3 Ağustos 2018 Cuma

Varkolakların Gecesi-Bölüm 9


Muzaffer de Engin de sessizdi. Yılları devirmiş Lada köy yollarında olabildiğince hızla ilerliyordu. Kırklareli il sınırına girmelerine yakın Muzaffer biraz rahatlamak için radyoyu açmıştı ancak sürekli arabesk şarkılar çalan ve spikerin neredeyse hiç konuşmadığı yerel bir radyodan başka hiçbir yayın çekmiyordu. Hala kasetle çalışan eski tip ototeyplerdendi ve kaset kısmı yıllar önce bozulup öylece kalmıştı.
            Köy yollarından usulca ilerlerken kısık sesli radyodan Cengiz Kurtoğlu’ndan “Hangi Cennetten Geldik Bu Cehenneme” şarkısını dinliyorlardı. Korularla, ormanlarla kaplı Istrancaların tepelerindeki kara bulutlardan şavkıyan yıldırımlara aydınlanan ağaç tepelerini seyrediyorlardı. Engin bir ara cep telefonuna bakarak: “Hala çıkmıyor. Edirne çıkışından beri çekmiyor.” diye söylendi. Muzaffer gözünü yoldan ayırmadan konuştu: “Buralarda bazen çeker, bazen çekmez.”
            Engin kafasını salladı: “Keşke Yaren’i de yanımıza alsaydık. Aklım onda. İçim hiç rahat değil…”
            Muzaffer şaşkın gözlerle bir anlığına Engin’e baktı: “Yapacağımız ritüelin onu pek koruyabileceğine emin değilim. Gelmemiş olması daha iyi.”
            “Niye ki?”
            “Gittiğimiz zaman anlarsın!”
            Yeniden sustular. Bir noktadan sonra yağmur başladı, radyoda cızırtıdan başka bir şey işitilmemeye başlayınca Muzaffer radyoyu kapattı. Bulutlar tepede dolanmaya devam ederken yağmur başladığı gibi dindi. Her iki yanda da koca koca ağaçların göklere yükseldiğini, dalların dağa çıkan eski yolların üstünü kapladığını karanlığa rağmen görebiliyordu.
            Karanlığın ortasında, yerleşim yerlerinden ve lambaların aydınlığından uzakta olmanın verdiği ürperti Engin’i sarıp sarmaladı. Arabanın içinde olmasına rağmen karanlıktan korkuyordu. Sanki ağaçlar veya karanlıkların içindeki kestiremediği şeyler onları seyrediyordu. Bir vakit sonra o karanlığın ortasında arabadan ineceğini vermenin duyguyla korkusu arttı. Geçtikleri son köyü düşündü. Muzaffer’e bakmadan sordu: “Bu civarda hiç yerleşim var mı?”
            “Çukurpınar var ama geçtik orayı. Istrancaların eteklerinde köyler var, Dupnisa tarafında Sarpdere falan var. Ama gittiğimiz istikamette on, on üç kilometrelik mıntıkada neredeyse hiç yerleşim yok.”
            “Neredeyse?”
            “Gittiğimiz köy hariç. Istrancalar karyesi. Gelirken anlattığım köy, şu sözde boş olan köy.”
            Engin birden korkudan bacaklarının uyuşmaya başladığını hissetti. “Sözde boş” tanımlaması tüylerini diken diken etmeye yetmişti. Muzaffer sözlerini sürdürdü: “Çukurpınar falan kökleri ta Roma’ya dayanır. Istrancalar bunlara kıyasa yeni. Karçarlu adlı bir Türkmen aşiretinin 1600’lerin ortasında iskân edilmesiyle kurulmuş. Hayli büyük. Belgelere göre 8 asker çıkarabilen bir tımar. Balkan Harbi’nden sonra boşalmış. Bir ara yeniden iskan olmuş ama kimse oturmamış. Şimdilerde boş. Yine bu bahsettiğim mıntıkada bir köy daha var. Dupnisa tarafında eski bir Bulgar köyü. Adını unuttum.”
            “O da mı boş yoksa?”
            “Evet. Dupnisa mağaraların bulunduğu bölgede önceden büyük bir Bulgar kasabası olduğu rivayetleri yöredeki yaşlılarca hala anlatılır. Balkan Harbi senelerinde boşalmış ve haritadan silinmiş bir yerleşim.”
            “Gittiğimiz mıntıkada niye başka yerleşim yok ve olanlar niye boş diye sormayacağım. Bahsettiğin şey yüzündendir.”
            Karşısına çıkacağı dehşeti düşündükçe içindeki korku gittikçe ağırlaşıyordu. Talihine, o gece uyumayıp sabahlayışına, batıl inanışlardan gelme kanlı canlı siluetlerle karşılaşıyor olmasına küfretti. Kırmızı Lada ormanları geride bırakarak bir açıklığa girdi. O zaman karanlığa rağmen manzarayı ayan beyan görebildi Engin.
            Patikanın ilerisinde minaresinin tepesi yıkılmış, metruk vaziyette tek ve çift katlı eski kâgir evlerin göze çarptığı büyükçe bir köye doğru yaklaşıyorlardı. Köyün az ilerisinde bir yanı kayalık uçurumu andıran büyükçe bir tepenin üzerinde etrafı yüksek duvarlarla çevrilmiş üç katlı, kara suretli bir kasır yükseliyordu. Araba köyün harap camisinin yanından geçerken hemen bitişiğindeki eski mezarlığın eğri büğrü yosunlu taşları arabanın ışığında görünür oldular. Engin’in dizleri titremeye başladı.
            Muzaffer kasra doğru çıkan çıkan patikanın hemen önündeki simsiyah kararmış bir kütükten başka bir şey kalmamış eski, büyük bir ağaç kökünün önüne park etti. Engin ona baktığında onun da ürperdiğini anladı. Bir anda sözleşmiş gibi arabadan inerek patikaya doğru yürüdüler. Baykuş ötüşleri haricinde çıt sesin duyulmadığı tuhaf bir sakinliğe sahipti bölge.
            Engin karanlıktaki evlere bir anlığına baktığında insanı andıran bir karaltının uzaktan geçip gittiğini gördü. Göz yanılması olduğuna inanmak istiyordu ama Muzaffer’in anlattıklarını duyduğundan gözleri ışıltılı, kara suretli adamların şekli aklına gelip gelip duruyordu. Gerçek olan bir şeylerle yüz yüzeydi Engin.
            Muzaffer de gözüyle görmese de içten içe bir şeylerin varlığını hissetmiş olacak ki aniden ellerini kasra doğru uzatıp içinden yarı Türkçe yarı Arapça kelimeler, tekerlemeler, sayılar sıralamaya başladı. Bir an duraksayıp kasra doğru haykırdı: “Ey Karçaroglı İshak Beg’den olma, Karçarlu’dan Sahire’den doğma, karye-i Istrancalar’daki sabık Kasr-ı İshak, yeni Kasr-ı Şerruh’da 16 Muharrem 1077’de dünyaya gelen Abdülharis Paşa! Kapına konuk geldik, konuk gideceğiz!”
            Sinir bozucu bir sessizliğin ardından uzaktan kasrın büyük, ahşap kapılarının sinir bozucu bir gıcırtıyla ağır ağır açıldığını gördüler. Yürekleri yerinden oynamıştı. Engin gözünü kapıdan ayıramadan sordu: “İçeri girecek miyiz?”
            Muzaffer de gözünü kapıdan ayıramıyordu: “Daveti kabul etti. Mecbur gideceğiz.” Bir an Engin’e döndü: “Sen korkuyorsan arabada kal diyeceğim de…”
            “Yok abi tamam. Ben de seninle geliyorum!”
DEVAM EDECEK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder