6 Haziran 2015 Cumartesi

Mültezim Paşa

(Daha önceden Gölge e-Dergi'de yayınlanmıştır)

       Ben, Kalaycı Mustafa bir de Kesik Memet… Üç kaçak, üç firari… Düze iniyoruz, “Mültezim Paşa” çağırtmış. Yani bizim Değirmenci Vehbi. Elinde iltizam kağıdıyla, göğsünde manası meçhul bir madalyayla çıkıp geldi geleli de “Mültezim Paşa”. Paşa’lığı göğsündeki madalyadan. Kapısında bir sürü adam besler. Buraların en zenginidir ki ona borçlu olmayan yoktur. Aha bizim gibi firariler bile ondan yakasını kurtaramamıştır ki eline bakmaktayız. Mültezim Paşa’mız olmasa acımızdan ölür gideriz, hesapta eşkıyayız ama işte arada bir olmazlanan, borcunu vermezlenen köylü olursa kapısına dayanıp korkutmak için kiralanmış garibanlarız.


            Benim kabahatim tütün kaçırma. Kalaycı Mustafa ile iş tutardık. Kesik Memet azılı eşkıya. Aslında bizim gibi Reji kolcusuna düşecek adam değil. Eli fermanlı, beli kamalı eşkıya avcısı zabitlere düşmedi de bizim gibi tütün kaçakçılarıyla aynı mahpusa düşüverdi. Onun inayetiyle kaçtık, kırda yabanda gezer eşkıya olduk. Değirmenci Vehbi ağanın evine sığındık bir gece yarısı. “Sizi ben evde de saklarım ama Osmanlı’nın sağı solu belli olmaz gayrı yeriniz dağlardır!” dedi, biraz erzakla üç tüfek verip dağa yolladı. Bu viran olası yerlerde fukara olmayan yok gibi bir şey, yol keserek adam soymak nâmümkün, olan da zaten Değirmenci Vehbi’ye borcunu götürüyordur diye ilişemediğimizden mecbur Vehbi’nin eline bakıyoruz. Vehbi, akarsuyun başına çökmüş ejderha, destur vermeden suyun gözesinden içmek ne mümkün? Haydi Şeytana uydun gidip bastın Vehbi’yi, çektin vurdun. Kapısındaki adamların silahla külahla işi yoktur hattı zatında, olsa bizi beslemez. Gitsek kapısına her birini vursak, yedi sülalemiz abat olur adamın servetiyle. Ama kim iş görecek, kim mal getirecek, kim çerçilerle tüccarla konuşacak? Fukaralıktan acımızdan ölür gideriz bu kıraçta…

            Sabahın köründe yanaşmalarından birini bizim dağa salmış, “Mültezim paşa hazretleri çağırdılar, aman ağalar acele!” diyerekten. Kızgın ve keskin kayaların üzerinden atlaya sıçraya düze iniyoruz şimdi. Değirmenci Vehbi’nin değirmeninin hemen yan tarafındaki iki katlı evi uzaktan görünüyor. Kendisine “Mültezim Paşa” dedirttiği günden beri orası da gayrı “Mültezim Paşa Konağı”. Köyün içinden geçerken çoluk çocuk, kadınlar falan pencerelere sökün ediyor. Eşkıya dediğin bunların gözünde canavar gibi ejderha gibi bir şey, merak ediyorlar herhalde. Başka bir taraf olsa anında jandarma, kolcu biner tepemize. Ama burada bir şey olmaz, kanun da jandarma da Değirmenci Vehbi…

            Vehbi’nin evine geldiğimizde yanaşmalar evin üst katına buyur ettiler. Vehbi Ağa yahut Mültezim Paşa’mız rakı içiyor sofra başında. Bizi de buyur etti, üstüne önümüze rakı koydu! Eyvah! Normal bir iş için çağırmadığı önümüze rakı koymasından belli. En son böyle rakı içirdiği zamanı hatırlarım. Mahpustan yeni firar ettiğimizde kapısına düşmüştük. Belimize kamaları kendi eliyle takıp elimize martinleri tutuşturup dağa yollamıştı da eşkıya olmuştuk. Hem de katmerli bela olmalı ki arada bir: “Aslanlarım!” “Koçlarım” diye sırtımıza vuruyor gerdek kapısındaymışız gibi…

            Neden sonra açtı meseleyi Mültezim Paşa. Deli Halime’den epey alacağı varmış, ne kendisi getirmiş bugüne değin ne de yanaşmaları gidip tahsil etmiş. Benle Kalaycı Mustafa’yı aldı bir titreme. Ulan zaten kırk yılın Deli Halime’sinden alacak tahsil etmeyi akıl etmeyi ancak bizim Vehbi akıl edebilir. O da zaten bu yüzden “Mültezim Paşa” oldu ya! Kesik Memet buralı olmadığından zerre tınmıyor, “bir deli karıdan ne korkarsınız, bir kurşunluk canı yok mu” diye soruyor. Korkusuzluğu kanlı katil olmasından cehaletinden değil, buralı olmamasından. Deli karıdan neden korkuyormuşuz, bir kurşunluk canı yok muymuş… Deli Halime’den korkan kim? Buralarda kimse Deli Halime’den korkmaz. En azından zatından korkmaz. Daha ziyade çevresindekilerden korkar. Ancak kendisinin görüp konuşabildiği o şeylerden korkarlar. Kesik Memet’in bu sefer de cahilliği tuttu? “O ne şeymiş öyle?” İşte kimi yerde cin dediklerinden peri dediklerinden…

            Mültezim Paşa önce göğsündeki madalyayı gösteriyor ardından tüfeklerinizi: “Arkanızda devlet var. Elinizde martin! Ne malı mülkü varsa toplayın gelin…” Bunca senenin Deli Halime’sinde para pul, mal mülk ne arasın? Dahası Halime hangi ara bizim Vehbi’ye gelip de borçlansın? Garip karının ta dağ başındaki kulübesinden çıkıp para aldığı un aldığı mı var? Peri karındaşlarıyla dağ diplerinde çakallardan kartallardan arta kalan leşlerin kemikleriyle karnını doyurduğunu bizim Hacı İmam Efendi kendi ağzıyla dememiş miydi? Bunları Mültezim Paşa’ya soramadık tabi. Alır elimizden tüfekleri de koyar kapıya, o vakit kimse tanımaz bizi. Barındırmaz bile de kendi eliyle tutar reji kolcusuna teslim eder.

            Çıktık Vehbi’nin evinden. Köyü de geride bıraktık. Deli Halime’nin göze görünmeyen yoldaşlarıyla söyleştiği uğursuz yaylanın yolunu tuttuk. Kesik Memet yine cahilliğine doymasın hala Halime’yi soruyor. “İyi saatte olsunlarla söyleşiyor diyoruz bre dinlemez misin?” Bu sefer de eşkıya damarı kabarıyor. Şöyle ayaklarından asarım, böyle boğazını keserim, göğsünden yağlı kurşunla mıh gibi çivilerim… Ulan deli eşkıya, deli karıyı kurşunlamak mesele değil ki, göze görünmeze nasıl kurşun atacaksın?

            Deli Halime’nin kulübesine yaklaştıkça hava değişiyor gibi. Ağaçlar çıkıyor bazen tek tük, eciş bücüş… Fesupanallah gadrına uğrattığı insanların sureti misali.  Bir tanesinin yakınından geçerken bakıyorum da insana pek benziyor. Tepeye yaklaştıkça adımlarımız yavaşlıyor sanki. Kesik Memet dağlara bizden daha alışkın ama şimdiden kesilmiş gibi nefesten. Kafamı bir an Kalaycı Mustafa’ya çeviriyorum, yanımda bir ağaç bitmiş. Sureti korkunç şekilde tanıdık. Kesik Mehmet’e dönüyorum,  korkudan ilk defa göğe açtığı elleri yapraklanmış. Deli Halime’nin kahkahası gökte, toprakta çınlarken koşmaya yelteniyorum bir de bakıyorum ki ayaklarım, pabuçlarımdan fırlamış toprağa kök salar olmuş…


23 Nisan 2014 Perşembe – Edirne

Müfettişin İstifası

(Daha önceden Hayalhane Fanzin'de yayınlanmıştır)

         Kabul etmediğim bir rüşvet yüzünden mi yoksa siyasi meselelerle alakalı bir lakırdıyı ağzımdan kaçırdığımdan mı meçhul, Devlet-i Aliyye’nin bir ucuna teftişe gönderildim. Teftiş dedimse öyle taltif, ihsan bâbından bir vazifelendirme zannedilmesin, bir nevi sürgün ancak ismine teftiş demişler. Gerçi bana söylemiyor ama bizim Osman’ın yediği bir herze olması da muhtemel. Pek bir sıkıştırdımsa da söylemedi ancak neşeli halinden kendisinin parmağı olduğunu anlamam pek zor olmadı. Zaptiye nazırından emir gelir gelmez benim telaşemi, endişemi görünce sanki inadıma neşelenmişti. “Efendim hüsn-ü kuruntunuz beyhudedir. Bizi ebediyen teşkilattan uzaklaştırmıyorlar ya? Alt tarafı polis müfettişi namı ile bazı şehirlerin, kasabaların zaptiye karakollarını ziyaret edeceğiz. Sonra müfettiş demek ne demek? Gittiğimiz her yerde izzet-i ikramla karşılanmak, ağa sofralarına davet edilmek fena şey midir? Üstüne sadece ziyafet ikram etmezler, beldenin dilberlerinden, aşüftelerinden de sebepleniriz, neşe buluruz sefamızı süreriz! Öyle bir evhamlandınız ki gören de sizi Fizan’a yolluyorlar sanacak? Alt tarafı Rumeli’ne çıkacağız yahu! Burnumuzun dibi!” Bu zevzeğe(!) bakılırsa bizi gören Beyoğlu’nun gazinolarına, şarkılı kumpanyalarına gidiyoruz zanneder. Rumelinin karışık vaziyeti malum, her gün bir nice kanlı haber ta İstanbullara kadar geliyor. Tabii bizim Osman Frenk memleketlerinden gelen muzır neşriyatın, anadan üryan kadın resimlerinin neşredildiği mecmuaların haricinde gazete falan okumadığından siyasi vaziyetten, Rumelindeki komitacılardan, haydutlardan falan bîhaber. O yüzden ben ömrümün son seyahati havasındayım o ise sayfiyeye çıkıp paşa kızlarını gözlemeye heves eden hovarda beyzadelerin havasında! İlkin istifa etmeyi dahi düşündüm can korkusundan lakin “viran olası hanede evlad-u ıyal olmasa” diyerek aklımdan savuşturdum.


            İşte böylece muhasebe kaleminden müfettişlik namına ayrılan harcırahımızı aldıktan sonra bir arabacı ile anlaşmış, iki çekerli bir faytonun tepesinde, iki zaptiye neferi ile Arnavut muhacirlerin aksanıyla konuşan arabacıyla birlikte Rumeli zaptiye müfettişliği sergüzeştim başladı. Edirne’ye sıkıntısız vardık lakin ayrılırken, serkomiserin: “Dağda bayırda fazla eyleşmeyin, hep türlü milletin kumitaları gezer!” demesi bendeki evhamı daha da körükledi. Bizim gamsız Osman’ın türlü milletten çıkardığı yegâne mana, çilingir sofrası düzen aşüftelerle, oyunbaz dilberler! Bir seferinde yol ağzında bir kasabaya indiğimizde uzaktan uzağa atılan silah patırtılarına şahit olduk. Gidip bakmaya niyet bile etmeden köylülerden biri demesin mi: “Aman ilişmegin beyım. Hasım kumitalardır, müsademe ederlar!” Adam öyle bir söylemişti ki zannedersin yağmur gibi, hasat gibi olağan, alelade bir şeyden bahsediyor! Diyeceksiniz ki: “Yahu sen iki mermiye ürkecekse, nasıl zaptiye oldun?” Mazur görünüz, İstanbul’da böyle şeylerle pek karşılaşmadığımızdan korkmam gayet tabii. Biz silah sesini ancak balozlarda, tiyatrolarda işitiriz ki o da hayranı oldukları şarkıcı kadınların yahut kadın sandıkları zennelerin şerefine ateşlenir, adama değmese de mekânların çatısı tavanı delinir. Cinayet vuku bulsa bile en kabadayısı gelir teslim olur en olmadı bir kopuğu, külhanbeyini gönderir o da cinayeti üstlenir. Zaten semt karakollarında rüşvet maaş kadar tabii sayıldığından, semt kabadayısı ile semt komiseri anlaştıktan sonra pek zaptiye vakaları da vuku bulmaz. En azından bize aksettirilmez! Burada ise ölmek, müsademeye kurban gitmek daha tabii! Osman ziyafet sofralarına oturup, kıvrak çengilerin serencamına kapılınca kendinden geçip her şeyi unutuyor. Ama benim aklımdan o silah patırtıları ve katledilmeyi kabullenmiş köylülerin halleri hiç çıkmıyor.

            Seyahatimizin ikinci ayına girdik. Manastır Vilayeti’nden çıktık, Üsküp’e doğru gidiyoruz. O taraftaki zaptiye karakollarını teftiş edeceğiz. Dağların bağrından geçiyoruz, koca koca ormanlardan korulardan birine girip diğerine çıkıyoruz. Arada bir uzaktan uzağa bizi seyreden karaltılara tesadüf ediyoruz. Rumelinin bu dağ köylerinde çoban mıdır komitacı mıdır yaşayanlar dahi zor ayırt eder… Bir kasabaya indik hatta tabiri caizse dağların yücesinde olduğundan çıktık. Köyden hallice ancak dağ yollarının merkezinde bulunduğundan buraya da karakol yapılması münasip görülmüş. Evler kale gibi, çoğu sürü sahibi, zengin kimseler. Kasabanın yukarısında kalan bir tepenin üzerine kurmuşlar karakolu, bir bostanı, bostandan bozma bir mezarlığı geçip öyle varılıyor. Karakol da bu ağa takımının ziynetini, evlerini, hayvanlarını muhafaza etmek maksadıyla kale gibi inşa edilmiş ve donatılmış. Sahra topu koysalar, alay bozar cinsinden hudut kalesi zannedersin…

            Karakolun serkomiseri Hersekli Boşnak Abdi Bey ardında zaptiyelerle karşılıyor bizi. Zaptiyeler ekseriya buranın köylerinden, çifti çubuğu tutamayıp devlete kapulanmışlar. Karakolun eksiğini aramaya kalksak bu haliyle biz ondan kusurlu çıkacağımızdan yarım ağız teftiş ediyoruz. Ardından kahveler pişiyor, sigaralar sarılıyor muhabbet peyda oluyor. Bizim İstanbul’un hovarda takımının hergeleliklerinin neyini anlatacağız? Biz susuyoruz, ekseriye Boşnak serkomiser anlatıyor. Kanlı baskınlar, kovalamacalar, orman kuytusunda tabanca çekmeğe dahi mecal bulamayıp kama kamaya geldiği haydutlar, düğünden gelin kaçırmalar… Akşama doğru köyün ağa takımından birinin yanaşması geldi kapıya. Yanaşma dediysem giyimi dahi köy efendisinden hallice. Ağalar toplanmış ziyafet sofrası hazırlatmışlar, bizi de davet ediyorlarmış. İcabet edeceğimiz bilmem kaçıncı davet olduğundan sanki vazifemizin bir parçasıymış gibi kabul ediyoruz. Teftişe mi geldik, maliye nezaretinin “bir miras kaç ayda yenilerek bitirilir” mevzulu bir tetkikine mi iştirak ediyoruz belli değil...

            Ağalar sofrasına oturduk. Ziyafetten sebeplenenler bizden fazla. Köylüden, çobanlardan birçok kimseler de bulunmakta. Ziyafetin ardından çilingir sofrası faslı da geliyor, ağalarla serkomiserle kalıyoruz. Bir başka köyden çengi kızlar getirmişler, cümbüş seslerine, zurna sesine, işveli bakışlara ve naz ile kıvrılmalara şahitlik ediyoruz, rakının şarabın haddi hesabı yok. Bizim hadsiz Osman bir ara tabancasını çıkarıp İstanbul hovardalarından öykündüğü şekilde havaya ateş ediyor. O kadar hayduttan mayduttan çekiniyorum ama hakikisini yanımda gezdiriyorum! Yine köyün birinden bir Bulgar hanım getirmişler, muganniymiş pek güzel sesi varmış. Çoğunluğu kendi memleketinin türkülerinden havalar okuyor, saatler gecenin kuytusuna devriliyor…

            Lambalar sönüyor, kapılar örtülüyor. Ziyafet bittiğinde herkes evlerine çekiliyor. Biz de serkomiserle karakolun yolunu tutuyoruz. İstesek ağalardan birinin evlerinde kalamaz mıyız? Kendileri de davet etmemiş miydi zaten? Olur mu? Müfettişler karakol haricinde birinin evinde kalırsa ahali bize rüşvetçi de der, milletin sofrasına çöktüğümüz şayiasını da çıkarır. Kanun nizam gereği hep. İçtiğimiz rakının yediğimiz etin haddi hesabı yok ama uyurken sızmaya yakın aklımıza geliyor kanun nizam işte…

            Yürüdüğümüzden mi bilmem bostanın mezarlığın içinden geçen yol uzun geliyor. Gündüz vakti böyle değildi. Hatta bu kadar ağaç olduğu bile dikkatimi çekmemişti. Sanki gece çökünce dallarıyla sürüne sürüne gelip yolumuzun üstünde peyda olmuşlar gibi selamünkavlen. Mezar taşları uzaktan uzağa ay ışığı altında parıldıyorlar. Toprak üstünde kalmış kurukafaların dişleri gibi aynı tövbe estağfurullah. Uzaktan uzağa baykuşlar da çığrışıyor, ölüm alametidir derler çoğu yerde fesuphanallah. Arada bir dallar arasından hızlı hızlı kanat çırparak yarasalar geçiyor, gecenin sevimsiz suratlı mahlûkları, sanki ölümümüzü bekler gibiler hafazanallah. Zaten bu Rumeli arzına ayak basalı beridir komitacılar kadar korkulu mahlûkların rivayetleri, haberleri de ürkütüyor beni. Mezarından kalkanlar, dağdan dağa dolaşan minare boyunda sakallı hikat garibeleri, eski gazalar devrinden kalma kesik başlarıyla yol ağızlarında yolculara görünüp korkutan adı belirsizler, terk edilmiş evlerde kiliselerde meskûn ecinniler, örümcek ağlarından kefen artıklarından elbise diker peri kızları…

            Bizim Osman kolumu çekiştiriyor. Hiçbir şey söylemeden karşı tarafı işaret ediyor. Allah kahretsin ki mezarlığın olduğu taraf… Yüreğim: “Bakma! Bakma!” diye çırpınsa da merakıma yenik düşüp kafamı o tarafa çeviriyorum. Ağaçların altı sonsuz karanlık. Ay ışığının huzmeleri belli yerlerde toprağa dek ulaşabiliyor da ilerileri görebiliyoruz. Hiçbir şey görmedim. İçten bir: “Oh!” çektim. Tilkidir, kurttur, domuzdur, ayıdır, kedidir, komitacıdır, hayduttur. Ya ne olacaktı? Bizim Osman rakıyı fazla kaçırdığından neyi neye benzetti Allah bilir. Bir seferinde İstanbul’da yaşı geçkin bir kokonayı yirmilik afet diye görmemiş miydi hem afyonlu şarabı fazla kaçırdığı o gec… Bismillah! Destur bismillah! Tövbe! Evlerden ırak! Aklıma mukayyet ol yarabbi! Osman’den ses seda çıkmıyor. Nasıl konuşsun? Ağaçların altında gördüğümüz şey, beyaz kefeninin rüzgârda dalgalandığı çığlık çığlığa koşmakta olan bir adam. Dimdik saçlarıyla, kandil ışığını andıran gözleriyle bu korkulu adam, mezar toprağını kazarken parçalandığını tahmin etmekte çok da zorlanmadığım kanlı ellerini sağa sola sallıyor. Hançeresi parçalanırcasına attığı korkunç çığlığı kulaklarımızda çınlıyor, o ne cehennemî bir sestir öyle! Dağlara doğru koşturuyor, ay ışığı altında beyaz bir hayal gibi adeta süzülüyor…

            Serkomisere dönüp bakıyorum. Zaptiyeleriyle birlikte sakin sakin bize bakıyor. Suratlarında o öldürülme hadiselerini alelade bir şey gibi anlatan köylüdeki gibi ürkütücü bir sakinlik var. İn midir cin midir diye sormadan anlatıyor bize kendi şivesiyle: “Buralarda ulur ep büle. Çok vardır mezardan kalkan em gezen. Günahkâr adamı kabul etmez tuprak! Uzur bulmaz. Gezınırler ep büle kabir azabıyla…” Buralarda hep olur… Çok vardır… Gezinirler hep…

            Sabahı nasıl ettim bilmiyorum. Zaten korkudan doğru dürüst uyuyamadım bile. Üsküp’e iner inmez telgrafhaneye girdim. Kararım kesin basacağım istifayı. Müsademeden olmasa sekte-i kalpten gideceğim buralarda. Osman şaşkın. “Ulan manyak mısın hortlak gördü diye insan istifa eder mi?” dedi. Kararımdan caymam. İstifamı bildiren telgraf memurunun telgraf tıkırtıları kesilmeden istasyona geçtim. Fayton kahrı da çekemem bu saatten sonra. Evvela trenle Selanik’e, oradan da vapurla İstanbul’a.

            Aklımı peynir ekmekle yemedim. Zerre çekincem yok. Hiç yoktan Eminönü’nde simit tablası bulurum. İstanbul’un mevtaları pek akıllı uslu, ortalıkta gezinme huyları yok buradakiler gibi…


19 Ocak 2015 İstanbul

Şahmarandan Olma

(Daha önce Gölge e-Dergi'de yayınlanmıştır)

           Zamanın birinde, hangi padişahın hükümdarlığı unutulmuş, masallardan canlı bir suret İstanbul şehrinde, yine masallardan gelme güzellerin avlusunda salındığı bir muazzam harem varmış. Mermer saraya her sene yedi düvelden yüzlerce köle getirilirmiş ki yetenekte ve güzellikte perilere cinlere denk olurlarmış.

        Günün birinde şehre ta Gâvur Dağı’nın ötesinden bir kervan gelmiş. Kervanın ortasında muhafızların beklediği süslü işlemeli ve dört yanı kapalı bir taht-ı revan varmış ki içindeki Acem mülkünden bir mirzanın kızı mıdır yahut Kırım elinden bir bike midir diye ahali merakından yollara dökülmüş. Kervancıya sokulmaya yüz bulan beyzadeler, kişizadeler kervanla gelen meçhul kişinin kim olduğunu sorduğunda kervancıdan: “Ehemmiyetli biri değildir. Çukurova mülkünden bir köledir!” karşılığını almışlar. Kendi kendilerine söylenip kervancıya yine sormuşlar: “Bre bu nice köledir ki yanında çerisiyle sipahisiyle dört tarafı süslü taht-ı revanda durur?” Kervancı sivri bıyıklarının uçlarını düzelterek: “Köle dediysek öyle alelade köle değildir. Cihanda güzelliği padişah hazinelerine denk böyle bir güzel daha yoktur ki bendeniz onu padişahımız efendimize âcizane teslim etmek için eşkıyaları, kervan basan gulyabanileri aşıp İstanbul’a geldim.” İstanbul’un güngörmüş beyzadeleri burun kıvırmış: “Adam sen de! Burada güzelden bol ne var? Esirciler Hanı’nda Şirin, Leyla suretli kızları on paraya satarlar!” Kervancı gülmüş: “Benim Çukurova’dan getirdiğim köle öyle güzeldir ki ihtişamından çil çil altınlar kararır, değerini yitirir! Onu gören yediden yetmişyedisine cümle yiğit helak olur. Bir bakışını bahşetmesi için ölmeye yalvarırlar. Bakışına nail olsalar bu sefer de “Biz bu aşktan kurtulamayız vesselam!” diyerek kahırlarından ölüler!” Beyzadeler etkilenir gibi olmuşlar ama şehrin hamam külhanlarından bir kopuk laf atmış: “Meydanı buldun diye haybeye sallama kervancı! Senin bu taht-ı revan güzelini öyle bir anlatıyorsun ki duyan Kaf dağının ardından peri kızı çekip getirdin sanacak!” Kervancı kafasını sallamış: “Elbette her kul gibi vardır kusuru. Ancak mevcudiyeti ve güzelliği ile kıyaslanınca pek bir ehemmiyetsizdir!” Böylece kalabalığın arasından sıyrılan kervan yeniden yola revan olup sarayın kapılarına yürümüş.

          Padişahın iş bilir casusları saraya anında haber uçurmuş. Koca padişah müstehzi bir ifade ile emir vermiş kullarına: “Eğer o madrabaz kervancı kapıma gelirse sınayın. Eğer bakışları âdem öldürmeye nailse, benim hazinemi dahi utancından ağartırsa bırakın gelsin kapıma görelim neymiş ol güzelin ehemmiyetsiz kusuru!” Kervancı ardında taht-ı revanla sarayın devasa kapıları önüne gelmiş. Kapıda bıyığını balta kesmez kavlinden, cümle hasımânını bıçakları altından geçirmiş, kuşaklarına yatağanları sokulu, âdem ejderhası suretinde iki yeniçeri kervancının karşısına dikilmiş. Kervancı: “Müsaade edin ağalar, padişahımız efendimize cihan güzelini takdime geldim!” deyince, “Biz ne bilelim kervancı, taht-ı revandaki hayır mıdır şer midir? Zehirli ejder mi koydun, Arap çöllerinden akrep mi? Açasın örtüyü de şu güzeli görelim, sarayın kapısını öyle açalım!” diye karşılık almış. Kervancı ciddileşmiş: “Yiğitler! Bu örtünün ardında güzelin muradı olmayanlar için ölüm vardır. Canınıza ehemmiyet veriyorsanız yol verin padişahın huzuruna çıkalım!” Yeniçeriler olmazlanmış, elleri yatağanlarının kabzalarına gitmiş: “Biz padişahımızın seçme kullarıyız ki canımız da kanımız da onun yoluna fedadır. Ardında ejder-i heft ser beklese dahi aç örtüyü!” diye emretmişler. Kervancı müstehzi bir gülümseme ile taht-ı revanın önündeki örtüyü tamamen kaldırmış. Kandan ölümden korkmaz yeniçeriler o anda bembeyaz kesmiş ki meğer örtünün altından urumelinin hortlağı cadısı çıka! Yeniçerilerden biri: “Bu güzel bize murad etmedi, bakışlarını esirgedi! Ya ben nice yaşarım!” dedikten sonra yatağanını çekerek kendi göğsüne vurarak canına kıymış. Taht-ı revandaki güzel öteki yeniçeriye bir lahza intizar edince, yeniçeri olduğu yere yığılmış: “Baktı ama yaban gördü, yâd gördü, ya ben bu güzelin muradın alamadım kahrolmam mı?” diyerek kahırdan son nefesini vermiş.

          Böylece sarayın kapılarını açmışlar ama sultanın huzuruna çıkarmadan önce hazine odasının kapısına götürmüşler. Hazinenin kapıları açılır açılmaz içeriden dışarıya muazzam bir ışık huzmesi dolmuş, incilerin, gümüşlerin, altınların, elmasların, zümrütlerin, yakutların parıltısından oradakilerin gözleri kamaşmış. Hazine kapısını tutan ağa kasılarak: “Senin şu güzel şu hazinenin de ışığını söndürsün de görelim!” Kervancı müstehzi bir ifade ile gülmüş, önce yaptığı gibi taht-ı revanın örtüsünü açmış. İçindeki güzelin bir nazarıyla o hazinenin ışıltısı solup gitmiş, gayya kuyusu misali hazine odası kararmış. Böylece kervancıyı, ardında taht-ı revanla tahtın durduğu koca avluya götürmüşler. Padişah kervancı huzuruna gelince sormuş: “Kervancı bu güzelden bana ölüm var mıdır? Ya onun güzelliği benim hayat ışığımı da hazinem gibi söndürür mü?” Kervancı başını eğdiği yerden: “Bu güzelin muradı sizdedir devletlum, ondan size ancak güzellik ve huzur vardır. Onu görünce billur kadeh misali ömrünüz de ışıldayacaktır. Lakin güzelin bir kusuru vardır ki akılca yoksundur. Hamama girmek istemez ve de deli saçması şeyler söyler. Siz bu kusuru görmezden geldiğiniz müddetçe o sizin için daima rahatlık ve ferahlık vaat eden bir cennet bağçesidir.” Padişah örtüyü açtırıp kendisine murat eden güzeli hususi odasına göndermiş. Kervancıya da ağırlığınca altın ihsan ederek saraydan göndermiş.


            Padişah bu güzel ile gününü gün etmiş. Diğer gözdelerini, şehzadelerini hep unutmuş ama onlar da bir şey diyememişler, zira o güzelin her bir kusurunu hoş görürlermiş ki adeta cana gelmiş bir efsun taşırmış. Arada bir dile gelip: “Aman beni hamama götürmeyin, benden o vakit fenalık gelir. Beni Çukurova’da anacığım Şahmaran’ın koynundan kaçırıp getirdiler!” dese de padişah bu deliliğini hoş görmüş ve yıkanması için odasına ibrik ibrik sular, gümüş tekneler taşıtmış. Karnı büyüdüğünde padişahın gönlüne bu güzelden olma muhayyel ve müstakbel şehzadesinin hayali düşmüş. Karnı epeyce büyüdüğü bir esnada sancısı tutmuş ki o esnada sarayın hamamının önünde geçmekteymiş. Güngörmüş kalfalardan biri: “Odaya değin yetişmez, hamama götürelim!” deyince feryat etmiş, hamama girmemek için çırpınmışsa da kapıları açıp göbek taşının üzerine yatırmışlar.

        Padişah da o esnada doğum sancısı haberini alıp hamama doğru gelmekteymiş ki hamamdan kadın çığlıkları yükselmeye başlamış. Bir sürü kadın feryat figan edince padişah sevdiği güzele bir şey oldu diye kapılara koşturmuş. Bir bakmış ki vazifeli kalfaların kimi delirmiş, kimi olduğu yere düşüp bayılmış. Hamama girdiğinde onların bu tuhaf halinin sebebini anlamış. Meğerse o güzel gerçekten de Şahmaran soyundanmış ki hamama girende belden aşağısı asıl şeklini almış, tasvirlerdeki gibi kocaman bir ejdere dönüşmüş, bedeninden ayakları yerine renk renk yılanlar çıkmış, vücudunun bir kısmı pullanmış. Kucağında yarı belden aşağısı ejder belden yukarısı insan korkunç bir bebeği padişahın kucağına bırakıp: “Ey padişah, ben Şahmeran soyuyum dedim bana inanmadın. Bizim soyumuzdan gelenler yahut münasebeti olanlar asıl şekillerine dönerler hamamda ki benim büyük büyük annemi ziyaret eden Danyal Aleyhisselam oğlu Camsab da hamama girdiğinde böylece o zamanki padişahın askerleri tarafından fark edilip yakalanmış! Hamama girmeseydim oğlun senin suretinde doğacaktı. Gayrı benim suretimde yaşayacaktır ve ocağına hiç hayır getirmeyecektir! Haremden dışarı çıkarsa da felaket olacaktır!” diyerek hamamın mahzen kanalına karışarak gözden kaybolmuş. Padişah korksa da, Şahmaran’ın kızının tehdidinden çekinse de oğlu olduğundan canına kıymaya çekinmiş. Sonra aklında büyüdüğü vakti bu ejder suretli oğlunu düşman memleketler üzerine göndererek nice kaleyi korkuyla düşürmenin hayali belirmiş. Böylece onu da evlat bilerek haremde yetiştirilmesini emretmiş.

            Gel zaman git zaman şehzade birkaç ay içerisinde sürünerek de olsa kendi kendine hareket etmeye başlamış. Diğer şehzadeler ve harem ahalisi onun görüntüsünden çekindiklerinden hiç yanına yaklaşmamış üstüne onu adıyla değil “Şahmarandan Olma” lakabıyla çağırırlarmış. Derisi pullu pullu, belden aşağısında kocaman ejder suretli bir yılan başı taşıyan bu çocuğu kalfalar cariyeler bile korkuyla dehşetle büyütmüşler. Beş altı yaşlarına geldiğinde çocuk yılan bedeni üzerinde sallana sallana korkutucu bir suretle gezinir olmuş ki harem ahalisi onun bu suretinden iyice tedirginmiş. Yine de padişah o güzelle yaşadığı günlerin hatırına oğlu saydığı bu şehzadesiyle zaman geçiren yegâne kimseymiş. Derken bir gün sarayın kümesinden tavuklar, horozlar kaybolur olmuş. Tilki dadandı zannedilerek sarayın etrafındaki bostan didik didik aranmış, bir şey bulunamamış ama kayıplar devam etmiş. Bir gün şehazdelerden biri de ortadan kaybolup, bahçe köşesinde elbiseleri ve bazı kemik parçaları bulununca saray halkı dehşete kapılmış. Üstüne bir de bir tanesi: “Edirne sarayının büyük yılanlarından biri de böyle bir şehzade boğmuştu fi tarihinde!” deyince herkes padişaha bu Şahmarandan olma şehzadeyi şikayet etmiş. Padişah ilkin onların isteğine karşı gelse de bir gece sallana sallana yürürken bir küçük şehzadeyi bahçeye götürüp boğmaya kalkması fark edilince neredeyse kapısında bekler yeniçeriler dahi isyana teşebbüs etmişler. Böylece padişah istemeye istemeye şehzadesinin idamına karar vermiş ama hem annesinin ettiği bedduayı düşünerek haremden çıkarılıp gömülecek olması hem de annesinin bu kararı haber alıp geri dönerek haremdeki diğer şehzadelerine musallat olmasından korkmuş. Bu yüzden oğlunu yay kirişiyle boğdurduktan sonra Mısır’dan gelme bir ustaya eski usulde bu ejder suretli şehzadeyi mumyalatıp Harem’in bir bölümünde saklanmasını emretmiş.

            Bu anlatılan ne kadar doğrudur, ne kadar yanlıştır bilinmez. Bilinen tek gerçek bugün Topkapı Sarayı’nda Hekimbaşı Kulesi’nde “timsah-çocuk bedenli mumya” olarak bilinen bir mumyanın varlığı ve bu mumyanın Harem’de ortaya çıkarılmış olmasıdır…

20 Aralık 2014 – İstanbul

Morgda

(Daha önce Gölge e-Dergi'de yayınlanmıştır)


         Her şey arkadaş arasında, metafizikten, paranormal olaylara ve bazı halk anlatılarından mülhem memoratlardan bahsetmemizle başlamıştı. Birbirimizi korkutmaktan ziyade birbirimize bir şeyleri kanıtlamaya çalışıyor gibiydik. İnsan algılarının ötesindeki varlıklardan, insanların yaşayabileceği tuhaf şeylerden bahsetmiştik. Ben mantık olarak bu tür şeylerin olabileceğini pek kabullenemeyen birisi olarak haliyle bunlara pek kulak asmazdım. Sohbetin ardından oradaki arkadaşlarımdan birisi, odama gelip bana bu tür şeyleri kanıtlayabileceğini söylediğinde bir hayli şaşırmıştım. Çünkü kendisi bir tıpçıydı. Bilimle bu denli haşir neşir olmuş birisinin hatta bir bilim insanının kalkıp böyle bir şey iddia etmesi ne kadar doğru olabilirdi ki?


Ona biraz da şaka yollu nasıl kanıtlayacağını sorduğumda bana gördüğü şeyden kimseye bahsetmeme sözü verirsem bunu anlatabileceğini söylemişti. Dediğine göre dünya çapında uygulanan, yıllardan beri süregelen bir gizlilik protokolü söz konusuydu. Buna göre hastanelerin morguna getirilen bazı cesetlerin, normal yollarla açıklanamayan ölüm şekilleri mevcutsa gizli tutularak morgların ayrı bir kısmında tutulduklarını söylemiş, bu bilginin ya da resimlerin sızmasının cezasının çok ağır olduğunu söylemişti. İnsan aklına aykırı gelebilecek birçok şey, bu şekilde gizlenmekte olduğundan basına da yansımadığını yansısa bile yalan haber türünden yansıtıldığını söylemişti. İnanmam için bu tip yerlerden biri olan, eğitim gördüğü hastanenin morguna beni de götürebileceğini söylemişti.

İnanmadığım halde sırf ne kanıtlamaya çalışıyor diye çağırdığı zaman morga gitmeyi kabul ettim. Nöbetçi olduğu bir gece söylediği gibi beni çağırdı. Vakit oldukça geçti. Bir süre morgun girişinde bulunan nöbetçi odasında zaman geçirdikten sonra kimsenin gelip gitmeyeceğine emin olunca birlikte morga indik. Morgun arka taraafın başka bir kapı vardı. Kapının kilidini açıp içeriye girdikten sonra içerinin ışığını açmıştı. Birkaç morg dolabının bulunduğu büyükçe bir yerdi. Kapıyı ardımızdan kapatıp dolapları göstererek ilginç vakaların kurbanlarının bir süre burada tutulduğunu ardından incelenmek üzere Ankara’ya gönderdiklerini söylemişti.

Bir dolap kapağının önüne gelip önünde yazılanları okuduktan sonra açıp göstermişti. Bir insana ait gibiydi, yanmış bir bebek cesedine benziyordu. Tuhaf bir şekilde erimişti ancak hiçbir yanık izi yoktu ve gözleri sapasağlamdı. Birinin nazarı sonucunda eriyip bu hale geldiğini söylemişti.

Bir başka dolabın kapağında yazanlara bakıp açmıştı. Göğsü parçalanıp ciğerleri sökülmüş bir adamdı. Bir kilise mahzeninde define arama bahanesiyle dolanırken uyandırmaması gereken bir şeye çatmış olmalıydı ki ciğerlerinden olmuştu…

Bir başka dolabın kapağını okuyup açtığında yeşil tenli, belden aşağısı yılan gibi olan bir bebek göstermişti. İstenmeyen, öte alemlerden birine ait bir insanımsıydı…

En uçta kapağı zincirli duran bir dolap vardı. Onun ne olduğunu sorduğumda dirilme ihtimali olan tehlikeli cesetler için ayrıldığını söylemişti. Hatta kapakta yazılanlara göre içinde bir vampirin kurbanı vardı.

Kilidi çevirip açtığında içinde boynunda iki ufak yara taşıyan soluk renkli genç bir kadının yattığını gördüm. O sırada dışarıdan ayak sesleri yaklaştığını zannederek gidip bakacağını söylemişti. Kapıyı da dikkat çekmemek için kapatıp öyle çıkmıştı. Koca morgda, film setlerinden çıkma tuhaf bir cesetle baş başaydım.

Yeterince korkutucu olan bu manzara önümde yatmakta olan ölünün yavaş yavaş sedyeden doğrulması olmuştu. Sivri dişleriyle, loş ışıkta parıldayan gözleriyle dünyamıza ait olmayan bu “şey” ağır ağır üzerime yaklaşırken sinirlerime hakim olamadığımdan yere yığılıp kalmıştım.

Gözümü açtığımda parlak ışıklar altında bir sedyede yattığımı, etrafımda gözlük camları parlayan, ameliyat gereçleriyle vücudumu inceleyen doktorları gördüm. Birisinin hayal meyal ötekine: “İyi bir örnek. Nasıl olsa ölmez de artık…” dediğini işittim. Arkadaşımın beni deney uğruna mı orada bıraktığını yoksa vampir sandığım şeyin saldırısından ötürü bedenimi “ziyan etmemek” isteyen doktorların isteğiyle mi oraya getirildiğimi hiç bilemeyecektim…


8 Kasım 2014 – İstanbul

Kan İçici Tahta Kurdu

(Daha önce Ahval Fanzin'de yayınlanmıştır)

         Bahçekapılı Halit, eğik fesli ve paçası kanlı meymenetsiz adamların arasından geçip Merdivenli Meyhane’nin olduğu dar sokağa saptı. Cebeci Faik’i orada, merdivenin altında bulacağını söylemişlerdi ki kendisi şehrin en ünlü silah satıcısıydı. “Deve Suat’ı nasıl haklarım?” diye sağa sola sağlam bir tabanca yahut vurduğu vakit geri dönmez cinsten bir saldırma sordurduğu vakit kendisine üfürmüşlerdi Cebeci Faik’i. Arnavut vilayetinden akrabaları vasıtasıyla getirttiği Avusturya silahlarının dahi bulunabileceğini işitince, Merdivenli Meyhane’ye yönelmişti.

          Komitacısı eşkıyası eksik olmaz Osmanlı’da silahın köküne kıran girmemişti elbette, ancak kapı gibi kabadayıyı elden düşme Karadağ tabancası ile Bulgar nagantı ile kolay kolay haklayamayacağı aşikârdı… Frenk topu olsa kâr etmezdi koca Deve Suat’a… Meyhanenin önüne geldiğinde meyhane girişi haricinde hiçbir kapı görmemişti ilkin, birkaç adım daha attıktan sonra merdiven altında iki şarap fıçısı üstüne atılmış bir tahta parçasının ardında, tepeden sarkan kör bir kandilin ışığında oturan, saçı sakalına karışmış, sırtına kukuletalı bir sako geçirmiş yaşlı bir adamı görünce bunun Faik olduğunu az çok tahmin etti. Tezgahın önüne dikilince adam kendi şivesi ile: “Turşu mu istersın sade suyını mı istersın more? Arnavut biberı turşusu da vardır…” diye sordu. Halit: “Baba bana kallavi bir makine lazım. Emanet de olur…” diye karşılık verdi. Cebeci Faik sorgular gibi baktıktan sonra sordu: “Duğru süyle, zaptiye muhbiri misın? Haracımı aydan aya verirım, ne sebap geldın?” Halit tezgaha doğru eğildi: “Baba ben Halit. Bahçekapılı Arap Halit, duymuşsundur. Deve Suat’la bir mevzu oldu, ondan geldim buraya…” Faik tanıdığı belli eder gibi kafasını salladı: “Tatavla Cinayeti vukuatından tanıdım more! Lakin Suat devesı değildir Kostaki gibı! Bunu dokuz yerinden kamayla vurmuşlar Sinop zindanında gene ölmemış be! Sana lazım daha kallavi bir silah… Ama parası da ona göredır?” Halit, Galata’nın bankerlerinden birinden zoraki kopardığı bir tomar kaimeyi Cebeci’ye uzattı, Cebeci elinden kapıp paltosunun derinliklerine zulaladı. Tezgâhının dibinden eski tip Venedik işi camdan, mantar kapaklı bir kavanoz çıkardı. İçinde bir avuç tahta kurdu oynaşmaktaydı. Halit şaşkın şaşkın bakarken tahtakurtlarını suratına uzattı. Simsiyah renkte, normalinden daha iri ve dişleri fark edilen bir alay acayip böcek taifesiydi. Faik kavanozu sallayarak anlatmaya başladı: “Bu en iyi silahımdır be! Tek kullanımlıktır ama halledersin hasmını iz toz bırakmadan. Bizim oralarda bir hurtlak türediydı, acemı bir cadı üstadı bulmuştu küylüler. Adam hurtlağın kalbine çakmış idı kazık lakin kesmemiş idı kafasinı. Çaktiğı kazıkta var imış tahta kurdı, ölmeyan hurtlağın kaninı da toz ilen yutmuşlar hep. Ulmuşlar kan içicı tahta kurdı. Benim dükkanım buradadır, yalan söyler isam gel benı vur. Ama üstüne kavanozu attığın Deve Suat geberır ise bil ki bundandır. Kimseya demeyasın!”


Fikir her ne kadar Halit’in aklına yatmadıysa da nasıl olsa silahçının yeri yurdu bellidir diye kabulleniverdi. Meyhanenin olduğu dar sokaktan çıkıp giderken arkasından bakan Cebeci Faik’in gözlerinin parıldadığını ve taşra çıkmış dişlerini göremedi. Oturduğu yerden kötü kötü sırıtan Faik kendi kendine söylendi: “Uturduğun yerdan karın duyurmak da ne iyidır be yatarak doyarım!”


11 Temmuz 2014 – İstanbul

Behiye'nin Akibeti-Ateş Behiye 4 (Son)

(Daha önce Gölge e-Dergi'de yayınlanmıştır)

          Behiye’nin ömrü sayısız sıkıntıyla geçti. Şahsuvar Paşa’nın konağından cinayet suçlamasıyla çıkarılıp önce yeniçeri kolluğuna götürüldü. Kadı efendi davayı uzatmadan neticelendirince Baba Cafer Zindanı’na düştü. Buradaki yosmalarla, cazgır kadınlarla yaptığı kavgalar neticesinde namı Ateş Behiye’ye çıktı. Bir gün oradan firar edip sokaklara düştüğünde ömrü yine hengâmeden kurtulamadı. Hamam külhanından yeniçeri kolluğuna sayısız hovardanın yanında geçen ömrü, en sonunda tek başına belinde yatağanıyla sokaklarda dikilmesiyle son buldu. Nefes alırken gördüğü son şey karanlık sokaklarda şavkıyan namlulardı. Kanlar içinde yere yığıldığında dipsiz bir kuyuya düşmüş gibiydi.


            Gözlerini açmaya çalıştığında önce karanlığı fark etti. Ardından göz kapaklarına dolmuş olan toprağı. Hareket etmeye çalıştığında toprağın çepeçevre etrafına doluştuğunu, üstünü örttüğünü fark etti. Kulağına dışarıdan gelen sesler çarpıyordu. Belli belirsiz fısıltılardı bunlar, dua fısıltıları. Tespih şıkırtılarını ve muskalara sarılan yağlı kağıtların seslerini de işitti. Kimisi genç kimisi yaşlı bölük bölük kadının sesi geliyordu toprağın altına. Ağlama sesleri ve hıçkırıklar duyuyordu uzaktan uzağa, adına ağıtlar yaktıklarını, destanlar okuduklarını işitiyordu Behiye.

            Karanlığın içinde sanki yanı başında duran birisinden çıkan, gürüldeyen bir ses işitti: “KALK!” diye seslendi Behiye’ye. “KALK AYAĞA NEGUJ KIZI BİLANA!” Behiye cevap vermek için ağzını açtığında soluk almadığını fark etti. Yine de konuşabiliyordu: “Sen… Sen kimsin?” Ses konuştu ancak sorusuna cevap vermedi: “KALK! TOPRAĞINDAN SİLKİN! SENİ ÇAĞIRIYORLAR!”

            Behiye toprağın içinde sonuçsuzca debelendi: “Ben öldüm. Nasıl kalkayım?” Ses karşılık verdi: “ÖLÜMÜNDEN KALKACAKSIN… SAYISIZ KADININ DUASI VE BEDDUASI ÇAĞIRDI SENİ. ÇAĞIRDIKLARINDA KALKIP ONLARIN ÖCÜNÜ ALAN BİR MÜNTAKİMSİN ARTIK! SİLKİN VE KALK!” Behiye korkuyla inildedi: “İnsan gibi mi dolaşacağım yeryüzünde?” Ses son kez karşılık verdi: “AYAĞI YERE BASMAZ HORTLAK OLACAKSIN Kİ YÜZÜNÜ GÖREN ÇARPILA! YAKALADIĞINI YERE ÇALIP SÜRÜKLEYECEKSİN Kİ ELİNE DÜŞEN KURTULAMAYA! DÜNYA DÖNDÜKÇE SEN DE KABRİNDEN ÇAĞRILASIN Kİ KADINLARIN BEDDUASI SON BULMAYA!”

           Sonrası o meçhul hikayecinin rivayet ettiği gibi oldu: Duayla bedduanın birbirini bulduğu anda Ateş Behiye’nin toprağını eşeleyerek çıktığına şahit oldular. Gözlerinde tuhaf bir ışık parlıyor, yıkanmasına rağmen kanlarının akıp bulaştığı kanlı, toprak lekeli kefeni ay ışığında mermer mezar taşları gibi ışıldıyordu. Sanki iki dev kollarının altından yapışmışta ayakları altından sürür gibi havada uçarcasına Hranuş’un evine varmıştı Ateş Behiye. O kefenli, kanlı, ateş gözlü hortlağın halini gören zorbaların şekli şemali değişti, ağzı yüzü eğildi. Kimisine inme indi, kimisi korkudan sekte-i kalp geçirdi. Tam o anda konağın ışıkları söndü, rüzgarlar ve ay ışığı altında parıldayan kefenli ölünün görüntüsü her birini korkudan delirtti. Sabah horozları öterken Behiye geriledi, kabrine geri girerek toprağını örttü.

Behiye’nin hortladığı haberi İstanbul'u karıştırdı. Her şeye rağmen güzel ve alımlı o kızın, ölümü bile güzelliğiyle etkileyerek geri döndüğüne inandılar ve ölü olduğunu bilseler bile bu dünyadan çekip gittiğini kabul edemediler. Söylentiler ve hikayeler aldı başını yürüdü. Eceli bile etkileyen hatta aşkından deliye döndürdüklerini anlattıkları Behiye’nin namını bu vakıya nispetle “Ecelyandı” yaptılar, ecel bile aşkından yanmıştı, o aşkın hararetine toprağı eşeleyerek zorbaların ümüğüne çöktüğünü söylüyorlardı.

İstanbul’un ilk ve son kadın kabadayısı Ecelyandı Ateş Behiye’nin halen karanlık sokaklarda gezindiği, ateş kızılı gözleri ve saçlarıyla göründüğü zalimi helak edip, kadınlara el kaldıranlara, karısına kızına zulmedenlere göründüğü rivayet olunmaktadır.”



25 Ağustos 2014 – İstanbul

Esir Pazarından Konağa-Ateş Behiye 3

(Daha önce Gölge e-Dergi'de yayınlanmıştır)

          Bilana’nın ve diğer esirlerin ağlamalarıyla esircilerin sus ihtarı babından şaklattıkları kırbaç seslerine dalga seslerinin karıştığı seyahatleri, bir-iki gün sonra beyini Osmanlı padişahının atadığı, Kırım Hanı’ndan evvel buradan emir alan Kefe şehrinin limanında son buldu. Bilana, süslü zırhları ve yaylarıyla arz-ı endam eden Kırım çerilerinden ziyade, ak keçeden börk giyer tüfenkli yeniçerileri ve sekbanları daha ziyadece görür olmuştu. Kah karaya bakar sur kapılarından, kah limandan elleri kolları bağlı, her yaştan ve tipten, kimi ağlayan kimi gülen Rus, Leh, Boğdan, Kalmuk, Çerkez, Macar, Gürcü ve hatta Acem köleler, cariyeler, gulamlar getirilmekteydi. Ahşap evlerin cumbalarından sarkan kadınlar ve çocuklar merakla gelip gidenleri seyretmektelerdi. Bilana’nın kulağında Tatarlarla Türklerin lisanları kadar, Çerkez ve Abazaların konuşmaları daha ziyade çalınmaktaydı ki bunu kölelerin çokluğuna yormuştu o ufak yaşına rağmen.


            Limanın dibindeki bir meydanda tek sıra halinde dizildiler. Gemilerden inen başka kölecilerin de ellerindeki esirleri bu şekilde farklı farklı yerlerde dizdiklerini gördüler. Bazı köleciler, doğrudan Kefe’deki esir pazarına çalıştıklarından kafilelerini esir hanına doğru götürürlerken, köle pazarı mezatçılarından evvel İstanbul gemileriyle şehre esir götürmeye gelmiş olan irili ufaklı esirciler başlarına üşüştüler. Bilana’nın bulunduğu kafilenin başına da siyah tenli, üzerinde çeşitli incikler boncuklar bulunan korsan tipli bir adam yanaştı. Tatar esirciyle aralarında hararetli bir pazarlık geçmekteydi. Adam, Bahr-i Sefid’in korsan taifesindendi. Kâfi bir ücretle Bilana’yı ve iki Gürcü kızını satın almak istediğini, Cezayir Beyi’ne hediye edeceğini söylüyordu. Tatar esirci ise fiyatı az bulduğunu, verdiği paranın yaşı geçkin bir köleye ancak yeteceğini söylüyordu. Bu pazarlıkları sürerken limanın olduğu meydana Kefe esirlerinin satışından mesul esir emininin adamları inmişti. Ellerindeki bir deftere satılan esirlerin adlarını ve ederlerini tek tek kayda geçiriyorlardı. Ardından da satmalarına müsaade etmek için esircilerden bir miktar para alıyorlardı. Tatar esircinin yanına gelen eminin adamları her bir kölenin adını ve ederini, eşkaliyle birlikte kayda geçirdi. Her birine tek tek adı Abhaz-Çerkez-Gürcü dillerinde soruldu. Bilana da şöyle kayda geçti: “Orta boya mütecâviz, çekme burunlu, kızul saçlu, göğ gözlü, Çerkes asıllı cariye Bilana. Ederi…”

            Esir emininin görevlileri çekildikten ve birkaç paralı kimse daha gelip gittikten sonra esir pazarındaki hatırlı mezatçıların adamları geldiler. Seçtikleri bazı esirleri yüklü meblağa esircilerden satın aldıktan sonra bunları yanına katıp Kefe’nin esir hanına götürdüler. Bilana da bu satın alınanlar arasındaydı ki bunlar kahir ekseriyette yüksek meblağa Kırım’ın beylerine yahut Kostantiniyye’den gelme daha varsıl köle tacirlerine satılırlardı. Kafile hana götürülür götürülmez hanın hemen dibindeki hamama götürülüp yıkandılar. Aynı zamanda kendileri de kölelikten gelme görmüş geçirmiş hamamcı kadınlar bir sakatlıkları, kusurları olup olmadıklarını kontrol ettiler. Kendilerine söylenen bir-iki Tatarca-Türkçe kelimeyi Çerkezce-Gürcüce anlamlarıyla söyleyip ezberlerinde tutup tutamamalarına, yürüyüşlerine ve endamlarına baktılar. Huysuz hareketleri ile dikkat çeken iki Gürcü kızı, hamamcı kadınların değnek darbelerine rağmen onların söylediklerine aksi davranınca üzerlerine çaputları, elbiseleri geri verilerek sille dayak esir hanının mahzenine indirildiler. Bilana ve diğer cariyelere bu hareketlerden bazıları daha o anda ezberlettirildikten sonra yeni elbiseler giydirip güzel kokular sürdüler. Ardından esir hanına geri götürülüp hanın sahanlığında çorbayla taam ettiler, sonra da hanın en temiz yeri sayılabilecek bir odaya götürülüp samandan şiltelerin üzerinde uyudular. Bilana, gece boyu zindandan gelen Gürcü kızlarının çığlıklarını, dışarıda gülüşüp haytarma oynayan kimselerin seslerini dinleyerek, kafesli pencerenin ardındaki yıldızları seyrederek uyuya kaldı. Dayak korkusuna sus pus oldu. Birkaç gün boyunca sabahtan köle pazarına götürülür, akşamına hamam ettikten sonra karınları doyurulduktan sonra yatıp kalırlardı.

            Birkaç gün sonra yine bir gün erkenden kalkıp esir hanından çıkarak köle pazarına götürüldüler. Bazı kızlara Kırım beğlerinin kâhyalarının gönderdiği kimseler talip olarak yeni konaklarına, evlerine götürüldüler. Bilana’nın kısmetine de Kostantiniyye’den zengin bir tacir düştü. İleride güzelliği ile paşa köşklerine konaklarına layık olacak bir cariye olacağını kestiren Kostantiniyyeli tacir kızı birkaç kese gümüşe satın aldıktan sonra, diğer yerlerde aldığı güzellikle birbiriyle yarışır cariyeler ve gulamlarla birlikte Kefe limanına indiler. Bindikleri karamürsela Kefe limanından ayrılırken Bilana yüksek duvarları, yeşil tepeleri seyre koyuldu. İlk kez geldiğinden bu denli büyük bir şehir, yüksek konaklar görmemiş olmanın hayreti hala üzerindeydi. Diğer kölelerle birlikte karamürselanın ambarına indirildi. Böylece yine sıla türküleriyle, gözyaşlarıyla dolu bir seyahat daha başlamıştı. Kızlardan biri veremden mi bilinmez ölüp gidince gemi tayfaları ölümden korkarak cesedini bir çuvala koyup denize atmışlardı da kendilerini de atarlar diye korkuyla sessiz sessiz ağlamışlardı ardından.

            Günler geceler sonra Bilana gün ışığını yeniden gördüğünde şaşkınlıktan adeta dili tutulmuştu. Kostantiniyye’nin koca minarelerini, kâşanelerini, köşklerini, saraylarını görmüş, insanlarının ve gemilerinin çokluğuna hayran kalmıştı. Ak topukları Eminönü rıhtımının yosunlu tahtalarının üzerinden geçip şehrin çamurlu yollarını dövmeye başladığında eski yaşantısı şimdiden zihninde bir masal siluetine bürünmüştü. Esir Hanı seneler evvel yandığından, köleler bir hayli yürütülerek Büyük Çarşı civarındaki Esir Pazarı’na getirilmişlerdi. Yakınlardaki bir hamamda yıkanıp güzel kokular sürülen cariyeler ayrı, gulamlar ayrı yerlere götürülerek pazara gelip giden kimselerin ve yoldan gelip geçenlerin önünde sergilenmektelerdi.

            O esnada pazara Şahsuvar Paşa’nın hanımı Çeşmidil Hanım, konak ahalisinden bir ayvaz ile birlikte gelmişti. Konağın işlerinde aşçı kadına, bacı kalfaya yardımcı olur diye gençten bir zenci halayık satın almak niyetindeydi. Kendisi de kölelikten gelme bir Çerkez olan Çeşmidil Hanım, konağa hizmet edecek kimseleri iyi seçtiğinden işi ayvaza, yamağa bırakmaktansa kendi eliyle halletmeyi istemişti. Böylece kızıl saçlarıyla dikkat çeken, şaşkın bakışlarla gelip geçen insanlara bakınan o ufak kız, Çeşmidil Hanım’ın da dikkatini celp etmişti. Köle tüccarına kızı sorup Çerkez olduğunu öğrenince, hatırladığı kadarıyla Çerkezce konuşup kıza adını sormuştu. Soğuksu Çerkezlerinin lisanı ile konuştuğundan, Bilana’ya farklı gelse de bunu anlayıp adını söylemişti. Çeşmidil Hanım, o gün hem Bilana’yı hem de Sudanlı bir zenci halayığı satın alıp konağa öyle döndü. O vakitlerde daha ufak yaşlardan Çerkez halayıklar yani cariyeler bir konağa alındıktan sonra hem işleri öğrenirler, hem de bir yaştan sonra konağın efendilerinden biriyle evlenirlerdi. İşte böylelikle Bilana, Şehsuvar Paşa’nın konağına girmişti. Çeşmidil Hanım, konak ahalisinin önünde hem güzel hem alımlı diye Bilana’ya Behiye adını koymuş, Çerkezce konuşup artık bu adı taşıyacağını söylemişti.

Böylece Behiye’nin Kostantiniyye sergüzeşti başlamış, Bilana ve yıllar içinde onun Çerkez Bozoduku’ndaki anıları, hikâyeleri, şarkıları birer masal hüviyeti kazanmış, hayal meyal hatırlar olmuştu. Kısa sürede Türkî lisanı öğrenip konak işlerine el atmışsa da bu yılları pek de öyle akıllı uslu geçmemişti. Haylazlığı ve haşarı oluşu başına bela olmuş, ne Çeşmidil Hanım’ın çimdikleri, ne zenci halayıkların maşaları, ne de paşanın sütannesi olup Arnavutluk dağlarından Dersaadet’e geleli asrı bulmuş olan gulyabani suretli Hatır Hanım’ın dayakları onu uslandırmıştı. Ancak eli maşalı olduğundan, konağın dışından herhangi bir erkek konak hanımlarına yan gözle bakamaz diye, iyi iş görür diye konaktan atılmamış ailenin bir parçası olup çıkmıştı.

Yıllar birbiri ardınca geçip, yaşı geçtikçe serpilmiş, serpildikçe ayın on dördü misali güzellikte bir halayık olup çıkmıştı. Böylece artık insanlar onu haşarılıklarından ziyade fidan endamıyla, kızar gibi bakışıyla anar olmuş, mahallenin delikanlılarının korkuyla kaçıştığı bir haylaz kız değil, her an arzuladıkları ahu göz ve perirû bir afet olup çıkmıştı. Hiçbir erkek eli maşalı biri olduğundan yanaşmaya cesaret edemediği, istetmeye korktuğu bu kıza doğrudan doğruya göz koyabilen yegâne kişi konağın küçük beylerinden biriydi. Nev traş püser dahi olmamış bıyığına tarak batmaz bir yeniyetme olan küçük bey, sürekli kızı alımlı alımlı süzse de Behiye ona pek yanaşmazdı. Zira en ufak bir rezalette kabağın kendi başına patlayacağını, “evladımı baştan çıkardın” bahanesiyle büyük hanım tarafından sokağa atılacağını adı gibi biliyordu. Üstelik köleliğin getirdiği hislerle, geldiği yere alışsa bile insanların kendisine eşya muamelesi yapmasına halen alışabilmiş değildi. Bu nedenle içten içe asabı bozulsa da açıktan küçük beye karşı bir kötü bakış bile atmış değildi, zira beylerin paşaların bir cariyenin sözündense evlatlarının sözüne bakacağı gün gibi açıktı. Bu nedenle hep sabrediyordu.

Lakin bir gün küçük bey, konağın tenha bir yerinde Behiye’yi çimdiklemeye kalkınca sabır taşı çatladı. Konağın küçük beyini evire çevire dövüp hayli benzetti. Olayı fark eden Çeşmidil Hanım, haklı haksız sormadan oğlunun o halini görünce tutup Behiye’yi dövdü. Behiye küçük beyin rezaletinden bahsedince bir de oğluna iftira attığı gerekçesiyle dövdü. Yorgun düşünce emretti bir de konak ahalisi dövdü Behiye’yi, küçük beye attığı dayağın mislini konak ahalisinden yedi. Dayak yedikçe sövdü, iftira atmadığını söyledi. Dayak atmaktan yorgun düşen ahali Behiye’yi susturamayınca uslansın diye dehlize kapattılar. Demir kapıyı örterken bir zenci halayık: “Konağın beyidir. Gün gelir nikâh bile kıyar, sen böyle bir çimdiğe vaveyla edersen kim bakar suratına?” diyerek yüzü gözü kan ve tırmık iziyle dolu Behiye’nin suratına tükürdü.

Birkaç gün sonra uslanmıştır diye Behiye’yi dehlizden çıkardılar. Konağın işlerine geri dönüp, konak ahalisine pek karışmadan ev işlerini halletti. Yemek vakitlerinde dahi bir kuru ekmeği ya yedi ya yemedi erkenden dehliz dibinde duran yatağına döner oldu. Konağın küçük beyi, yedi dayağın etkisi geçince bir gece vakti yine kudurup dehlizin dibine indi. Bahçeye bakan ufak bir delikten ay ışığının dolduğu o dehliz ağzında yağ ve bal küplerinin kullanılmayan testilerin ardında bir duvar dibinde uyuyan Behiye’yi görür görmez üzerine yürüdü. Kızın üzerine karabasan misali çöküp ağzını kapatınca can havliyle uyanan kızla aralarında bir boğuşma cereyan etti. Uyku sersemi olan kızcağız, kendini tam savunamadığından can havliyle pek de sonunu düşünmeden eline geçirdiği bir testiyi beyin başına indiriverdi. Testi paramparça olurken beyin bedeni kızın üzerine yıkıldı kaldı. Kafasından akan kan, Behiye’nin üzerine aktığı sıra testinin gürültüsünü işiten konak ahalisi çoktan ayaklanmıştı...


5 Temmuz 2014 – İstanbul 

Kefe Köle Pazarı Yolunda-Ateş Behiye 2

(Daha önce Gölge e-Dergi'de yayınlanmıştır)

          Bilana, kaçak Nogay’ın atının terkisinde Abhaz Bozoduk’unun metrisindeki büyük tahta kapıya yaklaştığı zaman metris tepesinde dolaşan Abhazların gülüşerek kafileye baktığını gördü. Tahta kapılar ardına kadar açılınca en büyüğü iki katlı tahta kulübelere ve binlerce teknenin bulunduğu iskelelerine baktı, gürüldeme sesleri gelen denizin ihtişamına hayran kaldı. Abhazlar, esir aldıkları oğlanları ve kızları dar sokaklardan geçirip iskelelere yakın bir açıklığa getirdiklerinde Bilana da kaçak Nogay’ın atının terkisinden indirilerek diğer esirlerin yanına bırakıldı. Kendisine bakıp sırıtan Abhaz çocuklarını, küçümsemeyle bakan kadınları ve iştahla seyreden erkekleri görünce pek bir şaşırmıştı. Yabancısı olduğu, birkaç kelime hariç aşinası olmadığı bir dili konuşuyorlardı. Onlardan yana yüz çevirip köpükler saçan dalgalarıyla gürüldeyen denizi ve uçuşan martıları seyretti. Bir süre sonra esirlerin olduğu yere zırh kuşanmış adamlarıyla gelen Abhaz Bozoduk’u Beyi’yle oğlu gelmiş, bey hem kendine hem oğluna iki Çerkez kızını alarak gelen kafileden payını almıştı. Böylece esirleri satın almak isteyen kölecilere müsaade verilmişti.


            Kafasındaki börkü ve üzerindeki abasıyla, üzerindeki ziynet eşyaları tezat oluşturan bir Tatar esirci Bilana’yı gözüne kestirmişti. Bu zengin esirci belli dönemlerde bizzat kendisi Kafkasya’ya dek gelir, köylerden kendi seçtiği seçme kızları oğlanları satın alıp Kefe’deki köle pazarına götürerek yüksek fiyata satardı. Bilana ile birlikte onun köyünden kısmen tanıdığı kendi yaşlarında iki kızı, bir de oğlanı satın aldı. Yaşları küçüldükçe bahaları da o nispette artardı çünkü konak, köşk sahibi kimseler bunları ufak yaşlardan alıp kolayca yetiştirirler, makbul birer köle olarak istifade ederlerdi. Bilana’nın bulunduğu kafile güneş tepeye yükselmeden yerleşkeden ayrıldı. Zengin esirci, sırtlarında kürkleriyle ok ve yaylarıyla mücehhez dokuz Nogay atlısıyla seyahat etmekteydi. Bilana ve diğer esirler de yine elleri kolları bağlı olduğu hale Nogayların atlarının sırtında seyahat ediyorlardı. Bilana’ya tamamen yabancı bir lisanda konuşuyorlardı. Tatar esircinin maksadı birkaç köye daha uğramaktı. Bilana ise nereye gideceğini bilmeden denizin sesini dinleyerek, uygun bulduğu anda kaçıp köyüne geri dönmenin fırsatını arıyordu. O civardan çok uzaklaşmayacağını düşünerek, annesi babası ölse bile kendi evinin insanlarının bulunduğu köyüne dönmeyi istiyordu.

            Esir kafilesi deniz kıyısını batı yönünde takip ederek iki konaklık mesafede bir başka yerleşke olan German Osoviş’e geldiler. Burası da Abhaz Bozoduk’u gibi iskeleler bulunan bir yerleşkeydi. Deniz kenarında, yüksek kayalar üzerinde harabe ve oldukça eski bir kalesinin dikili olduğu, duvarlarının dışında koyun sürülerinin bulunduğu bu şehre girdiklerinde Bilana’nın dikkatini yerleşkenin sakinleri çekti. Bunlar Osoviş Aşireti’ne mensup kimselerdi ve Abhaz dilinde konuştuklarından Bilana bunların konuşmalarını birkaç kelime hariç pek anlamıyordu. Ardıç ağacından okları ve yaylarıyla birlikte tüfekli üç bin kadar Osoviş’in koruduğu bu yerleşkeye girer girmez, Osoviş Beyi at sırtında gelerek esircileri karşıladı. Onları esirlerin tutulduğu iskele yakınındaki bir meydana götürerek koyun kebabı ikram etti. Bunda maksadı esircilerin oraya sürekli gelerek kendilerinden esirler ve diğer eşyalar alıp satmaları için teşvik etmek istemesiydi. Esirler de bu yemekten yediler. Bilana meydanın yakınında yüksekçe bir ağacın dalında asılı duran sanduka benzeri bir kutunun aşağıya indirildiğini gördü. Baş tarafı delik sandukanın kapağı açıldığında içinde koltuk altına ve apış arasında bal kovanları bulunan bir ceset olduğunu görerek tiksindi. O aşiretin inançları gereği ölen beyleri sanduka içinde ağaca asıp, cenneti görebilmesi için sandukaya açtıkları delikten içeriye giren yüzlerce bal arasının yuva yapmasını sağlanırdı. Kıllı kıllı balları çıkarıp tulumlara doldurup satmak üzere meydana indirdiler. Bir kısmını da esircilerin sofrasına getirdiler ama hiç biri tiksinmekten yiyemedi. Ancak zengin esirci Abhaz balı kıymetlidir, Kefe’de satarım diye birkaç tulum satın aldı. Esirlerin arasında gözüne hoş gelen bir köle görmeyince kafileyi toplayarak yeniden yola çıkardı.

            Yine batı yönünde ilerleyen kafile iki gün boyunca deniz kıyısını takip etti. Akşam vakitlerinde dinlendi. Ertesi gün sabaha karşı yine iskeleleri olan Aşga isimli bir yerleşkeye geldiler. Aşpılı aşiretine mensup Abhazların bulunduğu bu yere girerken Bilana, Nogayların Aşpılılara saldırıya hazır gibi tetikte ilerlerdiklerini gördü. Bunlar beylerinin emri altında iki bin kadar savaşçıya sahip olsalar da cesurlukları ve savaşçılıklarıyla meşhur bir aşiret olduğundan tüm Abhazlar ve komşu halklar onların şerrinden korkardı, işte bu yüzden Nogaylar herhangi bir tehlikeye hazır bekliyorlardı. Tepesinde bir başka yıkık kalenin beklediği Aşga iskelesine geldiklerinde, esirci ilkin buradan doğruda Kırım’a gitmeye niyetlendi. Zira Kefe, Kerç ve Taman gemilerinin iskelelerine gelip gittiği bir yerdi. Kış mevsimi haricinde emniyetli bir iskeleydi. Az sayıda köleyle geri dönmek istemediğinden buranın da esir pazarına bakındı. Görünüşleri hoşuna giden iki Gürcü oğlanını satın aldıktan sonra oradan da çıktılar. Bir konak mesafede yine batı yönünde bulunan Aşgılı aşiretine bağlı Atma köyüne geldiler. Limanlara uzaktı ancak burada bir konak uzaklıktaki Çerkezlerle cenk eder Müslüman Tophane Abhazları bulunduğundan belki ellerinde iyi köle vardır diye oraya yönelmişlerdi.  Dağlara yakın bu köyden de güzel bir Çerkez kızı satın alındıktan sonra kafile geceyi orada, mescidin yakınlarındaki açıklıkta geçirdiler.

Ertesi gün oradan da ayrılıp yeniden deniz kıyısına inerek iki konak uzaklıktaki Haruna İskelesi’ne vardılar. Soğuksu aşiretinin elinde bulunan bu yerde at sırtında gezer, beylerinin emrinde üç bin askerin koruduğu iskelenin meşhur limanına geldiler. Burada Karadeniz’e dökülen bir büyük ırmak vardı ki Soğuksu adıyla bilinen bu ırmak, aşiretin de isim sahipliğini yapmaktaydı. Temiz ve ferah gelen bu sudan kana kana içip kırbalarını dolduran kafile buradaki köle pazarını da ziyaret etti. Bir Gürcü kızını satın alarak yine batı yönüne ilerleyerek gün batımına yakın iki konak ötedeki Kotasi İskelesine vardılar. Dört bir yanı kale gibi bir çitle çevrili Kotasi aşiretinin hükmü altındaki bu yerde, beylerinin emri altında yedi bin askerin koruduğu bu iskelenin köyü, dağların ardında bulunmaktaydı. Esirciler iskelenin tahtadan yapılmış hasır örtülü mahzeninin önüne gelerek buradaki esir pazarına uğradılar. Burası limanında sayısız Kefe ve Taman gemileri bulunan, muazzam bir ticaret merkeziydi. Ta Kırım’dan gelen atlıların alışveriş yaptığı bir yerdi ki Bilana hem Abhazca konuşan ahailiyi hem de Kırım ve Nogay Tatarcası konuşan atlıları görerek bir hayli şaşırdı. Bazı Nogayların, diğer atlılardan tanış geldikleriyle selamlaşmalarını da bir anlam veremeden öylesine seyretti. Sazdan tahtadan örtülü evlerinde yaşayan kimi buğday yetiştiren ahalinin tarladan dönüşünü, kimi hayvancı ahalinin hayvan barınaklarının önünde kocaman köpekleriyle nöbet beklediğini de gördü. Burası da ormanlara yakın olduğundan bir başka Abhaz aşireti gelir baskın verir diye ötekilerden korkarak gece gündüz nöbet tutmaları vakiydi. Bilana, ahaliden kendisine tanıdık Çerkez dilinde konuşan bazı kimseler de gördü ki bunlar oraya bir konak uzaklıkta oturan Jane Çerkezlerine mensup kimselerdi, bu nedenle Kotasi Abhazları arasında da Çerkez dilini bilen çoktu. Hatta Çerkezler limana izin alıp kendi mallarını getirip satabilirlerdi. Burada en son bir Abhaz ve bir Çerkez kızı satın alan esirci, kafileyi iskeleye yönelterek bir gemiye bindirdiler.

Bilana ilk defa gemiye bindiği için sevinçliydi, suyun üzerinde hareket etmesinden ilkin korkmuş sonradan hoşuna gitmişti. Gemi akşama doğru limandan ayrıldığından en başta ona oyun gibi gelmişti. Bu geminin Kefe’ye doğru yola çıktığını, bir daha memleketini belki de hiçbir zaman göremeyeceğini bilemiyordu. Ancak kara uzaklaştıktan ve dağlar uzakta tamamen yittikten sonra evinden çok uzakta olduğunu anladı. Gemideki esir Çerkezlerden yaşı biraz daha büyük olan birisi, sıkça annesinden babasından duyduğu, köle kızların hayat hikâyelerini anlatan acıklı bir şarkı okumaya başladı. Esirciden ses çıkmayınca, Nogaylar da efendilerinin kızın şarkı söylemesine müsaade ettiğine yorup kıpırdamadılar. Bilakis bu dilini anlamadıkları şarkıyı dinlemek hem kendilerinin hem de efendilerinin hoşuna gitmişti.

Bilana, yanında oturdu diğer bir köle kızın omzuna yaslanarak denize doğru dönüp dalgaları seyretmeye başladı. Çerkez kızı köyünden ayrılan bir başka hemşiresinin ağıtını okurken o köyünü, kaybettiği ailesini düşünerek ağlamaya başladı. Memleketinden mesafelerce uzağa gittiğini bilmiyordu ancak hissedebiliyordu…

9 Haziran 2014 – İstanbul

Kafkas Esircileri-Ateş Behiye 1

(Daha önce Gölge e-Dergi'de yayınlanmıştır)

Ucu bucağı yücelerde Kaf dağlarının eteklerinde sayısız kabilenin ve köyün bulunduğu devirlerdi. O tarihlerde Gürcü, Megrel, Abhaz, Çerkez ve başka başka kabilelerin birbirileriyle zaman zaman cenk etmeleri vakiydi. Bunlar birbirlerinin kızlarını, çocuklarını esir alırlar, Kuban Nehri’nden aşağıya inen Kırım Tatar ve Nogay atlılarına satarlardı. Yahut denizden gelen bezirgân gemilerinden gelen tuz, kap kacak ve silahlar karşılığında bu esirleri değiş tokuş ederlerdi.

Bu kabilelerden biri de Bozoduk aşireti aşiretiydi. On bin askeriyle deniz kıyısındaki iskelelerinde otururlardı. Kadim zamanda Bozoduk Beyi, Kırım hâkimi Mengi Giray Han’ın Ejderhan Seferi’ne üç bin askeriyle katılmış bir Abhaz beyiydi. Seferin ardından Ejderhan’ı almaya muvaffak olduklarından Mengli Giray Han onu Çerkez vilayetinde bulunan Obor Dağı’nın eteklerine yerleştirmişti. O tarihlerden itibaren Obor Dağı’nın beri yakasındakiler Abhaz Bozoduk’u, öteki yakasındaki Çerkes Bozoduk’u olarak bilinirdi. Bu iki aşiret birbirleriyle sürekli cenk eder, bir diğerini basmaya çalışarak insanlarını kaçırmaya çalışırlardı.

Çerkes Bozoduku aşiretine mensup ailelerden biri Obur Dağı’nın ormanlık kısmındaki tek göz kulübesinde yaşayan Oduncu Neguj’un ailesiydi. Oduncu Neguj, karısı Goşemef, büyük kızı Maze ve onun küçüğü Bilana ile birlikte yaşardı. En büyük çocuğu olan oğlu Bewıç, seneler önce kendi isteğiyle bir vakitler Mısır paşalarına bağlı Kölemen beylerinin askerleri arasına katılan amcası Mezan’ın yanına gitmişti. Neguj da kabile baskınlarından çekindiğinden ailesini oturdukları köyden uzağa, Obur Dağı’nın yücelerine doğru uzanan ormana taşımıştı. Yegâne endişesi güzelliklerini annelerinden alan kızlarının ki her biri ateş kızılı saçlarıyla en uzak yoldan dahi seçilirlerdi, bir baskın esnasında kaçırılmalarıydı. Onların kendisinden koparılması ihtimalinden korkarak köye inmelerine pek müsaade etmez, odun kesmeye giderken bir kızını da yanında götürürdü. Böylece hem Maze hem de Bilana güzellikçe öne çıksalar da kırda yabanda yaşaya yaşaya eli silah tutar Kafkas yiğitlerinden farksız hale gelmişlerdi. Maze babası gibi ok ve yay kuşanıp ava çıkabiliyor, Bilana ise küçük yaşına rağmen cüssesinden beklenmediği halde odun kırarken babasına yardım edebiliyordu. Her ikisi de tuhaf yaşayışlarından ve haşarı oluşlarından ötürü köyün erkekleri bunlara bakmaya pek yanaşamıyordu. Goşemef her ne kadar kızlarına köy adetlerini ve adabını öğretse de onlar yaradılış olarak babalarına çektiğinden başına buyruk hareket etmeyi tercih ediyorlardı. Ormanda onların ateş kızılı saçlarını uzaktan seçen erkekler belki bir anlığına hoşlanarak seyrederlerdi ancak onların ateş saçan gök gözleriyle karşılaşmamak için kısa sürede oradan uzaklaşırlardı.

Bilana babasıyla odun kesmeye giderken, ablası Maze ormanda avlanmaya çıkar, gün batımına yakın kulübeye dönerlerdi. Yiyip içerlerken babalarından kadim Nart savaşçılarının şarkılarını, uyumalarına yakın da annelerinden Kaf dağlarının sayısız masallarını dinlerlerdi. Kulübenin mazgal deliklerinden yıldızlı gökyüzünü ve karanlık ağaçlarını seyrederek uyurlardı. Bilana gece uyurken dağdan gelen uğultuları duydukça ürperirdi. Annesi ona dağın tepesinde fırtına cadılarının yaşadıklarını, tıpkı kendileriyle Abhazların çarpışmaları gibi Çerkez ve Abhaz cadılarının da birbirleriyle savaştıklarını, küplerine binip uçarlarken birbirlerini yakalayıp kanlarını içerek yere savurduklarını anlatırdı. Bilana karanlık gecede fırtına uğultularını işittikçe cadılardan birini göreceği korkusuyla gözlerini sıkı sıkıya yumar öyle uyuya kalırdı.

Yine böyle uğultulu bir gecede uykusunun en derin yerinde ablası Maze tarafından uyandırılmıştı. Kendine gelir gelmez ablası ağzını kapatıp susmasını fısıldamıştı. Kulübenin mazgallarından gelen ay ışığında annesiyle babasını ayakta görmüştü. Her biri eline ufak kalkanları ve uzun, sivri uçlu Çerkez kılıçları taşımaktaydı. Babasının üstüne giydiği kısa zırhlı gömleğin kuşak kısmında işlemesiz bir kincal yani Çerkez kaması da dikkatini çekmişti. Kulübenin etrafından bazı hayvan ve insan sesleri işitiliyordu. Bilana konuşulanları az çok anlıyorsa da daha önce hiç yakından duymamıştı, babası onlara dönüp: “Abhazlar! Abhaz Bozodukunun adamları!” fısıldadı. Muhtemelen köyü basmak için onların hiç beklemediği, dağların sarp kısmını aşıp gelmişlerdi. Köye buradan inen yol üzerinde de Neguj’un kulübesi bulunmaktaydı. Maze, ok kuburluğunu ve yayını kuşanarak kapının gerisine doğru diz çökmüştü. Babası yine fısıldadı: “Burayı göremezler! Aşağıya, köye inmeye geldiler. Köyü bastıktan sonra savuşup giderler!” Bilana korkuyla eteğinin dibine sindiği ablasına sormuştu: “Cadılar mı geldi? Cadılar mı geldi?” diye. Maze en az onun kadar korkulu bir sesle fısıldamıştı: “Daha kötüsü, esirciler!” Bilana bir kere daha korkuyla ürperdi. Esircileri annesinin anlattığı masallardan ve babasının sıklıkla uyardığı köy baskınlarından biliyordu. Annesinden köylerinden uzağa esir giden Çerkez, Megrel ve Gürcü kızlarının türkülerini dinlemişti. Köyünü, ailesini göremeden uzak memleketlerde ölüp gitmelerini anlatmaktaydı çoğu… Tepeden tırnağa silahlı, zalim kere zalim adamlar düşman oldukları köyleri basıp ahalisinden denk getirdiğini kaçırmaya çalışırlardı. Buraların töresi, kanunu buydu. Şanslı olanlar bu civardan Abhaz ve Gürcü beylerine satılır, memleketinden uzağa düşmezdi. Kendisi de annesi Goşemef’i bir başka Çerkez köyünden bir baskın esnasında kaçırıp karısı yapmıştı, öyle anlatmıştı Bilana ile Maze’ye.

Atların ve insanların sesine bu sefer köyden gelen çığlıklar ve bağrışmalar eklenmişti. Çarpışan kılıçların şıngırtıları altında ailelerinin, sevgililerinin adını çığıran insanların acı sesleri Bilana’nın kalp atışlarını hızlandırmıştı. Korkuyordu. Birden evlerinin kapıları gürültüyle kırılıp ardına kadar açılınca ister istemez ağlamaya başladı. Maze kapıda beliren yüzü gözü örtülü Abhaz savaşçısının gırtlağına yolladığı bir okla adamı kanlar içinde yere yıktığı sıra yayına başka bir ok daha yerleştirdi. Kapıdan içeriye fırlayan bir adam onun üzerine yürümek istediyse de karanlığın içinde Neguj ile Goşemef’in Çerkez kılıçlarının darbeleri altına can verdi. Maze kapıya bir ok daha attıktan sonra karşıdan evin içine doğru yöneltilen okları ve birkaç tüfengin parıltısını görerek yayını yere atıp yanında bekleyen Bilana’yı duvara doğru iteledi. Evin içine atılan oklardan ikisi ve birkaç tüfeng misketiyle gıkını bile çıkaramadan kanlar içerisinde yere yıkıldı. Adamlardan birisi: “Kızı alacaktık! Be diye öldürdünüz?” diyerek onlara kamçısıyla vurunca ateşi kesmek zorunda kaldılar. Neguj ile Goşemef, kızlarının bu apansız ölümü üzerine dededen babadan yadigâr savaş naralarıyla kapıdan dışarıya atılarak esircilerin tepesine ecel fırtınası gibi çöktüler. Ecdatları misali dans edermişçesine kılıç savurma sanatına malik olduklarından Abhazlar gibi savaşçı bir kavim olduklarından birkaç esircinin canını cehenneme yolladılar.

Bu esnada Bilana evin içinde ablasının kanlı cesedinden gözlerini ayıramadan ağlamaktaydı. Kıpırdamadan olduğu yerde kalakalmıştı. Neguj ile Goşemef, Abhaz Bozoduku’nun adamlarıyla çarpışırken köydeki adamlar da çarpışma seslerini duyarak oraya doğru seğirtmişlerdi. At sırtında oldukları halde ok çeken kan davası kavası kaçkını birkaç Nogay atlısı kulübeye doğru yanaşıp Neguj ile Goşemef’i oklarıyla vurup öldürdüler. Yaralanan Abhazlar oldukları yere çöküp kirli bezlerle yaralarını sararlarken Nogaylar atlarından inip kulübenin içine girdiler. Karanlığa alışkın gözleriyle Bilana’yı görür görmez kızın ellerini ayaklarını bile bağlamaya gerek görmediler. İçlerinden biri kızı alıp omzuna attığı gibi dışarı çıktı. Bir başkası yerde yatan Maze’nin cesedine bakıp: “Yazık olmuş, daha gençmiş…” diye söylendi.

Bilana, dışarı çıkarıldığı Nogay’ın omuzu üzerinde annesiyle babasının kanlar içinde yerde yattığını görünce yüzüne tokat yemiş gibi kendine geldi. O anda gözüne kapının dışında duran babasının odun kestiği baltalardan biri ilişti. Kaçak Nogay’ın omzunu sertçe ısırarak acı içinde haykıran adamın kollarından kurtuldu. Adam bağırtıyla yere çökerken baltayı hızla kapıp adamın kafasına doğru hamle yaptı. Ancak evin içinden çıkan bir diğer Nogay baltayı sapından yakalayarak kızın elinden aldı. Bağıra çağıra üzerine atılan kızın suratına attığı bir tokatla yere yıktı. Hıçkıra hıçkıra ağlayan Bilana’nın ellerini ve ayaklarını ayrı ayrı bağladıktan sonra omuzuna attı.

Kirli kalpaklı Abhazlardan biri at sırtında gelip: “Köyün gençleri toparlanmadan dönelim! Alacağımızı aldık!” dediği sıra Bilana, Nogaylardan birinin atının terkisinde buldu kendini. Geriden gelen ve terkilerinde ağlayıp sızlayan kızlarla oğlanların bulunduğu başkaca atlıların kendilerine katılmasıyla birlikte çoğunluğu Abhaz olan kafile ormandan geriye doğru yöneldi. Bir süre sonra Bilana o karanlıkta uzaktan uzağa evini son kez gördü. Obur Dağı’nı aşarlarken at üstünden kuyu ağzına benzer karanlık uçurum diplerini görerek ürperdi. Atın sallantısında hafif uyur gibi oldu. Hava alacaya dönüp Obur Dağı’nın uçurumları gerilerinde kaldığı sıra uzaktan uzağa davul sesleri duyarak uyandı. Tepelerinde eli meşaleli Abhaz savaşçılarının dolaştığı, gerisinde hayatında ilk defa gördüğü muazzam bir koyu mavinin uzandığı denizin kıyısına kurulu Abhaz Bozoduku’nun yerleşkesini görmekteydi. Uzaktan uzağa korkutucu dalga seslerini ilk defa duyduğundan canavar homurtusu sanıp korkuyla gözlerini yummuştu. Uzaktan uzağa işittiği martı seslerini yakından duyuyordu. Burnuna gelen tuzlu su kokusunu ilk defa duyumsamıştı.

Ahaliden bir atlı vaveyla kopararak yerleşkenin tahtadan topraktan metrisine doğru dörtnala ilerledi. Bir yandan da bağırıyordu: “Çerkezi vurduk da geldik! Güzel güzel kızlar, oğlanlar getirdik! Açın kapıları! Açın biz geldik!” O an Bilana, annesinden babasından dinlediği hikâyeleri ve türküleri hatırladı. Kendisi de işte o türkülerdeki hikâyelerdeki kızlar gibi köyünden koparılıp bilmediği diyarlara getirilmişti. Üstünde bulunduğu atın yanı sıra at süren bir Abhaz’ın atının terkisine attığı kendisinden birkaç yaş büyük bir kızla göz göze geldi. O da kendisi gibi ağlıyor: “Ah anam Nefin! Ah babam Kumefij!” diye söyleniyordu.

10 Mayıs 2014 İstanbul