3 Ağustos 2018 Cuma

Varkolakların Gecesi-Bölüm 14


Engin, sesli mesajı alelacele açarken hoparlör seçeneğine dokundu. Yaren’in sesi arabanın içinde sanki yankılandı: “Engin acilen gel! Korkuyorum… Peşimdeler!” Yaren’in numarasını tuşlamaya çalışırken Muzaffer’in ağzından en galiz küfürler duyuldu. Abdülharis öne doğru eğildi: “Tanıdığınız mı?”
            Engin “aradığı numaraya ulaşılamama” anonsunun tamamını dinlemeden kapatıp Yaren’i tekrar tekrar ararken hortlağı yanıtladı: “Kız arkadaşım. Çağıl’ın eve gitmelerini söylemiştim. Angut Çağıl! Kıza sahip çıkamamış! Gerizekalı!”
            Muzaffer arabanın hızını arttırırken Engin’i sakinleştirmeye çabaladı: “Bilerek yapıyor. Dikkatimizi dağıtmak için. Yaren’i kurtaracağız…”
            “Öldükten sonra mı?”
            Paşa’nın sesi arabanın içinde gürledi. Engin adamın sesinin kendisini uyuşturduğunu, teskin ettiğini hisseder gibiydi: “Ölmeyecek. Öldürmeyecektir. Kanını içerse, varkolakların kalbini söküp suda kaynatarak ona içirirseniz ölmez.”
            Engin üzerindeki miskinlik hissini öfkeyle adeta bir kenara fırlattı: “Ölse daha iyi ya! Ne demek kanını içer, manını içer?”
            “Karşınızdaki mahlûk alelade bir eşkıya değil ki kızın canını alsın? Her gece kana susar. Kana susamak hiç dinmeyen bir açlıktır. Bir köy dolusu insanın kanını içsen ancak tokluk hissi verir. O yüzden peksimet atıştırıp açlığını geçiştirir gibi gecede iki veya bir kurbanla idare edilir.”
            Muzaffer müstehzi bir ifadeyle güldü: “Vampirler ve kan… Kızı öldürürse beslenemez.”
            Abdülharis: “En mühim noktaya temas ettin cadıcı. Kurbanın hayattayken beslenebilirsin. Daha doğrusu canlı birinden, o an için boynunu yahut bileklerini dişlediğin birinden kan içebilirsin. Herhangi bir şişeye, torbaya doldurulmuş kan da etkisizdir.”
            Telefonuna mesaj gelince Engin bir an duraksadı: “İnşallah Çağıl korkup kaçmıştır da onun yerine Çağıl’ı yakalamışlardır. Yaren’e bir şey olmamıştır…” diyerek Yaren’den gelen mesajı okudu: “Kaleiçi’ndeyim. Saklanıyorum.”
            Muzaffer, hayli ileride görünen tıp fakültesini ışıklarını göstererek Engin’i teskin etti: “Geldik işte! Çarşıya gidiyorum direkt. Sen Kaleiçi’ne inersin. Ben de eve çıkar Bozhidar’ın kazığını alırım. Yaren’i bulunca beni sizin evde beklersiniz. Oraya geleceğim.”
            Abdülharis: “Seninle mi geleyim cadıcı?”
            Cadıcı kafasını salladı: “Ben kendimi korurum paşam. Siz delikanlıyla gidersiniz.”
            “Çok iyi! Dimitar iblisini seneler önce duyup da görmek istemiştim. Burada karşılaşacakmışız demek... Ama hala aklımı kurcalıyor. Kendine yeni av sahası mı seçti yoksa aradığı başka bir şey mi var?”
            Kırmızı Lada fakülte kavşağından hızla geçip şehre doğru yol alırken Muzaffer uzaktan görünen Selimiye’yi işaret etti: “Eğer onlara denk gelirsen öldürmeden önce sorarsın paşam!”
            “Ben sorarım da… Siz bu geceyi sağ çıkarırsanız iyi. Bana da denk gelmeseniz Varkolaklar tüm şehri elden geçirirdi belki... Soralım bakalım kıstırınca.”
            Araba çarşı mıntıkasına yaklaşana kadar hiçbiri tek kelime etmedi. Orduevinin önündeki ışıklara geldiklerinde ansızın frenleyerek durdu. Engin’le Abdülharis arabadan iner inmez kırmızı Lada sağa sapıp Yediyol Ağzı’na çıkan yokuşta gözden kayboldu. Hortlak etrafına bakınarak şehre göz gezdirdi: “Buraya gelmeyeli neredeyse yüz sene olmuştur. Balkan Harbi’nin garabetini ancak atmış üzerinden!”
            Engin’in ardından hızlı adımlarla Antik Park tarafına inen hortlak bir yandan da eski binalara göz gezdiriyordu. Engin hızlıca sordu: “Edirne’nin sahibi yüzünden gelemediğini söylemiştin. Burası kimin av alanı paşam?”
            “Birkaç kişi vardı. Kişi dediysem anla işte benim gibi. Söylesem de tanımazsın hiçbirini. Sonuncusu Edirne’ye Doksanüç Harbi muhaceretiyle gelen bir aileye mensuptu. Hunaşamzadeler derlerdi. Kan içicinin Farisi lisanındaki şekli. Hunaşamzadelerden bir hanımın av alanı oldu en son. Lakin Varkolaklar böyle ellerini kollarını sallayarak gelebildiklerine göre ortadan kaldırıldı. Ya başkaları ya Varkolaklar. Burası bir zamanlar daha güzeldi. Balkan Harbi’nden, Rus harplerinden öncesinde görmeliydin. Mavi boyalı evler sıra sıra karşılardı insanı. Bahçeler, bağlar, köşkler… Onlar da benim gibi artık. Hatırlayanları kalmadı.”
            Engin’le Abdülharis Kaleiçi sokaklarına vardıklarında hortlak bir an duraksayarak havayı kokladı: “Bir tanesi buralarda dolanıyor hala. Ben onu arayacağım. Sen de yavuklunu ararsın…”
            “Bir şey olursa nasıl haber vereyim?”
            “Çığlık atarsan sesini duyacak kadar yakında olurum delikanlı…”
            Abdülharis bir anda havaya sıçrayarak çatı saçaklarının gölgelerinde kayboldu. Engin hayal meyal kertenkele misali duvardan sürüne sürüne geçip çatıya tırmanan bir gölge gördü. Yaren’in telefonunu arayarak ulaşmayı ısrarla sürdürerek evinin olduğu sokağa doğru koşturdu. Uzak uzağa işitilen köpek sesleri ve yarısı sönük sokak lambalarıyla hayli ürkütücü bir manzarayla karşı karşıyaydı. Ancak o an için bulunduğu yerden ziyade sevgilisini bulamamaktan –canlı şekilde bulamamaktan- korkuyordu.

DEVAM EDECEK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder