2 Mart 2012 Cuma

Dedem Tavan Arasını Niye Kapattı?

(İlk Yayınlanış:  Dedem Tavan Arasını Niye Kapattı, Kayıp Rıhtım, Eylül – 2010, Tavan Arası,       
Belki anlatacaklarım size bir hayli garip gelebilir. Sadece içerisinde olağanüstü hadiseler nedeniyle değil, içinde yaşamakta olduğumuz rutin hayat akışında, benim günümüz Türkiye'sinde, sahtekar akraba eliyle 90'lardaki Show Tv'de yayınlanan tavan arasılı ağaç evli çocuk maceraları gibi bir olaya karışmam bile başlı başına bir garipliktir.
Ağustos ortasında olmamıza rağmen serin bir gündüz vaktiydi. Şehrin merkezine yakın, eski ahşap evlerin yükseldiği ninemlerin mahallesinde, ninemlerin büyük dede yadigarı, iki katlı ahşap evinde, oturma odasında uzanmış tavandaki ahşap kabartmaları seyrediyordum. Sıcaklığın verdiği rehavet hissi yoktu ama çoğu arkadaşımın çoktan tatil amacıyla kuzen kafileleriyle yazlıklarına göç etmesi nedeniyle, bir kaç haftadır sıkılmaktan başka yaptığım bir şey yoktu. Zaten normalde öğrencilerle ayakta duran şehir yaz mevsimi ve yaz okulu eksikliğiyle hayalet şehre dönmüş. Bu eski mahalle hariç çoğu yerde hayat durmuştu. Lise ikiye geçmenin dayanılmaz hafifliği altında, ninemin rahatsızlığı üzerine ailemle beraber sıksık geldiğimiz bu yere bu sefer uzun bir süre kalma amacıyla gelmiştik. Babaannem'in ahşap merdivenlerden tökezlenmesi ve sol kaval kemiğinin çatlaması üzerine günlerini yatakta geçirmesiyle, babamın "Tatile gidiyoruz işte!" başlıklı can sıkıcı esprisinin eşliğinde bizi çocukluğumda sık sık geldiğim bu mahalleye taşımıştı.
Dedemi çok küçükken kaybetmemden ötürü ona dair hatırladığım pek bir şey yoktu, buradaki tek bağım olan babaannem ise artık artan yaşın verdiği huysuzluk nedeniyle bizi evinden uzak tutmuştu. Şimdi ise onun rahatsızlığı aileyi yeniden bir araya topluyor gibiydi. Çünkü bizim eve gelişimizin ertesi günü, şehrin bir kaç kilometre uzağında bulunan köyümüzden amcamda gelmişti. Aile dışından birine samimi bir aile ortamının yeniden kurulması olarak görülebilir ama amcam, köyler arasında ve bölge de nam yapmış, "köyün çakalı" nevinden bir insan olduğundan, tarihi eser kaçakçılığından bir nice sahtekarlıkla dolu maceralara ve haylazlığa bulaşmış birisi olduğundan durumun başka olduğunu hepimiz biliyorduk. İki gündür bizimle normal bir şekilde hiç bir şey sezdirmeden konuşurken, babamı sık sık bir şeylere ikna etmeye çalışıyor gibiydi. Babamı ikna etmek için sanki bizim de merak duygumuzu körüklemek istercesine bizim de duyabileceğimiz şekilde konuşuyordu. Annemlere göre evi sattırmaya uğraşıyordu, babamın ağzını bıçak açmıyordu.
O gün uzandığım koltukta tavanı seyrederken bahçeden babamla amcamın konuşmaları geliyordu. Babaannem'de aşağıdaydı onunda sesi geliyordu. Sırf yapabilecek bir şey olmadığından merakımın ardına düşüp bahçeye indiğimde babamın amcama dönerek: "Abi evde hazine felan yok nereden uyduruyorsun?" dediğini duydum. İster istemez hazine geyiği dikkatimi çekti ama kaz gelecek yerden tavuk esirgemeyecek amcamın böylesine hararetle günlerdir konuşuyor olması da heyecanlandırdı. Hemen yanlarına oturup amcama gerçekten hazine olup olmadığımı sorduğumda amcam kendi varlığına inanırmışçasına bana dönerek: "Var yeğenim var. Ben yıllardır bu babanla babanneni ikna edemedim ki? Babam buldu, tavan arasına sakladı, tavan arasının da girişini ördü." dedi. Babam da amcamı omzundan tutup kendine çevirerek azarlar gibi: "Ulan bu evin tavan arası mı var? Ömrümüzün yarısı burada geçti gördün mü?" diye sordu. Amcam: "Sen bebektin o gün. Ben de beşinde ya var ya yoktum. Ama hatırlıyorum babamın oranın girişini tuğlayla ördüğünü. Kesin hazine var orada, annem görmemişti ama gömdüler oraya bir şeyler." dedi.
Babaannem bastonunu amcama doğru vuracakmış gibi kaldırarak: "Hadi oradan! Kesin başka bir madrabazlık var bunun kafasında. Babası gibi tepesi cinli bu da. Rahmetli de hazine bulacağım diye çıktıydı, sonra amcanızla gelip tepemize duvar ördü oğlu duvarı tepemize yıkacak!" diye çıkıştı. Babam da bende tavan arası ve duvar örme kelimelerini duyunca dikkat kesildik. Nedenini sorduğumuzda hiç bir şey bilmediğini ama tavan arasının yıllardır bu şekilde kapalı durduğunu söyledi.
Yine de amcamın haklı olduğuna dair bir kesinlik sağlamıyordu. Madem hazine vardı, duvar örme olayı gerçekti neden şimdi çıkıp gelmişti? Amcam babama buraya gelme nedenini bize daha detaylı söyledi: "Amcam hala sağ ama aklı bazen gidip geliyor. Bir gece oturup muhabbet ediyorduk kahvede. Amcamda var. Cin peri olayları felan anlatıyor, karabasan geyiği çeviriyorlar. Amcam o sırada kendisi bir hikaye anlatmaya başlattı ki ben de oradakiler de ilk defa dinliyorduk. Annemin oturduğu bu evi ta Osmanlı zamanında dedelerden birisi almış. Bu evin sahibi bir Ermeni'ymiş. Savaş zamanı koyup gitmiş. Büyük dedem de az biraz parayla satın almış. Adam dedeme evi satarken kendisini uyarmış. Bu Ermeni'nin dedesi güya büyüyle sihirle felan uğraşırmış. Tavan arasından uzak durmasını felan söylemiş. Dedemde kilitli tutmuş hep. Bunlar bir ara epey paraya sıkışmış. Köydeki evi satamazlar, bu evi satamazlar mühim olmasa da bir miktar para gerekmiş. Babamın aklına tavan arası gelmiş. Amcama demiş, bizim dedeyi o Ermeni kandırdı, savaş zamanı yanında nasıl taşısın altınlarını saklamıştır kesin. Olmadı antika felan buluruz satarız da elimize para geçer demiş. Amcamla tavan arasına girmişler. Dahası amcam evdeymiş ama yukarıya çıkmamış. Ne olmuş ne bitmiş yukarıdan bir sesler gürültüler gelmiş. Babam aşağı inmiş, gece gece kapıyı örmüş amcamla. Yukarıda bir şeyler görmüş herhalde. Ama gerçekten bir avuç altın varmış yanında. Ben uydurma felan sandım ama o duvar örme olayını hatırlıyordum. Gece tuvalete kalkmışım herhalde, ufaktım ama ellerinde malayla üst katta kapıyı ördüklerini. Bende duyar duymaz buraya geldim. Parayı bulduk abi, büyük miktar olunca babam kapattırmış orayı belli ki."
Amcam böyle anlatınca biz de ikna olmuştuk. Babaannem'in "Evimi başıma yıkacaksınız tepesi cinlinin oğulları!" diye yakınmasına bağırmasına rağmen bodrumdan kaptık balyozla kazmayı çıktık yukarıya. Yukarıya çıkmadan aklıma geldi, amcama gece yatarken tavandan sanki halı sürüklenmesini andıran ve ağır adımlarla bir hayvanın yürüme sesini andıran sesler duyduğumu söyledim. Amcam o seslerin hep olduğunu ve çatıdan geldiğini söyledikten sonra: “Ben defineciliğe başladığımda bizden ustalar gömülü hazineleri cinlerin sahiplendiğini söylerler. Hazine bulamadığımızın nedeni budur derlerdi çoklukla, hazinelerin yerini değiştirmiş. Bu hazine toprak altında olmadığından başının cinli olacağını sanmam. Bazıları da hazinelerin başı ejderlerle bağlıdır derler. Hatta ihtiyar bir define avcısı vardı İstanbulluymuş. Adamlar gençlikte Bizanslıların kuşatmada sakladığı definenin peşine düşmüşler. İstanbul’un yeraltı tünellerine girmişler günlerce gezmişler. Tünellerden birinde ejderha görmüşler, adamcağız yemin billah etmişti ondan sonra kaçmışlar gitmişler. Bunca yıllık defineciyim ama ne ejdere ne cine denk gelmişliğim yoktur. Altınları korumak için uydurmuşlardır. Babamda belki bu hikayelerden korkmuştur.” dedi.
Babam, amcam önde ben arkada çıktık yukarıya. Ahşap merdivenlerin kenarındaki trabzanların bittiği yerdeki duvarın önüne geldik. Amcamla babam ellerine tükürüp, kazma ile balyozun saplarına yapışıp düşman görmüş gibi, giriştiler duvara. Yarım saat geçti geçmedi duvar yıkıldığında ardında yukarıya uzanan ahşap merdivenleri gördük. Deliği geçit boyunda genişlettikten sonra altımızda gıcırdayan ahşap merdivenlerin iniltisi eşliğinde tavan arasının kapısının önüne geldik. Kapı kilitli demeye kalmadan amcam bir omuz vuruşta eskimiş kapının kilidini kırdı. Kendimi bir anlığına İndiana Jones filmlerinin içinde bulmuş gibiydim.
Tavan arası tozlu ve kirli camlardan süzülen ışığın altında ayan beyan gözlerimizin önündeydi. Tahta sütunlara sarılı örümcek ağları, tozlu zemin ve ışıkta süzülen tozlarla burası tam bir tavan arasıydı. Ama oldukça garip bir görüntüsü vardı. Normal de tavan arası, evlerin hatıra odası gibidir, eşyalarla, resimlerle dolu olurdu. Burası ise az ilerideki bir başka odaya açılan büyük ve geniş, çift kanatlı, işlemeli bir kapı dışında eşya namına hiçbir şey yoktu. Büyük dedem zamanından beri kilitli tutulduğu için işlemeli büyük kapı dışında bir köşede, bakırdan yapılmış bir küvet vardı. İçi pis toprak doluydu ama çamurlu görünüyordu. Üzerinde çatıdan sarkan bir boru vardı. Amcam camlardan birini açıp çatıya uzandıktan sonra bize dönerek bu boruların dışarıdaki yağmur borularına bağlandığını buradaki tüm suyun bu küvete aktığını söyledi. Oldukça garipti. Evin eski sahibi belli ki kimya ile simya ile uğraşan bir gizli bilimler meraklısıydı. Bu küvette onun çalışmalarından arta kalan belki de son eşyaydı. Ama madem bu mekanizmanın amacı suyu toplamaksa, yıllardır burada biriken su neden çatıdan taşmamıştı? Buharlaşma ihtimali olsa bile en azından ufak çapta bir su baskını yaşayabilirdik.
Tek gariplik bu değildi. Zemin de sanki sivri uçlu, büyükçe bir çatalın uçlarının sürtülmesiyle çizilmiş gibiydi. Kedi tırmığına benziyordu ama bu denli büyük bir pençe kedi de değil ancak bir Sibirya kaplanında bulunabilirdi.
Amcam pencereden çıkıp çift kanatlı kapıya yönelip kapının tokmaklarını yokladı. Bize dönüp kilitli olmadığını söyledikten sonra kapının her iki kanadını birden ardına kadar açtı. İçeride gördüğümüz şey adım gibi eminim ki dünya üzerinde görüp görebileceğim yegane garip şeydi. Tepeleme bir hazine yığını vardı. Üç dört tane, varil büyüklüğünde, ağzından altınların taştığı bir yığında. Bazı yerlerde elmaslar, zümrütler, yakutlar, inciler, safirler parlıyor, gümüş şamdanlar, altından taçlar, kolyeler, yüzükler, altın ve gümüş süslemeli, mücevheratla murahassa kılıçlar ve silahlar vardı. Masallarda duyup filmlerde gördüğüm hazinelerin bir benzeri ve gerçeğiyle aramızda birkaç santim mesafe vardı ve altının parıltısı arkamızdaki gün ışığından gelen yansımalarla parlıyordu.
Ama yine de bu hazine asıl gördüğümüz, yukarıda bahsettiğim o garip şey değildi. Asıl gariplik, hazinenin üzerine kıvrılmış, beş metre uzunluğunda bir ejderhaydı. Yemyeşil pullu derisi, kuyruktan itibaren büyük gaz borularını andıran geniş gövdesi, aslan pençesi şeklinde ayakları, siyah püsküllü kuyruğu ve bir timsahı andıran başının üzerinde, uzun siyah kılları, uzun siyah bıyıkları, bir çift uzun keçi boynuzu şeklindeki boynuzları, uzun sivri dişleri ve en önemlisi kıpkrımızı korkunç gözleriyle bize bakmaktaydı. Karşımızda belki de yeryüzünde sağ kalabilmiş son ejder bize bakıyordu. Babam amcama dönmeden usulca sordu: “Abi hani hazinelerin başının ejderlerle bağlı olduğu yalandı, hani sen hiç denk gelmemiştin?” Amcam aynı ses tonuyla: “Beni bilirsin mesleğimde pek iyi biri olduğum söylenemez. Bu zamana kadar gömü buldum ama heykel falandı hazine bulamadım. Hayatımın ilk hazinesini buldum onun da başı ejderle bağlı çıktı ben ne yapayım?”
Ejderha daha fazla konuşmamıza fırsat bırakmadan üzerimize doğru gelmeye başladı. Ağzından yürekleri titrecek denli korkunç bir homurdanma, sallana sallana ardımızdan geliyordu. Hemen oradan  çıkıp can havliyle kapıları örttük. Ejderhadan ardımızdan yüklendi. O hengamede babam kendi kendine söylendi: “Vay be! Yıllarca evimizin üzerinde bir hazine ve ejderhayla birlikte yaşamışızda haberimizi yokmuş. Demek gece gelen sesler ona aitmiş.” dedi. Amcam ise kapıya daha fazla yüklenerek: “Kardeşim şimdi masala dalmanın sırası değil! Hazine elimizin altındayken şu ejderhadan kurtulmanın bir yolunu bulmak lazım.” dedi. Sonra bana dönerek mutfaktaki dolapta duran kıymayı istedi. Babam koca ejderin üç tane insan dururken yarım kiloluk kıymaya talim etmeyeceğini söyleyerek beni durdurdu. Ben yine de aşağıya koşarak kapıya çakmak için tahta parçası ve çivi aramaya başladım. Tavan arası merdivenlerinden indiğim sırada içeriden büyük bir gürültü geldi.
Babam ve amcam çığlık çığlığa koşarak bana doğru geliyorlardı. Üçümüzde çığlık çığlığa merdivenlerden aşağıya koşmaya başladık. Bahçeye ve dışarıya açılan sokak kapısına geldiğimizde, kapıyı dıştan örttük. Ejderha gürleyerek kapıyı tırmalıyor ve sarsıyordu, ama kapı dışa değil içe açıldığından açamıyordu. Babaannem oturduğu yerden bize: “Eve kızgın boğa mı soktunuz hayırsızlar?” diye bağırdı. Ona hazineyi bulduğumuzu ama bir ejderha tarafından kovalandığımızı nasıl anlatabilirdik ki? Ejderha ortalığı yıkıyor, koca evi neredeyse temellerinden sarsıyordu. Bütün mahalle camlara, balkonlara çıkmış gürültünün kaynağını anlamaya çalışıyordu.
Bir kere gariplikler ve acayiplikler aleminin kapısını aralamıştık. Ardı da gelmişti.
Güneşli havaya rağmen evin etrafındaki kaldırıma ve yola kadar, ortalığın karardığını gördük. Ama garip bir karanlıktı. Tüm mahalle donmuş kalmıştı. Hareket etmiyorlardı. Evin önüne büyükçe bir at arabasının geldiğini gördük. Eski zamanlardan kalma, demir parmaklıklı, zincirli bir arabaydı. Önünde atlar olmadığı halde kendi kendine gelip evin önünde durmuştu. Sürücü koltuğunda iki adam oturuyordu. Ejderha sıfatında, esmer, nursuz yüzlü, masallardaki ifritler gibi saçlarını tepeden örmüş, kızıl gözlü iki adamdı. Ortalarında da ince uzun boylu, siyah tüyleri olan bir adam duruyordu. Adamlar araba durunca, arabadan inerek bahçeye girdiler. Ortadaki tüylü adam bize Arapça yazılı, eski ferman benzeri bir kağıt göstererek Cinler Padişahı tarafından gönderildiklerini, burada kendilerine ait bir hayvanın biraz önce salıverildiğini, ona ve hazinelerine el koymaya geldiğini söyledi.
Her türlü garipliği kabullenmiş bir halde kapının önünden çekildik. İfritler ellerinde zincirlerle evin içine girip koca ejderi kıskıvrak bağlayıp parmaklıklı arabanın içine bağladılar. Sonrada yukarıdaki hazineyi çuvallara doldurup taşımaya başladılar. Amcam her zaman ki madrabaz pozunu takınarak, kendi malını savunurcasına tüylü adamın önüne dikilerek bu hazinenin kendi evlerine ait olduğunu söylediğinde, tüylü adam yanında çapraz duran çantadan büyükçe bir kitap çıkartarak bir sayfayı açtı ve ince uzun parmaklarıyla amcama göstererek: “Bu binlerce yıllık sözleşmeye göre sahibi ölen, öldürülen hazineler, toprağın altında da üstünde de olsa sahipsiz kaldığı sürece, bizden bir ejderle bağlandıysa bizim mülkümüze ait sayılır. Hazineyi veririz vermesine de güneş battıktan sonra soğan kabuğuna dönüşüyor, sonrada “sahtekar” diye laf çıkartıyorsunuz.” dedikten sonra son çuvalın yüklenmesiyle, adamlarıyla atsız at arabasına binerek geldikleri gibi gittiler. O siyah perdede onların gidişiyle ortadan kayboldu.
Ev dağıldığıyla, kapı kırıldığıyla kaldı. Üçümüzden ve babaannemden başka bunları görende olmadı. Yalnız amcam delirdi. Kendini tavan arasına kapatıp, oradaki baykuşlarla oturup kalkmaya başladı. Aile arasında anlatıldıkça şaşırılan ama inanılmayan bir hikaye olarak kaldı. Ne zaman ailecek toplansak, bu muhabbet geçse hikayenin sonunu hep babaannem şu cümlesiyle noktaladı:
“Hep diyorum bunlar deli anam deli. Dededen toruna hepsinin başı cinli. Kafalarını tavan arasıyla bozmuşlar ayol! ”

Mehmet Berk Yaltırık
1 Eylül 2010 İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder