30 Kasım 2012 Cuma

Destanların En Bi Sonuncusu

Arpad Bağatur'a ithafen...
 
 


Rivayetlerin yerini dedikoduya bıraktığı,
Eserlerin postmodern zamanları yazdığı,
Hükümdarların ve yüksek kulelerin illa ki varolduğu günümüz zamanlarında,
Can çekişen tarihimsi şehrin en eski rıhtımlarından birinde beliren iki siluetin,
Bağatur ile Gulyabani'nin destanıdır bu.

İki ihtiyar hayalet, bir sabah vakti sisler içinde geldiler.
Çökmüş gibilerdi ama en az cin peri söylentileri kadar korkutucu görünüyorlardı.
Süleymaniye'nin tepesindeki binlerce hayaleti kıskandırıp,
Dehlizlerinde yatan Bizans kemiklerini sızlatarak,
Sisler içinde çıktılar en eski rıhtıma.

Rıhtımdaki yosunlardan daha yaşlı olduklarını söylüyordu,
Kesik başını Galataya doğrultmuş bir Ceneviz korsanının hayaleti.
Her birinin peşlerinden geliyordu,
Eski aftoslarının, manitalarının, sevdalıklarının hayaletleri.
Her biri bir siyah leke ya da paslı şeref madalyası yosunlu rıhtımda.

Bağatur ile Gulyabani'nin ardından,
Kara siluetler gibi ilerliyordu her biri.
Harem'den koparılıp çuvallarla denizi boylayan cariyeler bile,
Onları görüp deniz kızlarıyla birlikte yaktıkları ağıtlarını onlara ithaf ettiler.
Tepkisizdi hayaletler, uzun zaman önce ölmüş anıların hayaletleriydiler.

Bağatur dedikleri kim bilir hangi bozkırlardan geçmiş,
Kaç Sedd-i İskender, kaç Temir Kapu aşmış,
Kaç Yecüc, Mecüc saymış?
Attığı okların sayısını Erlig bile unutmuş,
Kim bilir hangi oba baskınının kılıç artığı?

Gulyabani derler mezar ecinnisidir.
Kendisi kendini hortlak kabul eder ancak zinhar kan içmez,
Ardındaki hayaletler kanını kurutalı beri.
Geceni zehir edecek denli korkunç,
Her gece köşe başındaki mezarlıktan çıkıp gelmekten çekinmeyecek denli arsız.

Suriçi'ne girende sadrazam kelleleri,
Yeniçeri bedenleri selama duruyorlar.
Şehrin son sokak şairleri, son delileri ayakta,
Osmanlı'dan Bizans'tan sayısız siluet,
Camiilerden, kiliselerden, mezarlıklarından seyrediyor onları.

Tarihe geçecektir o gün.
Şehrin ölmeden önceki son destanı yazılmaktadır.
Hatta yeryüzünün son destanı kim bilir?
Yine de alır seyir koltuklarında tahtlarında yerlerini,
Fil gövdeli imparatorların, hükümdarların hortlakları.

Ne zaman bir araya gelip aynı yolları arşınladılar belirsiz.
Lanet mi bir araya getirmiş, yoksa birilerinin savurması mı bilinmez.
Birlikte kılıç çalıp ok salladıklarını anlatır herkez,
Kendi destanlarını yaşamışlardır,
Arkalarında sevgili siluetleriyle.

Gulyabani ve Bağatur dehlizlerin ağzını kapatan ışıklı tünellere indiler.
Orada bekliyordu son masal prensesi.
Hatta son masal dişisi, kaçırılacak kişisi.
Bağatur'la Gulyabani'ye bakmadan sustu.
Sessizlik bile sükut etti.

Tünellerden çıktı geldi elektrik emen ejderha,
insan seliyle birlikte yuttu prensesi.
Kayıplara giden prensesle birlikte,
o andan itibaren masal camiası son buldu zaten.
Destanları müzelere kitlemeye başladılar.

Giderayak son tılsımı söylemişti prenses.
Sevgili hayaletlerini zincirlerinden boşaltıp her birini kanlar içinde bırakmıştı.
Unutmasını istemişti onlardan sihirli kelimeyi.
Unutsalardı kurtulacakları hayaletlerin gadrından.
Can verdi asırlık heyulalar kara lekelerin elinde.

Son destan diye yazdılar bunu,
Şehrin zevksiz mimarisi pis pis sırıtıyordu.
Görmezden geliyordu yüksek duvarlı siteler.
Kenar mahalleler semtlerini bıçaklayalı çok olmuştıu.

Dehlizden akan kanlarla, son şairler kaleme aldı bu destanı.
Ondan sonra yetmiş yedi göbek dillerde yaşadı destan.
Yetmiş yedinci torun da unuttuğunda,
Bilinmeyen bir yere gömdüler.
Toprağının unutkanlığa iyi geldiği rivayet edilecekti...


SON


13 Kasım 2012 Salı

Mahalleye Yeni Taşınan Vampir

 

            Bazı insanlar doğuştan cenabettir. Bu hikâye de onlardan bir kısmının başından geçenleri anlatan ibretlik bir hadisedir. Bu hadise birebir yaşandı –buna yaşamak denebilirse ve kahvede okey oynayan dayılarımız unutmaya çalışsa da, mahalle yengelerimiz halen apartman günlerinde bizi konuşmaktadır.

            Sene bu zamanlar… Mekan ise sıradan bir mahalle… Eskiden kenarken, büyüyen şehrin yeni türeyen semtleriyle kadim duvarların ardındaki ahşap evlerin arasına sıkışmışız biz. Bir yanımız beton bir yanımız ahşap. Mahalle insanı da böyle işte, ortası yok, ayarı mevcut değil. Biraz eski, biraz yenidir. Bir tarafı eski kaldırım kurtlarının damarını taşır, külhandır. Diğer yanı saçlarını diker ve üst geçitlerde Apaçi dansı yapar. Bir kısmımız tek tük kızın düştüğü onlarda da ortamın kavgaya eğrildiği kafelerde, kalanlarımız ise elde tespih köşe başlarında… Suçla iç içe ama kesinlikle suçlu diyemeyeceğimiz, aslında temiz ama hayat vurgunu bir kısım adamdık biz. Hani dışarıdan baksan yaşamazsın, içinden geçmezsin, grayder gönderip yıktırmaya çalışırsın ama içinde yaşasan sen de bu hayat keşmekeşinde beli satırlı psikolardan biri haline gelirsin, alışırsın.

            Bu mahallede her şey olur. Hapçısı, jiletçisi, alkoliği, satırcısı, bıçakçısı, esnafı, teyzesi, emeklisi, hırsızı, gaspçısı, kapkaççısı, geceleri başka gündüzü başka bir yığın akıllısı vardır. Görünce korkacağın kızları, uğruna bıçaklananların sayısız olduğu kevaşeleri vardır. Geceleri çığlık sesi gelir yerine pısarsın, bir yerden bir kavga patlak verir kim öldü kim kaldı bakmadan bir avuç hayattan beraber kopulmuş arkadaşlarla elde emanet civar mahalleleri basmaya gideriz. Hani ismi besmelesiz anılmayan, adı duyulduğunda korku uyandıran, buralı olduğunuzu öğrenenin size potansiyel cezaevi kaçkını muamelesi yapabileceği bir yer. Burada günah çok, sevap yok denecek kadar az, burası tam Araf, ne cennet ne cehennem her şeyden geçmiş bir sürü kader yoksunu var. Ablalar, abiler, teyzeler, dayılar, amcalar, yengeler ve bir nice çete oluşturmuş adam bastıran sokak köpeği var. Kimimiz göçmen, kimimiz mahallenin öbür ucunda Tatarlar’la kavgalı, kimimiz Surlularla belalı bir sürü insan…

            Yani her şey olurdu bu mahallede. Ama bir gün “vampir” de türedi…

            Mevzunun en başında… Bizim mahallenin yukarısında, “Adamçıkmaz Yokuşu”nun en tepesinde her nasılsa yıkımlardan ve kentsel dönüşümden nasibini almamış, üç katlı bir ahşap ev vardı. Ben diyeyim yüz senelik, siz deyin ikiyüz senelik öyle bir ev işte. Bu yokuş ki, mahallenin orta yerinde dimdik tepe, insan adımı basılmaz bir yer, ziftlenmeye ya da piizlenmeye çıksan çıkılmaz, hayvan bile gezmez, kim o yere niye zamanında ev dikmiş o bile bilinmez. Ev kendimizi bildik bileli boş. Hani mahallenin en yaşlısı sayılan doksanlık Kadri dayıya sorduk, o bile oturanı görmemiş öyle bir yer. Günün birinde eve birileri taşındı, öyle çok fazla eşya girmedi, perdelerdeki tahtalar sökülmedi ama mahallenin gizli kameraları pencere teyzelerinden gerekli istihbarat alındı. Ama kim gitti niye geldi pek takmadık, entel tayfasıdır film çekecektir, organ mafyasıdır mezbaha niyetine tutmuştur.

            O gün, bizim gençlerle arsanın orada yıkık duvar dibine çöktük, mahallenin tam sınırı açmışız telefondan Cengiz Baba’yı, almışız biraları akşam serinliğinde kafayı çekiyoruz. Tıbı, Ferhat, Kız İsmet’in kardeşi Ahmet, Süleyman, Şabo.

            Her birimizin bir-iki vukuatı illaki var. Tıbı, babasından ciğerci. Müşteriyle dalaşıyor bir gece, adam yaralamadan vukuat. Ferhat hırsızlıktan yeni çıktı. Ahmet temiz çocuk ama kavgadan sicilli. Abisi mahallenin namlı psikopatlarından Kız İsmet. Bu parlak yüzlü diye buna gulamparanın biri mi ne sulanmış şişlemiş ibneyi, sonra vukuatları aşmış boyunu, mahalleleri. Hani tıfıl dersin ama kavgaya girdi mi adam yaralayan cinsten bir manyak olmuş köşe başlarında tespih çeken uğursuz bakışlı psikolar tayfasına karışmış. Süleyman hala kaçak, birini yaralamaktan arıyorlar saklıyoruz. Şabo desen papikçi, adamın beyni çürümüş ruhu erimiş. Gözünün feri sönmüş, buna vur de öldürür, kır de yıkar maybaş, yanımızda gezinir.

            İşte biz hep beraber evlilikle birlikte sokaklardan elini ayağını çeken eski bitirimlerden devraldığımız arsanın bu izbe köşesinde demleniyorduk. Ne oldu ne bitti bir baktım bizim Haydar koşa koşa arsaya doğru geliyor. Mevzu mu var kovalıyorlar mı felan derken soluk soluğa yanımıza geldi. Ne oldu ne bitti diye soruyoruz adam susuyor, beti benzi atmış. Birini mi öldürdü desek birini mi kestiler desek biz çocukluktan vukuata alışkınız, bir bok olmaz bize.

            En son birkaç fırt bira çektikten sonra “Abi ben vampir öldürdüm galiba…” dedi apansızın. Bu işin galibası mı olurdu? Hayır ölümün galibası olurdu ama vampirliğin galibası mı olurdu lan? Az çok televizyon izledik, internette yazıştık, manitalarımızın zoruyla emanet mekanlarda Twilight felan izledik, zır cahil değiliz görmüşüz bazı şeyleri. “Vampir öldürmek” ne arkadaşım o zaman?

            Kafası güzel dedik doğal olarak ilk başta ama adam bayağı bayağı vampir öldürmekte ısrarlı. Dedik ne ara vurdun, ne yaptın ettin. Başladı anlatmaya. Bu lavuk bir gün yolsuz kalmış, gaspa çıkacak vurmuş kendini yola. Bu tepenin oradaki evin içine tabut taşıdıklarını görmüş. O an aymış duruma demiş kesin içinde para vardır değerli bir şey vardır. Hava kararana dek beklemiş, ışık mışık yanmayınca girmiş içeriye.

            Evin içinde paşalar zamanından kalma koltuk moltuk var, çürümüş eşyalar tablolar felan. Bu evin içinde tabut aramış. En son mahzene inmiş, bulmuş tabutu. Açmış kapağı bakmış siyahlar içinde bir lavuk uzanmış yatıyor iki seksen. Hepimiz meraklı kadınlara döndük, bira içmeyi filan bıraktık Haydar’ı dinliyoruz.

            Ne yaptın ne ettin diye soruyoruz, sordukça ağırdan alıyor hergele. Bunun korkusu geçti bayağı bayağı vukuatını övmeye başladı: “Ulan o vampirse biz de Haydar’ız bugüne bugün. Film milm izledik oğlum o kadar. Kaptım yerden kazığı lavuğun göğsüne indirdim. Kesin ölmüştür…” O anda duruma aydık. Bir ara izbe yerlerde ayin yapmaya gelen satanist, uzun saçlı oğlanlar kızlar mızlar olurdu, izbelere girince döverdik onları dedim bu lavuk kesin gitti oğlanın birini öldürdü. Süleyman’ı saklarken bir de bu cinayet işi çıktı, işin yoksa bir de Haydar’ı sakla zarbolardan!

            Dedik böyle olmaz, mesele olmasın başımıza gidip gömelim cesedi, saklayalım her şeyi çocuğun başı belaya girmesin. Bu deli Haydar hiç oralı değil. Hala hava peşinde, “Ulan bugüne kadar hep normal insan vurdunuz. Kaçınız vampir öldürdü? Mahallede tanıyın artık kardeşinizi, vampir tepeledim!” dedi. İyice ruh hastasına bağladı, artık neyin kafasıysa.

            Kalktık gençlerle, karanlık sokaklardan ve tehditkar bakışlardan sıyrıla sıyrıla eski eve geldik. Lan ev zaten normalde korkutucudur, gece vakti daha da korkunçlaşmış, perili köşk gibi bir şey. İncir ağaçları, selvi ağaçları var sarmaşıklar felan tam filmlik mekan. Biz olmuşuz yusuf yusuf, ama dışa belli etmiyoruz. Girdik evin içine. Bir yandan da Haydar’a sövüyoruz ulan başımıza ne iş açtın, kurt mu vardı taktın peşimize getirdin bizi?

            Mahzene indik elimizde çakmaklar, tabutun başına dikildik. Zaten korkuyoruz, ev gacır gucur ses çıkarıyor, baykuş sesleri geliyor biri “höt” dese “Yemişim namını delikanlılığını…” diyerek çil yavrusu gibi dağılacağız neredeyse. Bu Haydar demez mi: “Ben tabutun kapağını örtmemiştim bu kapalı, kesin biri girdi buraya!” Elimiz ayağımız buz kesti tabi. Haydar’a söve söve açtık tabutu içi boş. Ne adam var ne kazık var. Dedik kesin bu Haydar bizi madilemeye kalktı felan. Bir baktım bir şeyler oldu, mahzenin sağında solunda gaz lambaları varmış kendi kendine yandı. Biz korkuyla birbirimize kıç kıça dip dibe girmişiz, altımıza etmeyelim diye zulalarımızdan kelebekleri bile çıkartamıyoruz öyle bir durum.

            Bir baktık, bir anda mahzende uzun boylu, efendi kılıklı bir adam peyda oldu. Sırtına böyle siyah bir örtü geçirmiş, solgun suratlı ama kötü bakışlı, yine de karizma diyebileceğiniz acayip bir adam. Gözlerine bakmanın mümkünatı yok, ateş gibi bir şey kesse bizi gıkımız çıkmaz. Parmağında bir yüzük, böyle şövalye yüzüğü dediklerinden bizim Tırcı Bahattin abinin koca yüzüğü gibi bir şey. Kaşla göz arasında sordum Haydar’a: “Bu muydu lan kazığı soktuğun lavuk?” Haydar’ın beti benzi yine atmış durumda. Adam bize biraz daha yaklaşıp psikopat gibi bakmaya devam etti. Ağzını açtığında çenesine dek varan iki sivri dişini görünce bizim de Haydar’dan farkımız kalmadı. Dedim ya bazılarımız doğuştan cenabettir diye. Koca dünyada, bu kadar insan içinde yaşayan tek vampir gele gele bizim mahalleye gelmişti ve biz şimdi onunla baş başaydık.

             Vampir bize bakarak: “Yukarı gelin.” deyince tıpış tıpış yavru ördek gibi peşine dizildik. Eski köşkün orasında burasında yanar durumda gaz lambaları. Bir köşeye geçip vampire karşı susta durduk. Susmak tehlikelidir, sırf manalı susmalardan çıkan kanlı kavgalar vardır diye lafa girdim: “Abi isim neydi? Drakula mı?” Vampir suratıma bakarak Türkçe: “Drakula, Lestat, Strahd ya da Şerruh. Ne fark eder ki?” Yine sustuk. Vampir haklıydı. İsmini söylese ne olacaktı, uzaktan akraba çıkacak halimiz yoktu ya? Haydar benden cesaret alıp önünü ilikleyerek: “Sayın abicim, size karşı bir hatamız olduysa affet büyüğümüzsünüz sonuçta. Alkolün verdiği bir cesaretle tatsız bir olay yaşandı aramızda.” Vay arkadaş! Resmen vampire abi çekiyorduk, görülmeye değer manzaraydı. Vampir bize bakmaya devam etti. En son semtimizin kadrolu dumancılarından Şabo lakkadanak koyuyor lafı: “Aga biz şimdi gidelim mi kalalım mı öyle bakıyorsun ama?” Ayakla dürteyim dedim ama kafası almaz diye vazgeçtim. Vampir: “Bundan sonra mahallenize yerleştim. Artık buranın efendisi benim. Sizlerde halkımsınız. Kanlarınız efendinize aittir.” Vampir bunları der demez ortalıktan yok oldu. Bizimkiler çakmamıştı ama ben mesajı almıştım. “Size posta koydum, şimdi s…. gidin!” demenin vampircesiydi.

            Tıpış tıpış köşkten çıkıp sokağa varınca ardımıza bile bakmadan arsaya geri döndük. Başkası olsa sallamazdı, vazgeçerdi. Gelgelelim bizler atarlı semtin giderli çocuklarıydık. Bu işin peşini bırakmazdık. Tek sorunumuz daha önce bir vampirle mevzumuz olmamıştı.

            Bizler de bizden daha iyi bilir diye surların orada uçta bucakta kalmış olan Eski Kilise’nin papazına gittik. Kiliseye gittiğimizde yerine zangoç çıktı. Zangoca vampir nasıl marizlenir diye sorduk, “Dalga geçmeyin ulan çarpılırsınız!” diyerek kovaladı. Ne yapacağımızı bilmiyorduk. Tüm kapılar yüzümüze kapanmıştı. En iyi bildiğimiz yol olan kavgaya girelim semti yığalım, bıçaklarla şişlerle ağzına s.çalım desek yine çıkış yoktu. Bir kere elalemi vampir muhabbetine nasıl inandıracaktık? Hadi inandılar, demezler mi bu kadar adam, bir tıfılı tepeleyemediniz diye?

            Biz böyle düşünürken pıtrak gibi aklımıza bir isim düştü. Mazlum abi. Mazlum abi, mahallenin ta öbür ucunda birahane işletirdi. Üniversitede okurken siyasi olaylarla karışıp kendini içkiye vurduğu söylenirdi. Kalktık bu sefer ona gittik. Ha eski siyasi yeni şarapçı bu adamcağız bize vampirler hakkında ne bilgi verebilirdi bilemezdik ama denemeye değerdi. Başka çaremiz yoktu.

            Gittik birahaneye. İçerisi kadrolu ayyaşlarla dolu, kafalar dumanlı, tavan arasındaki farelerin bile kafası güzel öyle bir ortam. Yaşımız genç, birahanede görünsek anamız babamız: “İt kopuk mu olacanız lan!” diye ağzımıza yüzümüze kemerle girişeceklerinden fazla görünmeden cevabımızı alacaktık. Mazlum abi’yle doğrudan nasıl konuşacaktık ki? Aklımda evirip çevirip şu soruyu sordum: “Abi bir adam düşün. Zengin olsun, güçlü olsun. Yenilmez, yıkılmaz olsun. Buna zarar verse verse ne zarar verir abi?” Ben dahil sorudan bi bok anlamamıştık ama Mazlum abi kendince bir şeyler düşünmüştü. Yüzümüze çarpan kesif şarap kokusunun eşliğinde: “Bak… Adamı ne yıkar? Bir kötü kadın. Yuva da yıkar, adam da yıkar… Bir kadın yıkar…” Kafamda belli bir fikir oluşmuştu gibi. Birahaneden çıktığımızda bizimkilere de açtım. Vampirin başına şirret, çaçaron bir mahalle kızını musallat edecektik. Öyle ya buradaki kızların bizden pek bir farkı olmamasına rağmen internet sitelerinde zengin, yakışıklı, anlayışlı koca aradıkları biliniyordu. Her mahallede yine bu ayarda hakikaten güzel olan ve bu nedenle istediğine kavuşarak evlenip semt dışına giden, kocasının başına dünyayı dar eden afet-i devran çaçaronlarda mevcuttu. Onu alıp vampire sunacaktık.

            Arkadaşlar ilk karşı çıktılar: “Ne yani sırf ölümsüz diye elin herifine g.doşluk mu yapacağız?” dediler. Mahallenin mahvolmasının, milletin kanına çöreklenecek olan bir manyağın engellenmesi için bir kere yapılabilecek bir g.doşluktan kimseye zarar gelmezdi. İkna oldular, vampire kimi sunacağımızı sordular. Mahallemizin en güzeli ve en çaçaronunu sunacaktık ona. Başına bela olacaktı.

            Mahallenin tam sınırında otururdu Aydagül. İnternet sitelerine ilan bırakmaya ihtiyaç duymazdı. Belalısı, uğruna bıçak yiyeni de bıçak çekeni de bol bir kızdı. Kavgacıydı, zapt edilemezdi ve burnu havadaydı. En iyilere layık görürdü kendilerini. Surların ardındaki Roman mahallesinden, üç apartman sahibi Çeribaşı Rasim’in oğlu Hasan’ı, surların yukarı tarafındaki sofuların mahallesinden daireler zengini, çarşı sahibi Hacı Mustafa’nın oğlu Sami’yi, pavyonlar işleten mafya ağası dedikleri Gega Fuat’ı reddetmişti. Kabil olsa yeni şehrin kıyısındaki sosyete semtlerine çıkarma yapardı. Ama onun zaafı işte bu huyuydu. Zengin, karizmatik ve asil birisi kendisine sahip olmak isterse, evlilik şartıyla onun olurdu. Zaten bu yüzden onu vampire sunmak zor değildi, bir duysa kendi ayaklarıyla koşardı vampire.

            Aydagül’ün evine gitmeden önce plan gereği onu vampire götürecek bir şeye ihtiyacımız vardı. O yüzden evvela tekrar köşke giderek vampirin köşküne geldik. Kapısını çaldık. Bir süre sonra arkamızda belirdi i.oğluit. Meseleye direkt girdim. Dedim böyle böyle, madem lordsun, kendi damağına uygun kurbanlar seçeceksin, şöyle iyisin böyle kralsın işte sana ilk kurban, hem de müstakbel karın.

            İlk başta dalga geçtiğimizi sanarak bizi öte tarafa postalayacaktı belki ama telefonlarımızdaki bazı resimleri görünce güzelliğine kani oldu. Onun nerede olduğunu sordu. Vampire buna gerek olmadığını, kızı bizim getireceğimizi söyledi. Hoşuna gitmişti ona g.doşluk yapmamız. Yalnız tek şart vardı. Kız her fani gibi maddi şeylere değer veriyordu. Ailesi bile bazı şeyleri görürse, hiçbir şey olmadan mahalleye dadanabilirdi. Vampirin hoşuna nasıl gitmesin? Sen yıllarca ondan bundan kaç sonra geldiğin yerde millet kendini emdirmeye meyilli olsun. Balıklama geldi oltaya teres.

            Sonra bu kayboldu. Bir süre sonra kapı açıldı, bu elinde bir ufak sandık. Sandığı açıp gösterdi. İçinde birkaç tür altın, inci boncuk türünden hediyelikler. Neredeyse semtin tamamını satın alır. Biz sandığı aldık, Aydagül’lerin evine yollandık. Yolda şeytan dürtüklemedi değil hani bu sandığı alıp kaçmamız hususunda. Ama sonuçta biz ne kadar kadersizde olsak mahallemizin çocuklarıydık, mahalle söz konusu oldu mu kendimize bile yamuk yapamazdık.

            Aydagül’lerin evin önüne gittik, arkaya dolanıp camına çakıl fırlattık. Çıktı cama, dedik sana kısmet var. Ağız dolusu sövdükten sonra camı kapatacaktı ki sandığı açmamızla alıcı saksağan gibi altınların parıltılarını gördü. Yine de esaslı kızmış, “Altın maltın ne ayak” babında sorular sordu. Yalandan kim ölmüş, başladım sıkmaya. Mahalleye yeni taşından zenginden, kendisini gördüğünden ama utangaç olduğundan yaklaşamadığından falan filan bahsettim. Hem zengin hem utangaç olması işine gelmiş olacak ki önce içeride kayboldu. Ardından camdan atlayıp peşimize takıldı.

            Mahalleliye görünmeden yokuş yukarı tırmandık. Tabi bu arada boş durmadık. İnternet kafeye gitmiştik Aydagül’den önce. İnternette vampirleri kurcalattırdığımızda şişman bir elemanın yazdığı birkaç yazıya denk geldik, manavdan bolca sarımsak aldık, birde camiinin oradaki muskacı dayıdan birkaç muska öyle çıktık yola. Kızı ateşe atamazdık kolay kolay, mahallenin namusu söz konusuydu. Gelgelelim Mazlum abiye inanıyorduk.

            Köşkün önüne geldik. Herkes tetikte. Kız şaka maka sanıyor hala ki elinin altında ustura bulundurduğunu hepimiz fark ettik. Hakikaten şaka olsa canımıza okuyacak demek ki? Yeniden çaldık kapıyı. Gecenin bir yarısı o kapılar gacır gucur seslerle kendiliğinden açıldı. Gölgelerin arasından vampir çıktı geldi. Kızın canlısını görünce daha da bir tuhaf oldu herifçioğlu! Sandığı vampire geri verdikten sonra ikisinin içeriye girdiğini gördük, tek kelime konuşmadılar. Kapılar yüzümüze kapandı gürültüyle.

            Ama dışarıya sesleri geliyordu. Vampirin güzel Türkçesiyle konuşmaları, şiir okumalarını felan duyuyorduk. Kıza hasta olmuştu! Ama nasıl öleceğini hala bilmiyorduk. Bir yerde bir terslik mi vardı? Aydagül’ün sesleri geliyordu arada. Çocuklara bira aldırıp köşkün bahçesinde demlenmeye devam ettik.

            Aydagül, karşısındakinin ne olduğunu anlamış hiçbir saldırısını ardı arkası kesmeden salvoluyordu. Önce o da vampiri sevdiğini felan anlatmaya başladı. Sonra vampiri kolayca kabul edemediğinden felan bahsetti. Hani klasik kendini gösterip geri çekme. Vampirin hırıldamalarını işittik sonra. Hırıldama sonradan yalvarmaya döküldü, Aydagül dua okuyordu. Bizim gibi Kuran kursundan kaçıp kaçıp gitmediği için vampire karşı sökmüş olmalıydı. Vampire kendisini istediğini ama şartlarını yerine getirmesini söylediğinde başladı şartlarını saymaya.

            “-Ben öncelikle erkeğin ne olursa olsun beni taşıyabilmesini isterim! Hırlama! Vallahi okurum şimdi Fatiha’yı! Nerede kalmıştım. Hah. Beni taşıyacaksın anacım. Ben kültürlü, zeki, esprili, olgun, çocuk ruhlu, maddi açıdan beklentilerimi karşılayabilecek denli zengin. Bir fe trip istemem, ben gel dediğimde geleceksin git dediğimde gideceksin. Öyle evlenmeden önce uçarak odama gelmek felan yok. Evlenene kadar elini süremezsin bana. Ayrıca ben kolay kolay evlenmem. Nişantaşı’nda ev isterim, lüks olacak. Ayrıca araba da isterim. Ha bir de…”

            Biz daha fazla katlanamadık ama ne olur ne olmaz diye bahçenin öbür ucuna geçtik. Neredeyse güneş doğacaktı ama Aydagül’ün sesleri halen geliyordu. Vampirin hırıltılarından eser yoktu. Biz hala ne olacak diye bekliyorduk. Birden acı bir çığlık sesi duyduk. Güneş doğmuştu. İçeriden vampirin böğürtüsünü duyduk: “Allahını seven tutmasın beni!”

            Köşkün kapılarını parçalayan vampirin koşa koşa gün ışığına kendini fırlattığını gördük. Adam kısa sürede yandı kavruldu toza döndü, yok oldu gitti gözlerimizin önünde. Musibeti mahalleden kurtarmıştık. Mesele gizli kalacaktı ama yine de mahallenin gizli kameraları teyzeler ve dayılar aracılığıyla eklemeler ve çıkarmalarla yaşatılacaktı.

            Vampirin yok olmasını o anda kendimizce kutladık. Telefondan yüksek tempolu disko müziğini açtık, caddeye çıkıp apaçi gibi oynamaya başladık. Delikanlıydık gerçi ama mahalleyi kurtararak bunu tescillemiştik. Kimse bize karışamazdı. Aydagül’ün şaşkın bakışları eşliğinde vampirin külleri üzerinde bildiğin dans ediyorduk…

SON
Mehmet Berk YALTIRIK
6 Haziran 2012 – İstanbul

11 Kasım 2012 Pazar

Çökertme Türküsü'nün Hikayesi

mahlukat'tan Efe - http://mahlukat.deviantart.com/art/efe-125142235
Memleketimizde efelik türküleri, eşkıya türküleri pek çoktur. Bunların her birisi bir yaşamı, bir tarih anlatısını ihtiva eder. Zafer ve acıyı bir arada tüketmiş hovarda ancak bir şekilde bağlılıklarına sahip insanların hayat hikayeleridir. Masal gibi gelir bizlere, dinleyenlere.

İşte bizim düğünlerden aşina olduğumuz, 2004 yılında ATV'de bu türküden esinlenerek "Kurşun Yarası" ismiyle bir dizisi de çekilen bu meşhur Ege türküsünün ardında da benzeri bir hikaye vardır. Elimde internet dışında da bir kaynak olmadığından derlemenin mantığına uygun olarak sözlü ürünlerden beslenerek yazdım bu yazıyı.


Halil Kimdir?

1900'lü yılların başları, dağlarda eşkıyaların, komitacıların ve efelerin cirit attığı, şehirlerde ise kabadayılarla külhanbeylerinin racon kestiği dönemlerdir. O dönemlerde mütegallibe türünden derebeyi ruhlu insanların mevcut bulunması, halk nezdinde kendisini koruyan, toplumun geneline göre marijinal sayılabilecek eli silahlı unsurların ortaya çıkışını tetiklemiştir. Nitekim 1700'lü yıllardan itibaren imparatorluk coğrafyasında görülmekte olan ayanların ve toprak ağalarının çoğalması, merkezin karşısına kendi yerel ahlak ve yerel hukuk anlayışını koyan maffios odaklarının kendi otoritelerini tesis etmelerine ve ardından devlet bünyesine karışarak neredeyse yerel hükümet konumuna gelmelerine neden olmuştur. Bu sefer de yerel otoriteye karşı bir başka yerel otorite ortaya çıkmış, beli silahlı unsurlar (menfi ya da müspet) kendilerini bunların karşısında konumlandırmışlardır. Bunlardan kır serdarı tarzında kendi ayanlığını kuranlar olmuşsa da bugün ağızlarda yaşayan türkülere konu olan kişiler de görülmüştür. İşte bunlardan biri olan Halil, bugün Bodrum'da bir rivayete göre Akçaalan'da (Turgutreis) bir diğer rivayete göre de Karabağ'da Bekir Tepesi denilen yerde 1870 yılında dünyaya gelmiştir. Bir yoruma göre Halil'in büyük dedeleri Bodrum'a Van'ın Erciş ilçesine bağlı Bozüyük köyünden gelmiştir. Hacı Yusuf ailesinden Demirci Ali'nin oğludur. Annesi Çingene olduğundan lakabı Cingen Halil'dir.

O dönem Bodrum küçük yer, sürgün yeri bir sünger avcılığıyla geçiniyorlar bir de kaçakçılıkla. Her ikisinin de ucu ölümdür. Halil, kaçakçılık yani tütün kaçakçılığı yoluna sapmıştır. O dönemler Düyun-u Umumiye yani Genel Borçlar İdaresi vardır, Osmanlı'nın dış borçlarını tahsil etmek adına kurulmuştur. Buna bağlı bir Tütün Rejisi ve reji kolcuları ihdas edilir. Halkın tütününe bunlar devlet adına el koyduğundan o zamanın Anadolu'sunda tütün kaçakçıları da bir nevi eşkıyalar gibi kendilerini bu idareye karşı konumlandırmışlardır.


Bodrum Kalesi Zindanı'nda...

Halil bir namus meselesinden dolayı kız kardeşi Zeliha'yı yakarak öldürür, ardından kaçak durumuna düşer. Aynı dönemde tütün kaçakçılarıyla da işbirliği halinde olması nedeniyle bu suçlardan ötürü aranmaktadır. Tütün kaçakçılığı esnasında muhtemelen rakip bir kaçakçı çetesinden baskın yerler, silahlar patlar. Halil bu müsademeden sıyrılarak sık sık gidip geldiği İstanköy (Kos) adasına kaçar ancak Kör Bayram adında birisini öldürdüğünden tüm bu suçlar nedeniyle daha da sıkı aranacağı için orada bir müddet kalır. Orada davet edilmesi üzerine gittiği bir düğünde, hangi nedenden bilinmez (rekabet ya da korku) Rumlar, Halil'i ihbar ederler. 1895 yılında, İstanköy'de Halil'i yakalayan kolcular Bodrum Kalesi'ne hapsederler.

Bodrum Kalesi cehennemdir o dönemler. Refi Cevad Ulunay, "Sayılı Fırtınalar-Eski İstanbul Kabadayıları" kitabında o dönemin namlı cezaevlerinden bahsederken Adana ve Sinop Zindanlarıyla birlikte Bodrum Kalesi'ni de zikreder. İstanbul'da bir kabadayı rahat durmazsa önce Sinop'a, orada da rahst durmazsa Bodrum'a, yine azıtırsa Adana Zindanı'na sürülürmüş ki buradan da sağ çıkamadığı rivayet edilirmiş. Bodrum Kalesi, kadimden zindandır. Bodrum sıcak, kale sıcak ve içeride belaya nazı bir nice zeybek tafiesi, haydut, çeteci, adam boğazlamış, ırza tecavüz etmiş suçlular, idamlıklar... Halil yedi sene yatar Bodrum Kalesi'nde ve 7 sene boyunca diş biler kendisini ihbar edenlere.


Oturak alemi dedikleri...

Hapisten çıktığında yıl 1902'dir. Rumlar kendisini ihbar ettiğinde bunlarla arasına bir hasımlık girmiş, bir kaç hadise vuku bulmuştur. O günlerde yine bir düğüne davet edildiğinde kaderi baştan başa değişecektir. O tarihlerde bir oturak alemi, oturak eğlencesi mefhumu vardır. Oturak alemine götürülen kadınlar vardır, onların korumaları vardır ki onlarda arkalarında bir nice kanlı anlatı ve hikaye, bir nice hovardalık türküsü bırakmışlardır.

Konudan ayrılarak, türkünün arka planını verebilmek adına bir başka husustan bahsetmeli...

Efelerin bir başka versiyonu olan ancak efelik kurumuyla bir alakaları olmayıp ismen efe adını alan Konya hovardaları vardır o dönemler. Konya efeleri yakın döneme kadar görünürler. Gramofon Avrat filminde görüldüğü üzere (ki Sabahttin Ali'nin aynı adlı öyküsünden uyarlanmıştır) çalan müziklerle Konya baranalarını, çetnevirlerini şenlendiren türkü söyleyip kaşık havası oynayan kadınlardan, Silleli çengileri dağa kaldıran kendi benzerleriyle vuruşan efelerden bahsedilmektedir 20.yy'ın ikinci yarısına dek anlatıları söz konusudur. İnternette okumuşsunuzdur, Antep Canavarı lakaplı, son kabadayılardan Abdullah Palaz'ın Bursa Cezaevi'ne sürgün edilmesi söz konsuduru. Abdullah Palaz'ın sürgün edildiği yer Konya Cezaevi'dir ve sürülme nedeni koğuşundaki Konyalı efelerle olan şişli, bıçaklı kavgasıdır. Ama bu efelik ismen bir efelik olup belli bir teşkilatlanmadan ileri gelmemektedir. Beline fişeklik takanın efelik sürdürmesi durumudur ki işte en son Abdullah Palaz'ın bu vakasıyla isimleri duyulur sonra diğerleri gibi onlarda tarihe karışırlar. Konya efelerinde mavzer ve tabanca ile birlikte saldırma taşıdıklarını, herhangi bir yerde özellikle oturak alemlerinde kadın yüzünden aralarında tartışma çıktığında yere saldırmalarını fırlatıp "Nokta!" demelerinin ardından ışığı anında kapatıp birbirlerine ateş açtıkları da yine folklor makalelerine dek girmiş mevzulardır. Yere saldırma saplama ve kapışmanın böyle başlaması Ankara seymenleri arasında da görülmektedir ancak oturak alemlerinden ziyade sokak ortasında yeniçerilerin bıçak altından geçirme ritüeline benzer.


Halil, Gülsüm'ü kaçırır ve...

İşte Halil'in davet edildiği Kocakaya'daki düğüne böyle kadınlardan birisi, koruması Dertli Ali'nin nezaretinde düğüne getirilir. Çakır Gülsüm'dür kadının adı ve asıl adının Hafize olduğu söylenilmektedir. Halil, Gülsüm'ü görür görmez sevdalanır ve kaçırır. Gülsüm o dönem oturak alemlerinde gezdiğinden, eğlencelere gittiğinden onun üzerinde bir çok göz vardır ki bunlardan birisi de o tarihlerde Bodrum kaymakamı olan ve Çerkez Kaymakam olarak bilinen Ömer Lütfi Hulusi Bey'dir. Bir rivayete göre eğlencelerden birinde görmüştür, diğer rivayete göre ise Gülsüm, annesi ile birlikte kaymakamın evinde hizmetçidir bu vesileyle tanımaktadır kendisini. Haber ulaşır ulaşmaz Halil'in peşine zaptiyeleri gönderir. Kolculardan olan ve türküde adı geçen Şerifalioğlu İbrahim Çavuş ve Selamoğlu kolcularla Halil'in üzerine gönderilir. Bunlar Halil'in eski dostları olduğundan bir eğlence kurarak Halil'i de davet ederler. Eğlencede Halil'e silah bırakıp teslim olması istendiğinde "Efenin ölüsü dağda kalır, teslim olmam!" diyerek onları reddeder. Takipler sıklaşır, Halil yanında Gülsüm'le dolaşmaktadır. Zamanla diğer kaçaklardan da yanına katılanlar olur, her biri kızanı olurlar Halil'in. Efe gibi zikredilse de bu kimi ağızlarda yapılan bir yakıştırmadır.

Ancak kaymakam konusunda Selamoğlu onu tekrar uyarınca, Gülsüm'le birlikte saklandıkları yerden kaçıp Yalıkavak yakınındaki Çökertme'ye gelirler. Çünkü buradan "gankava" denilen süngerci teknelerinden biriyle denize açılacaklar ve İstanköy adasına kaçacaklardır. Rum kaptan Kosta Paho (Koslu Paho) ile Çoban İbrahim aracılığıyla anlaşarak gemiyi ayarlar. Ancak kaptan, ya Halil'le bir husumetinden ötürü ya da para ödülü için mi bilinmez, tayfası Andon'u Çerkez Kaymakam'a göndererek Halil'i ihbar eder. Çerkez Kaymakam'ın emriyle reji kolcularından kol kayığıyla birlikte Kolcubaşı Barka'nın Ali denizden hareket edecek, karaya yakın bir yerde de Kaptan Paho'nun demir atacağı yerin yakınlarında jandarma komutanı Ömer Çavuş pusuya yatacaktır.


Çökertmeden çıktım da Halil'im!

Gündüz vakti Halil ile Gülsüm'ün bindiği tekne denize açılır. Paho, Halil'i yakalatabilmek için dalgaları bahane ederek önce Aspat tarafına gitmeyi teklif eder ve böylece dalgalar durulunca rahatça adalara geçebileceklerini söyler. Halil onun bu dediğine inanır. Tekne, Aspat yerine Bitez yalısı yani koyu tarafına gelerek Hırsız Yatağı denilen yere demir atar, akşama doğru bir içki sofrası kurulur teknede. Kaptan, Halil ile Gülsüm'ün içkilerine "balık ağusu" dedikleri sersemletici bir zehirden katar ve bunun etkisiyle her ikisi de uyuya kalır.

Ömer Çavuş jandarmalarıyla karada pusudadır. Paho, Halil ile Gülsüm uyuduktan sonra demir alarak jandarmaların bulunduğu yere doğru yanaştırı tekneyi. Ömer Çavuş, belki de Halil'i daha önce haklamak için olsa gerek tekne yanaşmadan ateş emri verir.  Yağlı kurşunların kendisini bulmasından korkan Paho tekneyi açıkta durdurur. Bu sırada Kolcubaşı Barka'nın Ali Kaptan, kolcu kayığıyla yanaşarak Paho'nun teknesine çıkar. Paho, kurşun seslerinden dolayı Halil'in uyanıp kendisini öldürmesinden çekindiğinden sanki bir anda etrafları sarılmış gibi Halil'i uyandırır. Barka'nın oğlu Ali Kaptan, Halil ile Gülsüm'ü sersemlemiş bir vaziyette yakalayarak kol kayığına götürür. Güvertede Halil'in bacağı kayınca bir hareket yapacağından şüphelenen Barka'nın oğlu Ali Kaptan, Halil'i ayağından yaralar.


Bir Hayatın Sonu, Bir Türkünün Başı...

Halil, Bodrum'a götürülerek kaymakamlık binasının önünde, Eski Telgrafhane İskelesi'nde karaya çıkartılır. Halk kaymakamlık binası önünde toplanmış vaziyeti seyretmektedir. O sırada "Kel Mülazım" namlı bir jandarma çavuşu Halil'in yaralı ve eli kolu halini göstererek halka "Hükümete karşı gelenin sonu budur!" türünden bir konuşma yapar. Halil'i yaralarını tımar etmeden kaymakamlık binası yakınlarındaki bir karakolun nezarethanesine atarlar. Burada hem yarasının acısından hem de yapılan işkencelerden ötürü bitap düşmüştür. Kaymakam, Halil'in işinin mahkemeye kalmadan halledilmesini emredince Ömer Çavuş gece nezarethaneye gelip Halil'in boğazına çökerek öldürür, Halil'in sırtındaki elbiselerini çıkarmadan alelacele gömerler. Zindanda o sırada bulunan Karakayalı Mehmet (Ülküm) ve Peksimetli Mustafa'nın anlattığına göre bugünkü Bodrum'da Halk Bankası'nın yanındaki meneç ağacının dibine gömülür Halil'in cesedi.

Peki Gülsüm'e ne olmuştur? Hakkında anlatılan pek çok şey vardır. Bir rivayete göre Yalıkavak'ın karşısındaki Küdür bölgesine yerleşen Goca Güssün lakaplı çalgıcı kadındır Çakır Gülsüm. Bir diğer rivayete göre ise Gülsüm, Türkbüklü Kel Gülsüm'ün kızı Hafize'dir. Asıl adı Hafize Alagöz'dür ve Ali Gallem isimli biriyle evlenmiştir çok sonradan. Ondan önce de Şerifalioğlu İbrahim Çavuş'un, Halil'in ölümünden çok sonra karısının üstüne alarak evlendiği söylenmektedir. Yıllarca kendisini bu eski Çakır Gülsüm takma adıyla gizlemiştir.

Peki ya Çerkez kaymakam? Hakkında pek bir malumat yok. Tek bildiğimiz 1908'de Bodrum kaymakamlığının son bulmuş olduğu.

Geriye kalan ise meşhur türkü olmuştur bu acı olay üzerine yakılan...

http://www.youtube.com/watch?v=XX8Y30PbBj0

Not: Sonraki yıllarda zeybekler, efeler ve eşkiyalık vakalarıyla ilgili Ege bölgesinde araştırmalar yapan değerli araştırmacı Ali Özçelik'le yaptığım bir görüşmede, bu türkünün asıl hikayesiyle ilgili şu bilgileri öğrendim: "Bu Çökertme türküsündeki Halil kaçakçı. Gülsüm diye bir yosmayı dağa kaldırıyor çeteyle. Kadın zaten gezici yosma. Halil ile gülsüm birbirine aşık oluyor, kaçıyorlar. Hem çeteden ayrılınca hem kadını kaçırınca çete peşine düşüyor. Bu firar sırasında Halil bir de üstüne kolculara denk geliyor, öldürülüyor ancak zeybek hikayesi zannediliyor."



Kaynaklar:
-http://www.baktabul.net/turkulerimizin-hikayeleri/65480-cokertme-turkusu-cokertme-turkusunun-hikayesi-van-ili-ercis-ilcesi-bozuyuk-koyu.html
-http://www.aktifbir.com/f109/cokertme-turkusu-ve-hikayesi-13956/#ixzz1yfp5vYlT
-http://www.muglada.com/cokertme-turkusu/
-
http://bodrumlumehmet.blogcu.com/cokertme-turkusu/1179896

9 Kasım 2012 Cuma

Gerçekliğin Cinneti (Kısmi Ütopya)

(Önceden Gölge -e Dergi'nin "Değişen Dünya Düzeni" konulu Ağustos-2012 Özel Öykü sayısında yayınlanmıştır. Düzenlenerek buraya konulmuştur.)



Köroğlu, gözlerini açtığında kendini kayaların üzerinde dağ başında değil, sıkı sıkıya kapalı perdelerin arasından gün ışığının sızdığı bir odanın içinde bulmuştu. İlk yaptığı şey vücudunu yoklamak oldu, yaralanmamıştı. Yatağın üzerinde doğrularak etrafına bakındı. Gözlerine oldukça yabancı gelen bir yerde uyanmıştı. Etrafında oldukça yabancı eşyalar ve raflar duruyordu. Büyükçe bir masanın üzeri sayısız kitap ve kağıtlarla doluydu. Duvarda üzerlerine suret nakşedilmiş tuhaf putlar, resimler vardı. Tepeden mumları olmayan bir avizenin sarktığını gördü. Gayrimüslim evlerinden birinde olduğuna hükmederek odanın pencerelerinden birine yöneldi.
Camı açtığında deliliği gördü. Çamlıbel Kalesi’nden bile yüksekteydi. Yüksek yüksek binalar, bey konaklarının bile yücesinde sırça camdan köşkler yükselmekteydi. Sayısız insan bir o yana bir bu yana sıçan sürüleri misali koşturuyordu. Atları olmadığı halde gürültüler ve dumanlar çıkararak ilerleyen demirden zırhlı arabalar vardı. Sanki kendisini yutacak gibi görünen koca bir şehrin, muazzam bir keşmekeşin tam ortasındaydı.
Hangi cadının efsunu ya da hangi büyü onu bu şeytanlar diyarına sürüklemişti. Neredeydi? Tüfengin icat olunduğu kafir ellerine mi gelmişti? Kara kanatlı ifritler mi sürüklemişti kendisini bu yana? Daha ilk bakışta kendisine büyüklüğünü kanıtlamak isteyen, kabul ettirmek isteyen şeytani bir şehirle yüz yüzeydi. Daha önce böyle bir şey yaşamamıştı. Dağlarda yaşamaya alışmış, kale harabelerinde sayısız yıldız ışığının şenliğinde çengiler oynatmış, ağaç dallarına kapu halkıyla birlikte sayısız bey ve paşayı asmış, bir nice konağı ve şehri yakmış, ordular dağıtmış, prensesler kraliçeler kaçırmış Köroğlu’ydu. Ömrü hayatında kimseyle uyuşamamış, elin düzenine uymaktansa el’i kendi düzenine uydurmuştu. İster büyülenmiş ister tılsım olsun, cadı kısmından bile korkmayarak üzerine yürüyecek Köroğlu’na çatmanın bedelini ödeyeceklerdi. Kaf dağının ardındaki peri saraylarını çokça duymuştu, ilk iş burada da kılıcıyla peri beylerinin ardına düşüp kendisine yaptıklarının hesabını sormak olacaktı.

Kaldığı odanın kapısı vurulduğunda ilk yaptığı şey etrafına bakınıp silahlarını aramasıydı. Odanın kapısını açtığında içeride birkaç kapı daha olduğunu gördü, bir kervansarayda kaldığına hükmetti. Odalardan birinde duran matbah sahanının üzerinde duran koca bir et satırı görünce silahtan sayılır diyerek eline aldı. Kapıyı açtığında karşısında acayip giysili bir adamın dikildiğini gördü. Kendisinden oturduğu yer karşılığı para istediğini söylüyordu. Lanetli şehrin gelir gelmez kendisinden baç istediğini gören Köroğlu öfkeden köpürerek elinde satırla adamın üzerine yürüdü. Çığlık seslerine aldırmadan adam kanlar içinde merdivenlere yuvarlarken etrafında başka kapıların ve merdivenlerin olduğunu gördü. Bu ne tür bir şeytanlıktı? Bu delirtici tılsımın bir an önce son bulması için buranın periler padişahının oturduğunu düşündüğü sırça camdan dev köşkü basmaya karar verdi.
Dışarıya çıktığında insanlar korkuyla çığlık çığlığa eli satırlı, kanlar içerisindeki bu adamdan kaçıyorlar, onların bu hali Köroğlu’na daha fazla cesaret veriyordu. Sırça camlı devasa köşkün kapılarına dayandığında siyah giysili birkaç adamın üzerine geldiğini gördü. Ellerinde demirden yapılma ufak borular taşıyorlardı. Aklına tüfenkendaz askerlerin taşıdığı ağızdan dolma piştovlar geldi.

Geri çekileceği sırada vücuduna saplanan kurşunlarla birlikte cansız bir şekilde yere yıkıldı. Ertesi gün gazetelerde başlık atılmıştı: “Genç tarih öğrencisi parasızlıktan cinnet geçirerek elinde satırla ev sahibini öldürdükten sonra insanlara saldırdı. ……Plaza’nın güvenlikleri tarafından etkisiz hale getirildi…”
İlk cinnet haberi de olmayacaktı.

Şehrin ve düzenin kaosa döndüğü o ezici ve tuhaf zamanlarda, tesadüfün bir araya getirdiği evlerde sayısız Çakırcalı Mehmet Efe, Köroğlu ve bir nice tarihsel figür uyanıyordu. Kimisini elinde kılıçla sokakta etkisi hale getirirken kiminde tüfekli bir deli sayısız müsademenin ardından şehrin çatılarında ele geçiriliyordu. Her birinin ortak noktası dev camlı plazaya saldırmalarıydı.
İlk elden yapılan araştırmalara göre müspet vakalardı. Zincirleme cinayet vakası, cinnet, bilgisayar oyunlarından etkilenme, stres gibi konulara bağlanıyordu. Bir sabah uyandıklarında bütün şehrin kılıçlarla, tüfeklerle silahlanıp plazaların kapılarına yığıldıklarını gördüler. Kafalarında eski zaman başlıkları, börkleri vardı. Bazısı Sanayi’de nasıl yaptırdıkları bilinmeyen toplarla mimari yoksunu apartmanları topa tutuyordu.

Toplu cinnetler bireysel cinnet geçirenlerin yaptıklarının gölgesinde kalmaya başlamıştı. Birbirlerinin kanını emen ve sadece gece yaşayan tuhaf insanlar türemişti. Mezarlıktan çaldıkları cesetler ya da kaçırdıkları insanlara deney yapan deliler vardı. Dolunaylı havada uluyanları, toplu halde gezip kıstırdıkları kurbanlarının çiğ çiğ beynini yiyenler vardı.
Tuhaflıklar bitmek bilmiyordu.
Gerçek manada garip şeyler gördüğünü söyleyenler vardı. Sağda solda hayalet gördüklerini söyleyenler türemişti. Perili evler yüzünden ev kiraları düşmüştü. Bazı köylerde hortlayan ölüler nedeniyle devlet sağa sola “cadıcılık” sertifikası dağıtmaya başlamıştı. Büyücüler kaçırdıkları mankenleri büyük plazalara hapsederek devletlere ve hükümetlere meydan okuyordu. Büyük ejderhalar yeryüzünden ya da gökten gelmiş, büyük kuyumcuları, altın madenlerini yağmalayarak muazzam servetler toplamaya başlamışlardı. Sağda solda türlü çeşit yaratık görülüyor, cinler periler kurdukları ordularla insanlarla cenk ediyordu.
Kimse bir açıklama getiremiyordu. Ne ilahiyatçılar, ne felsefeciler, ne bilim adamları ne de psikologlar mantıklı bir açıklama getirememişti. Yalnızca basit bir blog yazarı doğru bir teşhis bulabilmiş gibiydi. Gerçekliğin cinnet geçirdiğinden bahsediyordu. Birçok laboratuvarda, tartışma salonunda tartışılmış, araştırılmıştı konu ancak durumu teşhis edebildikleri halde ne yapabileceklerini bilmiyorlardı.
Somut gibi görünen soyut bir kavram cinnet geçirirse ne yapılabilirdi ki?
Çıkış yolu bulamayan hükümetler ve güç odakları duruma boyun eğmekten başka çıkar yol göremediler. Yeni sistemi kuracaklar, onu dönüştürerek ayakta kalmaya çalışacaklardı.
Cinnetin şafağında yeni bir düzenin, yeni bir medeniyetin temellerini ejderhalar ve büyücülerin eşliğinde atmaya başlıyorlardı…

SON
Mehmet Berk Yaltırık
24 Haziran 2012 – Edirne

8 Kasım 2012 Perşembe

Cadıyla Boğuşmak

(Tımarhane e-Dergi'nin Nisan sayısında daha önce yayınlanmıştı. Üzerinde belli bir düzenleme yapıldıktan sonra buraya alınmıştır.)

Luis Royo'dan Drakula'nın Gelinleri...


Ellerine geçen tuhaf bir define haritası, onları Rumeli’nin bu bölgelerine sürüklemişti. Yaptıkları bu iş akıl kârı mıydı? Gerçi yaptıkları hangi iş akıl kârıydı ki? Her biri ömrünü Balkan dağlarında eşkıyalıkla geçirmiş, köy basan yol kesen, haydut kere haydut, eli kanlı zalim adamlardı. Güç yetirebildikleri mezraları, köyleri basar, yolcuları soyar, zenginleri dağa kaldırıp haraç isterlerdi.
Topladıkları ganimeti yedi köyün en namlı orospularıyla oturak alemlerinde yerler, bitleri kan çekince yeniden bir elde tüfek bir elde kama gariban fukara tepesine çökmek üzere, başı dumanlı dağlardan mor yaylalara inerlerdi. Bir yanda eli tüfekli taifesine para yediren kafasında kırk tilki dolanır derebeyleriyle, diğer yanda bir ellerinde ferman bir ellerinde Kur’an, bellerinde kama padişahtan destur alıp eşkıya kellesi almadan Dersaadet’e dönmemeye yeminli paşalarla tepişen, ömürleri daima sürekle, takiple geçip, ya jandarma kurşunuyla ya rakip çetenin kıstırmasıyla cavlağı çekecek olan bu adamların yaptıkları hangi iş akıl kârıydı ki?  İşte şimdi de her biri kılık değiştirmiş, ellerinde kazma kürek, bellerinde ip, tarla ırgatı kılığında, bir hazine söylentisi uğruna buralara düşmemişler miydi?
Kendilerine "Gegalı çetesi" derlerdi. Başlarında Gega Arnavutlarından gelme, kan davasından zindana, zindandan Balkan dağlarına yol almış, namlusunda seksen, kamasında elli kişinin kanı olduğu rivayet edilen Gega Niyazi Kaptan bulunuyordu. Kah tecavüzden, kah cinayetten, kah haramilikten ötürü firari olup dağlarda gezen korkunç görünüşlü adamların toplandığı, Balkan dağlarını mesken tutmuş sayısız çeteden biriydiler.
Lofça taraflarındaki zengin bir ağadan elde ettikleri hazine haritasının peşinde, kılık değiştirerek hiç isimlerinin duyulmadığı, İstanbul’un burnunun dibi sayılabilecek Istranca Dağları'na kadar gelmişlerdi. Neredeyse yüz senelik olduğunu düşündükleri bir hazine haritasıydı ki, bunu evinin zulasında saklayan Lofçalı Salim Ağa’nın demesine göre haritayı yakın zamanda bir defineciden satın almış, defineci ise bu haritayı babasına Vaka-i Hayriye kıyımından kaçmış bir yeniçerinin sattığını söylemişti. Salim Ağa, Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa’nın yeni ordu kurmak için yanında taşıdığı hazinesi olduğunu ya da Kabakçı Mustafa’nın kellesini alıp Kabakçı'nın İstanbul’dan yağmaladığı hazineye konan Kırcaali çetelerinin baş baskıncısı Hacı Ali’nin gizli definesi olabileceğini söylemişti. Ardında bu denli söylentilerin olduğunu işiten Gega Niyazi ve  adamları, üstlerine başlarına ırgat kılıklarını geçirip, tabancalarını kamalarını gizleyip, silahlarını tilki gezmez ıssız yerlere gömerek Rodop Dağları'ndan düze inerek Istranca Dağları'na dek gelmişti.
Haritayı okutmak için dağa kaldırmadıkları papaz, imam, kalem efendisi kalmamış, haritayı okuyamayanlar, sırrı mezarda saklamaya devam etsinler diye kesik başlarıyla birlikte uçurum diplerini boylamışlardı. Neyden sonra hangi aklı evvel bilinmez, adamın biri haritanın kenarına ayna koyarak yazılan yazıları okumayı akıl etmiş böylece haritayı çözmüştü. Istranca Dağları'nın göbeğinde "Karabat” isminde bir köyün yerini göstermekte, köyün dibinde binaların sureti bulunmaktaydı. Suretin tepesine haç işareti çizilmişti ki definenin köy civarında olduğunun işareti olduğunu düşünmüşlerdi.
Haritayı okuyabilen aklı evveli, sırrı korumak adına bir uçurum dibine kesik başıyla birlikte yolladıktan sonra define işaretlerini okuyabilen usta definecileri gizlice el altından aratmaya başlamışlardı. Onların aradıkları iyi bir define ustasıyken genelde karşılaştıkları eski define meraklıları, ejderha gördüğünü söyleyen çok eski defineciler ve define bulsalar dünyayı satın alabilecekleri hayaliyle yaşayan fuzuli insanlar oluyordu.
Sonunda köyün birinde define işaretleri okumasıyla ünlü, para karşılığı kiralanabilen bir define ustası olan Mümtaz Osman'ı bulmuşlar, hazinenin belli bir hissesi karşılığında onunla anlaşmışlardı. Define ustası, sadece defineler konusunda değil "başka şeyler" konusunda da uzmandı. Hazine tılsımları ve koruyucu cinler hakkında bilgisi olduğunu söylemişti ki bu metafizik bilgi üstünlüğüne dayanarak eşkıyalarda “kanını dökmeleri halinde onlara uğursuzluğunu bulaştırabileceği" gibi bir intiba uyandırabilmişti. Eşkıyalar, normal şartlarda ölümle oynadıklarından inançları zayıf olurdu ve dünya hayatına pek düşkün olduklarından dinsel öncelikleri pek olmazdı. Metafizik söz konusu olduğunda, onlar daha pratik şeylerden korkardı –kemik kemiren mezar gulyabanileri, terk edilmiş köylerde yaşayan cinler, toprak altından gelen kan içen cadılar gibi. Bu korkuyu iyi bilen usta define avcısı Mümtaz Osman, eşkıyaların bu yönünü deşeleyerek hem canını hem de hazineden alacağı iyi bir hisseyi garantilemişti.
Ahalinin ve kolcuların dikkatini çekmemek için yirmi kişilik bu çete, beşerli gruplar halinde Istranca Dağları'na farklı yollardan geçip, Karabat’ın bulunduğu yerin yakınlarında, düzlükte yer alan bir köy olan Sofular köyüne gelemeye ve orada toplandıktan sonra Karabat köyüne çıkmaya karar vermişlerdi.
Sayısız çatışmalara girdikleri kolculara ve evlerini bastıkları köylülere yakalanmamak adına binbir kılığa girmiş bulunan eşkıyalar, tilki geçmez baykuş ötmez ıssızlardan geçerek Sofular köyüne varmışlardı. İstanbul’a mal almaya giden zengin Rumelili tüccarlar gibi gelerek köyün yakınlarındaki bir hanı ellerindeki bir kısım parayla kapatmışlar, civarın en namlı pezevengine para saçıp hana getirttikleri rakkaseleri sinilerde oynatıp çalgı çaldırarak günlerini gün ederek gelecek olan diğer çete mensuplarını beklemeye başlamışlardı.
Köye en önce Gega Kaptan ile Defineci Mümtaz Osman’ın bulunduğu grup geldiğinden, diğer grupların kısa süre içerisinde gelmesini beklemektelerdi. Gega Niyazi, adamlar döneklik etmesin diye,harita ile define ustasını yanında tutmuştu, böylece eğer biri bir madrabazlık yaparsa haritayı kimseye kaptırmamak için imha edebilecekti. Kaptan tez zamanda bu hazineyi alıp oralardan savuşmayı düşünmekteydi zira köylülerin  kendilerinden işkillenmeye başladığını fark etmişti. Bunda sadece ölümle kol kola gezen bu adamların altıncı hislerinin gelişmiş olmasının payı yoktu. Geceleri sinilerde kadınlar göbek atıp zurnalar öterken, havaya tabanca atıp naralarla birlikte en sunturlu küfürleri savurursanız insanlar kısa sürede sizin tüccardan ziyade bir külhanbeyi yahut haydut olduğunuzu anlayabilirdi o dönemlerde. Üstüne üstlük adamlarınızdan biri köy kabadayılarından biriyle kavga edip öldüresiye dövebiliyorsa insanlar sizin tüccardan başka her şey olabileceğiniz konusunda hem fikir olabilirdi.
İşte Gega Niyazi, böyle sabırsızca beklerken çetenin geri kalanı da kısa sürede hana gelmişti. Sabah ezanından önce yola çıkmak üzere karar almışlar, geceyi beklemeye başlamışlardı. Aksilik olacağı varsa olur derler, köyün kahvesine gidip gelen eşkıyalardan birisi akşama doğru beti benzi atmış bir şekilde dönmüştü hana. Onun bu suskun ve durgun hali diğer eşkıyaları da huzursuz etmişti ki bu tip durgunluk ve yılgınlık hali haydut arasında hemen fark edilirdi. Gega Niyazi durumdan işkillenerek tabancasını çekip adamın kafasına dayayıp suratının halini sorduğunda koca haydut ağlayarak olduğu yere çöküp, diğerlerinin şaşkın bakışları altında hazine işinden vazgeçtiğini söylemişti. Eşkıyalar, adamın Niyazi Kaptan’ı bu yoldan vazgeçirmek için yana yakıla çırpındığını görünce bir hayli şaşırmışlardı. Haydutu hisseden vazgeçiren şey neydi? Neden beti benzi atmıştı? Bir eşkıyayı altından defineden vazgeçirebildiğine göre hiç birisi bunu hayra alamet bir şey olduğunu iddia edemezdi.
Gega Niyazi, adamı ağzından bir şey kaçırma ihtimaline karşı uyarıp namluyu alnına dayayıp ne olduğunu tekrar sorduğunda adamın korkudan konuşamadığını görünce rakı getirmelerini emretti. Adamın gırtlağından aşağı yarım testi boğma rakıyı döktükten sonra konuşturmaya muvaffak olmuştu. Adam köy kahvesinde bazı gençlerin konuşmalarına kulak misafiri olmuş, gençler kurt muhabbeti, kuş muhabbeti, puşt muhabbetinden sonra haydut lakırdılarına geçmişler ardından cin-peri menkıbelerini konuşmaya başlamışlardı. Karabat köyünün bahsini duymuş, gençlerin ağzından köyün yıllar önce terk edildiğini, geceleri cin-peri alaylarının düğün dernek yaptıklarını, sakallı cücelerin cirit oynadığını, kesik başlarının sisli sabahlarda ortalıkta yürüdüğünü dinlemişti. Gençlerin anlattığına göre çok önceden de o köyden kaçırılıp gaibe karışan gelinleri, boğazları yarılmış ve kanlı ciğerleri ağızlarından dışarıya doğru sökülmüş insancıkları, beşiğinden kaçırılarak sabahına kanı çekilere bulunmuş bebekleri bulmuşlar ve kalan ahali orayı yıllar önce terk etmişti.
Gega Niyazi bunu duyunca namluyu adamlarına çevirip define olayını birinin ağzından kaçırdığını, bu nedenle gençlerin kendilerini korkutmak için bunu uydurabileceğini söyleyince herkes yemin vermiş kimse bu olayı kendi aralarında bile konuşmadıklarını söylemişlerdi. O vakitten sonra her birinin içine korku tohumu düşmüş, definenin başında bağlı cinlerin varlığıyla birlikte gidecekleri köyün perili olması da korkularının üzerine adeta tüy dikmişti.
Sabah ezanı okunmazdan çok vakit evvel tilki uykularından kalkan eşkıyalar, eşyalarını hazırlayıp alelacele hanı terk etmişlerdi. Mavi karanlığın hakim olduğu bir vakitte terk edilmiş Karabat köyüne girmişlerdi. Defineci Mümtaz Osman, mesleği gereğince adamları köyün dört bir tarafına gönderterek işaret aramalarını söylemişti. Haç, hilal, yılan, yıldız, köpek, bıçak, sayı yahut harf, gördükleri her işareti kendisine bildirmelerini söylemişti. Ayrıca yerdeki taşlara, garip şekillere, hayvan kemiklerine, varsa tuhaf nesnelere dikkat etmelerini söylemişti.
Eşkıyalar köye dağılarak ay ışığı altında, görebildikleri ölçüde işaretler ararken, Mümtaz Osman orada burada dolanırken çete reisi Gega Niyazi, bir ağacın altına çökmüş yanındaki kırbadan rakısını içmekteydi. Neyden sonra adamlardan birinin “Sandık buldum! Sandık!” diye bağırması üzerine herkes elindeki işi bırakıp sesin geldiği yere seğirtmişti. Boş evlerden birinin içinde pencereden vuran ay ışığı altında, upuzun bir sandukanın bulunduğunu gören haydutların tüyleri diken olmuştu. Gega Niyazi ayağıyla vurduğu zaman içinin dolu olduğunu anlamıştı. İçinden bir ses tabutu açmasını istiyor gibiydi.
Gega Niyazi, adamlarına dönerek sandukayı açmalarını emrettiğinde sandukanın içinde boylu boyunca uzanmış, çürümüş, kara kuru bir ölünün olduğunu gördüler. Haydutların her biri alışkın olmadıkları halde içlerinden türlü çeşit dualar okumaya başlamışlar, en ufak bir mevzuda anında dışarıya kaçmayı bekler hale gelmişlerdi. İçlerinden bir tek Mümtaz Osman korku belirtisi göstermemiş, metanetini korumuştu. Mümtaz Osman, bunca senenin tılsımlı definelerini kovalaya kovalaya metafizik durumlara alıştığından ifrit görse “Ne olmuş işte define ve başında bağlı olan ifrit” diyebilecek tıynette biriydi.
Ancak Rumeli’nin hortlaklı cadılı söylentileriyle büyümüş Gega Niyazi ve avanesi, bu tür ölülü, cinli, perili mevzulardan hiç hazzetmezlerdi. Gega Niyazi adamlarının gözünün önünde korkak görünmemek adına ve namına halel getirmemek için belinden tabancasını çıkarıp cesede ateş etmiş, ölüde gözle görülür bir kıpırdama olmayınca defineciye dönüp bu cesedin neden bu şekilde bırakıldığını sormuştu.

Mümtaz Osman’a göre üç ihtimal vardı. Birinci ihtimal bu cesedin bir tür nazarlık olduğuydu ki, kendisi bazı eski paşa saraylarında uğur olsun diye Mısır’dan ve sair memleketlerden böyle nazarlık amaçlı tahnitli cesetler, mumyalar getirtildiğini duymuştu. Tabi “boşaltılmış köyde neyi neyden koruyacaklar da nazarlık bırakacaklar” düşüncesiyle bu ihtimali es geçmişti. İkinci ihtimal ise definenin cesedin altına gömüldüğü yer olup, koruma amaçlı olarak gelen korksun diye buraya kasten bırakılmış olabileceğiydi. Ancak cahil köylülerin böyle kurnazca bir şeyi kolayca akıl edemeyeceğini, en azından koca definenin önceleri köy olan böyle bir yerde, ev altına gömülemeyeceği ihtimalini düşünerek bundan da vazgeçmişti. Geriye tek bir ihtimal kalıyordu. Hazineye dair bir işaret olmasıydı. Ya etrafında ya sanduka içinde bir işaret taşımaktaydı ki dikkat çekmesin diye böyle tuhaf bir yol izlemiş olabilirlerdi. Belki de köyde defineyi bulmak için kasten böyle bir söylenti çıkarılmış, sonra defineyi bulmak için önceden biri gelip işaret felan bırakmış olabilirdi. İşte bu düşüncelerle eşkıyalara meşale yaktırarak cesedin sağını solunu kurcalayacağını söylemişti. Definecilik töresine aşina olanların bilebileceği gibi çizilmiş bir işaret kadar, ölünün kesik parmak sayısı, elinin gösterdiği yer veya üzerinden çıkabilecek gizli bir pusula, her türlü define işareti olarak yorumlanabilirdi.

Eşkıyalar meşaleleri yakıp cesedin üzerine eğildiklerinde gördükleri şey karşısında bir kez daha dehşete düşmüşlerdi. Sıradan birini pek ilgilendirmezdi ama Rumeli halk inançlarına göre yetişmiş birisi için "kalbinin olduğu yere çakılı kazık" bulunan bir ceset, nefes alan bir aslandan daha ürkütücüydü. Gega Niyazi kendi kendine söylendi: “Yetmez, köyün perili olduği, bir de çıktı içınden cadi!”

Defineci Mümtaz Osman kazığı işaret ederek her şeyi korkutma amaçlı yapabileceklerini yahut bunun bir işaret olabileceğini söylemişti. Rumeli dağlarında ömür geçirmiş eşkıyalar huzursuzlanmışlardı ve onun kadar sakin değillerdi. Neticede bir defineci, defineciydi ve Rumelili de Rumeliliydi. Kafası kesilmiş ve ıssız bir yerde kolları göğsüne bağlanarak gömülmüş bir ceset gördüklerinde bu haydutlar türlü dualar okuyup oradan sıvışırken, bir defineci bunun bile bir işaret olduğu zannıyla günlerce o yeri inceleyebilirdi.

Mümtaz Osman çürümüş cesedin üzerine eğildiğinde burnuna oldukça kötü bir korku çarpmıştı. Baktığı ilk yer cesedin parmakları olmuş, cesedin kalbine çakılı kazığı oynatmaya başlamıştı. Diğerleri kabadayılıklarına halel gelmesin diye açıktan müdahale edemedilerse de gizliden gizliye bir cadının cesedini böyle kurcaladığı için bu adamın başlarına sayısız musibeti musallat ettireceği kanaatindeydiler. Defineci kazığı yerinden çıkarıp üstümde işaret aramaya başladığında her biri artık nefes almayı bırakmış başlarına gelebilecek herhangi bir şey için dua etmeye koyulmuşlardı. Karanlığın içinden gelen ani bir rüzgarla meşalelerin sönmesiyle birlikte nereden geldiği meçhul iri bir yarasanın içeride kanat çırpmaya başlaması üzerine erkekliğin onda dokuzunun kaçmak olduğunu addeden eşkıyalar reislerini bile beklemeden kaçışmışlardı. Gega Niyazi ve Mümtaz Osman bile bu durumdan işkillenerek dışarı çıkmışlardı. Mümtaz Osman defineyi başka bir yerde arayabileceklerini söyleyince, eşkıyalar tekrar işaret aramak üzere o evden uzak durarak etrafa yayıldılar. Rüzgarın azizliğinden ötürü hiç biri evin içinde, tabutun içerisinde vukua gelen hareketlenmeyi görememişti.

Eşkıyalardan birisi işaretleri ararken karanlıklar içerisinden bir şeyin kendisine doğru koşturduğunu görüp belinden silahını çekerek o tarafa doğrulttuğunda kendisine gelen şeyin yarı çıplak bir kadın olduğunu fark etmişti. Kadının gece gibi siyah saçları ve kuyu dibini andıran siyah gözleri olduğundan, uyanan şehvanî dürtülerine gem vuramayan eşkıya olduğu yerde donup kalmıştı. Kadın ona yaklaşarak tuhaf, yakası açılmadık kelimeler söylemekteydi ki eşkıya neredeyse diğerlerinin varlığından soyutlanmış, kadının bir işmarıyla çalı çırpı demeden oracıkta abdest bozmya niyetlenmişti. Eşkıyanın kafasındaki yegane fikir kadının ona ait olduğu ve diğer herkesin kendisine düşman olduğuydu. Kevaşeyi ölümüne kıskanmaya başlamışı. O derece ki elini koluna koyan arkadaşını doğrulttuğu namluyla tek kurşunda haklamaktan çekinmemişti. Kadının kendisine verdiği şehvetle birlikte ona karşı muazzam bir kıskançlık duyarak namluyu indirmeden uzakta gördüğü çete arkadaşlarından birini görerek ona ateş açmış ve haydudu devirmeye muvaffak olmuştu. Kadına bir an için döndüğünde gördüğü şeyi çokça anlayamadan karanlıklar alemine karışmıştı ki son gördüğü o esrarengiz kadının dişleriyle boğazına doğru atılması olmuştu.

Silah seslerini duyan Gega Niyazi, kendisini görebilen adamlarıyla birlikte silah seslerinin duyulduğu yere seğirttiğinde çeşitli yerlerde yerde yatan üç ceset görmüştü. Kolcuların yahut köylülerin kendilerini sargıya alıp adamlarını vurduklarını düşünerek tabancalarını çıkararak köyün meydanına doğru gerilemişlerdi. Karanlık daha da kesifleşmiş, ay ışığı bulutlar ardına gizlenmişti. Her biri sanki etraflarında dolanan ve kendilerine yırtıcı hayvanlar gibi bakan tuhaf bir varlığın pençesi altında olduklarını zannetmeye başlamışlardı. Sonradan binaların arasından geçip giden tuhaf gölgeler görmeye başlayınca akıllarına kolculardan ve eşkıya avına çıkmış zabitlerden daha korkunç şeyler gelmeye başlamıştı.

Gega Niyazi hemen hemen etrafındaki adamlara bakınmış, kendisi dahil sekiz kişi sayabilmişti. Kalanların silah seslerine rağmen gelmemelerini hiç hayra yormamıştı. Aklı erkekliğin onda dokuzunu uygulamakla, postu bilmediği bir varlığa deldirmek arasında gidip gelmekteydi. Tam o sırada defineci Mümtaz Osman, Gega Niyazi’den haritayı isterken diğer haydutlara meşale yakmalarını söylemişti. Gega Niyazi haritayı uzatırken kendisini bu durumdan kurtarıp kurtaramayacaklarını sorduğunda Mümtaz Osman cevap olarak hiç bu tip şeylerle karşılaşmadığını söylemişti. Gega, kendisinin metafizik mevzulara olan meylini ve bilgisini sorduğunda ise Mümtaz Osman’ın yaptığı tek şeyin dua okumak olduğunu, şimdi ise karşılarında görülmemiş tipte bir tılsım veya insanüstü varlık bulunabileceğini söylemişti.

Mümtaz Osman, haritayı açarak haydutlardan birinin yaktığı meşaleyi haritanın yüzeyinde tuttuğunda
bir anda yüzünün sarardığını görmüşlerdi. Metafizik mevzular söz konusu olduğunda sandukadaki cesetten bile tırsmayıp kurcalamaktan çekinmemiş bu adamın halden hale girmesinden dolayı her birinin yüreğine derin bir korku düşmüştü. Mümtaz Osman, Gega Niyazi’ye haritada ısındığı zaman kendini belli eden, bir tür özel karışımlı mürekkeple hazırlanan bir yazı bulunduğunu söylediğinde Gega Niyazi bu bilginin kendisinin ve adamlarının hayatlarını kurtarıp kurtaramayacağını sormuştu. Mümtaz Osman haritadaki bilgiye bakış açısına göre değişeceğini, bu haritanın bir define haritası olmadığını söylemişti. Yazanlara göre bu haritayı “işi yarım kalmış” bir cadıcı hazırlamıştı. Aşağı yukarı şunlar yazmaktaydı ve Mümtaz Osman sesi titreye titreye bunları okumuştu: “Oğlum, habis cadıyı kalbinden kazıklamaya muvaffak oldum, saklandığı köyü buldum. Bu haritaya kazıdım. Bu eline ulaşınca tez elden yola çıkıp yarım kalan işi bitiresin, zira bu habis varlık alelade bir hortlak değildir. Kalbine kazığı saplasam da yanımda gerekli malzemeler bulunmadığından işi bitiremedim. Sen bu haritayı alır almaz gösterilen yere gelip cadının hakkından gelesin. Cadının arkasında bambaşka kişiler ve olaylar çıktı, saklanmam iktiza eder. İşi hallettikten sonra Rusçuk’a gel, Kasap Fahri’nin dükkanına haber bırak. Cadıcı Süleymanoğlu Ali...”

Kaderin bir cilvesi olarak mektup yazmak yerine define haritasına benzetilebilecek bir haritayla oğluna mesaj gönderen, ama yolda bunu hazine haritası zannedenlerce ele geçirilip sahtekar bir definecinin Salim Ağa'ya sattığı bu uğursuz haritanın dönüp dolaşıp kendilerine gelmesi, onların bu hortlağın kucağına düşmeleri, cinli bir köyde bir avuç ateşle zifiri karanlıkta bekleşmeleri kendilerince işledikleri günahların kefaretiydi. O anda binaların arasından geçerken gördükleri kor kızıl gözlerinden adeta ateşler saçan dişleri taşra çıkmış cadının varlığı ise yazılanları tasdik etmiş gibiydi.

Gega Niyazi çıkış yolunu göremeyince her eşkıyanın yapacağı şeyi yapmıştı. Kadın kısmının şerrinden oldu olası yılarak dağlara kaçmış bu adam, zoru görünce bir anda tüm dayılığı ve zorbalığı bıraksada nedensiz bir cesarete kapılmıştı. Adamlarına dönerek gebermek isteyenin kaçabileceğini, kurtulmak isteyenin ise ruhları karşılığında bu beladan kurtulabileceğini söyledikten sonra karanlığa dönerek tüm dehşetine ve korkusuna rağmen kendilerine bakmakta olan hortlağın üzerine üzerine yürümüştü. O tüm batıl inanışları bilen bir dağ köylüsüydü ki yeri geldi mi bunları kendisi için kullanmasını da bilmişti. Yarı çıplak suretteki korkunç cadıyı karşısında görünce hiç tepki vermeden üzerine doğru yürümüş, cadı sivri dişlerini göstererek tam kendisine yaklaştığı sırada birden üzerine atılarak cadıyı öpmeye başlamıştı.

Cadı dünya dışı çığlıklar atarken ve Gega'nın kollarından kurtulamazken diğer haydutlar ona ve yapabildiğine şaşkınlıkla bakmaktaydı. Gega Niyazi o boğuşma esnasında bir hamlede kamasını çekerek hortlağın kafasını vücudundan ayırmaya muvaffak olmuştu. Ancak musibet bu kez de başsız bedeniyle çırpınmaya devam ediyordu. Gega Niyazi bir yandan köyün bir tarafına doğru koşarken diğer yandan adamlarına cesedi zapt etmelerini bağırmıştı. Koca eşkıyalar kah korkuyla kah yılgınlıkla cadının koluna bacağına yapışıp zapturapt altına almayı becerebildilmişler, dualarla zar zor tutabilmişlerdi. Gega Niyazi, sönmüş meşalelerden birini kaparak bir ucunu sivrilttikten sona çırpınan bedene saplamış, ardından kesik kafayı bedenin dibine bırakarak her ikisini de ateşe vermişti.

Musibet yok olurken hiç biri tek kelime etmemiş, bir an önce oradan sıvışmanın yoluna bakıp oyalanmadan köyün yolunu tutmuşlardı. Yolda giderlerken Mümtaz Osman, Gega Niyazi’ye cadıyla nasıl boğuşabildiğini, nasıl ona güç getirebildiğini sorunca Gega Niyazi sakalındaki bitlerden bir kaçını parmaklarıyla haklarken gürlemiş ve yıllarca hatırlayacakları şu açıklamayı yapmıştı:
            “-Ben Arnavut ciğerinı pek severım more. Em de isterım olsun sarımsaklı. Lakin olsun insan olsun cadı istemez avrat kısmı sarımsak kokan yiğıt. Dedım hem karıdır hem ortlaktır, cadıdır sevmez sarımsaği! Ben de ver ettım sarımsaği, ver ettim sarımsaği!”

SON

Mehmet Berk Yaltırık

26 Mart 2012 – EDİRNE

6 Kasım 2012 Salı

Şerruh Paşa'nın Sırrı


(Bu hikaye daha önce Gölge e-Dergi'nin 55.sayısında Nisan 2012'de yayınlanmıştır. Harun ÇİMEN'in değerli katkılarıyla düzeltilerek yeniden burada yayınlanmıştır.)
"Mustafa Yaşar'dan Şerruh Paşa illüstrasyonu, Gölge e-Dergi'deki hikaye için çizildi."

Edirne – 1920’ler

            Edirne eşrafından biri olan Saffet Bey’in günleri korku ve endişeyle geçmekteydi. Şehrin dışında sayılabilecek konağının arka bahçesine bakan camın kırılmasıyla başlamıştı korku dolu günleri. Camı kıran şey kağıt sarılı bir taştı ve kağıtta bozuk bir yazıyla Serafim Kaptan isimli, namlı bir eşkıya çetebaşı kendisinden yüklü miktarda para istemekteydi. “Bir hafta sonra konağına geleceğim, altını hazır etmezsen konağı içindekilerle birlikte cayır cayır yakarım!” sözleriyle bitiyordu eşkıyanın mektubu. Saffet bey, Faruk Nafiz isminde tıknaz, şişmanca bir oğlu ve Ferahnaz isminde zarif, döneminin salon adabına göre yetişmiş bir kızı dışında kimi kimsesi olmayan, yegane malı elindeki konakla istenilen miktarı karşılayamayacak denli berbat bir halde bulunan çiftlik olan eski zenginlerdendi. Bu belayı başından nasıl defedebilecekti? Çiftliğini elden çıkarmasına rağmen yine de bu yüklü parayı denkleştirememiş sağdan soldan borç ister olmuştu. O zorlu yıllarda kimsede kendisine yardım edecek para çıkışmamış, birkaç kişi adet olduğu üzere para vermeyip akıl vererek başka bir eşkıya yahut kabadayı tutmasını öğütlemişti. Kurdu basmaya kurt gibi köpek gerek deseler de bu kez yeni bir eşkıyanın ocağına düşmemek için bu fikre de yanaşmamıştı Saffet Bey. Edirne bitince bu kez uzak yerlerdeki ahbaplarına, aile dostlarına, tanıdıklara haber göndermiş kendisini eşkıya elinden kurtarabileceğine inandığı beli silahlı kabadayılardan bile medet ummuştu. Çoğu mektubuna cevap gelmemiş, gelenlerden de bir netice çıkmamıştı. Eşkıyanın gelişine dört gün kala gelen bir mektup ise Saffet Bey’i biraz olsun umutlandırmıştı. Cevap gelmesini hiç ummadığı birinden geliyordu mektup. Ta çocukluk yıllarında bir kez ismini duyduğu, büyük büyük dedesinin ailesinden kız aldığı hasebiyle irtibatı olduğunu bildiği ama hiç görüşmediği bir uzak akrabaydı. Istranca dağlarının göbeğinde oturan eski bir ayan-derebeyi ailesinden gelmekte olan, Istrancalızade’lere gönderilmiş mektuba verilen cevap o ailenin kalan son üyesi Abdülharis Şerruh Paşa’dan gelmişti. İsmini hiç duymadığı bu kişi, kendisine yardım edeceğini ama oldukça kalabalık bir maiyeti olduğu için önceden hazırlık yapılması istediğini söylemiş “Eşkıyaya para vermenize, zaptiyeye haber salmanıza lüzum yoktur. Ben kendi hizmetkarlarımla bu işi halledeceğim. Size önden uşağımı ve bir miktar parayı onunla birlikte gönderip gereken hazırlıkları bildireceğim. Bazı şahsi eşyalarımı da o getirecek. Ben ve adamlarım ise en kısa zamanda Edirne’ye intikal edeceğiz. Istrancalızade Abdülharis Şerruh Paşa.” diyerek mektubunu sonlandırmıştı. Mektubun gelişinden bir gün sonra konağa iki atın çektiği büyük bir talika yanaşmış, içinden inen çirkin suratlı kambur bir adam inerek Şerruh Paşa’nın şahsi eşyalarını getirdiğini belirtmişti. Beraberinde gelen birkaç amele ile tuhaf görünüşlü süslü ve büyük bir sandığı konağın mahzenine indirdikten sonra kendi yataklarını adamların kendi getireceklerini, her birinin Paşa dahil bu mahzende kalacağını söylemişti. Saffet Bey her ne kadar "Koca paşa mahzende yatar mı?" dese de paşanın kahyası olan kambur Fatin Efendi, herhangi bir oda hazırlamamasını paşanın mahzende kendi alıştığı biçimde daha çok rahat edeceğini söyledi. Saffet bey kaç kişinin gelip kalacağını ve paşanın ne zaman geleceğini sorduğunda şöyle demişti: “-Dokuz silahlı adam, Paşa’nın bahçıvanı ve yanaşması Sadrettin, bir ben bir de Şerruh Paşa hazretleri... Ha bir de paşanın köpeği. Ben burada kalarak paşayı bekleyeceğim, onun gelmesi yakındır, eşkıyanın gelişinden önce muhakkak gelecektir. Eşkıya olup Istranca dağlarında paşadan korkmayan kimse yoktur, merak etmeyin.”
              Eşkıyanın geleceği güne değin kimse gelip gitmemiş, Fatin efendi yemeklere bile gelmeyerek bazen dışarı çıkarak dışarıda yediğini söyleyerek günlerini konağın mahzeninde geçirmeye devam etmişti. Gün geceye dönüp güneş battığında eli kanlı gözü kara eşkıyalar konağın kapılarına elde meşale dayanmışlardı. Her biri hapishane kaçkını, ırza ve cana kastetmekten çekinmez, parmak, kol keserek ziynet eşyası çalmaktan gocunmaz harami ruhlu haydut kere haydut adamlardı. Başlarında Rodop dağlarının sayılı fırtınalarından koca vücutlu, dağlar ejderhası Serafim Kaptan konağı temellerinden itibaren sarsarak gürlemekteydi: “Vre Saffet efendi! Sana verdiğimiz müddet bitmiştir! Paran canından kıymetli olduğuna göre seni konağınla birlikte yakacağız? Daksi vre?” O korkulu saatte birden bire Saffet Bey’in tam ümidini kestiği anda bir şeyler olmuştu. Karanlıktan vızır vızır seslerle fırlayan fişekler ve top ateşlerini andıran tüfek namlularının çelik parıltılarını görmüştü. Eşkıyalardan kimisi yıkılmış, kimisi sağa sola kaçmaya başlamıştı. Gecenin karanlığında ay ışığı altında kara donlu atlara binmiş kara suretli, dev yapılı süvariler elde tüfek eşkıyaların tepesine yıldırım gibi düşmüştü. Atlılardan birisi kılıç çekmiş bir halde Serafim Kaptan’ın üzerine hücum ederek tek vuruşta koca eşkıyanın kafasını koparmıştı. Kalan eşkıyanın aman dilemelerine aldırış etmeyen atlılar yağlı kurşunlarla vücutlarını kalbura çevirdikleri eşkıyaları ölen yoldaşlarının ve reislerinin yanına göndermişlerdi. Evin içinde silah seslerini dinleyerek ölmeyi bekleyen ev ahalisi, camın önünde kah sedire eğilip kah müsademeyi seyrederken mahzenden çıkıp gelen Fatin’in sözleriyle birlikte rahata ermişti: “Sakın endişe buyurmayın! Gelen paşa hazretleridir. Eşkıyaların kaffesini birden tepelemeye muvaffak olmuştur.” Saffet bey ve ev ahalisi Fatin’in ardından konağın bahçesine indiklerinde kara suretli, yüzü sarılı süvarilerin atlarından inerek toprağı kazdıklarını gördüler. İri yarı, deyim yerindeyse dev gibi,  korkunç görünüşlü bir adamın beraberinde bir aslan kadar iri, kara suretli, en az adam kadar korkunç bir köpekle birlikte cesetleri bir araya toplamak üzere diğerleriyle birlikte sürüklediklerini gördüler. Atlarını bahçenin demir parmaklıklarına bağlamışlardı. Bunların başında uzun boylu kara suretli birini gördüler. Aile ahalisinin yanına yaklaştığında ellerinde tuttukları gaz lambalarının ışığında yüzünü görmüşlerdi. Fatin bu adamın önüne gidip el etek öptüğünde onun Şerruh Paşa olduğunu anlamışlardı. İnce uzun boylu, kendinden emin gibi mağrur duruşlu, esmer suretli, sert bakışlı ve kartal misali kemer burunlu, gayri müslim balkan çetecileri gibi saçları omuzlarına dek inmekte olan pala bıyıklı bir garip kişiydi. Sırtında paltosu, belinde kabzası işlemeli tabancası ve çerkez kaması, sol bacağının yanında kuşağına asılı karabelası, elinde altın savatlı kamçısı ve başındaki kenarı sarıklı kırmızı fesi ve giydiği siyah çizmeleriyle bu adam, tıpkı eski zamanların dağlarında saltanat süren isyancı Osmanlı derebeylerine benziyordu. Yok, yok... Sert duruşlu, kavi bir Balkan ayanıydı. Fatin’e bir şeyler emrettikten sonra adamlarının başına dönmüştü. Fatin ailenin yanına giderek paşanın kendisini konakta beklemelerini emrettiğini söyleyince konağa geçip girişteki büyük sofada beklemeye başlamışlardı. Konağın kapısından içeriye önce silahlı külahlı korkunç görünüşlü dokuz adam geçerek ev sahibini selamladıktan sonra mahzene inmişlerdi. Onların ardından içeriye dev yapılı adam girmişti Fatin’le birlikte. Dev yapılı adam paşanın hususi bahçevanı olmalıydı. Bir süre sonra da içeriye paşa girmişti. Tek kelime konuşmayan bu adam içeriye girer girmez sanki o sert havasından sıyrılmış gibiydi. Çizmelerini çıkartmış, paltosunu ve silahlarını sofadaki somyanın üstüne bıraktıktan sonra herkese selam verdikten sonra Saffet Bey ve Faruk Nafiz ile selamlaşıp salona geçtiler. Silahlarını çıkarınca, ceketinin üzerinde duran Şecaat ve Sadakat madalyaları, sedef düğmeli yeleğinden parlayan altın kösteği, elindeki oltu taşı tespihi daha çok göze çarpmaya başlamış adeta bir salon efendine benzemişti. Kahve veya çay hiçbir şey istememişti. Sert konuşmasına rağmen İstanbul aksanıyla konuşmaktaydı. Ama buna rağmen tavırlarında eski Osmanlı ayanlarının davranışları ve adetleri belli ediyordu kendini. ”Her ne kadar alafranga-i nevi’ye aşina olsak da kökümüz Osmanlı. Erkekler arasına hanımın oturduğu görülmemiştir. Affınıza sığınarak Ferahnaz hanımın bir süreliğine odasına gitmesini temenni ederim. Görüşeceğim bazı hususlar ailenizin erkeklerini ilgilendirmektedir.” Ferahnaz hanım bu hali yadırgasa dahi eski adetleri bildiğinden odasına çıktığında Şerruh Paşa, Faruk Nafiz’e dönerek sordu: “Evli misiniz?” Faruk Nafiz: “Henüz kısmet olmadı paşa hazretleri.” Şerruh Paşa acayip bir sırıtışla: “Evlenmeye bakınız Faruk bey oğlum. Belki suretinizden dolayı kadın kısmı beni nasıl görür diye dertlenmektesinizdir. Hiç düşünmeyin. Kadın kısmı adamda güç ve mevkii arar. Haliniz vaktiniz yerinde. Bunları kullanmaktan çekinmeyin. Şan kazanmaya bak, adamın altına yatmak için can atarlar! Ben dağlarda da bulundum. Nice altmışlık eşkıya gördüm, içlerindeki hırsla nice taze kızlarla güreş tutarlardı! O hırs olmadı mı adama adam denmez!” Adamın kaba saba konuşmasından dolayı Faruk Nafiz’de, Saffet bey de feci halde rahatsız olmuşlardı. Kendi ağzıyla bir dönemler eşkıyalık yaptığını söylemekten çekinmemiş, dağ kalelerinde yaşaya yaşa dağ adamı haline geldiğini itiraf ederek, adeta kadimin kanlı derebeylerinden birisi olduğunu ima etmişti. Paşa Saffet Bey’e dönerek: “Sizi eşkıyadan kurtardım. Paranız size kalsın. Sizden bunun karşılığı tek isteğim bu konağı sizden almaktır. Konağı bana bırakacaksınız.” Saffet Bey: “Burası aile yadigarımızdır paşam. Nasıl size verelim?” Şerruh Paşa’nın yüz hatları çirkin bir hal alırken: “-Bak Saffet efendi. Ben Şerruh Paşa’yım. Eşkıyadan, kabadayıdan, paşadan, ağadan, zaptiyeden korkmam. Ben bu konağı alacağım dedimse alacağım. Siz doğmadan yıllar evvel ben bu konakta yürüdüm. Ben sizin büyük büyük dedenizin evlendiği İsmihan hanımın abisi Abdülharis Şerruh Paşa’dan başkası değilim! Derhal kağıt kalem getirip konağı bana devrediniz.” Faruk Nafiz hem adamın kabalığından hem bu isteğinden tiksinerek olduğu yerden kalkarak salondan çıkmaya hamle etti. O anda salonun kapısının büyük bir gürültüyle kendiliğinden kapandığını görerek olduğu yerde kaldı. Gaz lambalarının ışıklarının titreşerek sönmesiyle odanın karardığını gördüler. Şerruh Paşa’nın tırnaklarının simsiyah bir şekilde uzadığını, ağzından korkunç derecede sivri iki dişinin fırladığını, gözlerinin kızıla çaldığını gördüler. O paşanın sadece bir derebeyi değil aynı zamanda eski Balkan masallarından fırlamış ürkünç bir gulyabani, kanlı bir hortlak olduğunu o anda idrak ettiler. Şerruh Paşa gürledi: “Hala duruyor musun Saffet!” Saffet bey o an nasıl cesaret edebildiyse salondaki yazı masasının çekmecesinde duran silahını bir koşuda çekip alarak Şerruh Paşa’ya doğrulttuysa da  vampir hipnozunun etkisi altına girerek ateşleyemedi. Derken bir anda kapılar açılarak o dev köpek Saffet Bey'i yere yıktı. Köpek hırlayarak ve mezar kokusunu Saffet Bey’in burnuna üfleyerek karabasan gibi üzerine çökmüşken içeriye Fatin ve Sadrettin ile birlikte Paşa'nın dokuz adamı girdi. Şerruh Paşa’nın emriyle Fatin bir kağıt kalem alarak pis bir sırıtışla Saffet Bey’in başına eğildi. Şerruh Paşa, Saffet Bey’in hareket etmediğini görünce bir bakışta adamı Sadrettin’i öne çıkarttı. Sadrettin belinden koca bir satır çıkararak koca eliyle boynunu kavradığı Faruk Nafiz’in boynuna dayadı. Saffet Bey hırsından sesini çıkaramayarak istemeye istemeye kağıdı imzalayarak konağı paşaya devretti. Fatin kağıdı paşaya gösterdikten sonra Paşa suratında pis bir sırıtmayla arkasındaki dokuz adama dönerek: “Afiyet olsun. Bunları size bıraktım, yukarıdaki bana yeter!” diyerek Fatin ve Sadrettin ile birlikte odadan çıktı. Odadan korkunç çığlıklar yükselirken adamlarına döndü: “Fatin sen kağıdı al şimdiden şehre git, sabaha tez elden tasdik ettir. Sadrettin sende bahçeye bir çukur kaz arta kalanları gömersin.” Şerruh Paşa yukarıya çıkan merdivenlere yöneldiğinde kendisine korkuyla bakmakta olan Ferahnaz hanımı gördü. Pis bir sırıtışla merdivenlerden yukarıya doğru kendinden emin bir şekilde yürüyerek kızın üzerine üzerine gitmeye başladı. Ferahnaz korkunç bir kabusun içinde olmadığından adı gibi emindi. Can havliyle çığlık çığlığa merdivenlerden yukarıya çıkarak odasına doğru koşmaya başladı. Odasının kapısını örterek kilitledikten sonra önüne büyükçe bir sandığı sürükleyerek kapattı. Korkuyla yatağına doğru gerilerken gri bir dumanın kapının ve sandığın altından geçerek odaya dolduğunu gördü. Sisler odanın bir köşesinde toplanarak insan suretini andıran bir görüntü oluşturmaya başladılar. Bir anda Şerruh Paşa’nın kanlı canlı odanın içerisinde peyda olduğunu gören Ferahnaz gözlerinden akan yaşlarla boğazından gelen hıçkırıkları bastırarak geriledi. Şerruh kızın bileklerini yakaladıktan sonra yatağa fırlatıp kızın kafasını öte tarafa çevirip boynunu açığa çıkardıktan sonra üzerine çöktü. Ferahnaz, mezar kokusunu andıran çürümüş nefesi suratında hissederken Şerruh Paşa sivri dişlerini ortaya çıkararak: “Bugüne kadar hep köylü kısmının eşkıyaların kanları besledi beni. Asil bir boyundan hayat suyu içmeyeli çok zaman olmuştu!”
            Ferahnaz’ın son hissettiği şey oldukça garipti. Karabasan çökme haliyle, aşık olma arasında, ölüm ile yaşam arasında gidip geliyordu. İçinde hem öte alemlere dair bir korku hem de tarifsiz bir istek duyuyordu. Şerruh Paşa kızın üzerinden kalktığında pencereden dışarı baktı. Doğmakta olan güneşi görerek mahzene indi. Kendi özel yapımı olan büyük tahta sandukasına girdi.
            Konağın yeni efendisi asırlık hortlak Istrancalızade Abdülharis Şerruh Paşa, ölüm ile yaşam arasında tuhaf bir uyku haline dalmıştı. Yeni yerleştiği bu yeni yerde yeni kurbanlarını arayacağı kanlı bir geceyi bekleyerek elleri göğsünde kabrinde ölü gibi soluksuz uzanmıştı.


Mehmet Berk Yaltırık
10 Mart 2012 -EDİRNE