Edirne
– 1920’ler
Edirne eşrafından biri olan Saffet Bey’in günleri korku
ve endişeyle geçmekteydi. Şehrin dışında sayılabilecek konağının arka bahçesine
bakan camın kırılmasıyla başlamıştı korku dolu günleri. Camı kıran şey kağıt sarılı
bir taştı ve kağıtta bozuk bir yazıyla Serafim Kaptan isimli, namlı bir eşkıya
çetebaşı kendisinden yüklü miktarda para istemekteydi. “Bir hafta sonra konağına geleceğim, altını hazır etmezsen konağı
içindekilerle birlikte cayır cayır yakarım!” sözleriyle bitiyordu eşkıyanın
mektubu. Saffet bey, Faruk Nafiz isminde tıknaz, şişmanca bir oğlu ve Ferahnaz
isminde zarif, döneminin salon adabına göre yetişmiş bir kızı dışında kimi kimsesi olmayan, yegane malı elindeki konakla
istenilen miktarı karşılayamayacak denli berbat bir halde bulunan çiftlik olan
eski zenginlerdendi. Bu belayı başından nasıl defedebilecekti? Çiftliğini elden
çıkarmasına rağmen yine de bu yüklü parayı denkleştirememiş sağdan
soldan borç ister olmuştu. O zorlu yıllarda kimsede kendisine yardım edecek
para çıkışmamış, birkaç kişi adet olduğu üzere para vermeyip akıl vererek başka
bir eşkıya yahut kabadayı tutmasını öğütlemişti. Kurdu basmaya kurt gibi köpek
gerek deseler de bu kez yeni bir eşkıyanın ocağına düşmemek için bu fikre de
yanaşmamıştı Saffet Bey. Edirne bitince bu kez uzak yerlerdeki ahbaplarına,
aile dostlarına, tanıdıklara haber göndermiş kendisini eşkıya elinden
kurtarabileceğine inandığı beli silahlı kabadayılardan bile medet ummuştu. Çoğu
mektubuna cevap gelmemiş, gelenlerden de bir netice çıkmamıştı. Eşkıyanın gelişine
dört gün kala gelen bir mektup ise Saffet Bey’i biraz olsun umutlandırmıştı.
Cevap gelmesini hiç ummadığı birinden geliyordu mektup. Ta çocukluk yıllarında
bir kez ismini duyduğu, büyük büyük dedesinin ailesinden kız aldığı hasebiyle
irtibatı olduğunu bildiği ama hiç görüşmediği bir uzak akrabaydı. Istranca
dağlarının göbeğinde oturan eski bir ayan-derebeyi ailesinden gelmekte olan, Istrancalızade’lere gönderilmiş mektuba
verilen cevap o ailenin kalan son üyesi Abdülharis Şerruh Paşa’dan gelmişti. İsmini
hiç duymadığı bu kişi, kendisine yardım edeceğini ama oldukça kalabalık bir
maiyeti olduğu için önceden hazırlık yapılması istediğini söylemiş “Eşkıyaya para vermenize, zaptiyeye haber
salmanıza lüzum yoktur. Ben kendi hizmetkarlarımla bu işi halledeceğim. Size
önden uşağımı ve bir miktar parayı onunla birlikte gönderip gereken
hazırlıkları bildireceğim. Bazı şahsi eşyalarımı da o getirecek. Ben ve
adamlarım ise en kısa zamanda Edirne’ye intikal edeceğiz. Istrancalızade
Abdülharis Şerruh Paşa.” diyerek mektubunu sonlandırmıştı. Mektubun
gelişinden bir gün sonra konağa iki atın çektiği büyük bir talika yanaşmış,
içinden inen çirkin suratlı kambur bir adam inerek Şerruh Paşa’nın şahsi
eşyalarını getirdiğini belirtmişti. Beraberinde gelen birkaç amele ile tuhaf
görünüşlü süslü ve büyük bir sandığı konağın mahzenine indirdikten sonra kendi
yataklarını adamların kendi getireceklerini, her birinin Paşa dahil bu mahzende
kalacağını söylemişti. Saffet Bey her ne kadar "Koca paşa mahzende yatar mı?" dese
de paşanın kahyası olan kambur Fatin Efendi, herhangi bir oda hazırlamamasını
paşanın mahzende kendi alıştığı biçimde daha çok rahat edeceğini söyledi.
Saffet bey kaç kişinin gelip kalacağını ve paşanın ne zaman geleceğini sorduğunda
şöyle demişti: “-Dokuz silahlı adam,
Paşa’nın bahçıvanı ve yanaşması Sadrettin, bir ben bir de Şerruh Paşa
hazretleri... Ha bir de paşanın köpeği. Ben burada kalarak paşayı bekleyeceğim, onun
gelmesi yakındır, eşkıyanın gelişinden önce muhakkak gelecektir. Eşkıya olup
Istranca dağlarında paşadan korkmayan kimse yoktur, merak etmeyin.”
Eşkıyanın
geleceği güne değin kimse gelip gitmemiş, Fatin efendi yemeklere bile
gelmeyerek bazen dışarı çıkarak dışarıda yediğini söyleyerek günlerini konağın
mahzeninde geçirmeye devam etmişti. Gün geceye dönüp güneş battığında eli kanlı
gözü kara eşkıyalar konağın kapılarına elde meşale dayanmışlardı. Her biri
hapishane kaçkını, ırza ve cana kastetmekten çekinmez, parmak, kol keserek
ziynet eşyası çalmaktan gocunmaz harami ruhlu haydut kere haydut adamlardı.
Başlarında Rodop dağlarının sayılı fırtınalarından koca vücutlu, dağlar
ejderhası Serafim Kaptan konağı temellerinden itibaren sarsarak gürlemekteydi: “Vre Saffet efendi! Sana verdiğimiz müddet
bitmiştir! Paran canından kıymetli olduğuna göre seni konağınla birlikte
yakacağız? Daksi vre?” O korkulu saatte birden bire Saffet Bey’in tam
ümidini kestiği anda bir şeyler olmuştu. Karanlıktan vızır vızır seslerle
fırlayan fişekler ve top ateşlerini andıran tüfek namlularının çelik
parıltılarını görmüştü. Eşkıyalardan kimisi yıkılmış, kimisi sağa sola kaçmaya
başlamıştı. Gecenin karanlığında ay ışığı altında kara donlu atlara binmiş kara
suretli, dev yapılı süvariler elde tüfek eşkıyaların tepesine yıldırım gibi
düşmüştü. Atlılardan birisi kılıç çekmiş bir halde Serafim Kaptan’ın üzerine
hücum ederek tek vuruşta koca eşkıyanın kafasını koparmıştı. Kalan eşkıyanın
aman dilemelerine aldırış etmeyen atlılar yağlı kurşunlarla vücutlarını kalbura
çevirdikleri eşkıyaları ölen yoldaşlarının ve reislerinin yanına
göndermişlerdi. Evin içinde silah seslerini dinleyerek ölmeyi bekleyen ev ahalisi, camın önünde kah sedire eğilip kah müsademeyi seyrederken mahzenden çıkıp gelen Fatin’in sözleriyle birlikte rahata
ermişti: “Sakın endişe buyurmayın! Gelen
paşa hazretleridir. Eşkıyaların kaffesini birden tepelemeye muvaffak olmuştur.”
Saffet bey ve ev ahalisi Fatin’in ardından konağın bahçesine indiklerinde
kara suretli, yüzü sarılı süvarilerin atlarından inerek toprağı kazdıklarını
gördüler. İri yarı, deyim yerindeyse dev gibi, korkunç görünüşlü
bir adamın beraberinde bir aslan kadar iri, kara suretli, en az adam kadar korkunç bir köpekle
birlikte cesetleri bir araya toplamak üzere diğerleriyle birlikte sürüklediklerini gördüler. Atlarını bahçenin demir
parmaklıklarına bağlamışlardı. Bunların başında uzun boylu kara suretli birini
gördüler. Aile ahalisinin yanına yaklaştığında ellerinde tuttukları gaz
lambalarının ışığında yüzünü görmüşlerdi. Fatin bu adamın önüne gidip el etek
öptüğünde onun Şerruh Paşa olduğunu anlamışlardı. İnce uzun boylu, kendinden
emin gibi mağrur duruşlu, esmer suretli, sert bakışlı ve kartal misali kemer
burunlu, gayri müslim balkan çetecileri gibi saçları omuzlarına dek inmekte
olan pala bıyıklı bir garip kişiydi. Sırtında paltosu, belinde kabzası
işlemeli tabancası ve çerkez kaması, sol bacağının yanında kuşağına asılı karabelası, elinde altın savatlı kamçısı ve başındaki kenarı sarıklı kırmızı
fesi ve giydiği siyah çizmeleriyle bu adam, tıpkı eski zamanların
dağlarında saltanat süren isyancı Osmanlı derebeylerine benziyordu. Yok, yok... Sert duruşlu, kavi bir Balkan ayanıydı. Fatin’e bir
şeyler emrettikten sonra adamlarının başına dönmüştü. Fatin ailenin yanına
giderek paşanın kendisini konakta beklemelerini emrettiğini söyleyince konağa geçip
girişteki büyük sofada beklemeye başlamışlardı. Konağın kapısından içeriye önce
silahlı külahlı korkunç görünüşlü dokuz adam geçerek ev sahibini selamladıktan
sonra mahzene inmişlerdi. Onların ardından içeriye dev yapılı adam girmişti Fatin’le
birlikte. Dev yapılı adam paşanın hususi bahçevanı olmalıydı. Bir süre
sonra da içeriye paşa girmişti. Tek kelime konuşmayan bu adam içeriye girer
girmez sanki o sert havasından sıyrılmış gibiydi. Çizmelerini çıkartmış,
paltosunu ve silahlarını sofadaki somyanın üstüne bıraktıktan sonra herkese
selam verdikten sonra Saffet Bey ve
Faruk Nafiz ile selamlaşıp salona geçtiler. Silahlarını çıkarınca, ceketinin
üzerinde duran Şecaat ve Sadakat madalyaları, sedef düğmeli yeleğinden parlayan
altın kösteği, elindeki oltu taşı tespihi daha çok göze çarpmaya başlamış adeta bir salon efendine benzemişti. Kahve veya çay hiçbir şey istememişti. Sert konuşmasına rağmen
İstanbul aksanıyla konuşmaktaydı. Ama buna rağmen tavırlarında eski Osmanlı
ayanlarının davranışları ve adetleri belli ediyordu kendini. ”Her ne kadar alafranga-i nevi’ye aşina
olsak da kökümüz Osmanlı. Erkekler arasına hanımın oturduğu görülmemiştir.
Affınıza sığınarak Ferahnaz hanımın bir süreliğine odasına gitmesini temenni
ederim. Görüşeceğim bazı hususlar ailenizin erkeklerini ilgilendirmektedir.” Ferahnaz
hanım bu hali yadırgasa dahi eski adetleri bildiğinden odasına çıktığında
Şerruh Paşa, Faruk Nafiz’e dönerek sordu: “Evli
misiniz?” Faruk Nafiz: “Henüz kısmet
olmadı paşa hazretleri.” Şerruh Paşa acayip bir sırıtışla: “Evlenmeye bakınız Faruk bey oğlum. Belki
suretinizden dolayı kadın kısmı beni nasıl görür diye dertlenmektesinizdir. Hiç
düşünmeyin. Kadın kısmı adamda güç ve mevkii arar. Haliniz vaktiniz yerinde.
Bunları kullanmaktan çekinmeyin. Şan kazanmaya bak, adamın altına yatmak için
can atarlar! Ben dağlarda da bulundum. Nice altmışlık eşkıya gördüm,
içlerindeki hırsla nice taze kızlarla güreş tutarlardı! O hırs olmadı mı adama
adam denmez!” Adamın kaba saba konuşmasından dolayı Faruk Nafiz’de, Saffet
bey de feci halde rahatsız olmuşlardı. Kendi ağzıyla bir dönemler eşkıyalık
yaptığını söylemekten çekinmemiş, dağ kalelerinde yaşaya yaşa dağ adamı haline geldiğini itiraf ederek, adeta kadimin
kanlı derebeylerinden birisi olduğunu ima etmişti. Paşa Saffet Bey’e dönerek: “Sizi eşkıyadan kurtardım. Paranız size
kalsın. Sizden bunun karşılığı tek isteğim bu konağı sizden almaktır. Konağı
bana bırakacaksınız.” Saffet Bey: “Burası
aile yadigarımızdır paşam. Nasıl size verelim?” Şerruh Paşa’nın yüz hatları
çirkin bir hal alırken: “-Bak Saffet
efendi. Ben Şerruh Paşa’yım. Eşkıyadan, kabadayıdan, paşadan, ağadan,
zaptiyeden korkmam. Ben bu konağı alacağım dedimse alacağım. Siz doğmadan
yıllar evvel ben bu konakta yürüdüm. Ben sizin büyük büyük dedenizin
evlendiği İsmihan hanımın abisi Abdülharis Şerruh Paşa’dan
başkası değilim! Derhal kağıt kalem getirip konağı bana devrediniz.” Faruk
Nafiz hem adamın kabalığından hem bu isteğinden tiksinerek olduğu yerden
kalkarak salondan çıkmaya hamle etti. O anda salonun kapısının büyük bir
gürültüyle kendiliğinden kapandığını görerek olduğu yerde kaldı. Gaz lambalarının ışıklarının titreşerek sönmesiyle odanın karardığını gördüler. Şerruh Paşa’nın tırnaklarının
simsiyah bir şekilde uzadığını, ağzından korkunç derecede sivri iki dişinin
fırladığını, gözlerinin kızıla çaldığını gördüler. O paşanın sadece bir
derebeyi değil aynı zamanda eski Balkan masallarından fırlamış ürkünç bir
gulyabani, kanlı bir hortlak olduğunu o anda idrak ettiler. Şerruh Paşa
gürledi: “Hala duruyor musun Saffet!” Saffet
bey o an nasıl cesaret edebildiyse salondaki yazı masasının çekmecesinde duran silahını
bir koşuda çekip alarak Şerruh Paşa’ya doğrulttuysa da vampir hipnozunun etkisi altına girerek ateşleyemedi. Derken bir anda kapılar
açılarak o dev köpek Saffet Bey'i yere yıktı. Köpek hırlayarak ve mezar kokusunu
Saffet Bey’in burnuna üfleyerek karabasan gibi üzerine çökmüşken içeriye Fatin
ve Sadrettin ile birlikte Paşa'nın dokuz adamı girdi. Şerruh Paşa’nın
emriyle Fatin bir kağıt kalem alarak pis bir sırıtışla Saffet Bey’in başına
eğildi. Şerruh Paşa, Saffet Bey’in hareket etmediğini görünce bir bakışta adamı
Sadrettin’i öne çıkarttı. Sadrettin belinden koca bir satır çıkararak koca
eliyle boynunu kavradığı Faruk Nafiz’in boynuna dayadı. Saffet Bey hırsından
sesini çıkaramayarak istemeye istemeye kağıdı imzalayarak konağı paşaya
devretti. Fatin kağıdı paşaya gösterdikten sonra Paşa suratında pis bir
sırıtmayla arkasındaki dokuz adama dönerek: “Afiyet
olsun. Bunları size bıraktım, yukarıdaki bana yeter!” diyerek Fatin ve
Sadrettin ile birlikte odadan çıktı. Odadan korkunç çığlıklar yükselirken
adamlarına döndü: “Fatin sen kağıdı al
şimdiden şehre git, sabaha tez elden tasdik ettir. Sadrettin sende bahçeye bir
çukur kaz arta kalanları gömersin.” Şerruh Paşa yukarıya çıkan merdivenlere
yöneldiğinde kendisine korkuyla bakmakta olan Ferahnaz hanımı gördü. Pis bir
sırıtışla merdivenlerden yukarıya doğru kendinden emin bir şekilde yürüyerek
kızın üzerine üzerine gitmeye başladı. Ferahnaz korkunç bir kabusun içinde
olmadığından adı gibi emindi. Can havliyle çığlık çığlığa merdivenlerden
yukarıya çıkarak odasına doğru koşmaya başladı. Odasının kapısını örterek
kilitledikten sonra önüne büyükçe bir sandığı sürükleyerek kapattı. Korkuyla
yatağına doğru gerilerken gri bir dumanın kapının ve sandığın altından geçerek
odaya dolduğunu gördü. Sisler odanın bir köşesinde toplanarak insan suretini
andıran bir görüntü oluşturmaya başladılar. Bir anda Şerruh Paşa’nın kanlı
canlı odanın içerisinde peyda olduğunu gören Ferahnaz gözlerinden akan yaşlarla
boğazından gelen hıçkırıkları bastırarak geriledi. Şerruh kızın bileklerini
yakaladıktan sonra yatağa fırlatıp kızın kafasını öte tarafa çevirip boynunu
açığa çıkardıktan sonra üzerine çöktü. Ferahnaz, mezar kokusunu andıran çürümüş
nefesi suratında hissederken Şerruh Paşa sivri dişlerini ortaya çıkararak: “Bugüne kadar hep köylü kısmının
eşkıyaların kanları besledi beni. Asil bir boyundan hayat suyu içmeyeli çok
zaman olmuştu!”
Ferahnaz’ın son hissettiği şey oldukça garipti. Karabasan
çökme haliyle, aşık olma arasında, ölüm ile yaşam arasında gidip geliyordu.
İçinde hem öte alemlere dair bir korku hem de tarifsiz bir istek duyuyordu.
Şerruh Paşa kızın üzerinden kalktığında pencereden dışarı baktı. Doğmakta olan
güneşi görerek mahzene indi. Kendi özel yapımı olan büyük tahta sandukasına
girdi.
Konağın yeni efendisi asırlık hortlak Istrancalızade
Abdülharis Şerruh Paşa, ölüm ile yaşam arasında tuhaf bir uyku haline dalmıştı.
Yeni yerleştiği bu yeni yerde yeni kurbanlarını arayacağı kanlı bir geceyi
bekleyerek elleri göğsünde kabrinde ölü gibi soluksuz uzanmıştı.
Mehmet Berk
Yaltırık
10 Mart 2012
-EDİRNE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder