3 Ağustos 2018 Cuma

Varkolakların Gecesi-Bölüm 2


Köşeyi döner dönmez sokak boyunca yanan lambaların hep birden söndüğünü gördüler. Sokak hayli ürkütücü görünüyordu. İnsanın adım atmadan önce çekince duyacağı bir yer gibi…
            Çağıl etrafa bakınara: “Şu sıralar çok denk geliyorum…” dedi. Sesinde belli belirsiz bir korkuyu bastırma çabası seziliyordu. Yaren de sokağın ortalarına doğru bakınırken yürümeyi bırakıp bir anlığına duraksadı. Çağıl’ı duymazlıktan gelerek bir süre soluklandı. Aklı Engin’deydi. Bir yandan da gecenin bu saatinde kapısına dayanacağı bir yazara nasıl dert anlatacağını düşünüyordu. Cümleleri aklında tutmaya çalışırken bir yandan da Muzaffer Taş’ın oturduğu apartmanı silueten görerek heyecana kapıldı.
            Sokağın orta kısmında dikilmekte olan biraz eski görünümlü bir apartmanın sokak kapısına doğru koşar adımlarla ilerledi yeniden. Çağıl da hemen arkasından takip ediyordu. Muzaffer Taş’ın adının yazılı olduğu zili cep telefonunun ışığıyla bularak bir-iki kere bastı. Çağıl’a bakarak: “Umarım açar…” diye söylendi. Çağıl apartmanın girişindeki loş ışıkta Yaren’i seyrediyordu. Saçlarının tuhaf parıltısı ve gergin duruşu onu gözünde daha da çekici yapmıştı. Hislerini kendisinin bile fark etmesinden ürkerek öteledi. Engin gibi sorunlu birinin kendisinden atak davranmasına içinden küfretti.
            Yaren bir anlığına sanki bakışlarını yakalamışçasına arkasını dönünce utanarak bakışlarını yere indirdi. O esnada şansına kapının açıldığı duyuldu. Eski tip dar ve dönen merdivenlerden üç kat yukarıya çıkarak çatı katına açılan boşluğa bakan bir sahanlığa ulaştılar. Demirden kahverengi bir kapının onların gelişiyle hafif aralandığını gördüler. Eşofmanlı birinin karanlık içindeki belli belirsiz görüntüsü kendilerini kapı arasından karşıladı:
            “Kimsiniz?”
            “Muzaffer Bey benim Yaren. Hani sizinle röportaja gelmiştim geçen yıl?”
            “Tanıdım. Hayırdır bu saatte?”
            “Özel bir durum var. Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum ama yardımınıza ihtiyacım var?”
            “Ödev projesi falan mı? İnternette çoğu yayınım var. Faydalanabilirsiniz istediğiniz gibi.”
            “Hayır, hayır. Daha başka bir mesele. Erkek arkadaşımla ilgili. Şey… Kendisinin bazı psikolojik sorunları var. Belki de bir tür takıntı bilemiyorum…”
            “Benimle ne alakası var?”
            “Kendisi… Bakın çok komik gelecek belki ama gerçekten zor durumda olmasam size gelmezdim. Kendisi komşularından birinin sizin hikayelerinizdeki şeylerden olduğunu zannediyor?”
            “Hortlak?”
            “Galiba…”
            “Hasbinallah! Bu vampir çılgınlığı nereden çıktı yine? En son Alacakaranlık romanı popüler olduğunda vampirlerin gerçek olup olmadığını soran ergenlerle muhatap olurdum. Şimdi üniversitelere mi sirayet etti? Daha bugün bir delikanlı daha yolumu kesip benzeri bir şeyler geveledi!”
            “Adı Engin miydi?”
            “Nereden bildin?”
            “Sizinle bugün konuşmuş, bir-iki saat önce.”
            “Seni kapıma mı yolladı?”
            “Kendisi göndermedi ben geldim. Bakın gerçekten zor durumda. Kendisi şu an Selimiye’de. Bizlerin ve kendinin tehlikede olduğunu düşünüyor.”
            “Benden ne istiyorsunuz? Gidip vampir avlamamı mı? Erkek arkadaşının bir cadıcıya değil psikoloğa ihtiyacı var bence…”
            “Siz onu ikna edebilirsiniz. Bu tür şeylerin tamamen kurgu olduğuna inandırırsanız düzelecektir. Psikolog ne derece yardımcı olur bilemem ama siz başarabilirsiniz bence.”
            “Üzgünüm ama kapıyı suratınıza kapatmak zorunda kalacağım!”
            “Lütfen Muzaffer Bey! Siz de bizim okulumuzdan mezun oldunuz. Sizin bir dönemler yazarlık yaptığınız toplulukta başkan yardımcısıyım. Sizden herhangi biri olarak değil, topluluğunuzda sizden sonra yetişmiş bir üniversite arkadaşınız olarak yardım istiyorum…”
            Kapının bir anlığına örtüldüğünü işittiler. Yaren boynunu bıkkınca bükerek merdivenlere yöneldi. Tam o esnada kapının ardından zincirinin açıldığını ve antre ışığının da yandığını gördüler. Muzaffer elinde eski dönemden kalma bir Alman yapımı Parabellum’la karşılarında dikilmekteydi. Yaren ile Çağıl’ın silaha korkulu gözlerle baktığını görünce açıklama gereği duydu:
            “Endişelenmeyin. Bazı hikâyelerimi gerçek zanneden define meraklıları kapıma dayanabiliyor. Malum Edirne’deyiz…”
            Çağıl ancak savaş oyunlarında rastladığı bir silahı gördüğünden şaşkındı: “Alman Luger… İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma sanırım.”
            “Evet. Dedeme ait. Bir Alman subayından almış. Tabi öldürdükten sonra. Partizanin ve yatakların Almanlarla çatıştıkları dönemden… Kapıda beklettiğim için özür dilerim. Lütfen içeriye geçin.”
            İçeriye girdiklerinde kendilerini bir ucu genişçe bir salona diğer ucu ise bir koridora açılan sade bir antrede buldular. Hemen karşılarında yetmişlerden yahut seksenlerden kalma kenarı bakır işlemelerle süslü bir ayna vardı. Kendilerini ışığı yanmakta olan salonda bulduklarında daha önce görmedikleri türden bir evdelerdi.
            Salonun duvarlarının bir ucunda dört adet büyük kitaplık var. Pek çok kitap, yazma, defter, dosya ve dergi bin bir çeşit bibloyla birlikte burada duruyordu. Hemen önünde üstü defterler, not defterleri ve çeşitli kırtasiye malzemeleriyle dolu bir çalışma masası vardı. Karşısındaki duvarda ise Muzaffer Taş’ın bazı etkinlik ve kitap tanıtımlarının çerçevelenmiş afişleriyle birlikte, öykülerinde bahsi geçen bazı nesnelerin kendileri yahut replikaları asılıydı. Hemen girişte duvarın dibinde bir üçlü kanepe, karşısında da camın önünde bir tekli koltuk duruyordu.
            Yaren daha önce gördüğünden pek garipsemediğinden üçlü kanepeye oturuverdi. Çağıl ise daha önce Muzaffer Taş’ın öykülerinde, kitaplarında tarif ettiği bir takım eşyaları duvarda karşısında görünce heyecana kapılmıştı:
            “Bunlar… Bunlar hikâyelerinizden… Replika mı?”
            “Hayır. Balkanlar dâhil çeşitli seyahatlerimde topladığım şeyler. Öykülerimde kullandığım şeyler…”
            “Şu şekilli tahta kazık… Bozhidar’ın Ağacı’ndan yapıldığı söylenen. “Mezarlıktakiler” ve “Boğdan’da Vahşet” öykülerinden! Gümüş kurşunlu tabanca, “Tutrakan’da Dolunay”dan. Meşhur gümüş kama, “Istrancaların Korkusu”ndan. Şu gümüşlü küçük kafesli haznelerin olduğu gerdanlık, içine sarımsak konulan… O da “Kanlı Mehtap”tan. Oh! Bu en sevdiğim, Orta Asya kurganlarından ufak ama etkili bakır ayna, “Kurgandan Gelen” öykünüzden! Şu muska “Lofça’da Gece”den. Şu tütsü kabı da “Alkızı’nın Düğünü”nden…”
            “Öykülerimi gerçekten seviyorsun…”
            “Buraya geleceğimizi bilsem imzalamanız için kitaplarımı getirirdim. İmza günlerini kaçırıyorum hep…”
            “Başka bir zamanda…”
            Yaren’in manalı bir şekilde öksürmesi onları öyküler ve imza günleri üzerine bir sohbete girmekten alıkoydu. Çağıl da Yaren’in yanına oturduktan sonra Muzaffer tam karşılarındaki koltuğa oturdu:
            “Ev kılığım için kusura bakmayın. Misafir beklemediğimden sizlere bir şey de ikram edemiyorum. Gerçi geliş maksadınız misafirlik değil… Şu delikanlı, Engin. Ne zaman başladı şu takıntısı?”
            “Aslında sizin öyle sürekli okurlarınızdan değil.” diye söze girdi Yaren. “Televizyondan falan tanıyordu bir de kitapçılardan göz aşinalığı. Bu tür konulara bir ilgisi bile olduğunu söyleyemem.”
            “Durduk yere mi komşusundan şüphelenmeye başladı?”
            “Birkaç gün önce kendi bölümünde kaybolan kızlardan birini karşısındaki apartmana girerken gördüğünü söyledi. Polis falan çağırdı hatta. Kimse bir şey bulamadı. Komşusu yine anlayışla karşıladı, konuştu ama ikna olmadı. Bir anda oldu her şey…”
            “Psikolog değilim ama ilgi alanım gereği bazı araştırmalarım oldu. Zihin bazen insanlara bu türden oyunlar oynar. Psikolojik bir rahatsızlık olmasa da algıda yahut yargıda bozukluk dediğimiz olay söz konusu olabilir.”
            “Nasıl yani?”
            “Yani bir varlığı, doğaüstü bir olayı gördüğünü zanneden birisi gördüğü bir gölgeyi yaratık sanabilir. Birkaç kişi birden tanımlayamadıkları bir karaltıyı yaratık olarak tanımlayabilir. Benim vampir hikâyelerimin birçoğu bu yüzden tarihi kaynaklara dayanmaktadır. İnsanlar toplu histeri krizlerine kapılabilmektedir. Bugün Afrika’da, Sırbistan’da ve Romanya’da ölü kazıklama, vampir sanıp linç etme olaylar olabiliyor halen.”
            “Engin de bir şekilde o gördüğü kıza benzettiği birini belki üzüntüsünden sorumluluk duyarak orada gördü ve böyle bir ilişkilendirme yaptı öyle mi?”
            “Galiba. Çünkü sıkıntılı bir nokta var. Genelde vampirlere karşı duyulan histeri, o varlıktan korku duyulan toplumlarda, o toplumların fertlerinde görülür.”
            “Anladım. Bizde tabi vampir yok. Cinlerle ilgili olabilir bu yüzden sıkıntılı bir nokta var değil mi?”
            “Kısmen evet. Vampirler bizde yüz yıl öncesine kadar muhtemelen korku öğesiydi. Balkanların Osmanlı toprağı olması bir yana pek çok mahkeme kaydına giren vampir hadisesinde Edirne’yi görürüz. Bugün bile hala o inanışın kalıntısı ölü gelinlerin, hayalet siluetlerin varlığından bahseden söylenceler derleyebilirsiniz buralardan.”
            “Sıkıntılı nokta nedir?”
            “2016’nın ortasında, 20’li yaşlarda bir gencin, muhtemelen buraya okumak üzere dışarıdan gelen bir gencin 100 yıl önceki insanlara benzer reaksiyonu göstermesi. Bu yüzden anormal. Umarım bir tür histeridir. Psikolojik bir rahatsızlık olması ihtimali var. O kızlara karşı neden suçluluk duydu? Durduk yere böyle bir suçluluk duyduysa neden hortlak söylencesiyle açıklamaya çalıştı? Beyinsel bir hasar olabilir. Başına bir darbe falan aldı mı?”
            “Bildiğim kadarıyla hayır.”
            “Anlaşıldı. Önce onunla konuşmak lazım. Sonra ikna faslı. Onun için de aklıma bir fikir geldi…”
            “Evet?”
            “Tek başımıza yapamayız. Yardıma ihtiyacımız var. Şu komşusuna gitmeliyiz hep birlikte.”
            “Akşam akşam?”
            “Buraya vakitli geldiniz sanki! Gece gitmemiz iyi olur. Engin böylece korkulacak bir şey olmayacağını anlar ilk başta. Komşusuna ufak bir test uygulayacağız. Vampir olmadığını görünce bunun bir tür yanılsama olduğunu görecek.”
            “Komşusuna da danışmalıyız herhalde?”
            “Elbette. Çat kapı insanlara gidip hortlak imtihanından geçiremeyiz. Önce o kişiye gidelim…”
            “Gerek yok. Bize telefon numarasını vermişti. İsmi Dmitri.”
            “Bulgar mı?”
            “Evet. Buraya taşınmış. Güzel Türkçe konuşuyor. Çok da kibar birisi.”
            “Numarasını ne için verdi?”
            “İnceliğinden. Engin yine rahatsızlanırsa kendisini arayabileceğimizi, konuşabileceğini söylemişti.”
            “Çok güzel. Kendisini arayıp Engin’in sağlığı için ufak bir test yapacağımızı söyle.”
            “Test?”
            “Vampir olmadığını göstermesi için sarımsak, zemzem suyu tarzı şeyler götüreceğim yanımda işte Engin’i ikna etmek için. Bir tür mizansen…”
            Yaren, cep telefonunun rehberine bakınırken antreye geçti. Çağıl onun çıkmasının ardından sordu:
            “Mizansen derken?”
            “Bir tür tiyatro. Tıpkı öykülerimdeki gibi. Engin’i gerçekten ikna edebilmemiz ve bu yanılsamayı gösterebilmemiz için…”
            “Öykülerdeki gibi derken… Yoksa?”
            Yaren kulağında telefonla antreden salona uzattı kafasını: “Pardon. Dmitri Bey’in bir ricası var…”
            Muzaffer: “Nedir?”
            “Sarımsak kokusundan hiç hazzetmediğini söylüyor.”
            “İsabet! Ben de sevmem. Yemekte güzel oluyor o da kokusu olmadığından! İşkembe çorbasını bile sarımsaksız içerim ben…”
            “Bir de inançlı bir Hristiyan olduğundan zemzem suyunu mizansen amaçlı da olsa içemeyeceğini söylüyor.”
            “İsterse bizim buradaki Bulgar kilisesinden kutsanmış su ayarlayabilirim. Rahibi tanıyorum. Ama gerek yok. Edirne’nin altı su dolu. Musluk suyu işimizi görür. Yeter ki Engin inansın!”
            Yaren yeniden antreye geçti. Ardından telefonu sallayarak salona girdi: “Bizi beklediğini söyledi. Kardeşine sofrayı hazırlamasını da söylemiş. Gelmişken bir ziyafete hayır demezsiniz dedi. Gerçekten kibar birisi…”
            Çağıl hınçla: “Engin yetmiyordu şimdi bir de Dmitri çıktı!” diye geçirdi içinden.
            Muzaffer bir hamlede yerinden fırladı: “O halde konuklarımızı bekletmeyelim! Fena halde acıkmıştım, çarşıya inip kokoreççilere uğramaya da üşeniyordum. İyi gelecek… Ben hemen mizansene uygun olarak giyineyim. Hazırlanınca çıkarız.”
            Kendinden emin bir ifadeyle koridora doğru yürüyen Muzaffer’e seslendi Çağıl: “Mizansene uygun giyinmek derken? Aklıma gelen şey mi yoksa?”
            Muzaffer sırıtarak ona döndü: “Evet. Cadıcı Manyağı! O da var bende. Onu giyeceğim!”
            Yaren yüzünü buruşturdu: “Cadıcı Manyağı mı?”
            “Benim taktığım bir isim. Balkanlarda cadıcılara özgü bir giysi, direkt kaput falan diyorlar. Ocaklardan yani belli ailelerden gelen vampir avcılarının soyuna göre hazırlandığına inanılan, üstünde bazı tılsımlar ve daha önce öldürülmüş vampirlerin isim ve tarihlerinin içyüze işlendiği bir tür giysi. Ulu vampirlerin öldürülmeden önce yüzüldüğü derisinden elde edilirmiş. Bende de var bir tane. Muhtemelen sonuncu. Bulgaristan’da bir koleksiyoncudan rica minnet satın alabildim. Ama korkmayın giyildiğinde ve dıştan alelade, eski bir deri palto gibi duruyor.”
            “Gerçek insan derisi mi?”
            “Bir zamanlar vampir olduğuna inandıkları bir insanın derisiydi muhtemelen…”
DEVAM EDECEK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder