6 Kasım 2012 Salı

Şerruh Paşa'nın Sırrı


(Bu hikaye daha önce Gölge e-Dergi'nin 55.sayısında Nisan 2012'de yayınlanmıştır. Harun ÇİMEN'in değerli katkılarıyla düzeltilerek yeniden burada yayınlanmıştır.)
"Mustafa Yaşar'dan Şerruh Paşa illüstrasyonu, Gölge e-Dergi'deki hikaye için çizildi."

Edirne – 1920’ler

            Edirne eşrafından biri olan Saffet Bey’in günleri korku ve endişeyle geçmekteydi. Şehrin dışında sayılabilecek konağının arka bahçesine bakan camın kırılmasıyla başlamıştı korku dolu günleri. Camı kıran şey kağıt sarılı bir taştı ve kağıtta bozuk bir yazıyla Serafim Kaptan isimli, namlı bir eşkıya çetebaşı kendisinden yüklü miktarda para istemekteydi. “Bir hafta sonra konağına geleceğim, altını hazır etmezsen konağı içindekilerle birlikte cayır cayır yakarım!” sözleriyle bitiyordu eşkıyanın mektubu. Saffet bey, Faruk Nafiz isminde tıknaz, şişmanca bir oğlu ve Ferahnaz isminde zarif, döneminin salon adabına göre yetişmiş bir kızı dışında kimi kimsesi olmayan, yegane malı elindeki konakla istenilen miktarı karşılayamayacak denli berbat bir halde bulunan çiftlik olan eski zenginlerdendi. Bu belayı başından nasıl defedebilecekti? Çiftliğini elden çıkarmasına rağmen yine de bu yüklü parayı denkleştirememiş sağdan soldan borç ister olmuştu. O zorlu yıllarda kimsede kendisine yardım edecek para çıkışmamış, birkaç kişi adet olduğu üzere para vermeyip akıl vererek başka bir eşkıya yahut kabadayı tutmasını öğütlemişti. Kurdu basmaya kurt gibi köpek gerek deseler de bu kez yeni bir eşkıyanın ocağına düşmemek için bu fikre de yanaşmamıştı Saffet Bey. Edirne bitince bu kez uzak yerlerdeki ahbaplarına, aile dostlarına, tanıdıklara haber göndermiş kendisini eşkıya elinden kurtarabileceğine inandığı beli silahlı kabadayılardan bile medet ummuştu. Çoğu mektubuna cevap gelmemiş, gelenlerden de bir netice çıkmamıştı. Eşkıyanın gelişine dört gün kala gelen bir mektup ise Saffet Bey’i biraz olsun umutlandırmıştı. Cevap gelmesini hiç ummadığı birinden geliyordu mektup. Ta çocukluk yıllarında bir kez ismini duyduğu, büyük büyük dedesinin ailesinden kız aldığı hasebiyle irtibatı olduğunu bildiği ama hiç görüşmediği bir uzak akrabaydı. Istranca dağlarının göbeğinde oturan eski bir ayan-derebeyi ailesinden gelmekte olan, Istrancalızade’lere gönderilmiş mektuba verilen cevap o ailenin kalan son üyesi Abdülharis Şerruh Paşa’dan gelmişti. İsmini hiç duymadığı bu kişi, kendisine yardım edeceğini ama oldukça kalabalık bir maiyeti olduğu için önceden hazırlık yapılması istediğini söylemiş “Eşkıyaya para vermenize, zaptiyeye haber salmanıza lüzum yoktur. Ben kendi hizmetkarlarımla bu işi halledeceğim. Size önden uşağımı ve bir miktar parayı onunla birlikte gönderip gereken hazırlıkları bildireceğim. Bazı şahsi eşyalarımı da o getirecek. Ben ve adamlarım ise en kısa zamanda Edirne’ye intikal edeceğiz. Istrancalızade Abdülharis Şerruh Paşa.” diyerek mektubunu sonlandırmıştı. Mektubun gelişinden bir gün sonra konağa iki atın çektiği büyük bir talika yanaşmış, içinden inen çirkin suratlı kambur bir adam inerek Şerruh Paşa’nın şahsi eşyalarını getirdiğini belirtmişti. Beraberinde gelen birkaç amele ile tuhaf görünüşlü süslü ve büyük bir sandığı konağın mahzenine indirdikten sonra kendi yataklarını adamların kendi getireceklerini, her birinin Paşa dahil bu mahzende kalacağını söylemişti. Saffet Bey her ne kadar "Koca paşa mahzende yatar mı?" dese de paşanın kahyası olan kambur Fatin Efendi, herhangi bir oda hazırlamamasını paşanın mahzende kendi alıştığı biçimde daha çok rahat edeceğini söyledi. Saffet bey kaç kişinin gelip kalacağını ve paşanın ne zaman geleceğini sorduğunda şöyle demişti: “-Dokuz silahlı adam, Paşa’nın bahçıvanı ve yanaşması Sadrettin, bir ben bir de Şerruh Paşa hazretleri... Ha bir de paşanın köpeği. Ben burada kalarak paşayı bekleyeceğim, onun gelmesi yakındır, eşkıyanın gelişinden önce muhakkak gelecektir. Eşkıya olup Istranca dağlarında paşadan korkmayan kimse yoktur, merak etmeyin.”
              Eşkıyanın geleceği güne değin kimse gelip gitmemiş, Fatin efendi yemeklere bile gelmeyerek bazen dışarı çıkarak dışarıda yediğini söyleyerek günlerini konağın mahzeninde geçirmeye devam etmişti. Gün geceye dönüp güneş battığında eli kanlı gözü kara eşkıyalar konağın kapılarına elde meşale dayanmışlardı. Her biri hapishane kaçkını, ırza ve cana kastetmekten çekinmez, parmak, kol keserek ziynet eşyası çalmaktan gocunmaz harami ruhlu haydut kere haydut adamlardı. Başlarında Rodop dağlarının sayılı fırtınalarından koca vücutlu, dağlar ejderhası Serafim Kaptan konağı temellerinden itibaren sarsarak gürlemekteydi: “Vre Saffet efendi! Sana verdiğimiz müddet bitmiştir! Paran canından kıymetli olduğuna göre seni konağınla birlikte yakacağız? Daksi vre?” O korkulu saatte birden bire Saffet Bey’in tam ümidini kestiği anda bir şeyler olmuştu. Karanlıktan vızır vızır seslerle fırlayan fişekler ve top ateşlerini andıran tüfek namlularının çelik parıltılarını görmüştü. Eşkıyalardan kimisi yıkılmış, kimisi sağa sola kaçmaya başlamıştı. Gecenin karanlığında ay ışığı altında kara donlu atlara binmiş kara suretli, dev yapılı süvariler elde tüfek eşkıyaların tepesine yıldırım gibi düşmüştü. Atlılardan birisi kılıç çekmiş bir halde Serafim Kaptan’ın üzerine hücum ederek tek vuruşta koca eşkıyanın kafasını koparmıştı. Kalan eşkıyanın aman dilemelerine aldırış etmeyen atlılar yağlı kurşunlarla vücutlarını kalbura çevirdikleri eşkıyaları ölen yoldaşlarının ve reislerinin yanına göndermişlerdi. Evin içinde silah seslerini dinleyerek ölmeyi bekleyen ev ahalisi, camın önünde kah sedire eğilip kah müsademeyi seyrederken mahzenden çıkıp gelen Fatin’in sözleriyle birlikte rahata ermişti: “Sakın endişe buyurmayın! Gelen paşa hazretleridir. Eşkıyaların kaffesini birden tepelemeye muvaffak olmuştur.” Saffet bey ve ev ahalisi Fatin’in ardından konağın bahçesine indiklerinde kara suretli, yüzü sarılı süvarilerin atlarından inerek toprağı kazdıklarını gördüler. İri yarı, deyim yerindeyse dev gibi,  korkunç görünüşlü bir adamın beraberinde bir aslan kadar iri, kara suretli, en az adam kadar korkunç bir köpekle birlikte cesetleri bir araya toplamak üzere diğerleriyle birlikte sürüklediklerini gördüler. Atlarını bahçenin demir parmaklıklarına bağlamışlardı. Bunların başında uzun boylu kara suretli birini gördüler. Aile ahalisinin yanına yaklaştığında ellerinde tuttukları gaz lambalarının ışığında yüzünü görmüşlerdi. Fatin bu adamın önüne gidip el etek öptüğünde onun Şerruh Paşa olduğunu anlamışlardı. İnce uzun boylu, kendinden emin gibi mağrur duruşlu, esmer suretli, sert bakışlı ve kartal misali kemer burunlu, gayri müslim balkan çetecileri gibi saçları omuzlarına dek inmekte olan pala bıyıklı bir garip kişiydi. Sırtında paltosu, belinde kabzası işlemeli tabancası ve çerkez kaması, sol bacağının yanında kuşağına asılı karabelası, elinde altın savatlı kamçısı ve başındaki kenarı sarıklı kırmızı fesi ve giydiği siyah çizmeleriyle bu adam, tıpkı eski zamanların dağlarında saltanat süren isyancı Osmanlı derebeylerine benziyordu. Yok, yok... Sert duruşlu, kavi bir Balkan ayanıydı. Fatin’e bir şeyler emrettikten sonra adamlarının başına dönmüştü. Fatin ailenin yanına giderek paşanın kendisini konakta beklemelerini emrettiğini söyleyince konağa geçip girişteki büyük sofada beklemeye başlamışlardı. Konağın kapısından içeriye önce silahlı külahlı korkunç görünüşlü dokuz adam geçerek ev sahibini selamladıktan sonra mahzene inmişlerdi. Onların ardından içeriye dev yapılı adam girmişti Fatin’le birlikte. Dev yapılı adam paşanın hususi bahçevanı olmalıydı. Bir süre sonra da içeriye paşa girmişti. Tek kelime konuşmayan bu adam içeriye girer girmez sanki o sert havasından sıyrılmış gibiydi. Çizmelerini çıkartmış, paltosunu ve silahlarını sofadaki somyanın üstüne bıraktıktan sonra herkese selam verdikten sonra Saffet Bey ve Faruk Nafiz ile selamlaşıp salona geçtiler. Silahlarını çıkarınca, ceketinin üzerinde duran Şecaat ve Sadakat madalyaları, sedef düğmeli yeleğinden parlayan altın kösteği, elindeki oltu taşı tespihi daha çok göze çarpmaya başlamış adeta bir salon efendine benzemişti. Kahve veya çay hiçbir şey istememişti. Sert konuşmasına rağmen İstanbul aksanıyla konuşmaktaydı. Ama buna rağmen tavırlarında eski Osmanlı ayanlarının davranışları ve adetleri belli ediyordu kendini. ”Her ne kadar alafranga-i nevi’ye aşina olsak da kökümüz Osmanlı. Erkekler arasına hanımın oturduğu görülmemiştir. Affınıza sığınarak Ferahnaz hanımın bir süreliğine odasına gitmesini temenni ederim. Görüşeceğim bazı hususlar ailenizin erkeklerini ilgilendirmektedir.” Ferahnaz hanım bu hali yadırgasa dahi eski adetleri bildiğinden odasına çıktığında Şerruh Paşa, Faruk Nafiz’e dönerek sordu: “Evli misiniz?” Faruk Nafiz: “Henüz kısmet olmadı paşa hazretleri.” Şerruh Paşa acayip bir sırıtışla: “Evlenmeye bakınız Faruk bey oğlum. Belki suretinizden dolayı kadın kısmı beni nasıl görür diye dertlenmektesinizdir. Hiç düşünmeyin. Kadın kısmı adamda güç ve mevkii arar. Haliniz vaktiniz yerinde. Bunları kullanmaktan çekinmeyin. Şan kazanmaya bak, adamın altına yatmak için can atarlar! Ben dağlarda da bulundum. Nice altmışlık eşkıya gördüm, içlerindeki hırsla nice taze kızlarla güreş tutarlardı! O hırs olmadı mı adama adam denmez!” Adamın kaba saba konuşmasından dolayı Faruk Nafiz’de, Saffet bey de feci halde rahatsız olmuşlardı. Kendi ağzıyla bir dönemler eşkıyalık yaptığını söylemekten çekinmemiş, dağ kalelerinde yaşaya yaşa dağ adamı haline geldiğini itiraf ederek, adeta kadimin kanlı derebeylerinden birisi olduğunu ima etmişti. Paşa Saffet Bey’e dönerek: “Sizi eşkıyadan kurtardım. Paranız size kalsın. Sizden bunun karşılığı tek isteğim bu konağı sizden almaktır. Konağı bana bırakacaksınız.” Saffet Bey: “Burası aile yadigarımızdır paşam. Nasıl size verelim?” Şerruh Paşa’nın yüz hatları çirkin bir hal alırken: “-Bak Saffet efendi. Ben Şerruh Paşa’yım. Eşkıyadan, kabadayıdan, paşadan, ağadan, zaptiyeden korkmam. Ben bu konağı alacağım dedimse alacağım. Siz doğmadan yıllar evvel ben bu konakta yürüdüm. Ben sizin büyük büyük dedenizin evlendiği İsmihan hanımın abisi Abdülharis Şerruh Paşa’dan başkası değilim! Derhal kağıt kalem getirip konağı bana devrediniz.” Faruk Nafiz hem adamın kabalığından hem bu isteğinden tiksinerek olduğu yerden kalkarak salondan çıkmaya hamle etti. O anda salonun kapısının büyük bir gürültüyle kendiliğinden kapandığını görerek olduğu yerde kaldı. Gaz lambalarının ışıklarının titreşerek sönmesiyle odanın karardığını gördüler. Şerruh Paşa’nın tırnaklarının simsiyah bir şekilde uzadığını, ağzından korkunç derecede sivri iki dişinin fırladığını, gözlerinin kızıla çaldığını gördüler. O paşanın sadece bir derebeyi değil aynı zamanda eski Balkan masallarından fırlamış ürkünç bir gulyabani, kanlı bir hortlak olduğunu o anda idrak ettiler. Şerruh Paşa gürledi: “Hala duruyor musun Saffet!” Saffet bey o an nasıl cesaret edebildiyse salondaki yazı masasının çekmecesinde duran silahını bir koşuda çekip alarak Şerruh Paşa’ya doğrulttuysa da  vampir hipnozunun etkisi altına girerek ateşleyemedi. Derken bir anda kapılar açılarak o dev köpek Saffet Bey'i yere yıktı. Köpek hırlayarak ve mezar kokusunu Saffet Bey’in burnuna üfleyerek karabasan gibi üzerine çökmüşken içeriye Fatin ve Sadrettin ile birlikte Paşa'nın dokuz adamı girdi. Şerruh Paşa’nın emriyle Fatin bir kağıt kalem alarak pis bir sırıtışla Saffet Bey’in başına eğildi. Şerruh Paşa, Saffet Bey’in hareket etmediğini görünce bir bakışta adamı Sadrettin’i öne çıkarttı. Sadrettin belinden koca bir satır çıkararak koca eliyle boynunu kavradığı Faruk Nafiz’in boynuna dayadı. Saffet Bey hırsından sesini çıkaramayarak istemeye istemeye kağıdı imzalayarak konağı paşaya devretti. Fatin kağıdı paşaya gösterdikten sonra Paşa suratında pis bir sırıtmayla arkasındaki dokuz adama dönerek: “Afiyet olsun. Bunları size bıraktım, yukarıdaki bana yeter!” diyerek Fatin ve Sadrettin ile birlikte odadan çıktı. Odadan korkunç çığlıklar yükselirken adamlarına döndü: “Fatin sen kağıdı al şimdiden şehre git, sabaha tez elden tasdik ettir. Sadrettin sende bahçeye bir çukur kaz arta kalanları gömersin.” Şerruh Paşa yukarıya çıkan merdivenlere yöneldiğinde kendisine korkuyla bakmakta olan Ferahnaz hanımı gördü. Pis bir sırıtışla merdivenlerden yukarıya doğru kendinden emin bir şekilde yürüyerek kızın üzerine üzerine gitmeye başladı. Ferahnaz korkunç bir kabusun içinde olmadığından adı gibi emindi. Can havliyle çığlık çığlığa merdivenlerden yukarıya çıkarak odasına doğru koşmaya başladı. Odasının kapısını örterek kilitledikten sonra önüne büyükçe bir sandığı sürükleyerek kapattı. Korkuyla yatağına doğru gerilerken gri bir dumanın kapının ve sandığın altından geçerek odaya dolduğunu gördü. Sisler odanın bir köşesinde toplanarak insan suretini andıran bir görüntü oluşturmaya başladılar. Bir anda Şerruh Paşa’nın kanlı canlı odanın içerisinde peyda olduğunu gören Ferahnaz gözlerinden akan yaşlarla boğazından gelen hıçkırıkları bastırarak geriledi. Şerruh kızın bileklerini yakaladıktan sonra yatağa fırlatıp kızın kafasını öte tarafa çevirip boynunu açığa çıkardıktan sonra üzerine çöktü. Ferahnaz, mezar kokusunu andıran çürümüş nefesi suratında hissederken Şerruh Paşa sivri dişlerini ortaya çıkararak: “Bugüne kadar hep köylü kısmının eşkıyaların kanları besledi beni. Asil bir boyundan hayat suyu içmeyeli çok zaman olmuştu!”
            Ferahnaz’ın son hissettiği şey oldukça garipti. Karabasan çökme haliyle, aşık olma arasında, ölüm ile yaşam arasında gidip geliyordu. İçinde hem öte alemlere dair bir korku hem de tarifsiz bir istek duyuyordu. Şerruh Paşa kızın üzerinden kalktığında pencereden dışarı baktı. Doğmakta olan güneşi görerek mahzene indi. Kendi özel yapımı olan büyük tahta sandukasına girdi.
            Konağın yeni efendisi asırlık hortlak Istrancalızade Abdülharis Şerruh Paşa, ölüm ile yaşam arasında tuhaf bir uyku haline dalmıştı. Yeni yerleştiği bu yeni yerde yeni kurbanlarını arayacağı kanlı bir geceyi bekleyerek elleri göğsünde kabrinde ölü gibi soluksuz uzanmıştı.


Mehmet Berk Yaltırık
10 Mart 2012 -EDİRNE

           

           

           

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder