2 Mart 2012 Cuma

Son Şehir

  (İlk Yayınlanış: Son Şehir, Gölge E-Dergi, Göç Öyküleri Özel Sayısı, Ağustos 2010, s.4-11.)

Anlatılır ki Ademoğullarının yeryüzünde yürümesinden önceki bilinemeyecek denli eski ve uzak bir zamanda, uçsuz bucaksız Yecüc Mecüc çöllerinin güneyinde, yalnız başına bir yolcu ilerlemekteydi. Yorgunluğu hissetmeden, tepede olanca kızgınlığıyla ortalığı hararete boğan güneşin varlığına rağmen yoldan çıkmamaya çabalayarak çöl rüzgarıyla yarışır gibi hızla ilerliyordu. Normalden epey uzun bir boya ve uzuvlara sahip, ezmer, kısık gözlü, saçlarını ifrit savaşçıları gibi tepeden ölmüş bir cin, hızlı adımlarla ilerliyordu. Belinde kılıcı, sırtında kalkanı etrafa bakınmadan, insan ayağının hiç bir zaman basamayacağı yoldan gözlerini alamıyordu. "Son kafile geçeli epey olmuş." diye düşündü. Ne kadar zaman geçtiğinin cevabını yine kendi kendine söyledi. "Yedi güneş batımı önce".
            Adı Tarsif'ti ve yedi gün batımı öncesine kadar, Yecüc Mecüc kavminin sınırında kurulmuş olan, Şehretünnar'ın evlatlarından cinlerin sayısız şehrinden biri olan "Derrab" kentinin sayısız muhafızlarından biriydi. Yaklaşık olarak bu zamanlarda "Darrab" şehrinde bir grup ifritten oluşma keşif kolu oluşturumuştu. Yecüc Mecüc kavminin yeraltına saklandığına dair haberler geliyordu. Şehrin valisine göre, asi Marid cinleri bir ordu kurmuş olabilirdi. Kuzeye gönderilen keşif kolu geri dönmeyince bu ihtimal kesinleşmiş gibiydi. Ama sonra birbir başka yerlerden, çeşitli şehirlerden ve bölgelerden saldırı haberleri gelmeye başlayınca işin seyri değişmişti. Görülmemiş bir kuvvettin cinlerin şehirlerine ve topluluklarına saldırdığı haberleri geliyordu. Ne İfrit ordularının ne güçlü Maridlerin ne de sihirbaz Sılat cinlerinin başedemeyeceği bir güçten bahsediliyordu. Birçoğu şehirleri bırakıp dağlara çöllere doğru gitmeye başlamıştı. Bazıları da, iki denize bakan yedi tepe üzerinde kurulu cinlerin başkentine doğru göçediyordu. Orası en güçlü, en düşmesi zor yerdi. Oradaki tılsımların ve büyücülerin, askerlerin ve savaşçıların haddi hesabı yoktu. Gerçi son zamanlarda cinler arasında savaşlar ve bölünmeler çıkmış, bir çoğu (Tarsif'te dahil olmak üzere) silah altına alınmıştı ama yine de bir çoğunun hala hürmet ettiği bir yerdi.
            En önemlisi ise Tarsif'in doğup büyüdüğü yerdi. Genç biri sayılmazdı. Neticede doğduğu vakitlerde bütün cinlerin anası Şehretünnar sağdı ve tüm dünyada barış ve huzur hakimdi. Silahların gösteriş amaçlı takıldığı, avlanmak dışında canlının öldürülmediği, kan dökülmeyen zamanlardı. Daha sonra Şehrettünnar ölmüş, bozgunculuk ve fesat başlamış, cinler silahlanıp, aralarında gruplaşıp birbirlerini öldürmeye başlamışlardı. Yine de Tarsif bu kötü anılarla hatırlamıyordu başkenti. Orası dünyanın en güzel bahçelerinin, köşklerinin, nehirlerinin olduğu, en güzel şeylerin, en güzel görünüşlü varlıkların yaşadığı bir yerdi. Cinlerin hükümdarının sarayıda buradaydı. Göklere uzanan gümüş duvarları ve altın kubbeleriyle ay ışığında ve gün ışığında üçüncü bir ışık kaynağıymış gibi parlardı. Camlarından ışıkların eksik olmadığı, içinden şarkı seslerinin ve ziyafet seslerinin eksik olmadığı o muhteşem saray hala gözlerindeydi Tarsif'in. İnandığı yegane yerdi. Her yerin her kalenin düşeceğine inanıyordu. Görev yaptığı şehrin başına gelenleri gördükten sonra direniş şanslarının olmadığını biliyordu. Ama memleketinin düşmeyeceğini biliyordu.
            Tarsif silah altına alınıp bu sınır bölgesinde göreve geldiğinde o dönem de başka bir varlıklar zamanında yaşamış olsa bile gurbetin acılarını tatmıştı. Sınır bölgesinde kendisi gibi başkentten gelenler yoktu. Hepsi ya orada doğmuş yada sınır şehirlerinden gelmiş cinlerdendi. Bir çoğu mezarlıkta yaşayan Agval kavminden gelme gul yada kutrub türü korkutucu cinlerdendi. Bir kaç tane de ifrit veya marid vardı. Tamamen ona yabancı lisanlar ve bakışlarla karşılıyordu yıllardır. Şarkılar ve yemekler yabancıydı. İçkilerin tadı başkaydı. Güldükleri ve ağladıkları şeyler başkaydı. Sonu gelmeyen savaşlar ve nifakların sonucu elde kılıç sayısız savaşa girmiş, o da kan dökmüş masumiyetini kaybedeli çok olmuştu. Yıllara rağmen alışamamıştı bu sınır şehrine. Anıları dışında o sesleri, neşeyi ve güzellikleri unutmuştu. Yıllarca kendi şehrinden bir iz bir emare aramış ama seyyahların bile ya çölden ya dağlardan geldiği yabancı bir sınır şehrinin yalnızlığından kurtulamamıştı. Silah arkadaşları bile ona yabancı gözüyle bakıyordu. Sırt sırta savaştığı cinler, onu başkentten gelme olarak görüdüklerinden pek aralarına almıyordu. Savaştığı şey nifak ve bozgunculuktu ama savaştığı şeyler kendi kalelerinin içine ve kendi ruhuna çoktan sızmıştı.
           
Yaşadığı yabancılık, geldiği yeri belki de bir daha göremeyecekmiş gibi özleme hisleri arasında debelenirken, bunların üstüne "Darrab" kentinin yıkımına şahit olmuştu.
            Yedi gün batımı öncesinde bulunduğu kuleden görmüştü her şeyi. Ufku kara bulutların kapladığını görmüştü. Bir müddet sonra bunların bulut olmadığını gördü. Kara dumanlardı. Gökyüzünden yeryüzüne doğru binalar kadar büyük ve iri, korkunç görünümlü varlıklar iniyordu. Onların varlığını duymuştu. Kendileri gibi zehirli ateşten yaratılan, cin uruğundan gelme meleklerden bahsedilirdi. Bunlar onlar olmalıydı zira tasvirler ve hikayeler onları tıpatıp betimliyor gibiydi. Yine de onlar hikayeydi ve böyle muzzam bir güç yeryüzünde görülmemişti. Kara vücutlu, gözlerinden ve ağızlarından çıkan zehrili alevlerin dumanında göğü karartan, adımlarıyla yeri inleten yıldırımdan kılıçlarıyla melekler iniyordu. Başlarında beyaz ateşten ışıklar saçan, daha iri ve görkemli ama o ölçüdede de korkutucu bir meleğin olduğunu görmüştü. Siyah çelikten, kırmızı kan rengi taşlarla süslü büyük bir kılıçtı. Yerig öğü inleten narasıyla şehre saldırmışlardı.
Tarsif onların korkunçluğu karşısında  olduğu yerden seyretmekle kalmıştı bu yıkımı. Şehrin duvarlarını kolayca yıkmışlar, evleri ve diğer yapıları acımadan yoketmişlerdi. Karşılarına çıkanı acımadan öldürürüken yüzlerinde zevk yada vahşet ifadesi görmemişti Tarsif. Kendisi gibi saldırı emrini almış askerler gibiydiler.
 Silah arkadaşlarının kaçarken yandıklarını görmüştü. Kadınların ve çocukların bile sağ kalamadığına şahit olmuştu. Ortalığı kesif  bir yanık kokusu kaplamıştı.  Kuleyi terk edip hiç bir sihrin baş edemeyeceği bu varlıklardan öteye büyük bir korkuyla kaçmıştı. Gök gürültüsünü andıran seslerini duya duya günler geceler boyu ilerlemişti. Böylece içinde daha önce hiç yaşamadığı büyük bir korku, onlardan uzakta eski bir çöl yolunda hiç düşmeyeceğine inandığı, en azından son kez görmek istediği, gurbetinin sılasına doğru yol almaya başlamıştı.
Yedi gün batımı boyunca durmadan ilerlemesine rağmen çöl bölgesini geride bırakamayışından dolayı şüpheye düşmüştü. Yönü bir kaç kez hesaplamıştı ve yol doğruydu. Bu yoldan daha önce de geçmişti. Üzerinden yıllar geçse bile şehrine dönüş yolunu hatırlıyordu. “Yolu izle. Kıyı kente var gölü geç. Sonra bozkırı geçip büyük deniz kıyısına geç. Karşısına geçip nehir yolunu takip et. Aşağı iç denize çıktıktan sonra kayalıklı boğazı göreceksin. Onuda geçtikten sonra bir büyük deniz daha var. Güneybatı yönünde ilerleyince iki denizi gören bir kara parçasına denk geleceksin. Karaya çıkınca başkentin parıltıları görülür, başkent aşağı denizin oradadır.” diye mesafeyi hatırlattı kendi kendine. Sonra çöllerde yalnız gezmekten dolayı kendi kendine konuşmaya başladığını fark ederek yeniden tüm dikkatini yola verdi. Bu seferde aklına yıllardır hatırlamaya fırsat bulamadığı anıları geldi. Düşünceli bir şekilde yürürken uzaklarda bir yerde gözüne çarpan siyah toz bulutu Tarsif’i kendine getirdi.
Kısık gözleriyle uzun uzun toz bulutunu izleyen Tarsif, bunun Darrab şehrine saldıran varlıklar olup olmadığını anlamaya çalıştı. Kara bulutlardan ziyade çölden kalkan tozlara benziyordu. “Şehirlerden kaçabilenler olabilir” diye düşündü. Bir süre sonra toz bulutların kendisine doğru yöneldiğini görünce duraksadı. Normalden hızlı bir şekilde geliyordu. Her kimlerse yada her neyse Tarsif’i görmüş olmalıydı. Etrafına bakınarak saklanabileceği bir yer arayan Tarsif ufak kum tepelerinden başka bir şey göremeyince kaçamayacağını bilerek olduğu yerde çakıldı kaldı. Bir süre sonra kendisine hızla yaklaşanları görebiliyordu. Yerde sürünebilen kanatsız ejderhalara binmiş bir grup savaşçıydı. Gümüş zırhlı takımlar kuşanmış ejderhalar kıvrıla kıvrıla Tarsif’e doğru yaklaşıyordu. Üstlerinde altın zırhlara bürünmüş, padişah muhafızlarını andıran dev gibi, koca kılıçlı, acımasız ifrit savaşçılarını seçiyordu. Yalnızca bu savaşçılardan bir tanesi diğerlerine oranla daha kısa ve zarif bir yapıdaydı. “Beylerden veya meliklerden biri olsa gerek” diye düşündü ve şaşırdı. Bu korkunç yıkım sonucunda tüm orduların daha güçlü bir savunma için başkente çekileceğini tahmin ediyorken, başketten bu kadar uzakta bir grup padişah savaşçısına rast gelmesine şaşırmıştı. “Yine de kara varlıklardan iyidir” diye düşündü. Ejderler ona yaklaşınca yeri sarsmadan ama büyük bir görkem içerisinde etrafını sardılar. Tarsif sayılarını kırk olarak tahmin ediyordu. Savaşçı ifrtilerden bir kaç tanesi koca kılıçlarını çekerek Tarsif'in etrafını sardılar.
Tarsif aynı orduya mensup olmalarına rağmen isyan eden bir cin beyinin de bu saldırılara neden olabileceğini düşünerek kalkanını sırtından indirerek kılıcıyla birlikte yere bıraktı. Bu sırada savaşçıların başındaki daha zarif yapılı yapılı savaşçının ejderinden inerek Tarsif'e yaklaştı.
Tarsif savaşçıyı daha yakından görmüştü. Altın renkli zırhı, mücevherle süslü kılıcıyla basit bir bey değil, padişah soyundan gelme bir cin olabileceğini tahmin etti. Savaşçı yüzündeki maskeli miğferini çıkardığında omzuna dökülen altın sarısı saçlarından onun dişi bir cin olduğunu gördü. Üstelik mavi gözleri tuhaf bir ışıltıyla yanıyordu. Sihirbaz cinler olarak nitelendirilen dişi Sılat'lardan bir cindi. Yani periydi. Tarsif "Benim gibi bir Sılat" diye düşündü.
Peri kızı Tarsif'e bakarak: "Üstündeki giysiler ordumuzun askerlerinden olduğunu gösteriyor.   Ama bu civarda ne bir ordumuz ne de şehrimiz var. En yakın şehir yedi gün batımı mesafede. Burada ne işin var?" diye sordu. Tarsif peri kızının sesini tanıdı ve bu ses onu yeniden eski günlerine götürdü. Sarayda şarkı söylemeye başladığı zaman tüm şehrin susup sesinin güzelliğini dinlediği cinler padişahının kızıydı. Tarsif bu hatırlamadan sonra büyük bir saygıyla cevap verdi: "Darrab şehrinden geliyorum yüce ecem. Adım Tasif'tir Sılat'tır soyum." Cinler padişahının kızı bu cevap üzerine sordu: "Bu kadar uzakta tek başına ne işin var? Yoksa ordudan mı kaçtın?" Tarsif büyük bir korku ve saygıyla: "Kaçtığım doğrudur ecem. Ama ordudan değil, şehirden." dedi. Ecenin gözünde büyümekte olan öfkeyi ve korkuyu görerek olduğu yerde adeta korkudan küçüldü Tarsif. "Orayada mı geldiler?" diye sordu peri kızı. Tarsif başını sallayarak: "Evet ecem. Hiç kimse sağ kurtulamadı. Silah arkadaşlarımın hepsini, bütün ahaliyi katlettiler. En güçlü ifrit savaşçılarımızı, marid savaşçılarını bile yokettiler. Hatta şehrimizin valisi, namlı savaşçı, Kutrub cinlerinden Germiyail'i bile öldürdüler. Tek ben kurtulabildim. Onlara saldırmaya cesaret edemedim ecem affedin. Ama güçlü baş şehrimizin herşeye rağmen direnebileceğini düşünerek oraya gidiyordum." dedi. Peri kızı silahlarını göstererek: "Onları yeniden kuşan ve bizimle gel. Tüm cinleri baş şehir civarında topluyoruz. Boşaltabileceğimiz başka şehir kalmadığına göre dönebiliriz." dedi. Tarsif silahlarını alarak bir ifrit savaşçısının arkasındaki boş eğere bindi. Savaşçılar binince ejderlere bu sefer batı yönüne doğru dönerek yeniden hareketlendiler.
Daha önce bir kaç kez bu tip ejderhalara binmesine rağmen hiç alışık olmayan Tarsif alıştıktan sonra durumuna şaşırmıştı. Yıllar önce önemsiz bir şekilde eline silah verilip bu tip ejderlerden ama koşumsuz olanların sırtında dünyanın bir ucuna asi maridlerle ve Yecüc Mecüc kavminin askerleriyle savaşmaya gönderilmişti. Şimdi ise cinler padişahının kızı ve sultanlık ifritlerinin eşliğinde, altın koşumlu ejderlerin tepesinde başkente doğru ilerliyordu. Peri kızının yüzündeki yılgınlık ve korkuyu farketmişti bir an için. Cinler eskisi gibi değildi. O kibirden ve düşmanlıktan eser kalmamış gibiydi. Eskiden bir ifrtin yanına yaklaşmaya çekinirken, şimdiki ifritlerde bile o korkutucu ifadenin kalmadığını görmüştü. Padişahın kızında ise o asillere has kibirli bakıştan eser yoktu.
Yolculuk sürerken önündeki ifrit savaşçı birden korkutucu sesiyle: "Onları yakından görüpte sağ kalan ender cinlerdensin." dedi. Tarsif: "Onların ne olduğunu biliyor musunuz?" diye sordu. İfrit ejderhanın ilerlediği yoldan kafasını çevirmeden cevap verdi:
-"Onlar Şeytan'dır. Bizimle aynı soydan gelirler ama melek sayılırlar ve yıldızlarda otururlar. Başlarındaki Azazel'dir. Tanrı'nın en ulu meleğidir, ilk yaratılan melektir."
-"Peki bize neden saldırıyorlar?"
-"Birbirmizi öldürmemizden dolayı cezalandırılıyoruz. Ama bu işin bahanesi."
-"Nasıl yani?"
-"Cezalandırılsaydık bize değil asi maridlere saldırmaları gerekirdi bize değil! En azından kan dökenlere saldırmaları gerekirdi. Bu ceza değil. Dünyayı temizliyorlar. Bizleri çöllere ve dağlara sürüyorlar."
-"Neden?"
-"Gökyüzüne saldırıp ateş kılıçlı meleklerin koruduğu Levhi Mahfuz'a bakabilenlerden gelen haberlere göre yeni bir kavim gönderilecekmiş."
            Tarsif o an için umutsuz bir savaşa doğru çekildiğini düşündü. Bu umutsuzluğu koca ifrit savaşçılarının gözündede görmüştü. İfrit konuşmasını sürdürdü:
            -“Şimdi başkentin kuzeyindeki büyük denizin yukarısındaki büyük yarımadaya gidiyoruz. Bütün cinler, ifritler, maridler orada toplanıyor. Ecemizi bekliyorlar. Başkente yürüyeceğiz oradan. Şeytanlar oraya en son saldıracağından orayı kuşatırken bizde tepelerine bineceğiz! Sayılarının fazla olmadığını duymuştum. Güçlü olsalar bile eninde sonunda koca orduyla başa çıkamazlar.”
            Tarsif İfrit’in yanlış hesabı karşısında ağzını açmak istediyse de sustu. Bir yokoluştan diğerine gidiyordu ama gurbetlik çektiği şehrine geri dönecek ve son kez bile olsa şehrini görecekti. Şeytanlara duyduğu korkuya baskın gelmiş olmalıydı ki çölün kısa sürede ardında kalıp dağ yolunun başladığı yollarda kısa sürede şehrinin düşlerine daldı.
Ejderler hızla nehirleri ve dağları geçerek günler geceler boyu durup dinlenmeden ilerlerken orduların buluşma noktasına ilerliyorlardı. Büyük denizide geçtikten sonra nehir yollarını takip ederek büyük düzlüklere ulaşmalarının ardından bir müddet sonra ordularının toplandığı yere gelmişlerdi. Tarsif ömrü boyunca böylesine büyük bir kalabalığı başkentte bile görmemişti.Üstelik hepsi silahlıydı. Cinler dışındaki kavimlerden de katılanlar vardı. Silahlarının parıltıları mesafelerce uzaktan seçiliyordu. On binlerce sancak alanın çeşitli yerlerinde dalgalanıyordu. Tarsif bunların yıkımdan önce toparlanabilenler olacağını tahmin ediyordu. Çünkü hiç birisinin yüzünde korkudan eser yoktu. “Demek ki yıkım alanlarını bile görmemişler.” diye düşündü. Ecenin en önde bulunduğu kafileye yol veriyorlar, onlar geçerken silahlarını kaldırarak büyük bir coşkuyla sevinç naraları atıyorlardı.
Kafile gün sonunda deniz kıyısında büyükçe bir otağın önünde durdu. İfrit savaşçılar ve ece ejderlerden indiler. Ece Tarsif’i işaret ederek ifritlere seslendi:”Bir yere ayrılmasın, düşmanı yakından gören tek bu.” İfritlerden ikisi emri alır almaz Tarsif’in kollarına girerek çadırın girişinde tuttular. Ece yalnız başına içeriye girdi. Tarsif’in içini bir endişe kaplamıştı. Şehrinden uzak kaldıkça onun yıkıntılarıyla karşılaşma ihtimalinden şüphe ediyordu. Haftalar sonra şehrine bu kadar yakınken, yıllardır çektiği gurbetliği artık sona erecekken böyle alıkonulması canını sıkıyordu.
Tekrar şehrinin son haliyle ilgili anılara dalmışken çadıra çağrıldığı söylenildi. Kılıcını ve kalkanını çadırın girişine bırakarak içeriye girdiğinde orduyla girse bile böyle bir hareketin gereksiz olacağını görmüştü. Dünya üzerindeki çeşitli kavimlerin yanı sıra kendi kavminin ordu komutanlarıda oradaydı. Ejderhaların padişahı ve kuzey dağlarının sultanı Hrgemil, çöl ifrtilerinin reisi Abrusi, deniz maridlerinin sultanı Ka’gvaf, maranların ecesi Şahmeran, tüm gulyabanilerin anası Telmari gibi bir çok ünlü hükümdar ve komutan oradaydı. Padişahın olmadığını görünce onun başkentte plan gereği savunmada kaldığı çıkarımında bulundu Tarsif. İçeriye girer girmez büyük bir saygıyla diz çöktükten sonra ecenin izniyle ayağa kalktı. Ece Tarsif’i göstererek:
-“Bu asker Darrab şehrindeki saldırıdan kurtulan ve kavmimiz arasında saldırıya en yakından şahit olupta sağ kalabilen tek kişi. Anlat asker düşmanı.”
-“Nasıl tarif ederim bilemem ecem ama görüp görebileceğim en korkunç şeylerdi. Kaçan asker düşmanı çift görür derler doğrudur ama bu kıyas kabul eder bir düşman değil. Saldırmadan evvel uzaktan ağızlarından kara bulutlar çıkararak geldiler. Devlerden bile uzun ve irilerdi. Kapkaraydı hepsi. Ağız, burun ve göz deliklerinden ateşler çıkıyordu. Kara kanatlarıyla uçar gibi geldiler. Yıldırımdan kılıçlarıyla, ateşlerle koca şehri kısa sürede yok ettiler. Kimseye acımadılar. Askerlerimiz korkularına rağmen saldırdılar, sonunda hepsi küle döndü. Başlarında bunlardan farklı beyazlar içinde, ışıklar saçan, görkemli ama korkutucu bir varlık vardı.”
-“Sen nasıl sağ kurtuldun?”
-“Ecem ben o sırada bir kulede nöbetimi tutuyordum. Batı kapısının oradaydım. Onlar kuzeyden geldiler. Saldırıyı izledikten sonra askerler onlara doğru koşarken ben kaçmak zorunda kaldım.”
-“Onlarla savaşmak neden imkansızdı? Neden kalıp savaşmadın?”
-“Ecem onların yıkım izlerini gördünüz. Ben kendilerini gördüm. Sizin hissettiğiniz o korkunun ben bizzat içindeydim. Şimdi bile bu varlıklara karşı savaşa gidecek olmam beni delicesine ürkütüyor. Eğer işin ucunda memleketimi, sılamı görmek olmasa bu dünyadan bile kaçardım!”
-“Kalabalıklar mıydı?”
-“Elliden fazlaydılar. Belki seksen-doksan. Kollara ayrılmış gibi geldi bana ilkin ama eminim hepsi bu kadar.”
-“Ya hepsinin başında beyaz ışıklı bir komutan olan elli kişilik bölükler var. Ya da istihbarat raporlarına bakılırsa zamanı ve mekanı kısa sürede aşabilen varlıklarla karşı karşıyayız.”
-“Affınıza mağruren bir şey söylemek isterim ecem. Tabi hükümdar ve komutanlarada. Savaş meclisini toplamışsınız, karar vereceksiniz. Bana kalsa başkente yine giderim, orası benim sılamdır.  Ama sizin düşünmeniz gereken kavimleriniz ve uluslarınız var. Oraya savaşmaya gitmesenizde bir gün hepiniz çöllere ve yeraltına sürüleceksiniz. Savaşsanızda savaşmasanızda kaybedeceksiniz. Cesaretiniz büyük. Yiğit hükümdarlarsınız. Hatta sonraki zamanlarda bizden sonra gelenler bile, bize yabancı olsalarda içlerinden elbet bu hatırayı yazanlar çıkacaktır. Ama baştan yokolmaya gittiğimizi bilin.”
Tarsif sustuğunda koca çadırıda derin bir sessizlik sarmıştı. Ece eliyle kapıyı gösterdiğinde büyük bir saygıyla eğilerek kapıdan çıkmış yeniden çadırın önünde beklemeye başlamıştı. Çadırdaki meclis dağıldıktan sonra ifritlerden biri Tarsif’e gelerek ecenin maiyetine alındığını söyledi. Tayin eden cinlerin ordularınınkomutanıydı. Tarsif’e gelerek cesur ve onurlu bir savaşçı olduğunu, üstelik o saldırıyı bu denli yakından görüpte sağ kalan asker olduğundan askerler arasında da kahraman gözüyle bakıldığını, bu nedenle yükseltildiğini söyledi. Eskiden olsa bu bir cin için büyük nimet, büyük bir kısmetti. Ama yok oluşa giden bu yolda ucunda sılasını görmek olduğu halde sevinemedi. Başka bir çadıra girerek ifritler gibi altın zırhlara ve silahlara büründü. Ecenin çadır kapısının önündeki muhafız bölüğüne katıldı. Bölükteki askerlerin meraklı sorularını yanıtlarken ateş başında haftaların yorgunluğunu tamamen atabilmek adına ihtiyaç duymadığı halde uykuya aldı. Rüya bile görmediği ama sık sık uyandığı gecenin sabahında silah arkadaşları tarafından uyandırıldı. Başkente doğru gidiliyordu zira karanlık varlıklar güneyde çoktan görünmüşlerdi. Muazzam bir hızla toparlanan ordu, ejderlerine binerek yada tılsımlı sandaletlerini giyerek, uçarak, devler gibiyse yürüyerek deniz üzerinden yola çıktılar. Tarsif böyle büyük bir ordunun yürüyüşü karşısında geçici bir cesarete kapılmıştı. “Belki hala umut vardır” diye düşünüyordu.
Uzun yolculuğun ardından, yılların ve gurbetin ardından altın kubbelerle gümüş duvarları gören Tarsif’in gözleri yaşarmıştı. Neredeyse ordudan ayrılarak en önden şehre girecekti. Ama rüyası kısa sürdü. Göğün karardığını gördüğünde şeytanlarında geldiğini anlamıştı. Hayal metal devasa karaltıları ve karanlık gecelerdeki yıldızlar gibi yanıp sönen alevli gözlerini ve ağızlarını gördü. Korkuyla cesaret arasında, ölmekle kalmak arasında, anılarının şehrine kavuşmanın sevinciyle, onun yok olacak olmasının yaşattığı hüznü bir arada yaşıyordu. Çocukluğunda sıklıkla gittiği dedesiyle ninesinin köşkünü hatırladı. Kendi evini hatırladı. Arkadaşlarıyla koşturduğu bahçeyi hatırladı.
Orduyla birlikte hızla ilerlerken şehrin kuzey kapısından içeriye girdi ecenin maiyeti arasında. Hatırlarını yeniden görmenin varlığı bir kez daha depreşmişti içinde. O hengamenin içinde durumdan faydalanarak Tarsif ejderinden yere atlayarak bir çalı öbeğinini içine yuvarlanmıştı. Kafileden sıyrılarak ara sokaklara dalmıştı. Savaşın gürültüsü ve yaklaşan şeytanların gümbürtüleri kulağından silinip gitmişti. Koşa koşa hatırladığı yollara baka baka evine doğru ilerledi. Fazla uzun sayılamayacak bir yürüyüşten sonra ilk olarak dedesinin köşküne gelmişti. Uzaktan kurumuş ve bakımsız kalmış bahçenin ve ağaçların ortasında yükselen köşek baktı. Boyaları eskimiş, sarmaşıklar dört bir yanını sarmıştı. Çocuklu anıları o an gözünde canlanmış, adeta sihirli bir cam küreden incelemeye başlamıştı. Paslı demir parmaklıkları geçerek köşkün içine girdi ve dedesiyle ninesine seslendi. Bir süre sesine ses gelmeyince eve yöneldi. Bir dokunuşuyla kapının gıcırtıyla açılmasından dolayı içinde bir tedirginlik başlamıştı. Köşke girdiğinde bomboş olduğunu gördü. Ne bir ses, ne bir varlık, ne bir eşya vardı. Anılarının gerçekten anı olduğu gerçeği yüzüne vurulduğunda üzüntüsünden ağlayabilirdi.
Köşkten çıkarak annesiyle babasının evlerini bulmak için yeniden tanıdık sokaklara saptı. O sırada savaşın başladığını gördü Tarsif. İfritler, Maridler, Cinler ve Ejderhalar şeytanlarla gökte amansız bir mücadele içerisindeydi. Şeytanların bazısı gökte onlarla savaşıyorken bazısı şehrin bir kısmını çoktan yıkmaya başlamıştı. O korkutucu beyazlı varlık yine başlarındaydı. Tarsif yıkımdan önce annesiyle babasını bulabilmek için gözünü bu korkunç savaştan ayırarak yoluna devam etti. Uzaktan köşe başındaki iki katlı evini gördüğünde koşa koşa evine gitti. Kapıya varıp kapıya çalmak için vurduğunda kapının aynı can sıkıcı gıcırtıda açıldığını gördü. İçinde büyüyen sıkıntıyal beraber evine girdiğinde evinin de köşk gibi bomboş olduğunu gördü.
Cinlere göre yüz yıla yakın bir zaman ömür sürmüştü. Bu süre içerisinde ailesininde yaşayabileceğini hesaba katmıştı ama kardeşlerinin bile yerini yurdunu unuttuğu bu zamanda yapayalnız evinde dikiliyordu.
İçindeki can sıkıntısıyla evinden çıktığında yeniden gözleri göklerdeki savaşa takılmıştı. Cinler ordusunun sayısı azalmıştı. Ahali ve askerler kaçışıyor, binalara yıkılıyordu.  Tarsif anılarını kaybettiren ve bu ykıma yol açan savaşa lanet okuyarak yeniden kuzey kapısına doğru koşmaya başladığında kendisine seslenen bir ifrit askerini gördü. Asker eliyle işaret ederek gelmesini söylüyordu. Tarsif istemeye istemeye oraya gittiğinde bir grup padişah maiyetine mensup ifritin orada bulunduğunu gördü. Kendisini çağıran ifrit, Darrab çölünde kendisini ejderine alan ifritti bu. Yanlarında ecenin ejderhası duruyordu. Ece yaralı ve baygın bir şekilde ejderhanın üzerinde oturuyordu. İfrit Tasif'e korkulu ve yalvaran gözlerle bakarak:
-"Saraya kadar yaklaştılar. Herkes kaçıyor. Biz yeminimizin gereği olarak sarayı savunmaya gidiyoruz. Eceyi al ve kaçırabildiğin kadar uzağa kaçır. Başka şehirlerde var ama sakın şehirlere gitmeyin. Dağlara ve çöllere kaçın. Kavmimizin başsız kalmaması gerek."dedi.
Tarsif zaten kaçmak isteğindeyken bu isteğe hayır diyemedi. Ecenin önündeki boş eğere atlayarak dizginleri eline aldı ve kıvrıla kıvrıla şehirin doğu kapısından çıkarak dağlara doğru kaçmaya başladı. Ardına baktığında cinlerin efsanevi şehrinin yıkıldığını gördü. Büyük şehir dalgalar ve ateşler arasında yıkılırken şeytanların ve Azazel'in gözlerindeki zafer parıltılarını görmüştü. Güneş batarken, havanın şafak vaktini andırdığı o vakitte Tarsif yeni bir kavmin doğuşunun şafağına benzetti bu doğumu. İnsan ırkının yeryüzüne gönderildiği bir şafak vaktiydi bu.
Yüce eskiler der ki; O yıkımdan ve o savaştan sonra cinler ve sair kavimleri çöllere, ıssız harabelere ve dağ başlarına saklandılar. İnsandan kaçtılar. Kimi de denizlerin bilinmeyen yerlerinde kaleler inşa etti. Kimi de yeraltına saklandı. Ama o andan sonra hepsi Tarsif'le aynı duyguları paylaşmayı başladı. Kurtardığı eceyle evlenerek yıkımdan sonra cinler padişahı olan Tarsif sonradan ulu iblisler arasına karışmıştır ki, onun içindeki o gurbetliğin acısı, sılasına kavuşmuşken yeniden gurbete düşmenin acısı cümle cin kavminin arasına yayılmıştır. Her cin bu hikayeyi ve gurbeti kendisinden sonra gelene anlatmıştır.
Bundan dolayıdır ki insan oğlununa karşı bir yabancılık gözüyle ve çekinmeyle bakmaları vakidir. Çünkü içlerinde kaybettikleri ve dağlara, denizlere ve çölllere kaçıp geride bıraktıkları son şehirlerinin gurbetliğini taşırlar der eskiler.

Mehmet Berk Yaltırık
21 Haziran 2010 – EDİRNE
           
             

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder