2 Mart 2012 Cuma

Son Prenses

(İlk Yayınlanış: Son Prenses, Gölge E-Dergi, 46.Sayı, Temmuz 2011, s.32-36)

(20 Cemaziyelevvel 857 - 29 Mayıs 1453)
(İstanbul – Blakhernei Sarayı - Kostantiniyye Muhasarası’nın Son Günü)

1
            Karanlık şarap mahzeninde gözlerini olduğu yere çökmüş, korkulu bir düşteymişçesine gözlerini sımsıkı kapatmıştı, Doğu Roma İmparatoru Vasileos (imparator) XI. Konstantin Paleologos’un kızı Vasilopoula (prenses) Helena. Kulağında çınlayan top güllelerinin gürlemeleri, kılıç şakırtıları ve bağırtılar ona canlı bir kabusu yaşatıyor gibiydi. Kilisede öğrendiği duaları çoktan unutmuş, içinde olmak istemediği bir korku halinin tam ortasına düşmüştü. Üzerinde Bizans soylularına özgü, askılı tarzda yeşil parlak kumaşlı, kenarı altın yaldızlı bir elbise, başında parlak taşlarla süslenmiş altından bir taç vardı. Boynunda envai çeşit kolyeler, parmaklarında türlü yüzükler baştanbaşa Bizansın son ganimetlerini, hazinelerini kuşanmıştı. Koca sarayın bilinmeyen bir köşesinde olduğu yere çökmüş, korkudan titriyordu. Nasıl olmuştu da kader onu buralara savurmuştu?
            Vasileos’un gayri meşru bir ilişkiden olma kızıydı. Annesi, Vasileos Konstantin’in bir saray eğlencesinde rastladığı Midillili bir şarap tüccarının kızıydı. Görür görmez rengini kuzgunun kanadından almış siyah saçlarına ve Konstantinopolis’in duvarlarını döven denize benzeyen gözlerine aşık olmuştu. Midilliye dönen tüccar, kızının hamile olduğunu aylar sonra öğrendiğinde, kızını koruyabilmek adına bu sırrı saklamış ve deniz kızlarının öldürdüğü aşık balıkçıya  dair bir rivayet uyduruluvermişti. Helena ismi verilen bu gayrımeşru prenses 15 yaşına kadar Midilli’de büyümüş, türlü casuslar ve muhbirlerle haber alan Bizans aristokrasisinin kendisinden bir şekilde haber almaları üzerine vasileosun emriyle Konstantinopolis’e getirilmişti. Zehirlenme veya boğdurulma korkusuyla, kilisede kendisine küçümseyen gözlerle bakılan soydan aristokratların iğneli bakışlarıyla günlerini geçirmekteyken bir sabah şehre gelen köylülerle kaderinin seyri değişmişti. Batıdan gelen atlılardan bahsediyorlar, Sultan’ın askerlerinin şehri kuşatmaya geldiğini söylüyorlardı. Zaten kentin beklediği bir şeydi ki sonunda kapılara gelmişlerdi. Helena duvarların üzerinden görmüştü bahsedilen orduyu. Mızraklı, kılıçlı, paralı haçlı, muskalı, yaşlı, genç bir sürü insan, rengarenk çadırlar ve siyah renkli ejderha ağızlı toplarla, türlü çeşit sancaklarla devasa bir ordu kadim kentin kapılarına dayanmıştı. Aristokratların aşağılayıcı bakışları bu kez kuşatmacılar üzerine çevrilmişti ama Helena aynı duyguları paylaşmamaktaydı. Tıpkı savunmacılar gibi savaş uzadıkça umutsuzluğu artmıştı. Papalıktan ve batı krallarından gelecek yardımlar ve gönüllülerin gecikmesiyle birlikte Helena’nın korkularını cümle Bizans paylaşmaya başlamıştı.
            Kuşatmanın en kızıştığı günlerde Bizanslı soyluların aklına bir fikir gelmişti. İmparatoru ikna etmeyi başardıkları şeytani bir fikirdi. İmparatorun gayrimeşru kızı Helena’yı süsleyip püsleyip anlaşma yapmak üzere Sultan’a göndereceklerdi. Bu niyetten hareketle, Helena’yı kapandığı odasından çıkararak sularında perilerin gezindiği sarnıçlarda yıkamışlar, sandıklarında kötü günler için gizledikleri en güzel giysilerle, en güzel mücevherlerle, en gizli hazineleriyle süslemişlerdi. Kuzguni siyah saçları ve gök gözleriyle, gün ışığında ay ışığı parıltısı taşıyan parlayan inciye benzeyen teniyle baştan başa arzu dolu, yaşayan bir güzellik ve cennet temsili haline gelmişti. Bizans’ın son kurtuluş ümidi, yastık altından ve kirli çıkınlardan çıkma mücevherlerle ve kötü günler için saklanan son güzel kokularla teçhiz edilerek, ağızda dualarla surlara doğru yollanmıştı.
            Ama artık Bizans için her şey geçti. Surlara yaklaşmakta olan son hücum dalgasını haber veren çanlar, takatten kesilmiş Latin ve Rum savaşçıların çığlıkları, Türklerin savaş naraları bir devrin sonunun geldiğinin habercisiydi. Zaten büyük bir korku içerisinde olan Helena, o hengameli anda aristokratların kollarından ve ağlarından kurtularak gerisingeri saraya kaçmış ve ücra bir köşeye saklanmıştı. İşte şimdi çöktüğü yerde korkuyla titremekteydi. Sarayın çevresinde çığlık seslerinin artması üzerine, kuşatmacılara yakalanma korkusuyla yerinden çıkarak sarayın bahçesine çıkan Helena, sarayın ana kapısına doğru hızla koşmaya başladı.

2
            Helena saraydan dışarı çıktığında gördüğü manzara karşısında dehşete düşmüştü. Savaş kabusunun surlardan taşarak şehre vurduğunu, kızıl sancakların kadim kuleler üzerinde dalgalandığını, sarıklı askerlerin naralar atarak surlardaki gediklerden şehre aktıklarını gördü.  Bizans şövalyelerinin, Latin ve Rum gönüllülerin an be an gerilediklerini gördü. Savaşın son anlarına dek bekleyen, sultanın yağmaya destur vermesiyle bizzat savaşa katılan yeniçerilerin bir kabus gibi Bizans’ın tepesine çöreklendiğini gördü. İnsanlar sokaklar boyu koşturuyorlar, kendi itikatlarınca Tanrı’nın Şehri İstanbul’u kafir ordularından kurtaracak Melek Mikail’in geleceği Ayasofya Kilisesi’ne doğru seğirtiyorlardı. Top gülleleri atışı sürdürüyor, surlara daha da yakınlaşmış olduklarından artık iç taraflara değin gülleler atabiliyorlardı. Top gülleleri altında, dalga dalga Osmanlı ordusunun şehrin sokaklarına daldığını görmüştü Helena. Varisi olduğu şehirden dumanlar tütmekteydi. Kafasında köylülerden dinlediği binbir türlü korku hikayesi, yüreğinde dehşet nereye doğru gittiğini bilmeden koşmaya başladı. Korkudan yönünü şaşırmış surlardan tarafa doğru koşmaktaydı.
            Onun surlara doğru koştuğunu gören askerler, bir asilzade olduğunu anladıklarından onu engellemek istemişler, ama kendi canlarının derdine düştüklerinden bundan vazgeçmişlerdi. Prenses Helena, kalbindeki korkuyla şehir surlarına doğru nereye gittiğini bilmeden koşmaya devam etti. Yokuş aşağı indikten sonra surların tam dibine girmişti. Tam o sırada gökgürültüsünü andıran korkunç bir ses duymasıyla, büyük bir sarsıntıyla yere kapaklanması bir oldu. Gözü önünde artık darbelerden incelmiş bir sur duvarının çöktüğünü gördü. Tam da o sırada onun yan tarafında kapı şeklinde bir sur duvarının döküldüğünü gördü. Yanı sıra birbiri ardına bazı taşlar dökülmüş ortaya zindan pencereleri silsilesi ortaya çıkmıştı. O anda nasıl olmuşsa olmuş aklında bir fikri peyda olmuştu. Daha önce sağdan soldan bu şehrin altında bulunan, şehir kadar yaşlı yeraltı dehlizlerinden bahsedilmişti. Bazı isyanlarda ve savaşlarda soyluların bu tüneller yoluyla şehir dışına çıkabildikleri veya isyan boyunca saklandıklarını dinlemişti. Muhtemelen burası o kapatılan tünellerin girişlerinden biriydi. Yıkılan gedikten atlayan eli kılıçlı askerleri görür görmez korkuyla yerinden doğrularak açılan geçide doğru kaçtı. Karanlık bir dehlize vararak ışığın geldiği tarafa doğru ilerledi. Sağ tarafındaki aydınlık dehlize yöneldi. Burada zindan odaları vardı ki duvarında Latin istilası öncesinden kalma zincirler ve prangalar asılıydı. Hiçbir odaya sapmayarak, ardından gelen ayak seslerinin de etkisiyle daha da hızlı bir şekilde koşmaya devam ederek ilerideki mermer sütunlar arasında duran geniş dehliz ağzına doğru koşmaya başladı. Kapının üzerinde mermer bir kitabe asılmıştı. Rumca biliyordu, Latinceye de aşinaydı ama bu kapıdaki yazıyı okuyamamıştı. Antik Grekçe denilen ve ihtiyar papazların gözetimindeki kütüphanelerde saklanan kadim kitaplardaki yazıdandı. Ne olduğunu bilip bilmeden ardındaki ayak seslerini duyarak karanlıktaki koşuşturma seslerini duyarak heyecanla dehlize dalıverdi.
            Parlak mücevherlerle süslenmiş muhtemelen “gavurun ecesi” olduğunu anladıkları Helena’yı kovalayan bir grup yeniçeri, onun ardından karanlık dehlizlere girmişti.
            Helena mermer merdivenlerden gözü görmeden aşağıya inmeye başladı. Merdivenler kıvrım kıvrım dolaşıyor arada bazı başka karanlık tünellere açılıyordu. Merdivenlerin bittiği noktada son noktaya geldiğini anladı. Gözü karanlığa alıştığında yerde yatan bazı zırhlı, kılıçlı iskeletleri görerek ürperdi. Üstlerindeki zırhları kilise duvarlarındaki resimlerde çizili Büyük Konstantin’in askerlerinin üzerinde görmüştü. O sırada aklına o eski Bizans masalı düşmüştü kör karanlıklarda ıslak dehlizlerde ilerlerken. Konstantin şehri kurmadan önce burada ufak bir kasabanın dışında vahşi hayvanların ve canavarların yaşadığı ormanların olduğu zamanlarda, Konstantin şehri kurarken bir mağaraya rastlamış. Askerlerini keşfe göndermiş ama içeride bulunan ve Bizanslıların “Skoteinos” dedikleri bir yaratık tarafından öldürülmüşler. Bunun üzerine Konstantin’in emriyle mağaranın üstüne duvar örülerek kapatılmış.
            Arkasından ayak sesleri ve konuşmalar yükselirken adımlarını daha da hızlandırdı. Dehlizlerle ilgili dinlediği birbirinden tuhaf binlerce korkunç rivayeti biliyor olmasına rağmen, esaret korkusuyla tünellerin girişine daldı.
            Aylar boyunca Bizans’ın hazinelerini ve ganimetlerini düşleyen, ak topuklu gök gözlü kafir kızlarının hikayelerini dinleyen bir avuç yeniçeriyle, bir grup sol bek Anadolu sipahisi gök gözlü kuzgun saçlı “gavurun ecesini” görür görmez onun peşinden karanlık dehlizlere saptı.
            Helena her iki yanındaki pürüzlü ve kadim zindan duvarlarına çarpa çarpa mermer merdivenlerden aşağıya doğru koşuyordu. Gözleri karanlığa alıştığı halde önünde uzanan dipsiz karanlığın ucunu kestiremiyor, dünyanın derinliklerine iniyormuş gibi hissediyordu. Arkasından yankılanan ayak seslerini her işitişinde kalp atışları hızlanıyor, soluğu kesilecek gibi olsa da daha da hızlı atıyordu adımlarını. Bir zaman sonra merdivenler yerini düzlüğe bırakınca gördüğü şey tıpkı kadim sarnıçlar gibi saray kadar yüksek bir tavan ve bin bir tane dev sütunlardı. Sütunların arkasında dipsiz bir karanlık uzanıyordu. Nereye gittiğine doğru bakmadan kadim sütunların arasında kayboldu. Düzlüğe gelen yeniçeriler ve sipahiler kör karanlıkta meşale bile yakmadan ecenin ardından karanlıklara daldılar.

3

            Helena kaybolduğunu anlamıştı ama dipsiz karanlıklara doğru yazgısından kurtulmak adına koşmaya devam ediyordu. Nerede olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Yorgan altında dinlediği korkulu Bizans masallarının yaşandığı dehlizlerde, arkasında kuşatmacılarla bir başınaydı. Ne zamandan sonra uzaktan parlak bir ışık görür gibi oldu. Belki kaleye çıkan yada dışarıya çıkan bir yoldur umuduyla hızla oraya doğru koşmaya başladı. Arkasından gelen adım sesleri duyulmaz olmuştu. Önüne geldiği şey dev gibi bir kapıydı. Kapının altından süslemeleri ve dev bakır çivilerden kenar işlemeleri vardı. Demirden iki dev halkası olan kapı o denli büyüktü ki sarayın cümle kapısı bile bu kadar büyük değildi. Yeryüzünde gördüğü hiçbir insan yapısına benzemiyor, sanki sihirliymiş gibi karanlıkta ışıklar saçıyordu. O anda bazı sütunları görme şansına da erişti. Sütunlar ne Mısır tipine ne kadim Grek tipine uyuyordu. Şekli ve yapısı insan elinden çıkma bir şeye benzemiyordu. Bizans’ın kadim hazineleri acaba burada mı saklanıyordu. Elini kapıya koyar koymaz kapının rahatsız edici bir gıcırtıyla ve üzerinden asırlık tozları dökerek açıldığını gördü. Asırlardır açılmamış gibiydi. Koca kapılar ardına dek açıldığında önünde uzun bir salonun uzandığını gördü. Salonun ortasındaki yolun her iki tarafında yine aynı şekilde yapılmış ama altın işlemelerle, mücevherlerle süslü bir çok sütun gördü. Duvarlarda asılı eski silahlar, kılıçlar ve hazineler vardı. Esrarengiz bir şekilde meşalelerin ışığında duvarları daha da detaylı gördü. Salonun öbür ucunda dev gibi, altından bir taht yükselmekteydi. Üzerinde de bir dev oturuyordu. İnsana benziyordu ama daha iri olmalıydı. Kemikleri görülebilecek denli zayıf ve solgun tenli, alnının ortasında korkutucu bir tek gözü olan, siyah tırnaklı ve sivri dişli, ak sakalı yerleri süpüren, uzun beyaz bir saç örgüsü yine yerlere kadar uzanan, üzerinde hiçbir giysi bulunmayan yaşlı ama vakur bir kral gibiydi. Odanın duvarlarında devin gür sesi yankılanarak kendisini çağırdı. Kız tereddüt edince, bir şekilde Grekçe bilen ama ağdalı sayılabilecek bir Grekçe’yle konuşan dev prensesi tekrar kendisine çağırdı. Prenses korkuyla tahta doğru yürümeye başladı. Devde hiç kıpırtı yoktu. Tahtın önüne gelir gelmez Bizans teşrifat kurallarında olduğu gibi devi selamladı. Dev aynı gür sesiyle konuşmaya başladı, bitkin bir hali var gibiydi.
            “-Senin geleceğini bana bildirmişlerdi. Gözlerini marifetleri karşılığında Şeytan’a satan ve ancak bu zindanların karanlığında yaşayabilen, hünerlerini bu zindanlarda gösterebilen kör sihirbazlar kehanet etmişlerdi! Soylu kan taşıyan bir kızın geleceğini ve benim varisim olacağını söylemişlerdi. Hangi hükümdarın kızısın? Bu süslerin bu güzelliğin hangi hanedanın hazinesinden gelmedir?”
            “-Efendim… Doğu Roma’nın son Vasileosu XI. Konstantin Paleologos’un kızı, Vasilopoula Helena Paleologos.”
            “-Tıpkı kehanetteki gibi. Konstantin’in şehrine İskit ve Hun atlılarının torunları ayak basanda, Konstantin’in torunlarından bir kızın gelerek varisim olacağını söylediler. Bakire kanının getirdiği saflığı ölümü yenmişliğin karanlığıyla birleştirecek bir vasiloppoula! Ben Skoteinos’um. Karanlığım. Gerçek ismimi ben bile unuttum. Ben kadim hortlakların atalarının soyundan gelme, doğu vampirlerinin efendisiyim! Ölümüm yakın. Gücüm tükenmede ve şehirle birlikte ben de düşüyorum. İskit ve Hun kralının inancında bana artık yer yok. Kabul etmeyerek bu saltanatı bırakır, seni takip eden bozkırdan gelmelere teslim olabilirsin. Hayatını esaret altında da geçirebilirsin, tecavüz edildikten sonra Justinian şehrinin (Galata-Pera) fahişelerinin arasında ömür geçirirsin. Ama kabul edersen, sadece ufak bir acı karşılığında sana tüm gücümü, sihrimi ve bu karanlığa hükmetme gücünü veririm. Yeraltında gezinen tüm hortlakların ve cinlerin sahibesi olursun! Kabul etmiyorsan arkanı dön ve git! Kabul ediyorsan boynundaki haçı yere at ve bana yaklaş!”
            Helena ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Kaderini düşündü ve yapabileceklerini. Daha kötü bir şeyin başına gelemeyeceğine kanaat getirmişti. Kendisini küçümseyen ve Bizans dursa bile ona tahtı hiçbir zaman vermeyecek olan aristokratları düşündü. O tüm bunların üstünde, Bizans’ın son prensesi ve Doğu vampirlerinin kraliçesi  olarak bu hazinelere ve karanlık güçlere hükmedebilirdi. Damarında akan kan entrikanın, ihtişamın ve taht hırsının her daim cirit attığı Bizans kanıydı. Taht uğruna oğlunu öldüren annelerin, babasını boğazlayan kızların, katiller ve sapıklar eliyle tahta sahip olanların soyundan geliyordu. İçindeki hırs ve iktidar güdüsü, inançlarına baskın çıkmıştı. Boynundaki hacı çıkarıp yere bıraktıktan sonra hiç korkmadan devin önüne çıktı. Dev ağır bir şekilde yerinden dolanarak uzun kollarıyla ona sarıldıktan sonra iki korkunç dişini siyah dudakları arasından gösterircesine sırıttı. Helena’nın hissettiği iki şey vardı. Biri boynundaki acı ve kabus görürmüş gibi ama uyanıkmış gibi bambaşka bir ruh haliydi. Başka bir boyuta geçmenin, ruhunu karanlıklara teslim etmenin tuhaflığını ve günahını hissediyordu. İkinci hissettiği şey ise karanlık dehlizlerden, mezarlardan, tünel ve çukurlardan, sandıklardan ve küplerden çıkıp gelen vampir, cadı, cin, ecinni ve gulyabani taifesinin tahtın önüne başları önde sürüne sürüne gelerek yeni hükümdarlarına, vampirler kraliçesine secde etmelerinin verdiği gurur ve ihtişamdı.
            Akşama doğru şehir düşmüştü ama ikinci enteresan bir olay konuşulmaktaydı. Surların altındaki dehlizlerden bir avuç sipahi dışarıya uğramıştı. Yüzleri bembeyaz kesmiş, korkudan elleri ayakları titreyen bu insanlar ancak dualarla eski hallerine dönmüşlerdi ama gözlerine hala korkunun izi vardı. Bir grup yeniçeriyle birlikte, gavurun ecesinin peşinden bir dehlize girdiklerini, orada türlü çeşit ecinninin kendilerine saldırdıklarını, ancak kendilerinin kurtulduklarını birbir anlattılar. İstanbul kabadayılarının atası sayılabilecek bazı yiğitler buna inanmasa da cesaret testi diye bahsedilen dehlizlere gruplar halinde girmeye başladılar. Gidenin geri dönmemesi üzerine şehrin ilk kabadayıları ilk sözsüz raconlarını belirlediler. “Bükemediğin bileği öpeceksin” diyerek oradan uzak durdular ve o dehlize “Prenses Zindanı” adını verdiler. Sevdiğine kavuşamayınca zindana kaçan ve orada “hortlağa” dönüşüp insanları öldüren bir ecinninin hikayesi ağızdan ağıza dolaştı. “Prenses Zindanı”nın hikayesi asırlarca anlatıldı ve unutulsa da, o zindanları yurt tutan keşlerin, evsizlerin ve dilencilerin daima hatırlayarak anısına hürmet ettikleri  bir yer olarak onların arasında hatırlanageldi.

                                                                     SON                              
 Mehmet Berk YALTIRIK
İlk Taslak: 29 Kasım 2004 – Edirne 
Son Taslak: 18 Mayıs 2011 – Edirne

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder