2 Mart 2012 Cuma

Fedâiyan-ı Gaib Rıhtım

(İlk Yayınlanış: Fedâiyan-ı Gâib Rıhtım, Kayıp Rıhtım, Temmuz – 2011, Kayıp Rıhtım,
http://oyku.kayiprihtim.org/fedaiyan-i-gaib-rihtim-wyern)

(Ayrıca: Kayıp Rıhtım 2.Yıl Özel Aylık Öykü Seçkisi, Editör: Hakan Tunç-Onur Selamet, Kayıp Rıhtım Yazarları, Kasım 2011, Kayıp Rıhtım Yayınları, Öykü: Fedaiyan-ı Gaib Rıhtım. (İlk E-Kitap öykü kitabı)
“Denize ait olan acaib tılsımlar; İkincisi; Kadırga limanında bakırdan yapılma bir gemi vardır. Yılda bir defa zemheri gecesi olduğu zaman İstanbul’un sihirbaz kadınları o bakır gemi ile sabaha kadar denizde gezer, Akdeniz’i korurlardı. Hatta Fatih’in İstanbul’u alışında bu geminin ele geçirildiğini söylerler. Üçüncüsü; bir başka bakır gemi de Tophane tarafında varmış. Yine zemheri gecesinde bütün sihirbaz ve falcılar gemiye binip Karadeniz tarafında dolaşarak buraları korurlarmış. Muaviye oğlu Yezid’in Galata’yı ele geçirdikten sonra bu gemiyi parçalattığını söylerler.”   Evliya Çelebi’den…
            Raviyan-ı ahbar ve nakilan-ı asar’a göre, İsa Aleyhisselamın doğumunun 1453. Senesinde ki Hicret’ten 857 sene evvel sonra idi. Ordu-yu Hümayun’un Şehr-i Kostantiniyye muhasarasını müteakiben, zafer güneşi Osmanoğullarının üzerine doğmuş, İslam’ın sancakları Kayser’in burçlarına ve kulelerine dikilmişti. Şehrin içinde sokak cenklerinin yapıldığı, barikatlarla kapattıkları kulelerde direnişe geçen şövalyelerle, Kızıl Elma’ya ilerleyen gazilerin kılıç tokuşturdukları dar zamanlardı. Fetih ile muhasara arası o ince zamanda, Sultan Mehmed Han-ı Sâni’nin kullarından olup, yıldızlara bakmakla ve cinlere davet ile maruf muhteşem saray müneccimleri Otağ-ı Hümayun’un kapısına gelerek destur istediler. Sol elleriyle silah kullanır solaklarla, sultanın yanı başında dikilir silahdarlar arasından geçerek sultanın huzuruna vardılar. El etek öpüp elpençe divan durarak geliş sebeplerini sultana arz ettiler:
            “-Devletlü hünkârım! Savaşçılarınızın biraz önce altın kapılarından içeriye süzüldüğü Kostantin şehrinden haberler getirdik! Yüce sultanım, sizin malumunuzdur ki şehr-i Kostantiniyye sadece şehirlerin değil, denizleri bekleyen limanların içinde de en parlak incidir. İş bu şehrin sayısız limanı vardır. Bu limanların içerisinde iki tanesi vardır ki, bunlar içlerinde sakladıkları kısmet ve hazinelerle beklemektedir. Bunlar alelade insan inşası limanlar değildir sultanım! Şehirde pek çok kara ve deniz tılsımları inşa edilmiştir. Ama  bunlardan ikisi vardır ki yeri müstesnadır. Tarihçilerin ve destancıların anlatmasına göre Hz.Süleyman’ın büyük mabedini inşa eden ecinni mimarların sırlarını bilir ustalar ve sihirbazlar inşa etmiştir. Her birinde demirden yapılma, tunçtan tılsımların işlendiği iki gemi vardır. Zemheri gecesi İstanbul’un sihirbaz kadınları ve cadıları bu gemilere doluşurlar, ardından denize açılıp efsun okurlarmış. Böylece hem Karadeniz hem Akdeniz bu tılsımlarla korunurmuş. Galata tarafındaki liman, Muaviye oğlu Yezid’in muhasarası zamanında büyücülerin marifetidir denilerek imha edilmiş. Bir tek geriye sırları ve tılsımlarıyla öteki liman kalmıştır lakin onu aramak her yiğidin karı değildir!”
            “-Söyleyin bana hamiyetli kullarım! Ben bu kayıp rıhtımı neden aramalıyım? Neden bu rıhtımı aramak her yiğidin harcı değildir?”
            “-Hünkarımız efendimiz. Yıldızlara göre sizin bahtınız ve hayrınız o rıhtımdadır. O rıhtımdaki tılsımlı gemi yeryüzünde kalan yegane işler efsunlardandır. Bunu elde eden kişi onu yüreğinin istediği yere gider kazasız belasız varır. Bu gemiye ok ve tüfek işlemez, rum ateşi yaklaşamaz, fırtına batıramaz. Cümle deniz canavarı üzerine varanda helak olur. Bir düşün ki bunu elde eden hükümdar içine seçme askerlerini doldurarak cihanı fethe çıksın!”
            “-Bre bu dediğiniz tılsım madem o kadar güçlüdür, neden Bizans’ın bir dünya kayseri, kralı  burunlarının ucundaki bu rıhtıma vasıl olup yeniden Roma’yı ihya etmediler?”
            “-Hünkarım bu rıhtımı herkes neden arayamaz demiştiniz. Suallerinizin cevabı birdir. Kayıp rıhtım, öyle alelade bulunabilecek bir yerde değildir. Nerede olduğunu kimse bilmez. Biz rüzgarın ve suların ecinnilerine sual ettik, yerini bilse bile Pera bağlarının orada, Ceneviz surlarının dibinde bir ulu çınarın dibinde yaşamakta olan bir ihtiyar bilmektedir dediler. O ihtiyarın huzuruna çıkan çok olmuştur ama hiç biri kayıp rıhtımı aramaya cesaret edememiştir. Zira hiçbir imparator emrindeki askere, savaşçıya güvenememiştir. Çünkü o gemiyi ele geçiren bir daha alt edilemeyeceğinden, imparatorların bile tozunu havaya savuracağından korkmuşlardır. O yüzden yüreğine ve sadakatine sağlam, o tılsımı bekleyen tehlikelerle başa çıkabilecek yiğitler göndermelisiniz. Yiğitler ağaç dibindeki ihtiyarı bulacak. İhtiyar onlara kimin kulları olduklarını soracak. Onlar şehrin yeni sahibinin adını söyleyip onun kulları olduğunu söyleyende söylermiş yerini. Ötesini demeye izin vermezmiş gaybın cinleri. Cin taifesinin bize dediği gemiyi arayacak olan kulların kalbinde
            Müneccim ve cindar taifesi susunca Sultan Mehmed’de düşüncelere daldı. Tahtında doğrulup ellerini üç kere birbirine vurdu. Koca otağın bir köşesindeki altın işlemeli kadife atlastan renk renk üç kat örtüler açıldı. Gölgelerin içinden ikisi adem biri nisâ üç kişi çıktı. Bunlar her biri seçme ve namlı, şöhreti Vatikan istihbaratından Batıni ocaklarına yayılmış “Fedailer”di.
En sağdaki neredeyse çadırın tepesine varacak denli uzun boylu, ama her tarafı yağ bağlamış koca göbeği, koca kafası ve esmer teniyle masal gulyabanilerini andıran bir acayip yiğitti. Kafası dazlak, seyrek sakallı ve bıyıklı, kısık gözlü, korkutucu görünümlü bir yiğitti. Altmış kış görmüş olmasına rağmen dinç ve semiz duran bir dev soyuydu. Sadece hayvan postlarına bürünmüş, yelken bezinden kıyafetler diktirmişti. Yeryüzünde yürüyen ender ecinni soylu yiğitlerdendi. Anadolu bozkırında gezinen Moğolların bakiyesi Karatatar Türkmenlerindendi. Anası gelinlik çağında kaybolmuş, deli olarak obasına dönmüş, dokuz ayın sonunda acayip görünüşlü dev oğlunu doğururken canını teslim etmişti. Babası meçhuldü, kimi eşkıyalardır babası demişti ama çoğunluk cin taifesine bağlamıştı. Doymaz bir halde yediği için insan kanıyla beslenen doymaz hortlak taifesine binaen “Obur” derlerdi ona. Kabilesiyle birlikte Timur’un sürüsüne katılmış, aç kaldığı için Timur’un fillerinden birini öldürüp yemeye çalışırken yakalandığından İsenboga Han tarafından sürüden kovulmuştu. Kıraç bozkırda köle tüccarlarının eline düşmüş, savaşçılıktaki maharetiyle saraya köle olmuştu. Tek silahı bozkırda kaçak olduğu yıllarda öldürdüğü filden aşırdığı, sadece savaş fillerinin hortumlarıyla kullanabildiği ve bir ademin tövbe billah kaldıramayacağı kara çelikten dövülme, kafir şövalyelerinin iki elli kılıçlarından da uzun cenk kılıcıydı.
Onun yanında duranı orta boylu, sinsi görünüşlü, hırstan içi kurumuş kalmış gibi kara kuru tipli bir değişik ademdi. Saçlarının uçlarına incik boncuklar takmış, yarı çıplak gezen, vücudu dövmeli, elinde sadece incikli boncuklu ahşap bir sopa taşıyan, çarpılmış gibi duran korkunç tipli bir yiğitti. Aslı nesli bilinmez, yaşı bilinmez bir deli kişiydi. Bu toprakların insanlarından değildi. Vakti zamanında İspanya kıyılarında bulunmuştu. Demelerine göre dünyanın bir ucundaki şeytanlar denizinin ortasında bulunan Kaf dağının ahalisindendi. Araplara benzerdi ama kendi kabilesinin dili bilinir bir dil değildi. Tılsımla, büyüyle uğraşır cenge girdiği zaman sopasıyla ve kendine has garip bir türkü çığırarak yaptığı acayip güreş-dövüş taktikleriyle altederdi, düşmanını. “Değnekli” diye nam yapmıştı.
Onun da yanında bir nice ahudan ve dilberden bin kere daha güzel, perirû, ay yüzlü bir hatun kişi vardı ki yüzünü görenler helak olmasın diye ekseriya peçeyle dolaşırdı. Eli bıçaklı fedailer arasında durmasının nedeni de bu güzellikti. Sultana biri saldıracağı vakit peçesini açarak meydana fırlar, onun güzelliğini gören erkek kadın her kimse hayran kalır, elini kolunu oynatamazdı. “Perişah” namıyla tanınmasının nedeni de buydu. Bozkırın bir köşesinde, dağ başında bir bebek sesinin ardından giden avcı yörükler bulmuştu onu. Yeni doğmuş iki cerenin yanında bulmuşlardı bebekliğinde. Ceren kılığında gezen orman perilerinin soyundan sayarak yanlarına almışlardı. Büyüme çağı gelende güzelleşmiş, hiçbir yörede tutunamamış, ehli namus olsa da, onu elde etmek isteyen beylerin ve ağaların birbirlerine öldürmeleri yüzünden bir nice felakete neden olmuştu. Namı saraya dek gidince bu şekilde hizmete alınmıştı.
İşte bu üç fedai sultanın huzuruna çıkar çıkmaz el etek öperek elpençe divan beklemeye başlamışlardı. Sultan müneccimlerin ve cindarların kendisine anlattıklarını aynen fedailerine de anlattıklarından sonra kayıp rıhtımı bulmalarını ve oradaki tılsımlı gemiyi bulur bulmaz haber uçurmalarını söyledi. Sultanın verdiği emirler üzerine yeniden el etek öperek otağdan çıktılar. Kostantiniyye surlarının dibine doğru yürüdüler. Kulelere çoktan İslam sancakları çekilmişti ama halen şehrin içinden kılıç şakırtıları ve naralar gelmekteydi. İç kulelere ve manastırlara sığınan şövalyelerin ardına takılmış birkaç maceraperest Latin keferesi yeniçeriler ve azaplara karşı kör bir direniş sergilemekteydiler. Haliç üzerinden üstü deri kaplı fıçılarla kurulan yapay köprüden geçtikten sonra ormanlık alanın kıyısından ilerleyerek Ceneviz keferesinin surlarına yaklaştılar. Surlarda kalan tek tük Ceneviz askerleri gelenleri çok dikkate almadan ama güvenmediklerinden de yarımağız göz hapsine alarak takip ettiler. Ağaçların arasından sıyrılmadan sur boyu ilerleyerek koca çınarı aramaya başladılar. Obur gövdesini okşayarak söylendi:
“-Samanlıkta iğne aramaya benzer. Bir ulu çınar ara ki bulasın! Hemi de dibinde asırlarca yaşayan bir koca!”
Değnekçi hırıltılı sesiyle:
“-Bre sanki biz çok tekinizde, asırlık yaşayan ihtiyara inanmazsın!”
“-Bana tuhaf gelir ürükçüoğlu! Ben oburların, devlerin soyundan gelirim, bacı bildiğimiz peri soyundan. Sen neslimiz büyücüydü dersin. Yüzlerce yıl ömür sürmek ne mümkün? Ermiş, evliya takımı bile bu kadar uzun süre yaşamaz! Tılsım beklediğine göre bu koca ermişlerden değil!”
“-Tılsımı beklediğine göre sizin gibi ecinni soyundan gelme olsa gerek!”
Üç fedai tepesinde karınca misali tatar yaylı Ceneviz erlerinin ve dede yadigarı kılıçlarla caka satan Latin komutanlarının bakışlarının altında, surların gölgesinde ilerlemeye devam ettiler. Cenevizliler, yerli Rumlar, Latinler, Yahudiler, papazlar, hahamlar, falcılar, çalgıcılar, gemiciler, kürekçiler, rıhtım ahalisi her biri anında kolonide yayılan garip görünümlü üç kişinin, kuşatmacılar yönünden surlara yaklaşması merak konusu olmuştu. O dönemlerde de Kostantiniyye’nin sisiyle sırı kısa sürede yayılmaktaydı. Bu Kostantin’in şehrinde de Pera’da da böyleydi. Surların tepesine çıkmış ahali, kara suretli dev, kara kuru yapılı ecinni ve yüzü kapalı da olsa güzellik abidesi olduğu her halinden belli peri kızı kafalarda binbir çeşit soruyu ve dedikoduyu peydahlamaktaydı. Onlarla birlikte adım adım kah eksilerek, kah artarak surlar ve kuleler boyunca takip ettiler. Üç fedaide bir yandan ulu çınarı ararken diğer yandan surların tepesindeki meraklı ahaliyi seyretmekteydi.
Bir an gelince kalabalığın surlarda takibi bırakarak ama dağılmadan uzaktan fedaileri izlemekle yetindiler. Fedailer bu davranışlarından ötürü kuşkulandılar. Meraklı Pera ahalisinin kendilerini takibi bırakıp ejder görmüşçesine oldukları yere mıhlanmaları garipti. Ahalinin gözlerini dikmekte olduğu yeri gördüklerinde onların bu korkulu hallerini anlamadılar ama koca çınarı da buldular. Pera ahalisinin korkusu oradakilerin bildiği bir söylenceden kaynaklanıyordu. Ceneviz askerlerinin ne gece ne gündüz tepesinde nöbet beklemekte korktukları bir kule vardı. Diğer sur ve kule parçalarından bir bakışta ayırt edilebiliyordu zira diğerlerinin aksine yosunlardan ve küften rengi kararmış, yüzyılların acizliğine uğramış kara taşları, yamru yumru yapısı, ve tepesinde dikilmekte olan korkunç bakışlı baykuşuyla burası canlı bir ölüm ve uğursuzluk abidesiydi. Tam önünde dikilmekte olan kara yapılı, geniş gövdeli ve uzunluğu neredeyse önündeki kuleye eren koca çınarla birlikte anılırdı. Ahali orasının lanetli olduğuna inanırdı. Hakkında türlü çeşit söylentiler söylenir kimi ulu bir ejderin mezarı, kimi cinlerin sarayının, kimi de bizzat şeytanın orada oturduğunu anlatırdı.
Fedailer ulu çınarın dibine geldiklerinde, koca gövdesinde ağız gibi bir yarığın bulunduğunu gördüler. Kovuğun içinden belli belirsiz parıltılar gelmekteydi. Üçü birden usulca yaklaşarak kafalarını kovuktan içeriye soktuklarında gördükleri şey karşısında hayrete düştüler. Bir kuyu kadar derin ve genişti ağaç. En tepesinde balkabağı kadar büyük bir ateşböceği yapışmış, yanıp sönen meşale misali ışıldamaktaydı. Işığın altında, tüm tabanı kaplayan beyaz saçların ve uzun sakal yığın ortasında bağdaş kurarak dikilmekte olan, kuyu gözlü bir ihtiyar gördüler. İhtiyar onlara bakarak anlamsız ve tuhaf sesler çıkardı. Perişah, Değnekli ile Obur’a dönerek:
“-Cin taifesinin dili bu. Anacığımın geldiği saali cinlerinin lisanını konuşur.”
Perişah ile ihtiyar aralarında bilinmedik bir lisanda konuşmaya başladılar. Cinlerin lisanlarını herkes bilmezdi. Büyücü, cadı, şaman taifesinden başka kendi kavimleri ve arada kalanlar, aşina olanlar, perdesi kalkmışlar ve karışmış taifesi bilirdi. Perişah ile ihtiyar aralarında rüzgar uğultusuyla, taş tıkırtısını ve su şıpırtısını andıran bir sesle konuşmaya başladılar. Değnekli’ye yabancı, Obur’a tamamen yabancıydı. Obur ecinni soyundan gelse de en fazla dağ devlerinin homurtularına, ifritlerin ateş gürlemesine ve mezarlık gulyabanilerinin iniltilerine aşinaydı. Perişah kovuktan çekilir çekilmez onun yüzüne baka kaldılar. Perişah’ın yüzü sararmış gibiydi:
“-Buradan aşağıda, kıyıda bir orman kıyısındaymış rıhtım. Bekçiyi uyandırmamaya dikkat etmeliymişiz.” dedikten sonra kıyıya doğru yürümeye başladılar. Bir müddet sonra gerçekten de surlarla deniz kıyısının bitiştiği yerde ağaçlık bir koru gördüler. Tabanı sarmaşıklarla kaplı, yosunlu ağaç gövdelerinin arasında uzanan patikayı izlediler. Deniz kıyısına yakın bir yerde kırk dökük bir rıhtımın uzanmakta olduğunu gördüler. Rıhtıma yaklaşarak sağına soluna bakınarak tılsımlı gemiye dair bir işaret aramaya başladılar. Rıhtıma yaklaştıkları anda yerin titremeye başladığını gördüler. Büyük bir gürüldeme yeri göğü kaplamıştı. Gerilerine döndüklerinde kadim ağacın sallanmakta olduğunu gördüler. Ağacın gövdesinden kuyu gözlü ihtiyarın sürünerek çıktığını gördüler. Kulede tüneyen koca baykuş ihtiyarın sırtına kondu, ateşböceği ise ihtiyarın göğsüne yapışmıştı. İhtiyar sürünmekte iken birden biri bu hayvanlarla bütünleşerek devyarasa bir ejderhaya dönüştüğünü gördüler. Baykuş pullu kanatlara, ateş böceği ateşle körüklenen göğsüne dönüşmüş, ihtiyar pullu kuyurklu, aslan kafalı, yeleli ve koca ağızlı bir ejderhaya dönüşmüştü. Yeri göğü sallayarak hızlı adımlarla limana doğru sürünmeye başladı.
Ne yapacaklarını bilemez bir haldeyken ilk öne atılan değnekli oldu. Tuhaf dansıyla ejderhayı şaşırtmaya çalışıyor, ejderha kah pençeli kanatlarıyla, kah koca ağzıyla onu parçalamaya çalışıyordu. Arada bir göğsünden körüklenen alevlerin harıyla yakmaya çalışıyordu. Koca gövdeli Obur ejderhanın gövdesine çıkarak kafasını sarmaya çalıştı. Onlar böylesine ejderhayla cebelleşirken Perişah ne yaptığını bilirmiş gibi, tılsımı çözmüşçesine peçesini açtı. Onun yüzünün güzelliğini gören ejderha içinde parlayan şehvetin ateşiyle tılsımı unutarak rıhtıma doğru adımını attı. O anda olan oldu ve tılsım harekete geçti. Rıhtımın tılsımını o an anlamışlardı. Adımını atan ejderha o anda ejder başlı, altın ve gümüş kaplamalarla süslü, altın ejder kanadı yelkenlere baykuş kafalı yelken direğine dönüşe, ucunda asılı yeşil ışıklar saçan bir ateş böceği temsilinden oluşma muhteşem bir gemiye dönüştü. Perişah kızda o geminin bir parçası haline gelmiş, uzun ejder suretinin altına yapışmış güzel yüzlü bir deniz kızı suretine bürünmüştü. O an anlamışlardı tılsımın sırrını. Rıhtıma ayak basan tılsımlı geminin parçası olur, ortaya çıkmasına vesile olurdu. Kostantiniyye cadıları tılsımı böyle saklamışlardı asırlarca. Kayıp rıhtım, ona adım atanı efsanelere karıştırıyordu.
Kalan fedailer tılsımlı gemiye binerek sadece gönüllerinden geçtiği gibi hareket ettiğini gördüler. Haliç kıyısına geldiklerinde, sultanın maiyeti ve askerleriyle beraber mehteranlarla karşıladığını gördüler. Adım atan efsanelere karışmasın diye tılsımlı rıhtımın yerini hiç kimseye söylemediler. Gördükleri ve buldukları kısmetin uğuruyla doksan küsür yaşına dek vardılar. Vasiyetleri üzerine kara kulenin dibindeki çınara gömüldüler. Derler ki onların ölümünün ardından gelen bahar mevsiminde o çınar ağacından tuhaf bir şekilde elma bitmiş. Elma ağacı olmadığı halde çınar dalından sarkan kıpkırmızı, taze elma parçasının sırrını hikmetini çözemediler. Hikmet sahibi kişilere göre zaman vaktine erince elma durduğu yerden koparak “kayıp rıhtımı” arayan efsane kahramanlarının ve efsaneleri kurcalayanlarının başına düşmüş, bir elma bin olmuş, düştüğü yere masallar, hikayeler konmuş o zamandan bu zaman.
Mehmet Berk Yaltırık
15 Temmuz 2011 - İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder