(Resim Korku Sitesi'nin Facebook sayfasından alınmıştır.)
1
Kahvaltı
masasında, televizyonda konuşan propaganda spikerinin belli belirsiz sesi, hilkat
garibesi görünümlü Koray’ın kulağında çınlıyordu. Batı Anadolu’da bir şehir
asilerin eline geçince Düzenin Savaşçıları atom bombası kullanarak şehri yok
etmekte çekinmediklerinden, Batı Atlantik İttifakı’ndan “Bu insanlık dışı bir
şey” türünden bir açıklama gelmesi nedeniyle, spiker Düzenin Savaşçıları’nı
savunuyordu.
Koray
televizyondaki ayakta kalabilmiş karanlık binalara, hararetten dolayı üst üste
kanalizasyon kanallarına doluşup kızararak can vermiş insan cesetlerine baktı.
Görüntülerin birinde bindiği salıncağın zincirlerine sarılmış, kararmış bir
çocuk cesedi vardı. Rüzgârın etkisiyle tıpkı canlıymış da can sıkıntısından
yavaşça sallanıyormuş hissi vermesi Koray’a garip gelmişti.
Koray
dışarıdan bazı sesler duyunca masadan kalkıp, dışarı baktığında havanın güneş
doğmasına rağmen siyah bulutlardan dolayı kararmış olduğunu gördü. Müstakil
evlerinin bulunduğu tepeden aşağıdaki yola ve şehre baktı. Bazı binalar
yıkılmıştı ama geneli iyi durumdaydı. “Üçüncü Dünya Savaşı” (2020-2042) bitmesine
rağmen, 2056’da patlak veren iç savaş halen sürmekteydi ve Dünya Savaşı’ndan
daha yıkıcı olmuştu. Üstelik bu savaşlar yüzünden bir ucubeye benzemesi kendi
açısından daha yıkıcıydı.
Evlerinin ilerisinde
bir grup “Düzenin Savaşçıları”na mensup infaz memuru gördü. İnfaz memurlarının
subayı olan ve siyah paltosunun üzerinde çeşitli madalyalar taşıyan bir adam,
siyah bir atın sırtında, önünde sıralanmış, elleri bağlı yedi asiye idam
kararını okuyordu. İnfaz memurları onların etrafında dizilmiş psikopatça
sırıtarak korkuları gözlerinden okunan asilere bakıyorlardı.
Asilerin
önünde ortalama bir insandan biraz daha uzun ucu sipsivri tahta kazıklar çakılmıştı.
Bu bizzat başkanın emir verdiği bir infaz biçimiydi. Hem asiler acı çekerek
ölüyor hem de insanlar ibret alarak asilere katılmaya korkuyorlardı. Başkan
Vlad Drakula’nın kazık metoduyla psikolojik savaşta ne kadar basmakalıp
olduğunu kanıtlarcasına asılmayı yasaklamış kazıklamayı emretmişti.
Düzenin
savaşçıları şeflerinin bir el hareketiyle asileri debelenmelerine aldırmayarak
ekip arkadaşlarıyla beraber kaldırarak hepsini kazığa geçirmeye başladılar.
Koray bu tür görüntülere artık herkes gibi alışmıştı ama infaz korku filmi
izlemek gibi zevk veriyordu ona. Asiler kazığa geçirilirken ölüleri
mezarlarından kaldırtacak denli korkunç sesler çıkararak bağırıp silkiniyorlar
ve yavaşça kazığa geçiyorlardı. Bedenleri tahta kazığın üzerinde kayarken infaz
memurları yüzleri şehvetten kızarmış bir halde seyrediyorlardı.
Koray donuk
gözlerle manzarayı seyretmeye devam ederken duyduğu silah sesiyle irkildi. Sesi
duymasının ardından subayın yere yıkıldığını gördü. Pencerenin yan tarafına
bakınca mezarlığın yirmi yıllık mezarcısı olan babasını gördü. Mezarcı elinde
tuttuğu çifteyle eski zaman zeybekleri misali dikilmiş intikam isteyen hırslı
gözlerle düzenin savaşçılarına bağlı idam mangasını süzüyordu.
İnfaz
memurları yanlarında asılı bulunan makineli tabancalarını doğrultup eve doğru
ateş açınca Koray camdan çekilip kahvaltı yaptığı masanın altına sindi. Masa
örtüsünün şeffaflığında babasının koşarak odaya girdiğini ve odanın kapısında
beliren infazcıları gördü.
Birkaç el seri
kurşun sesinden sonra babasının kanlar içinde yere yıkıldığında Koray’ın beyni
uğulduyordu. Ağlamak istiyordu ama ağlayamıyordu. Beyni “Mantıklı düşün. Birazdan
senide öldürecekler bir şeyler yapman lazım!” diyordu sanki. Korkunun soğukluğu
tüm bedenini kaplamıştı. Babasının hala yerde can çekiştiğini gördü. Adamlar
şarjör değiştirirken o anda elini masanın üzerine uzatıp el yordamıyla duran
bıçağı aldı. Onu gören adamlar “Kıpırdama!” diye bağırırken aldığı bıçağı yerde
yatan babasının sırtına sapladı. Korkuyla titremesine rağmen adamlara dönüp: “Yüce
başkanımızın gücüne karşı gelen herkes ölümü hak etmiştir!” dedi.
Adamlar
şaşkınlıkla karışık bir hayranlıkla çocuğa bakıyorlardı. Çünkü bugün babasını
kendi elleriyle öldüren bu çocuk yarın başkanının emriyle tüm dünyayı
öldürebilecekti. Ama Koray’ın içinden durum bambaşkaydı. Dışarıdan bakınca
sinirden titreyen, ideolojisine sadık bu çocuk içinden ağlıyordu. Babasını
kendi elleriyle öldürmesinden mesul zehirli gözyaşları içine akıyordu.
Kendini
affetmeyebilirdi ama adamlar onu kendilerinden sayıp öldürmeyecekti. Hem
babasını bıçaklamasa bile zaten ölecekti. Koray neden ölmeliydi ki? O yaşamayı
seçerek en akıllıca şeyi yapmış ve zaten ölmüş olan babasını, öldürerek hayatta
kalmıştı.
Adamlar ona
hep birden selam çakıp girdikleri gibi çıktılar. Koray babasının cesedine baktı.
Ağlayacağını zannediyordu ama içinde üzüntüden eser yoktu. Sanki askerlere
karşı rol yapmıyordu da gerçekten tüm istediği buymuş gibi sakince babasının
cesedine bakıyordu. “Baba mesleğini hiç yoktan devam ettirmeli.” diyerek babasını
gömmeye karar verdi. Herkesin vicdanının çoktan yok olduğu bir zamanda fazla
anormal bulmamıştı hissettiklerini.
2
Ruhsuzca cesedi
evin dışına kadar taşıyıp gömmeyi bitirdiğinde saat öğlene yaklaşmıştı. Eve
dönüp içeriyi temizledikten sonra üstünü başını değiştirip duşa girdi. Duştan
sonra giyinip dışarıya çıktı ve hala kapkaranlık olan gökyüzüne bakarak yıkık
şehre doğru yürümeye başladı. Yolda ilerlerken bir an geriye dönüp kazıklanmış
asilere ve babasının mezarına baktı. Evde ekmek olmadığı için karneye bağlanmış
günlük ekmek istihkakını almak için ekmek kuyruğuna girmesi gerektiğini
hatırlayıp adımlarını hızlandırdı.
Şehirdeki
çeşitli yerlerde kazıklara dikilmiş asilere ve asilerin duvara yazdıkları
siyasi yazılara bakarak her zaman geldiği fırına geldi. Ekmek fırının önünde
beklerken aklına tekrar babası geldi. İçinde hafiften bir hüzün vardı ama kendisini
sürekli, nükleer saldırılardan etkilenerek
bir ucube gibi doğduğu için “senden bi “halt” olmaz gulyabani sıfatlı” diyerek
aşağılayan babası için ağlayamazdı. Gulyabani sıfatlıydı belki ama kazığa
geçirilen o sarışın kız güzel olduğu halde ölmüşken Koray gibi gulyabani
sıfatlı biri yaşıyordu işte. Babası bir ”halta” yaradığı halde kendi kendini öldürmüşken
Koray hayattaydı. “Babama kanıtlamışımdır herhalde kendimi.” diye düşünüyordu.
Günlük
ekmeğini aldıktan sonra biran önce evine dönmek için yolunu kısaltarak ara
sokaklarda ilerliyordu. Birden arkasından birilerinin koştuğunu duydu. Bu
sessizlik ortasında ne olduğunu anlamak için döndüğüne siyah kar maskesi takmış
siyah paltolu orta boylu birini fark etti. “Bir asi!” diye düşünürken siyahlı
kişi elindeki silahı Koray’ın kafasına dayadı. Koray iki eliyle ekmeğini
sımsıkı tutarak asiye baktı. Asi sert bir sesle “Beni sakla! Yoksa seni öldürürüm”
dedi namluyu bastırarak. Koray evine doğru yürüdüğünde o da silahı ensesine
dayadı ve diğer eliyle Koray’ı sırtındaki tişörtün kapüşonundan tutarak iteledi.
Arka sokaklarda,
devriyelerden saklana gizlene mezarlığın yanındaki eve vardılar. Koray’ın
evinin yakınlarındaki kazıklara dikili asilerin yanına geldiklerinde bir an
durdu asi. Üzerinde sinekler uçuşan asi cesetlerine baktı. Koray’da hareketsiz
cesetleri seyrediyorken sarışın asinin gözlerine baktı. Kazığın üzerinde can
vermiş asinin buz mavisi gözlerinin önceden görmüş gibiydi.
Asinin itelemesiyle
eve doğru tekrar koşar adım yürüdü. Asi kapıyı açıp içeri girdikten Koray’ı
koridordan geçirip sabah babasını öldürdüğü salona geçtiklerinde bıraktı ve
kendini kapının yan tarafında duran koltuğa attı. Silahını indirmişti.
Koray sakince
asini karşısına oturdu ve asiyi incelemeye başladı. Birden böyle rahat
davranmasına şaşırmıştı. Asiyle göz göze geldiğinde buz mavisi gözlerle
karşılaşınca irkildi. Asinin gözleri, kazıkta can veren asinin gözlerini andırmasının
yanında Koray’a tanıdık geliyordu.
Koray asiyi
seyretmeye devam etti. Zihninde, asinin kendisini öldürmesi ya da infazcıların
kendisini bir asiyle yakalayıp kazığa geçirmesi hakkında paranoyalarını
düşünürken, asi bir anda maskesini çıkardı ve uzun kızıl saçları omuzlarına
dökülürken, Koray bu manzarayla beraber savaştan önceki bir kollegium[1]
anısını hatırladı. Anı denmezdi, ufak bir an sayılırdı belki ama onun için asırlara
bedeldi.
Okulun merdivenlerinden
inerken bahçeye baktığında, ağaçların ortasında onu görmüştü. Tıpkı eski
hikâyelerdeki orman perileri gibiydi. Kızıl saçları rüzgârda salınırken, o buz
mavisi gözleriyle arkadaşlarını süzüyor ve büyüleyici gülümsemesiyle etrafına
masal perileri gibi ışık saçıyordu. Her kollegiumda varolan bir tipti. Başarılı
yani bol madalyalı, çalışkan, güzel ve popüler sıradan bir kollegiumluydu ama
Koray için o kadar da sıradan değildi. O anda Koray’ın kafasında eski bir masal
kitabı canlanmıştı. Güzel ve çirkin’in öyküsünü anlatan masalı anımsadı.
Ama o sırada
kafasında daha başka bir masalı kendi yazmaya başlamıştı. “Gulyabani ve Peri
Kızı” diye. Büyüleyici peri kızına âşık olan korkunç görünümlü bir gulyabaninin
aşkı canlanıyordu kafasında.
Düşünceleri
birden bölünüyordu Koray’ın. Merdivenin son basamağından yuvarlanarak yere
düşüyordu ve gözleri kararıyordu bir anlığına. Kulağında çınlarken kahkaha
sesleri o güç bela yerden kalkmaya çalışıyorken, o anı bir anıya çeviren bir
mucize gerçekleşmişti. Birisinin Koray’ı kolundan tutup onun kalkmasına yardım ettiğini
görmüş ve yardım edenin peri kızı olduğunu gördüğünde, içinden o anın bitmemesi
için ruhunu Şeytan’a satabilmeyi istemenin ne demek olduğunu anlamıştı.
Peri kızı bir
kaleyi bile çökertebilecek denli sihirli bakışlarıyla Koray’a bakarken, Koray
heyecandan ruhunu kolayca teslim edebilirdi. İnsanın tüylerini ürperten melodik
sesiyle dile gelmişti peri kızı “Canın yandı mı?” diye. Konuşamıyordu Koray, konuşmayı
unutmuş gibiydi. Kelimeler süvari baskınına tutulup kaçmış piyadeler gibi firar
etmişti zihninden. “Yok” diyebilmişti sadece. Peri kızı o büyüleyici
gülümsemesini takarak dolunay kadar güzel yüzüne, salınarak geri dönmüştü kadim
ağaçlar arasındaki sihirli yurduna.
Bu “büyülü an”
son bulsa da, Koray’ın zihninde akmakta olan başka büyülü anlarda vardı. Bir
seferinde bir ölüye bile hayat getirebilecek insanın içine işleyen bakışlarla
Koray’ın mezar toprağı kadar karanlık gözlerine bakarak “0,5 ucun var mı?”
demiş, o anda Koray kaderine küfretmişti çünkü o hala grotesk bir şekilde 0,9
uç kullanıyordu. Yine “Yok” diyebilmişti sadece ve bu büyüleyici anda böylece
bitmiş, ateş saçlı peri kızı salınarak kaybolmuştu. Bir günde genel deneme
sınavı olmuş ve ateş saçlı peri kızının arkasına denk gelmişti. Test çözmek
yerine saatlerce saçlarını seyretmiş ve sonunda bu peri kızının saçlarının,
aşklarına karşılık bulamayan talihsiz âşıklarının yüreklerine bir mızrak misali
saplanarak onların kanlarıyla kızıla döndüğüne hükmetmişti. O günden sonra “kan
saçlı peri” demeye başlamıştı.
“Kan
saçlı peri kızı İncila” diyordu ona.
Varlığını
kaybetmiş, yaşam sebebini onda bulmuş ama “gulyabani sıfatlı” bir platonik
olduğundan hep kaçınarak kalbine saklamıştı İncila’yı. Üç yıl geçen uzaktan
beraberlikte bu aşkı ölmemiş aksine Zümrüdüanka kuşu gibi her gece Koray’ın
yüreğindeki küllerinden aşk şerbeti gözyaşlarının damlamasıyla yeniden
doğmuştu. Uykusuzdu geceleri zira her gözünü kapatışında buz mavisi bir çift
ölümcül göz görüyordu Koray. Rüyalarında hep İncila’yı arıyor, yanına gelip ona
kavuşunca cesaret edip konuşamıyordu. Belki de gerçek yaşamıyla rüyalarının
kesiştiği tek gerçeklik buydu.
İncila,
Koray’ın aşkından habersiz birileriyle “çıkarken” ve her “çıkması”
gözyaşlarıyla sonlanırken Koray uzaktan seyrederek kan saçlı peri kızını ondan
daha fazla ağlıyor ve isyan ediyordu. Neden böyle “tuhaf” yaratılmıştı Koray?
Kan saçlı peri kızını ağlatan kalpsizlerin suratı melekler gibi ışıldarken
sahte gülüşlerle, Koray’ın kalbinin ışığı neden maskeleniyordu zebanileri
andıran suretinin korkunç karartısında? Gulyabani gibi değil, beyaz atlı prens
gibi çıksa peri kızının karşısına ne olurdu? İçinde fırtınalar kopuyordu.
Koşmak, sarılmak ve “Artık gözyaşı pınarları boşuna saçılmasın gözlerinden,
gülüşündeki ışığın ebediyen yanması için kendimi cehennem ateşlerinde yakayım”
demek geliyordu içinden ve her seferinde zebani çehresi geliyordu aklına,
engelliyordu Koray’ı kara büyüye tutulmuş gibi. Böyle geçen günler mezuniyetle
bitmiş üzerinden iki yıl geçmiş ama Koray hala unutamamıştı kan saçlı peri
kızını. O sırada ne yapılan ihtilal, ne ölenler, ne savaş hiçbir şey umurunda
değildi. Kollegium arkadaşlarının çoğu kâh düzencilerin yanında kâh
direnişçilerin yanında can vermişti. Ama o hep okulun popüler perisi İncila’yı
düşünmüştü.
İşte
şimdi karşısında duruyor, buz mavisi gözleriyle, Koray’ın mezar toprağı karası
gözlerine bakıyordu. Mezuniyette erkek arkadaşının arabasına binip giderken
İncila’nın ardından bakmış ve o kan kızılı saçları bir daha nasıl ve nerde
göreceği ihtimalini hayal etmeye başlamıştı. Şimdi karşısında oturmuş, Koray’a
ölüm karşısında olduğundan daha beter bir heyecan yaşatıyordu. İncila gergin
bir tavırla yalnız yaşayıp yaşamadığını sordu.
Koray hemen
cevap vermedi. Aklında o anda başkasına sapıkça ama kendisine masumane gelen eski
bir hayali canlanmıştı. İncila’nın kollarında bir tiyatro sahnesi gibi can
vermekti gizli hayali. Yalnız yaşamadığını ve direnişçilere katılan babasını
öldürdüğünü anlatarak ve kafasına kurşunu yiyerek sevdiği kızın elinden ölümü
tadıp bu gizli hayalini gerçekleştirebilecekti.
Ama bunu
yapmak yerine o anın büyüsünü yaşayabilmek için başka bir yalan düşündü. Kıza
zaten bunca yıl platonik aşk yaşayarak yalan söylemişti, bu yüzden başka bir
yalanın zararı olmazdı. Hatta duygu sömürüsü yaparak vicdanına mastürbasyon
yaptırabilir ve İncila’dan bunca yılın acısını çıkarabilirdi.
İçindeki intikam
meleğinin çağrısına kulak veren Koray, İncila’ya bakarak: “Bu sabahtan itibaren
yalnızım. Babamla yaşıyordum. Evin aşağısında şu kazıklara dikilen gençleri
görünce av tüfeğini kapıp infazcılara saldırmış herhalde. Öldürdüler. Ben
yoktum. Silah seslerine uyandım. Kapının önünde yatıyordu.” dedi.
Koray duygu
sömürüsünü pekiştirmek için ağlamaya başlamıştı. Soğuk ve karanlık gecelerde
gözyaşları akmamıştı gözlerinden İncila için ama şimdi hıçkırarak ağlıyor ve
yalnız kalmış talihsiz genç rolünü oynuyordu. İncila’nın bakışlarını görür
görmez sarsılarak ağlamaya devam etti. Artık vicdan mastürbasyonu aşamasından
geçmiş, yıllarca kendisine acı çektiren kan saçlı peri kızını duygusal
işkenceyle geçmişinin intikamına tabi tutuyorken İncila bu işkenceden habersiz,
oturduğu yerden hüzünlü gözlerle Koray’ı seyrediyordu.
İncila
ayağa kalkıp Koray’a yöneldiğinde Koray’ın kalbi duracak gibiydi. İmgelerinin
hâkimi masallar ecesi lütfedip ona yönelmiş ve - yanına oturup kollarını onun
boynuna dolayıp, kafasını omzuna yaslayıp onunla birlikte ağlamaya başlamıştı.
Koray hayalinde
bile kurmadığı bir şeyi yaşamaktaydı. Kan saçlı peri, ilk kez kendisi için
gözyaşı döküyordu. Artık işkence safhasını geçmiş, doğrudan zafer safhasını yaşamaya
başlamıştı Koray. İncila ise bu duygusal tuzaktan habersiz Koray’ın kâh deforme
olmuş iğrendirici ellerini tutup, kâh saçlarını okşayarak sakinleştirmeye
uğraşıyordu. Koray içten içe seviniyordu ama ağlamayı sürdürüyordu. Yalnızlığının
hükmünü taşıyan bu işkenceyi bitirmek istemiyordu.
Ama ne zamanki
İncila Koray’ın başını koynuna yaslamıştı, o zaman Koray sevilenin kendine has
kokusunu iliklerine kadar çekerek kendine gelebilip intikam meleğini kovarak
işkenceye son vermişti. İncila onun saçlarını okşarken: “Yalnız seni
ağlatmadılar. Savaş yetmiyormuş gibi bir de başımıza ölüm ve işkence
saçıyorlar. Eski günler geride kalmış olabilir ama gelecek henüz yaşanmadı ve
onu biz şekillendireceğiz. Her şeye rağmen direniyoruz. Bu karanlığa son verip
yeni bir dönemi başlatmak senin ellerinde, bize katılırsan başka çocukların
babalarının ölmesini engelleyebilirsin.” dedi.
Koray’ın
zihni bulanmıştı bir anda. Kan saçlı peri kızı dediği platonik aşkını, duygu
sömürüsüyle kandırmasına üzülüyorken ve kızın kendi acılarını ajite edip onu
saflarına çağırmasıyla asıl kötülüğü İncila yapıyorken, neden vicdanı
sızlıyordu yaptıklarından dolayı? Acı çeken insanların sıkıntılarından
nemalanmak kendi yaptıklarından daha az mı aşağılıktı?
Eskiden
olsa Koray bu teklifi kabul ederdi ama şimdi aynı duyguları yaşamıyordu.
Eskiden içinde küçükte olsa bir umudu vardı. İncila’nın karşısına çıkışının
tesadüf olmadığına ve bir gün mutlaka aşkına karşılık vereceğine inanıyordu.
Ama yıllar geçtikçe umudu ölmüş, dünya çoktan tersine döndüğü halde onun kendi
duygularına karşılık vermeyeceğini anlamıştı. İncila’yı doyasıya görüp,
karşılıklı bir-iki dakikalığına da olsa konuşmuş hatta sarılmıştı ve bu onun
kalbindeki acıyı biraz olsun dindirebilmişti.
Yine de Koray,
her şeye rağmen onun peşinden gitmek,
sadece seyretmek ve yakın olmak istiyordu. Kendisinden önceki dönemlerde
yeryüzünde yaşamış diğer platoniklerden farklı değildi istedikleri. İncilâ’nın
gözlerine bakarak: “Seninle geliyorum” dedi. İncila kafasını sallayarak
yerinden kalkıp pencereden dışarıya baktı. Koray’a dönerek: “Hava kararmaya
başlıyor. Sokağa çıkma yasağı zamanı gelmeden sığınağa gitmeliyiz.” dedikten
sonra, birlikte evi terk ettiler.
3
Dışarı
çıktıktan sonra İncila, ileride dikili duran kazıkların üstündeki cesetlere
bakarken Koray onları tanıyıp tanımadığını sordu. İncilâ gözünü cesetlerden
ayırmadan “Sadece Hüma’yı tanıyorum. Diğerleri öteki bölgelerden olmalı. Bizim
kollegiumdandı hatırlarsın belki.” dedi. Koray hatırlamadığını söylediğinde bir
kez daha olumsuz yanıt vermenin acısıyla kendine küfretti.
İncila,
Hüma’nın cesedine hayranlıkla bakarken Koray’a anlatmaya başladı: “Saçları ne
güzel değil mi? Aslında orijinal rengi bu değil o yüzden tanımaman normal.
Siyahtı saçları. Gece gibi masmaviydi sanki. Daha güzel görünüyorsun,
değiştirme felan demiştim. Direnişin başladığı zamanlardı. Sevgilisi
öldürülmüştü. O da o yüzden katılmıştı direnişe. Katıldığı gün sarıya
boyatmıştı. Demişti ki “Siyah saçlarımla yas tutmamı bekleyenlere inat, aydınlık
günler gibi sarı saçlarımla bir gün bile ağlamadan canımın yarısını alanlardan
intikamımı alacağım.” Dediği gibide yaptı. Çok can aldı. Bir gün dedim ki
“İntikamını aldıktan sonra yas tutmaya devam edecek misin? Saçların hep aynı mı
kalacak”. “O dokunamadıktan sonra artık onları açığa çıkarmanın bir anlamı
yok.” dedi Hüma. Dün yakalandı ekibiyle beraber. Sonu burada bitmiş demek ki.”
diyerek yokuş yola doğru hızlı adımlarla yürüdü. Koray onu takip ederken “Azılı
bir direnişçi olduğu halde, şu acaip zamanda bile saç modeli üzerine nutuk
verebiliyor. ” diye söylendi içinden.
Karanlık şehre
doğru yürürlerken hava da hafiften kararmaya başlamıştı. Sağ kalabilen insanlar
aceleyle evlerine doğru koşturuyordu. İncilâ Koray’a dönerek fısıldadı: “Dikkat
çekmememiz lazım. Sevgilimmiş gibi davran. Elini ver ve gülümse” dedi. Koray
şaşkınlıkla ve sevinçle “Dikkat çekmez mi gülümsemem” diye söylendi. İncila “Karanlığa
rağmen gülümseyebilmek sadece âşıklara mahsustur” dedi buruk bir gülümsemeyle.
Koray’ın o an hissettikleri
daha önce hiç yaşamadığı, tatmadığı ve sadece âşıklara özgü olan, midede tuhaf
kasıntılara yol açan bir histi. İncila’nın elini tutmayı düşlerinde görmek bir
yana, hayal bile edemezken şimdi gerçek hayatta böyle bir şeyi yapabilmek garip
geliyordu Koray’a. Kafasında türlü fikirler uçuşurken İncila elini tutunca
Koray’ın zihnindekiler bir anda uçtu ve Koray’da onlarla beraber kanat çırptı.
O andan itibaren Koray için her şey anlamını yitirmişti. Adım atıyor ve safça
gülümsüyordu ama bunları fark etmeden yapıyordu. O artık konuşmaya bile
çekindiği platonik aşkının elini tutan mutlu bir insandı. Kendisini ilk defa
bir insan gibi hissediyordu. Geçtiği yerlere ve sokaklara bakmadan yaşadığı
anın heyecanıyla yürürken “Emrediyorum size kıpırdamayın!” seslerini ancak İncila’nın
sarsmasıyla kendine gelerek duyabildi.
Arkalarından
“Durun!” sesleri geliyor, insanlar kaçışıyordu tıpkı İncilâ’yla kaçıştığı gibi.
Koşarak iki yanda savaştan önceki zamanlardan kalma beton apartmanların birbirine
yaslandığı bir çıkmaz sokağa girdiklerinde soluk soluğa durakladılar. Koray’ın
içini yeniden ölüm korkusu kaplamaya başladığında, İncila Koray’ı sertçe
sarsarak: “Dikkat çekmeyelim dedim o kadar tuttun idam mangası infazcılarına bakıp
gülümsedin! Bizi öldürecekler şimdi!” dedi.
İncila’nın
elini tutmanın verdiği cesaretle Koray içinden gelen tüm dürtülere ilk kez
boyun eğdi ve Azrail’in inceden duhul ettiği o vakitte gözlerini, kan saçlı
peri kızının buz mavisi gözlerine dikerek, kendinden emin bir şekilde, ama
korkak bir çocuk edasında koy verdi kendine göre yılların yükünü taşıyan “Seni
seviyorum.” cümlesini.
İncila donup kalmıştı. Ölüme bu denli yakınken
böyle bir itirafı işitmek üstelik bunu ucube görünüşlü bir ucubeden duymak ona
garip ve itici gelmişti. Ama ucubenin gözlerindeki çaresizliği görür görmez
İncila gülümsemeye başladı. Koray şaşkınlıkla onun buz mavisi gözlerine bakmaya
devam ederken Koray’ın göreni iğrendirebilecek ellerini tekrar tutarak ona
yaklaştı. Ağzından herkesin bildiği bir aşk şiirinin dizelerini tamamlarcasına
çıktı o Koray’ın hayallerinde bile duyamadığı kelime: “Bende seni
seviyorum.”diye.
Koray zamandan
ve mekândan koparak eskinin şamanları gibi ruhsal bir kendinden geçme halinde,
rüyalarında bile göremediği bir hayali yaşamaktaydı. Kızın gözlerinde kendini
gördüğünde aklına bir anlığına infazcılar geldi. Şu an tehlikede olduklarını ve
kendi yaptığı bir hata yüzünden İncila’nın zarar göreceğini anladı. Ama ne var
ki o rüya anında bu sadece gelip geçici bir düşünceydi.
İncila’nın
gerçekte düşündüğü ise ucube olmasına rağmen ölmeden önce mutsuz bir çocuğu
mutlu etmekti. Ölümün kol gezdiği o vakitte Koray’a son kez bir yalan söylemiş
ve onun mutluluğunu seyretmeye başlamıştı. Ama Koray hiçbir zaman bu
düşünceleri öğrenemeyecekti.
Sessizliği
sonlandıran bir silah sesi tüm rüyayı bitirmekle kalmamış, vurduğu tekmeyle
rüyayı kâbus uçurumlarına yollamıştı.
Koray
gözlerini yalancılıkla suçlasa da birebir gerçeği yaşadığını biliyordu. Kan
saçlı peri kızının saçlarında bu kez gerçekten kan vardı ve saçlarından daha
kızıldı. İncila gözlerini kapatmadan bir süre Koray’a baktı ve kanının
sıçradığı duvara doğru kırılan bir dal parçası gibi düştü.
İncila
gözlerini kapatmaya tenezzül bile etmeden bu karanlık dünyadan göçüp gitmek
üzereyken son gördüğü şey Koray’ın infazcılara dönüp “Abi sağ olun kurtardınız
beni bu asinin elinden” demesi oldu. İhanetin karanlık hançerini doğrudan tatmayı
kaldıramadığından İncila’nın ihanete uğramış ruhu, gözyaşı ve kanla kirlenmiş
bedeni terk ederek gökyüzüne kanat çırptı.
Koray sevdiği
kızı bir anda silip atmış infazcılara dönerek can korkusuyla söylediği yalanın
etkisini görmeye çalışıyorken, içlerinden birinin sabah babasına kurşun
yağdıran infazcılardan biri olduğunu gördü. İnfazcılar grubunun ortasında duran,
üzerinde pek çok alamet ve nişan bulunan, ürkütücü görünümlü şeflerinin kendine
baktığını gördü. Adam korkunç gözleriyle kendisine bakarken ve tüm namlular
Koray’a doğrultulmuşken şef yanındaki infazcıya dönerek “Rol kesiyor şerefsiz, ölüm
çukurlarından birine atın bunu!” diye gürledi.
İki infazcı Koray’ı
kollarından tutarak çıkmaz sokağın çıkışına doğru sürüklediler. Koray
sürüklenirken karşı koymak yerine hayatta kalmak için kendisine yabancılaşıp
yaptığı şeyleri düşünüyordu. Tek isteği herkes gibi bu cehennemde yaşayabilmekti
ama şimdi bir ölüm çukuruna gönderiliyordu.
İnfazcıların
kazıktan sonra ikinci psikolojik bastırma taktiğiydi ölüm çukurları. Sokakların
belli kısmına boyu bir adamdan biraz daha yüksek çukurlar kazılmıştı. Sağ
yakalananlar buraya atıldıktan sonra kurşunlanıyorlardı. Bu son zamanda uygulanmaya
başlamış bir yöntemdi çünkü Rusya’ya yakın savaş bölgelerinde ölülerin
yürüdüğüne dair haberler geliyordu ve bu yüzden İnfazcılar arasında kazığa
atılan direnişçilerin dirildiklerine dair bir söylenti vardı.
Koray karanlık
çukura yuvarlanıp yüz üstü sert toprağa çarptığında acıyla inledi. Sırt üstü yatıp
gözlerini açtı. Çukurun ağzındaki karanlık gökyüzünde dolaşan siyah bulutlara, sokak
lambasının ışığı altındaki İnfazcıların karanlık siluetlerine ve parlayan silah
namlularına baktı. Etrafına bakarak sığınacak bir yer aradı ama etrafında kara
topraktan başka hiçbir şey yoktu. Bunca yıl babasıyla mezar kazmış olmasına
rağmen ilk defa topraktan ve ölüm düşüncesinden korkmaya başlamıştı. Çaresizlik
tüm ruhunu sardığında olduğu yerde kalakaldı. Son kez gökyüzüne bakıp kara
bulutları gördüğünde çaresizlikten ağlamaya başladı ve ilk kez gerçekten
kendisi için ağladığını fark etti.
Karanlık
çukurun ışıksız kısmından bir elin ona doğru uzandığını gördü. Bembeyaz el
Koray’ın iğrenç görünüşlü elini tuttuğunda Koray elin buz beyazlığında
görünüşüne tezat sıcaklığını hissetti. Elin sahibi ışığın altına çıktığında
kendisi gibi ağlayan bir kız olduğunu gördü. Koray kıza bakarken kız birden
Koray’ı devirerek üzerine kapandı.
Koray ne
olduğun anlamaya çalışırken yukarıdaki infazcıların çukura birini daha
attıklarını gördü. Koray kafasını yanına çevirdiğinde bunun kan saçlı peri kızının
cesedi olduğunu gördü. İncila’nın cesedi boş gözlerle Koray’a bakıyordu.
Koray son
ihanetinin verdiği acıyla kafasını üzerine kapanan kızın koynuna gömdüğünde
“Ateş!” sesini işitti. Çukura kurşunlar yağarken üstündeki kızın titreyerek can
verdiğini ve ağzından boşalan kanların yüzüne aktığını gördü Koray. Ayaklarına
isabet eden kurşunların acısıyla kavrulan Koray çoktan can vermiş kızın
gözlerine baktığında o gözlerde gerçek canavarın yansımasını görmüştü.
Bir anda
duyduğu jet uçaklarının ve füzelerin gürültüsüyle üzerindeki kıza daha da sıkı
sarıldı korkuyla. İnfazcıların ateşi keserek kaçıştıklarını duydu. İnfazcılar “Nükleer
saldırı!”, ”Rus uçakları!”, “Ölülerden uzak durun! Herkes sığınaklara!” diyerek
birbirlerine bağırıyorlardı. Koray bu söylenenlere ilkin bir anlam veremedi ama
üzerindeki ölü kızın bir süre sonra kıpırdanmasıyla korkutucu gerçeği gördü ve
biyolojik savaşın karanlık sonuçlarıyla karşı karşıya olduğunu anladı.
Koray yan
tarafına döndüğünde kan saçlı peri kızının da kıpırdanarak doğrulduğunu gördü.
Sevgilisi İncilâ capcanlı karşısındaydı. Aklına eski inançlardaki kıyamet günü
inançları geldi. Küçüklüğünde, babaannesinin söylediği“Günahlar artınca kıyamet
zamanı gelip ölüler dirilecek.” Sözünü hatırladı. Duydukları ve eski zaman
efsaneleri de yanındakilerle beraber diriliyordu. Çevreden gelen insanların
çığlık sesleri ve çocuk ağlamaları, Koray’ın yanında ve üzerinde kıpırdanan
cesetlerden bile daha korkutucuydu. “Kıyamet bu olmalı.” diye düşündü.
Koray korkuyla
İncila’ya seslendi. Yaşayan ölü boş gözlerle ona baktığında onun İncila
olmadığını anladı ve bu anladığı son şey oldu. Yaşayan ölüler, Koray’ın üzerine
çullanarak, çığlıklarına aldırmadan dişleri ve tırnaklarıyla onu vahşice
parçalamaya başlamıştı. Koray’ın gözleri kapanırken, acıyı bile hissetmemeye
başlamışken tek duyumsadığı şey yüzünden fışkıran kanların ağzındaki bakırımsı
tadı ve çukurun dışından gelen acı çığlık sesleriydi.
SON
Edirne - Aralık 2009