsizi temizlemiş arkasında birileri varsa hayır sahibi kimseler olamaz mı yani?
- Komiserim meselenin dibi karışık. Bizden istenen buymuş. Ben muamelatı hallederim siz gidin isterseniz.
- Olur, olur iyi olur. Hadi sana iyi görevler. Bu manyağı salmak hiç işime gelmiyor ya neyse.
Başkomiser hızlı adımlarla oradan ayrıldı. Komiser yardımcısı ardından baktıktan sonra cebinden cep telefonun çıkararak telaşla bir numrayı çevirdi. Telefonu kulağında tutarken telaşlı bir şekilde etrafı kolaçan ediyordu. Karşıdan “alo” sesini duyunca sakin bir ses tonuyla kendinden emin bir şekilde konuştu.
- Alo. Evet hallettim o işi. Yeğeninin katilini sözleştiğimiz yere getireceğim. Sözleştiğimiz gibi. Sen yeğeninin katilini alacaksın ben parayı.
                                                                      
2

Karağaç yoluna doğru hızla ilerleyen siyah mercedesin içerisinde, komiser yardımcısı, yan koltukta oturan çocuğa bakıp bakıp duruyordu. Geleceğinin fırsatı çocuğa. Onu yeğeninin katili olarak tetikçiye teslim edecekti. Aldığı parayla bir ömür çalışmasına gerek kalmayacaktı. Bahaneside hazırdı :”Komiserim gizli eller yoketmiş. Faili meçhul olarak kaydını düşücez artık” Biliyordu ki hiç bir faili meçhul deşelenmezdi. İyi bir plandı. Ama yanında bir manyağın sessiz sakin oturması onu tedirgin etmişti. Zira karakoldan çıkarken çocuk ne salınmasına nede arabaya binmesine ses çıkarmamış, efendisine sağdık bir köle gibi itaat etmişti.

-Salıverildiğin için hiç şaşırmadın mı?

Dedi. Çocuk ona bakmadan konuştu:
           
-Şaşırdım ama beni o kadar da etkilediği söylenemez.
-Neden?
-Bilmem. Kafam arı kovanı gibi. Hiç düşünecek halde değilim. Çok uykum var. Eve gidip yatmak istiyorum. Ev demişken benim evim Karaağaç tarafında değil ki?

Komiser yardımcısı yanında bir manyağın oturduğunu hesap ederek silahına susturucu takarak beline takmıştı. Onu hızlıca çekip çocuğun kafasına dayadı. Çocuk ona dönüp baktı. Sakin bir şekilde:

-                                 Susturucu takılı olduğuna göre ortalıkta karanlık işler dönüyor.
-                                 İyi bildin. Şu patlamada ölenlerden biri tetikçi Murat Kartal’ın yeğeniymiş. “Ben devlet ayağını hallederim sen onu Karaağac’a getir. Bu iyiliğini karşılıksız bırakmam” dedi.
-                                 İyide hapishaneye düşsem orada bu işi rahatça yaptırırdı neden şimdi yaptırıyor?
-                                 Hapishanede adam çok. Sen tımarhaneye gidecektin. Orda hiç adam yok. Elin delisiyle uğraştırmayım dedim adamı.
-                                 Bu kadar samimi söylediğine göre yakın arkadaşsınız herhalde.
-                                 Arkadaş değil de bazen işi bana düşebilen biriydi. Bir tetikçiye göre oldukça cömerttir.
-                                 Demek cömert. İyide devlet sana mafyayla anlaşmalar yap diye para vermiyor ki?
-                                 Devleti koruyan biri hep çıkar. Kendi geleceğimi düşünmeliyim. Maaş dediğin nedir ki? Seni götürünce alacağım parayla bir yıl sonra istifa edip yurtdışında yaşamaya başlayacağım. Para, rahatlık, kadınlar beni bekliyor. Sen öleceksin ben yaşayıp hayatın tadını çıkartacağım.
-                                 İyide ne malum senin önce ölmeyeceğin? Azraile de rüşvet verecek halin yok ya.

Der demez bir hamlede komiser yardımcısının elinden silahı kapıp komiser yardımcısına doğrulttu. Araba sağa sola doğru savrulur gibi oldu. Çocuk psikopatça bakarak komiser yardımcısına silahı kafasına dayadı:

-                                 Çarşıya geri dön!
-                                 Ta-ta-ta tamam.

Komiser yardımcısı arabayı sola kırarak çarşıya doğru yöneldi. Çocuk sakince konuşarak:

            -Bir manyağa silah çekip kafasına dayamadan evvel biraz düşümekte fayda vardır. Çarşıya kadar durma yoksa seni zevkle gebertirim!

Komiser yardımcısı arabayı sürerken ayazda kalmış gibi titriyordu. Can havliyle Çarşıya geldiğinde arabayı durdurdu. Nefes alıp verişi sıklaşmıştı. Çocuk sakin bir ses tonuyla, silahın namlusunu komiser yardımcısının kafasına bastıra bastıra konuştu:

-                                 Bak. Şimdi kimin öleceği kesin işte.
-                                 Yapma! Öldürme! İstediğin yere git peşine takılmayacağım ama öldürme! Sahte kimlikte çıkartırım!
-                                 Daha iki saat önce o kadar adamı temizledim beni öldürmeye kalkmadıkları halde. Seni neden öldürmemeliyim?
-                                 Daha gencim...hay..hayat..
-                                 Hayatının baharındasın değil mi? Doğru söylüyorsun aslında. Mesleğinin yüz karası, rüşvetçi, karanlıkta olsan genç adamsın. Seveceksin, sevileceksin değil mi?
-                                 Bırak beni. İstersen arabamı da alabil...
-                                 Yok ya... Öldürmek daha zevkli birader. Bilgisayar oyunu gibi aynı. Hitman gibi oldum ha susturuculu silahla.
-                                 Yapma... Sakin ol...

Çocuk adamı boşta kalan eliyle saçlarından yaklayarak sertçe direksiyona çarptı. Adamın burnu kırıldı. Acıyla inlerken çocuk bağırdı:

- Sinirli miyim lan ben ibiş! Sen sinir görmemişsin. Bir hayal kurdurtmadınız lan adama!
-                                 Bırak şimdi...
-                                 Ne dedin....
-                                 Ne..
-                                 Ne dedin tekrar et!
-                                 Bı-bırak şimdi...
-                                 Bırakmak mı zevkle!

Deyip şehvetle tetiği çekti. Komiser yardımcısı kafasında kızıl bir nehir akarken yana yıkıldı. Çocuk silaha bakarak kendi kendine konuştu:

-                                 Bu merette hiç zevk vermiyor oyunda! Acı çektirmeden pink! Bıçak olsaydı şimdi iyi olurdu son hamlem için...

Etrafını kolaçan ederken az ilerde açık bir büfe gördü.

-                                 Büfelerde her zaman bıçak olur...

Diye keyifle söylendi. Arabadan çıkarak kapıyı sertçe örttü. Çevreye bakınarak büfeye doğru koşar adımlarla yaklaştı. Camekânında envai çeşit alkol ürünlerinin markalarını ve amblemlerini taşıyan büyükçe dükkâna girer girmez elinde silahla büfeci telaşla çocuğa bakarak hızla tezgâhın altında duran kasaturasını çekti.
            -Ooo! İyiymiş bu...
Diyerek kurşunları birbiri ardınca büfecinin bedeninin muhtelif noktalarına gönderdi Aykut. Kanlar içinde yere yığılan büfecinin yanına silahı bırakıp elinden kasaturayı alarak dışarı çıktı. Şehrin yarı karanlık sokaklarına dalarak yürümeye başladı. Arada sırada elindeki kasatura ayışığı altında parlıyor, bu parıltıyı gören sokak kedileri ve köpekleri korkuyla kaçışırken baykuşlar iri gözleriyle tünedikleri eski ahşap evlerden çocuğu seyrediyordu. Çocuk ilerlerken az ilerde bir tanıdığını görmüş gibi sırıttı. Dev gibi eski binaya ve onun levhasına bakıyordu. Karanlık levha çakan bir şimşekle aydınlanınca bir an, “Levent Uzun Yatılı Kız Lisesi” yazısı okunuyordu. Kendi kendine söylendi: “Senide alınca işim tamamdır!”
  
3

            Levent Uzun Kız Lisesi’nin yatakhanelerinden birinin köşesinde yere çömelmiş ve esrarengiz işler çevirenler misali kafa kafaya vermiş, o gün din dersinde “üç harfliler” konusunun geçmesi üzerine lisenin şu son gününden bir gün önce toplanıp birbirlerine korkunç hikayeler anlatmak için bir araya gelmişti dört kız. Sırtlarında örtüler karanlıktan dolayı koca koca açılmış gözleriyle birbirlerine bakarak ilk önce kimin anlatacağını bekliyorlardı. Duvarın köşe tarafına sırtını vermiş olan kısa boylu, sarışın olanı meydanı boş bularak başladı anlatmaya:
-                                 Bir gün taksicinin biri gece vakti evine dönüyor. Şükrüpaşa mahallesinin yukarısından geçen ve Çarşı’ya giden Buçuktepe yolundan gidiyor. Hani ....
Yanında pencerenin altında oturan esmer kız sözünü kesti:
-                                 Kızım biliyoruz onu mezardaki ceket olayı. Bunu Edirne’ye gelip te dinlemeyen mi var? Siz asıl benim anlatacağımı dinleyin.
Onun tam karşısında oturan, arada bir yıldırımın şavkında kemik gibi soluk yüzü, buz mavisi gözleri ve sarı saçlarıyla dikkat çeken kız:
-                                 Ben de başka bir şey anlatacak sandım. Bakın ne dedim size? Hiç birimizin duymayacağı bir hikaye olsun demedim mi? Şimdi kesin öbürleriniz altın ayakkabılı kızla, Zeynep Şahin olayını anlatacaktır. Daha öncede anlattınız hatta daha sonrada anlatacaksınız.
            Dedi. Diğerleri susmuş, sıkkın bir ifadeyle ona bakıyorlardı.
            -Ben anlatayım hikaye duyun siz. Leyla sen hatırlarsın. Hani babaannemlerin bir evi vardı eski İstanbul caddesi üzerinde hani böyle ahşap yapılı. Biz 95 senesine kadar orda oturduk ama bu anlatacağım olay yüzünden evi terkettik. Zaten 97’de bodrum katı hariç üst kısmı yıkıldı. Bende o zaman sekiz yaşında felandım ama hatırlıyorum hala. Gece gece evin merdivenleri sık sık gıcırdıyordu. Annem korkuyordu faredir felan diye. Babam rüzgardandır her eski ev böyle gıcırdar felan diyordu. Ama hatırlıyorum gıcırtıları felan. Öyle gıcırtı cinsinden değildi. Böyle resmen biri koşup iniyordu sanki. Mahallede duyuldu bu işte bir şekilde. Herkes perilerden felan bahsediyordu. Geceleyin tuvalete çıkmaya korkuyorduk. Babaannem bir gün dedi ki bu evde eskiden böyle şeyler oluyormuş ama bayağı eskiden annesinin zamanında. Bu şehirde işgal mi ne varken. Babaannemler Rumeli muhaciri ya. Onlar bir baraka kurmuşlar mahallede bir yerde. Derdi ki babaannem bu evde bir karı koca yaşarmış birde onların çocuğu. Bulgarlar mı ne şehri işgal ettiklerinde bu kadın ekmek almaya gidiyormuş. Kocası savaşta ölmüş. Kadında ekmek almaya diye çıkıp gitmiş mi ne gidiş o gidiş. Bunlar sanmış ki çocukla beraber İstanbul’a felan gitti. Devlet bu boş evleri bazı muhacirlere dağıtmış. Babaannemin babasına da bu ev çıkmış. Yerleştiklerinde bir koku varmış evde sürekli. Eve yerleşirken eşyalar felan hep varmış. Bazı eşyaları bodruma indirdiklerinde kokunun kaynağını bulmuşlar. Bir çocuk ölüsü varmış. Fareler tarafından kemirilmiş. Herhalde savaşta kadın bir şey olmasın diye çocuğunu buraya saklamış sonrada dışarda ölmüş çocukta hiç bir şekilde dışarı çıkmama sözüne uyup oracıkta ölüvermiş. Rahmetli dedi ki bu herhalde çocuğun ruhu evde oynuyor ara sıra çıkıp. Şaka gibi geldi bize ama bir süre sonra daha acayip şeyler oldu. Gece tam birde bu koşma sesleri geliyordu ilk. Bir ay sonra mı neydi bu sefer daha acayip bir şey başladı.
Deyip sustu. Meraklarının doruk noktasında olan kızlar pür dikkat kesilmiş ona bakıyorlardı.
            - Gece birden üçe kadar bu ses başlıyor bitiyor. Üçten sonra bu sefer bir kadın sesi geliyor. Sanki evin içinde bir yerlerde bir kadın ağlıyor. Korkudan perişan olduk. Ses geldiği zaman önceleri çıkıp bakınırdık ailecek. Ses gelirdi de kaynağını bulamazdık. Sonradan artık koşma sesleri gibi buna da alıştık. Babannem daha önce böyle şeylerin pek olmadığını söyledi. İlk defa olduğunu felan söyledi. Sonra bir gün gece vakti aşırı sıkışınca tuvalete inmek zorunda kaldım. Odadan çıkıp en alt kata indim. Bizim oda 3.katta. Merdivenleri inerim gıcır gıcır ses çıkar. Ben yukarı çıkarken birden bire karşıma ufak bir çocuk çıktı, erkek. Gözleri kapkaranlık baktı suratıma. “Annem nerede abla” demez mi. Ben çığlığı bastım oda geri yukarı kaçtı. Babamlar geldi. Işıklar yandı. Komuşlar geldi bu hikayede yayıldı. Hatta o zaman bir Sınır Ötesi programı vardı böyle esrarlı şeyleri anlatan bizim evi televizyona çıkardı. Sonra bizim mahallenin hocası geldi evi okudu üfledi felan. Gene geceleri aynısı oldu. Bir gün bir köyden oldukça yaşlı bir imam geldi. Evi gezdi felan. Sonra babannemle konuştu. Çocuğun mezarını sordu. Babaannem hatırlamadığını söyledi. Neticede daha doğmamış. Sonra dedi ki “Ya bu çocuğun kabrini bulup anasının yanın defnedin ya da bu evden çıkın” dedi. Bizde evden öyle çıktık zaten. Şimdi o ev hala duruyor.
           
            Sustuğunda diğerleri korkuyla gözlerini açmışlar, “gerçek mi” demeye cesaret bile edemeden ona bakıyorlardı. Gece ortasında yere yuvarlanan tencere misali gürleyen şimşek ile hepsi bir an için irkildiler. Kız ayağa kalktı:

- Cesaretinize hayran kaldım. Bir lavaboya gidip geleceğim...

Deyip dışarı çıktı. Yıldırım ışığında bir anlığına aydınlanan koridora çıkıp sağa saparak karanlık koridorda ilerledi. Derinden bir gümbürtü duyulduğunda bir anlığına içini korkudan mütevellit bir sıcaklık hissi kapladı. Tıpkı içerideki arkdaşları gibi belli etmesede korkuyordu. Ama korkmasının nedeni bu eski hortlak hikayesi değildi. Bu karanlık koridordu ki nice yurtta dolaşan periler menkıbesinin vukubulduğu, ters ayaklı hademelerin cirit attığı uğursuzluğunun namı yedi düveli tutmuş bir mekândı. Tuvalete girer girmez biraz ferahladı, ama kapıyı kapatmak için geriye döndüğünde korkudan nefesi kesildi. Karanlıklarda bir gölge görmüştü. Arkdaşlarından biri sandı ilkin ama şimşeğin parıltısında Aykut’u görünce çığlık bile atamadan yutkundu. O anlık ışıkta Aykut’un gözlüklerinin parladığını ve Aykut’un pis pis ona sırıttığını farketti.
Aykut gölgelerden sıyrılarak onun burnunun dibine yaklaşmıştı. Hiç tepki vermemesi kızı biraz korkutmuştu. Aykut’un nefesini yüzünde hissediyordu. Aykut:

            -Görüşmeyeli nasılsın?

Diye sordu. Kız şaşırmıştı. Gecenin bu vaktinde, yıllarca bir kaç kişi dışında hiç bir erkeğin geçemediği gri duvarların arasında, eski günlerinden tanıdık bir siluetin görünmesi onu şaşırtmıştı. Rüyada olduğun sandı. Aykut elini kızın sağ omuzuna koyup sıvazladığında gerçek olduğuna emin oldu. Çocuğun yüzü tanıdıktı ama çıkaramamıştı.

            -Sizi hatırlayamadım? Hem bu saatte buraya nasıl gelebildiniz?
            -Ben Aykut. Hatırlamadın mı? 6.sınıftan. Sana hoş bir mezuniyet ziyareti yapıyım dedim. İçeri girmek kolay oldu.
            -Aykut? Hani şu mektubu yazan?
            -Evet. Yada şöyle diyeyim. Hani sana tüm duygularımı yazmıştım. Deliler gibi sevmiştim seni. Ama sen mektubu milletin içinde okuyup rezil etmiştin beni. Ağlamıştım. Ağlamama rağmen susmadın. Dalga geçtin. İşin ilginci sevmeye devam ettim seni. Ama sen beni anlamaktan uzaktın. Gelişimin sebebi sensin. Şaşırdın tabi bu gece gelince. Gelmeliydim. Zira bu gece bu dünyada geçirdiğim son gece. Sabahı göremeyeceğim. İntihar mektubu yerine bir öykü yazmaya karar verdim. İşte sen o öykünün son cümlesisin. Bu gece hayatımı karartan, yaşamamı anlamsızlaştıran herkezi ortadan kaldırdım. Sıra sende. Sakın çığlık atmaya kalkma. Anında gırtlağını kesebilirim. 6 yıl önce beni dinlemedin. Bu kez dinleyeceksin. Bu kez susup son hikayemi dinleyeceksin. Cinayetlerimin asıl sebebini. Seri katiller gibi artistik yapıp cinayet yerine “işlerim” diyecek değilim. Cinayet işledim ulan ben! Şimdi seninle sakin bir yere gidelim. Sana son hikayemi rahatça anlatabileceğim bir yere.

Kızın arkasına geçip gırtlağına kasaturayı dayadı. Kızın gözünden yaşlar dökülmeye başlamıştı. Aykut bıçağı hafifçe bastırdı:

            -Şşş! Zırlama. Sesin çıkmasın!

Diyerek kızın gırtlağından bıçağı ayırmadan tuvaletin kapısını örttü. Sonra kızı karşısına alarak gırtlağından bıçağı ayırmadan anlatmaya başladı:

-Aslında başlangıçta herşey iyi gidiyordu. Bu kadarını bende düşünmemiştim. Ama oldu işte. Şimdi senin karşında 24 kişiyi öldürüp 38 kişiyi yaralamış bir cani duruyor. Evet cinayet! Gururla söylüyorum bu bir cinayet! Karar almıştım kendi kendime. Dünyadan elde edeceğim hiçbir şey yoktu. İntihar ederek kendimi bu pislik diyarından kurtarmalıydım. Ama gitmeden de hayatımı mahveden insanları bir gecede ortadan kaldırmalıydım. Böylelikle 16 Haziran gecesini seçtim. Hem mezuniyet gecesi olarak planımı uygulamak için oldukça iyi bir zamanlamaydı. Hem de yeniçeri ocağının kaldırılıp yeniçerilerin katledildiği geceydi. Nasıl Osmanlı kendi yaşamını mahveden bu fesat yuvasını yok ettiyse bende aynı gecede tıpkı bu şekilde kendi hayatımı mahveden yeniçerilerimi kaldıracaktım. Böylece ilginç bir planlama yaptım. Öldüreceğim herkez bir şekilde o gece yakınlarımdaydı. İlk önce dört kişi belirledim öldürebileceğim. İlki “abi çok seviyorum ne yapayım” diye her daim benim canımı sıkan Samim, buna sebep olan Aylin, gene “Samimi seviyorum” diye kafamı yiyen Neslihan ve beni her daim ezenlerin başında gelen Okan. İnce ince hesapladım. Önce saat 11:30’da Samim’in Aylin’le ardiyeye girişini sağladım. Sonra 11.45’te Neslihan’ın ve çağırarak Okan’ın gelmesini sağladım. Onları kandırmıştım.Hepsi geberince ikinci planımı devreye soktum. O diskodaki tepeden sulama mekanizmasına benzin doldurup çalıştırdım. Hepsi bir anda havaya uçtum. Sonra sıra aşklarıma geldi. Bahar’ı ve hesapta olmayan üç arkadaşını, gene orada araya araya bulduğum Niran’ı öldürdüm. Seni unutmuştum ama polisten beklenmedik bir şekilde kurtulunca sana geldim! Senden başka hayatımı cehenneme çeviren kimse kalmadı. Senide öldürünce hikâyem tamamlanacak!

Kızın gözünden yaşlar sel gibi akıyordu. Korkudan kısılmış sesiyle ona yalvarıyordu:

-Lütfen beni öldürme! Sana yalvarıyorum. İstediğini yap bana ama lütfen öldürme!
-Sen benim yalvarmamı dinlemedin! Ben seni hiç dinlemeyeceğim!

Deyip kasaturayı hızla çekti. Kız boğazından kanlar fışkırırken yere yıkıldı. Kızın beyaz geceliği kanlar içinde kalarak kıpkırmızı olmuştu. Kız buz mavisi gözlerini ayırmış, çığlık atmaya çalışıyor ama boğazından ses çıkmıyordu. Aykut kızın üzerine çökerek bıçağı kızın üzerine koydu. Kızdan akan kanlarla gözlüğünü çıkarıp yüzüne garip semboller çizmeye başladı. Gök gürültüsü tuvaleti çınlatırken ayağa kalktı. Sesleri duyup gelen kızlardan bir kaçı tuvaletin kapısını açtığında bu korkunç manzarayı gördüklerinde çığlık çığlığa kaçıştılar
Aykut kızın boğazına çökerek akmakta olan kanı içmeye başladı.  Koşarak kapıya gelen güvenlik görevlisi silahını ona doğrultarak teslim olmasını söyledi. Aykut hiç bir tepki göstermeden kanı içmeye devam etti. Başını kaldırdığında güvenlikçi olduğu yerde donup kaldı. Bir anlık yıldırımın ışığında çocuğun ağzından kanlar süzülürken çocuk fıldır fıldır dönen gözleriyle görevliye bakıyordu. Görevli silahını ateşlemek istiyordu ama yapamıyordu. Korkuyla geriledi. Görevli silahın namlusunu ona doğrulttuğu halde Aykut üzerine yürümeye devam etti. Karanlık koridorda bir gulyabani gibi ağır aksak ilerliyordu. Güvenlikçi o anda hayatında hiç bir zaman göremeyeceği garip bir şey gördü.
            Polis binanın içinde kızın kanlı cesediyle oynayan Aykut’ı bulduğunda hiçbir şeyi karıştırmadan tımarhaneye gönderdi. Bekçinin söylediğine göre cinlere şeytanlara karışmıştı. Gözlerine bakanların kabuslar görebileceği, herkesin adını anmaktan korktuğu Aykut, tımarhanenin en derinindeki bir odada duvarlara zincirlenerek tutuldu. Adı şehir efsanelerinde ve yurt yatakhanelerindeki üç harfli-korku muhabbetlerinde her daim yaşadı.
                                                               

SON                      

Mehmet Berk Yaltırık
 28 Kasım 2005 – Edirne