Muzaffer
de Engin de sessizdi. Yılları devirmiş Lada köy yollarında olabildiğince hızla
ilerliyordu. Kırklareli il sınırına girmelerine yakın Muzaffer biraz rahatlamak
için radyoyu açmıştı ancak sürekli arabesk şarkılar çalan ve spikerin neredeyse
hiç konuşmadığı yerel bir radyodan başka hiçbir yayın çekmiyordu. Hala kasetle
çalışan eski tip ototeyplerdendi ve kaset kısmı yıllar önce bozulup öylece
kalmıştı.
Köy yollarından usulca ilerlerken
kısık sesli radyodan Cengiz Kurtoğlu’ndan “Hangi Cennetten Geldik Bu Cehenneme”
şarkısını dinliyorlardı. Korularla, ormanlarla kaplı Istrancaların
tepelerindeki kara bulutlardan şavkıyan yıldırımlara aydınlanan ağaç tepelerini
seyrediyorlardı. Engin bir ara cep telefonuna bakarak: “Hala çıkmıyor. Edirne
çıkışından beri çekmiyor.” diye söylendi. Muzaffer gözünü yoldan ayırmadan
konuştu: “Buralarda bazen çeker, bazen çekmez.”
Engin kafasını salladı: “Keşke
Yaren’i de yanımıza alsaydık. Aklım onda. İçim hiç rahat değil…”
Muzaffer şaşkın gözlerle bir
anlığına Engin’e baktı: “Yapacağımız ritüelin onu pek koruyabileceğine emin
değilim. Gelmemiş olması daha iyi.”
“Niye ki?”
“Gittiğimiz zaman anlarsın!”
Yeniden sustular. Bir noktadan sonra
yağmur başladı, radyoda cızırtıdan başka bir şey işitilmemeye başlayınca
Muzaffer radyoyu kapattı. Bulutlar tepede dolanmaya devam ederken yağmur
başladığı gibi dindi. Her iki yanda da koca koca ağaçların göklere
yükseldiğini, dalların dağa çıkan eski yolların üstünü kapladığını karanlığa
rağmen görebiliyordu.
Karanlığın ortasında, yerleşim
yerlerinden ve lambaların aydınlığından uzakta olmanın verdiği ürperti Engin’i
sarıp sarmaladı. Arabanın içinde olmasına rağmen karanlıktan korkuyordu. Sanki
ağaçlar veya karanlıkların içindeki kestiremediği şeyler onları seyrediyordu.
Bir vakit sonra o karanlığın ortasında arabadan ineceğini vermenin duyguyla
korkusu arttı. Geçtikleri son köyü düşündü. Muzaffer’e bakmadan sordu: “Bu
civarda hiç yerleşim var mı?”
“Çukurpınar var ama geçtik orayı.
Istrancaların eteklerinde köyler var, Dupnisa tarafında Sarpdere falan var. Ama
gittiğimiz istikamette on, on üç kilometrelik mıntıkada neredeyse hiç yerleşim
yok.”
“Neredeyse?”
“Gittiğimiz köy hariç. Istrancalar
karyesi. Gelirken anlattığım köy, şu sözde boş olan köy.”
Engin birden korkudan bacaklarının
uyuşmaya başladığını hissetti. “Sözde boş” tanımlaması tüylerini diken diken
etmeye yetmişti. Muzaffer sözlerini sürdürdü: “Çukurpınar falan kökleri ta
Roma’ya dayanır. Istrancalar bunlara kıyasa yeni. Karçarlu adlı bir Türkmen aşiretinin
1600’lerin ortasında iskân edilmesiyle kurulmuş. Hayli büyük. Belgelere göre 8
asker çıkarabilen bir tımar. Balkan Harbi’nden sonra boşalmış. Bir ara yeniden
iskan olmuş ama kimse oturmamış. Şimdilerde boş. Yine bu bahsettiğim mıntıkada
bir köy daha var. Dupnisa tarafında eski bir Bulgar köyü. Adını unuttum.”
“O da mı boş yoksa?”
“Evet. Dupnisa mağaraların bulunduğu
bölgede önceden büyük bir Bulgar kasabası olduğu rivayetleri yöredeki
yaşlılarca hala anlatılır. Balkan Harbi senelerinde boşalmış ve haritadan
silinmiş bir yerleşim.”
“Gittiğimiz mıntıkada niye başka
yerleşim yok ve olanlar niye boş diye sormayacağım. Bahsettiğin şey
yüzündendir.”
Karşısına çıkacağı dehşeti
düşündükçe içindeki korku gittikçe ağırlaşıyordu. Talihine, o gece uyumayıp
sabahlayışına, batıl inanışlardan gelme kanlı canlı siluetlerle karşılaşıyor
olmasına küfretti. Kırmızı Lada ormanları geride bırakarak bir açıklığa girdi.
O zaman karanlığa rağmen manzarayı ayan beyan görebildi Engin.
Patikanın ilerisinde minaresinin tepesi
yıkılmış, metruk vaziyette tek ve çift katlı eski kâgir evlerin göze çarptığı
büyükçe bir köye doğru yaklaşıyorlardı. Köyün az ilerisinde bir yanı kayalık
uçurumu andıran büyükçe bir tepenin üzerinde etrafı yüksek duvarlarla çevrilmiş
üç katlı, kara suretli bir kasır yükseliyordu. Araba köyün harap camisinin
yanından geçerken hemen bitişiğindeki eski mezarlığın eğri büğrü yosunlu
taşları arabanın ışığında görünür oldular. Engin’in dizleri titremeye başladı.
Muzaffer kasra doğru çıkan çıkan
patikanın hemen önündeki simsiyah kararmış bir kütükten başka bir şey kalmamış
eski, büyük bir ağaç kökünün önüne park etti. Engin ona baktığında onun da
ürperdiğini anladı. Bir anda sözleşmiş gibi arabadan inerek patikaya doğru
yürüdüler. Baykuş ötüşleri haricinde çıt sesin duyulmadığı tuhaf bir sakinliğe
sahipti bölge.
Engin karanlıktaki evlere bir anlığına
baktığında insanı andıran bir karaltının uzaktan geçip gittiğini gördü. Göz
yanılması olduğuna inanmak istiyordu ama Muzaffer’in anlattıklarını duyduğundan
gözleri ışıltılı, kara suretli adamların şekli aklına gelip gelip duruyordu.
Gerçek olan bir şeylerle yüz yüzeydi Engin.
Muzaffer de gözüyle görmese de içten
içe bir şeylerin varlığını hissetmiş olacak ki aniden ellerini kasra doğru
uzatıp içinden yarı Türkçe yarı Arapça kelimeler, tekerlemeler, sayılar
sıralamaya başladı. Bir an duraksayıp kasra doğru haykırdı: “Ey Karçaroglı
İshak Beg’den olma, Karçarlu’dan Sahire’den doğma, karye-i Istrancalar’daki
sabık Kasr-ı İshak, yeni Kasr-ı Şerruh’da 16 Muharrem 1077’de dünyaya gelen
Abdülharis Paşa! Kapına konuk geldik, konuk gideceğiz!”
Sinir bozucu bir sessizliğin
ardından uzaktan kasrın büyük, ahşap kapılarının sinir bozucu bir gıcırtıyla
ağır ağır açıldığını gördüler. Yürekleri yerinden oynamıştı. Engin gözünü
kapıdan ayıramadan sordu: “İçeri girecek miyiz?”
Muzaffer de gözünü kapıdan
ayıramıyordu: “Daveti kabul etti. Mecbur gideceğiz.” Bir an Engin’e döndü: “Sen
korkuyorsan arabada kal diyeceğim de…”
“Yok abi tamam. Ben de seninle
geliyorum!”
DEVAM EDECEK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder