21 Aralık 2025 Pazar

"Ustura Kemal"in Çizeri Haldun Sevel ile Röportaj ve Biyografisi

 

(Not: Bu röportaj daha önce 05.02.2023 tarihinde Kidega Blog'da yayımlanmış, ekte yer alan internetteki ilk detaylı Haldun Sevel biyografisi de tarafımdan Dark İstanbul için kaleme alınmıştır. Konunun meraklıları "Ustura Kemal"i konu alan ilk akademik makale olan ve 2018'de Emine Gürsoy Naskali hocanın editörlüğünde Kitabevi Yayınları'ndan çıkan "Çizgi Roman Kitabı"nda yer alan "Bir Kabadayının Anatomisi: Ustura Kemal" adlı makalemi de bağlantıya tıklayarak okuyabilirler. MBY)

Hazırlayan: Mehmet Berk Yaltırık

Birkaç kuşağın tanıdığı, yıllarca gazetelerde tefrika çizgi roman, dergi ve albüm olarak yayımlanan, 1996 ve 2012'de iki kere diziye uyarlanan Üsküdar kabadayısı Ustura Kemal’i hayal dünyamıza armağan eden Haldun Sevel, eski İstanbul kültürünü ve Milli Mücadele senelerinde yaşananları çizgilerle aktardı. Maceraları 1972 Temmuz’unda Günaydın gazetesi bünyesinde çıkan Gün gazetesinde başladı, 1974’te Gün gazetesinden Günaydın’a geçti, Günaydın Almanya, yine Günaydın bünyesinde yayımlanan Kocaeli gazetesi, İzmir Demokrat gazetesi, Tercüman Almanya, Güneş, Akşam ve Hürriyet gazetelerinde yer aldı, 1970’lerde haftalık dergi şeklinde de yayımlandı. 90’larda ve 2000’lerde albüm çalışmaları raflarda arz-ı endam etti.

Denize olan tutkusuyla “Rüzgâr Baba” olarak da tanıdığımız yılların çizgi ustası Sevel ile Ustura Kemal’i, çizgilerle serüvenini, deniz tutkusunu, hatıralarını konuştuk.

            Kendisini 1996’da televizyon dizisi vesilesiyle tanıdığım, sonrasında çizgi romanlarını okuduğum, yazdıklarımda etkisi olan isimlerden ustam Haldun Sevel’e cevapları için teşekkür ediyorum. Ayrıca yıllar önce kendisiyle irtibat kurmamı sağlayan ve tanıştıran, Hayalet e-Dergi’nin editörü, Gölge e-Dergi senelerinden tanıdığım usta çizer Mehmet Kaan Sevinç ağabeye de buradan teşekkürlerimi bildirmek isterim. 

(Rakamla başlayan soru kısımları bana, italik kısımlar Haldun Sevel ustaya ait)

1-Çizerliğe nasıl başladınız? Hangi ustalarla çalışma imkânınız oldu? Ustura Kemal karakteri nasıl doğdu? Eski Üsküdarlıların ve Üsküdar kabadayılarının hatıraları, sizlere anlattıkları çizdiklerinizi nasıl etkiledi?

- İlkokul sıralarında o yıllarda yayınlanan bütün resimli romanları alır, itina ile biriktirirdim. Pekos Bill. Okluhoma. Tommiks. Teksas. Ortaokul yıllarında çizgi romanlar yapmaya başladığımı hatırlıyorum. Çalışma masam falan yoktu. Oturduğum koltukta kucağıma kalın bir yastık koyar, üstüne bir tepsi. Oldu bana masa. Ve İşte... 14-15 yaşlarımda yolladığım o çizgi romanları ve benzerlerini yapmaya başlamıştım. İnsan anatomisini herhalde halter bodybulding dergilerinden öğrenmiş olmalıyım.

Nedense hep antik çağlara ait minik senaryolarımı resimlerdim. Ortaokul bitirme sınavlarımda bir dersi verememiş ve beklemeye kalmıştım. Öyle saçma bir uygulama vardı o yıllarda. Öğrenci beklemeye kaldığı zaman okula devam etmiyor, isterse sadece beklemeye kaldığı derse giriyordu. Aklımda fikrimde hep resim yapmak vardı zaten, okul pek umurumda değildi. Ve resimli roman. O günlerde Babamın da yönlendirmesi ile yaptığım resimleri elime alıp güya bir iş aramaya başladım.

 Sonunda bana ‘San Organizyon’u tavsiye ettiler. Orası o yılların grafik sanatlarda ve tiyatro afişlerinde uluslararası büyük usta Mengü Ertel’in iş yeri ve atölyesi idi. O 14-15 yaşlarındaki çocuk Haldun’u geri çevirmedi. O dev adama şükran borçluyum. Resimli roman yapabilmek için bütün malzeme ve teknikleri orada öğrendim. Şöhler, canson, tarama ucu, habico fırça, antiskop. Ecoline boya, siyah beyaz fotoğrafçılık. Ve o yılların olağan üstü insanlarını da tanıdım orada. Aziz Nesin, Karikatürist Mıstık (Mustafa Eremektar) Mina Urgan, Bedri Rahmi Eyüboğlu, heykeltraş Kuzgun Acar. Erkal Yavi, Ersal Yavi. Ve pek çok değerli sanatçı. Benim okulum orasıydı. Lise bitene kadar her yaz oraya Mengü Beyin yanına gittim.

Grafik sanatçısı Mengü Ertel (1931-2000)

Bir gün o Habico fırça ile kulağımı kaşıyordum... Mengü bey omuzuma dokundu: “O fırçaya saygılı ol. Çünkü sen onunla hayatını kazanacaksın!” demişti.

Büyük usta demek ki bunu yani geleceğimi görmüştü.

Lise bittiğinde, ailevi şartların elverişsizliği sebebi ile gece okuluna gitmeye başladım. (UESYO) ‘Uygulamalı Endüstriyel Sanatlar Yüksek Okulu’. Gündüzleri ‘Mıstık Prodüksiyon’da Karikatürist Mıstık ağabeyin yanında çalışıyor, karton film yapımına yardım ediyordum. İş olmadığı zamanlarda ise yine çizgi roman yapıyordum. Artık az çok ustalaşmıştım da.

Karikatürist Mustafa "Mıstık" Eremektar (1930-2000)

Mıstık Prodüksiyon’dan erken çıkıp (çünkü sabah 8 de işimin ve masamın başında olurdum) Weıder vücut geliştirme klübüme gider, antremanımı da yaptıktan sonra gece okuluma giderdim. Okulda bir gece müdürümüz vardı. Osman Ağabey. Teneffüslerde sohbet ederdik. Ona yaptığım resimli romanları da gösterirdim.

Bir gün şu sözleri belki de kaderim oldu.

 “Yav Haldun!” Dedi... “Biz burada her yıl 30-40 mezun veriyoruz (peyzaj mimarı) Tatbiki güzel sanatlar da (Akaretler’deki) bir o kadar mezun veriyor! Akademi de (Fındıklı’daki) bir o kadar mezun veriyor... Ve hemen hiçbiri de iş bulamıyor... Bak senin böyle bir yeteneğin var, bunları gidip gazetelere göstersene.”

Bu öneriyi ertesi gün Mıstık ağabeye söyledim.

 “Olur tabii” dedi, “Ben gösteririm gazetelere, ama önce bir kahraman yaratman lazım. Kahramansız olmaz.”

 “Peki ne yapalım?” diye sormuştum.

 “Efe, efe yapalım, haydi bir efe tiplemesi yap şuraya.” demişti.

Hemen kalemi resim kâğıdını alıp, hayalden bir efe yapmaya çalıştım.

 “Bu efe olmadı ki” dedi.

 “Ne oldu peki?” dedim.

“Bu eski İstanbul kabadayısı oldu” demez mi?

O günlerde de Refii Cevat Ulunay’ın “Eski İstanbul Yosmaları”nı, “Sayılı Fırtınalar”ı ve Ahmet Rasim’in “Muharrir Bu Ya” ve “Fuhş-i Atik” kitaplarını okuyorum, hem de kaçıncı defa.

 

 
  

“O zaman eski İstanbul kabadayısı romanı yapıyoruz” dedim. Kahramanım hazır bile.

Ben 15-16-17 yaşlarında yeni yetme bir delikanlı iken arkadaşlarımla mahalle mahalle dolaşır iddiasına bilek güreşleri yapardık. Bu semt kahveleri içinde bayağı geçmişi olan tarihi sayılacak kahveler de vardı. Salah Birsel’in “Kahveler Kitabı”nı da okumuştum o yıllarda. O kahvelerde kabadayılıkla ilgili öyküler dinlerdik. Zaten o yıllarda Üsküdar’ın delisi de babayiğidi de boldu.

Üsküdarlı Usta Kemal’i de bu bilek güreşi ziyaretlerinde yaşlı amcalardan dedelerden dinlemiştim, çok gazla etkilenmiştim. Çünkü bu bahsedilen Usta Kemal’i ben çocukluğumda anneannemle gittiğim Darülaceze’de tanımıştım. Emindim o olduğuna. Bana işlemeli pirinç bir kutunun içinde kağıtları olan bir not defteri hediye etmişti. Üstünde ismi vardı Usta Kemal. Maalesef onu dizi çekilirken filmcilere verdim, Mustafa Şevki Doğan’a vermiştim, geri vermedi idi.

Hemen dört bant hazırladım, her birinde üç kare olan yatay bantlar. Mıstık ağabey o sabah saat 9’da “Günaydın” gazetesine gitmek üzere prodüksiyondan ayrıldı.

Saat tam 10.30’da telefon çaldı. Mıstık ağabeydi arayan.

“Bantlarını kaligrafist Nezih (Dündar) ağabeye gösterdim, o da Haldun (Simavi) Bey’e göstermiş. Haldun Bey de ‘O çocuk bu romanına devam etsin, biz de yayınlayalım’ demiş.”

Kulaklarıma inanamıyordum tabi. Daha 22-23 yaşındaki ben kim, Günaydın gibi bir star gazetede çalışmak kim? Sevgili Mıstık ağabey de destek vererek:

“Sen burada masanda çalışmaya devam et. Sadece resimli romanlarını çiz, ben yokken telefonlarıma baksan yeter” demişti.

Mengü Ertel’in ve Mustafa Eremektar’ın haklarını ödeyemem, onlar olmasaydı sanırım Ustura Kemal de olmazdı.

Böylece 73 yılı temmuz ayında başlayan Ustura Kemal, aralıksız 35 yıl pek çok gazetede yayımlandı. Almanya, Avusturalya ve Libya’da yayımlandı. Haftalık dergi olarak yayımlandı. İki kere de dizi filmi çekildi yayınlandı. Kitapçılarda da sanırım 4-5 albümü var.



Haldun Sevel ustanın gençliğindeki ilk çizgi roman denemeleri

Ustura Kemal'in ilk çizimi

Ustura Kemal'in ilk macerasının kapak resmi, 1974

2-Hangi özel tekniği kullandınız Ustura Kemal’i çizerken? Fotoğraf merakınızla çizgi sanatını nasıl harmanladınız?

-Ustura Kemal’deki resim tarzı kendiliğinden oluştu diyebilirim. Çünkü tarz olarak kendime örnek aldığım bir usta yoktu.

Uzun yıllar önceydi. Çizgi romana profesyonel olarak başlamadan az önce. O zamanlar hayalden çalışıyordum. Ama “bir eksiklik var” hissi duyuyordum. Yine de yerli ya da yabancı bir ustayı taklit etmek istemiyordum. Güveniyordum kendime. Bir gün elime bir Vampirella albümü geçti. Arka kapakta bir Vampirella fotoğrafı vardı. Evet fotoğraf, çizim değil fotoğraf. Vampirella’nın fotoğrafı. Vampirella bir manken kızdı demek! Vay canına! O an bir ışık yandı içimde. “O  zaman bunlar modelden ve fotoğraftan çalışıyorlar” dedim. Ortaokuldan beri zaten iki fotoğraf makinem vardı. Mengü Bey’in yanında karanlık oda fotoğrafçılığını da öğrenmiştim. Hemen işe koyuldum.

Çizgi romanım Üsküdarlı Usta Kemal için fotoğraf çekmeye başladım hemen. İlk modelim Mıstık Abim oldu. (Kolcu Raif) İkinci modelim Adıyaman hanın çaycısı Nevzat oldu. Lakabını da kendi koydu. (Ağır Batarya Çaycı Nevzat.) Usta Kemal de ben oldum. Ve ne kadar arkadaşım varsa hepsinin fotolarını çekmeye başladım. 20 kare portre, 20 kare büst, 20 kare boy. Ve kafama göre kavga resimleri. Günler geceler boyu çalıştım. Kısa zamanda 10-15 kişilik bir fotoğraf arşivim oldu. Şimdi bu fotoğrafları hatasız resim kağıdına aktarmak için bir Antiskop gerekiyordu. (Dikine çalışan bir projeksiyon, yukarı kaldırınca resmi büyüterek kağıda yansıtıyor, aşağı indirince küçültüyor) Mengü Bey’in elinde 2 tane yedek vardı. Birini bana satmaya razı oldu, onu taksitle aldım. Mıstık Prodüksiyon’un duvarına monte ettim.

Ustura Kemal'in ilk macerasında yer alan karakterler

Peki ya fonlar yani geri plan ne olacaktı? Babacım o yıllarda bana “mezarlık ressamı” derdi. Hep Karacaahmet Kabristanının tablolarını yapardım. Bir iki de eski ev ilave ederdim ecoline tablolarıma. Hemen gidip iki spot ışığı aldım. Bir de 6x6 lubutel’ime ayak. Mezarlık ve eski ev tablolarımı bir duvara bantlayıp ve spotları da yakıp, onların negatiflerini elde ettim. Ve bu negatifleri mat fotoğraf kâğıtlarına bastım bol bol. Birinci plan olan insan figürlerini çizip boyayınca, hassas bir makasla dış konturlardan dikkatle kesiyor ve mat kâğıda basılmış fon resimleri üstüne, perspektifini ayarlayarak yapıştırıyordum.

Resimli romanımın böyle yayımlandığı günlerden bir gün, büyük usta Suat Yalaz beni arayarak: “Yav Haldun o kadar detaylı fonları her resmin arkasına tekrar tekrar nasıl yapıyorsun, gözlerine yazık” demişti. İşte arka plan tekniğim de buydu.

Ustura Kemal'deki mekan fotoğraflarının çizime uyarlanması

İnsan figürlerini de nasıl elde ettiğimi anlattım. Şimdi gelelim boyama tekniğime... Bunu uygulayan bir resimli romancı olduğunu hiç sanmıyorum. Bu tarz benimle birlikte ölüp gidecek. Hâlbuki ilave hiçbir şey yapmadan mükemmel sonuç veren bir tarz. Ecoline çalıştığımı söylemiştim ya. İnsan figürlerinin konturlarını önceleri tarama ucunu çini mürekkebi ile kullanırdım. Yani konturları çini mürekkebi ile çeker, sulandırılmış ecoline’lerle de insan figürlerine gölge verirdim. Klasik ecoline çalışması yani. Resimli romanımı yaparken, önümde mukavvadan yaptığım bir dörtlü bir ecoline yuvası dururdu. En solda çok açık gri ecoline, onun yanında gri ecoline, onun yanında siyah ecoline, en sağda da çini mürekkebi. Bir gün farkında olmadan tarama ucunu çini mürekkebine batırarak konturları çini ile çizeceğime... siyah ecoline batırıp siyah konturları 700 no siyah ecoline ile çizmişim farkında değilim. Kontur işi bitince 10 numara habico sulu boya fırcamı en açık griye batırıp konturlarıma her zamanki gölgeyi vereyim dedim. A-a o da ne!? Kontur eriyor! İzi kalıyor ama eriyor ve kendi kendine degrade geçişler, çok hoş dalgalanmalar oluşuyor. Fırçadaki su miktarı fazla ise dalgalanmalar çok coşkulu oluyor, az ise hafif dalgalanmalar kendi kendine oluşuyor. Önce “eyvah” dedim ama, şahane bir armoni olduğunu hayretle gördüm. O günden sonra çini mürekkebini hemen bıraktım, tüm konturları siyah ecoline batırılmış tarama ucu ile çekmeye başladım. İşte benim tekniğim ve tarzım da kısaca böyle.


3-Ustura Kemal 1996’da ve 2012’de iki kere televizyon dizisi olarak ekrana uyarlandı. 1996’daki uyarlamada Ustura Kemal karakteriniz siz canlandırmıştınız. Bu uyarlamalarla alakalı olarak neler söylemek istersiniz?

-Ustura Kemal dizileri ile ilgili düşüncelerime gelirsek. 96’daki dizi, her şeyden önce tamamen benim yazdığım senaryolar üstüne kurulu bir diziydi. Ustura Kemal’in yazılıp çizilmiş veya yazılıp henüz çizilmemiş serüvenlerinden yola çıkmış bir çalışmaydı. Hepsinin de yarı belgesel niteliği vardı. Her bölüm başlı başına ayrı bir serüvendi. Canlandırdığı dönemin siyasetine de âdetlerine de dikkat edilerek hazırlanmıştı. Benim lise ve sonraki yıllarımda biraz tiyatro denemelerim olmuştu, kendi kahramanımı yaratmak zor olmadı. Zaten yıllarca ve yıllarca yarattığınız kahramanın tarzı ile karakteri ile var ederken, artık siz mi onu oluşturdunuz? O mu sizi oluşturdu, birbirine karışıyor giderek. O günlerde ATV’yi ele geçirmiş Türker İnanoğlu bir kalp krizi geçirerek hastanelik olunca, dizilerin başındaki müdür Ekrem’di yanlış hatırlamıyorsam. Hemen başlayalım deyince bir ay içinde kolları sıvadık. O yıllarda Türker İnanoğlu TRT’nin arşivinden “Bizimkiler’i bölüm başına yaklaşık bir milyona alıp ATV’ye 4-5 milyona satıyor diye duyuyorduk. Biz bölüm başına 1,5 milyonla borç harç bölümleri tamamlayıp teslim ediyorduk. Prime time saatlerinde yayınlanan dizimiz, o aylarda dünya kupası maçları olduğu halde, yüzde 17 izlenme payı alarak en başlarda yer aldı ve pazar günleri tekrarlandı.


Dönemin Milliyet gazetesinden Ustura Kemal'in dizi uyarlamasına dair haberler, 1996
(Detaylı okumak için bkz. Milliyet Gazete Arşivi)






1996'da ATV'de yayımlanan Ustura Kemal dizisinde rol almış İskender Bağcılar, Mesut Akusta, Muhlis Asan gibi oyuncular, doksanlarda çıkan bazı Ustura Kemal çizgi roman albümlerinde kimi karakterlerin modeli olmuşlardır.

Her şey çok iyi gidiyordu ve elimizde çok güzel senaryolar vardı.

“Ko desinler aftos, yarin on parmağı kınalı” “Mösyö Kumpanya” “Çiroz Ali” “Hafif çalıyı yel alır, ağır çalı yerinde kalır” “Ol dilber-i Rana ile Kel İpek” gibi yıllarca süren araştırmalar ile oluşturduğum senaryolar. Fakat biz 8’inci bölümü çektiğimiz günlerde Türker İnanoğlu ATV’ye geri döndü. Daha az bir ödeme ile satın alınan ve daha iyi izlenme payı alınan dizimizi yayından kaldırttı. Bizler de her bölümde daha fazla ödeme sıkıntısına girdiğimizden hiç üstelemedik. Bu çelmeye üzüldük sadece.

Gelelim 2012’de çekilen Ustura Kemal dizisine. Firmanın ismini hatırlayamadım, sahibi Ali Gündoğdu’nun yaptığı Ustura Kemal dizisine. Ali 96’daki dizide bizim set amirliğimizi yapmıştı. Ali iyi niyetli olarak pahalı bir diziye soyundu. Ancak onlara gerçek (Mustafa Şevki Doğan’a) Ustura Kemal senaryoları verdiğim halde ve dönemi yansıtan bol doküman da verdiğim halde, tamamen uydurma senaryolar ile çekimi sürdürdüler. İşte Tatavla Rum kabadayıları kötü adam, işte Türk kabadayıları iyi adam. Türk kabadayıları döver Rum kabadayıları dayak yer, onlar kaçırır bizimkiler kurtarır vesaire, vesaire bir sürü uydurma konu. Hâlbuki Ustura Kemal ırkçı bir öyküleme değildir. Eski İstanbul’da Rum’u, Ermeni’si, Yahudi’si, Levanten’i, Vitol’ü hepsi dostça yaşarlar, komşuluklar yaparlar, birbirlerinin bayramlarını kutlarlar. Yani hümanist bir öyküdür Ustura Kemal. Avam insanların babayiğitçe ahlakını anlatır. Yani bu güzelliğin içine ettiler.

Ben baştan itibaren zaten hiç müdahale etmedim, filmciler maalesef gerçek Ustura Kemal’i değil, kafalarında uydurdukları şeyi yaptılar Ustura Kemal ismini kullanarak. Yaptıkları ırkçılığa tepkiler gelmeye başlayınca da, “Konular Haldun Sevel’den alınmıştır” yazısını jeneriğe ekleyerek, bir de benim arkama saklandılar güya. O uydurma ve ırkçı senaryoları yazan dostumuz Baykut Badem’di.

Yine karışmadım çünkü artık hayatı terk etmiştim ve denizlerde mütevazı teknemde yaşıyordum... İnsanların kazanma hırsı içindeki hayatlarının benim doğal yaşamımda artık hiç yeri yoktu. O aylarda Show TV, Mehmet Emin Karamehmet’indi. Ödemeler çok çok aksıyordu. 8’inci 9’uncu 10’uncu bölüm çekilirken, daha sanırım 3’üncü 4’üncü bölümün ödemesi ancak yapılıyordu. Bu yüzden Ali Bey 13’üncü bölümden sonra, bana göre bol masraflı ama niteliksiz dizinin ödeme zorlukları içinde kalan çekimine son verdi. Ben de bir oh dedim yani. İşte böyle.

5-Kendi çocukluğunuzda Milli Mücadele yılları ve Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’le ilgili bir anınızı sosyal medyada paylaşmıştınız. 1950’lerin başında, çocukluğunuzda anneannenizle Söğütlüçeşme’den Altıyol’a doğru yürürken yaşadığınız bir anı. Bu hatıranızı ve hissettiklerinizi anlatabilir misiniz? Ayrıca İstanbul’un işgal yıllarıyla alakalı olarak rahmetli Sahaf Tayfun Kurt’un temin ettiği belgelerden, kaynaklardan faydalandığını anlatmıştınız. Çınardibi Sahaf ve Tayfun Kurt ile tanışmanızı ve çalışmalarınıza nasıl yardımcı olduğunu anlatabilir misiniz?

(Haldun Sevel ve anneannesi Behice Leman Koç Hanımefendi)

-Anneannem... Behice Leman Koç. İstanbul’un işgali yıllarını ve o acıları, korkuları ve açlığı ve bakımsızlıktan veremi yaşamış bir kadıncağız. Anneannem. Bana çocukluğumda ara sıra o işgal günlerini anlatırdı. Ah Mehmet Berk yine yarama dokundun.

Anneannem çocukluğumda, yeni delikanlılığımda bana bir şey göstermişti gözyaşlarıyla. O zaman niye ağladığını anlayamamıştım. Şimdi taa içimde hissediyorum hala. Bir tülbent içine sarılmış bir şey... Kurumuş 3 ya da 4 dilim ekmek, bir avuç da kurumuş zeytin. “Ordumuz İstanbul’a girdiğinde, evde, tel dolabımızda sadece bunlar kalmıştı oğlum, yiyecek başka hiç bir şeyimiz kalmamıştı.” demişti. Öyle karanlık günler ki Leman Hanım da, Kamile bebek de (annem) verem. Ama o veremli kadın ne yapmış? Tabi anneannenin bana anlattıklarını doğrulayacak hiç kimse hayatta değil artık. İşgalin zulmünü çeken o insanların belki de hayatta kalan son şahidi benim belki de. O karanlık günlerde Türk bayrağının yapımı satılması özellikle de asılması yasak olmalı ki, Leman hanım bir gün Mustafa Kemal Paşa’sının onları kurtaracağından emin, evinde iğne iplikle bir Türk bayrağı yaptığını anlatırdı. “Sonra anneanne sonra ne oldu, sonra ne oldu?” diye sorduğumda bir süre yine gözlerini siler devam ederdi. “Ekim günleriydi, düşman gemileri daha gitmemişti (bir gün sonra gün doğarken gidecekler). Küçük çocuklar bağıra bağıra Kadıköy’den doğru Türk askerinin geldiğini haber verdiler. Onlara, sokak çocuklarına ‘Sümüklü Kahramanlar’ denirmiş. Mustafa Kemali ve Türk askerini anlatan birkaç gün önceki Anadolu gazetelerini bağıra çağıra sokaklarda satarlar, işgal askerlerinden dayak yerler, ağızları burunları kanaya kanaya salya sümük, yakalanmayan arkadaşlarının gazetelerini paylaşır ve yine ağlaya ağlaya satmaya devam ederlermiş. Leman Hanım da bu çocukların yüzünü gözünü siler yaralarına merhem sürermiş. Sümüklü kahramanlar Türk askerinin Kadıköy’den doğru geldiğini çığlık çığlığa duyurunca... Leman Hanım hemen Kamile bebeği bir masa örtüsüne sararak sırtına almış... Eline de düz bir sopaya bağladığı Türk bayrağını alarak, o veremli bir deri bir kemik hali ile (ömrünün sonuna kadar öyle çok zayıf kaldı) Salacak Bostan sokaktan koşmaya başlamış. İhsaniye alt sokaktan Harem’e oradan ayıla bayıla Selimiye kışlasının önünden, sağlık okulunun orada askerlerimizi yakalamış. Yıllar sonra öğreniyorum ki düşman gitmeden İstanbul’un Anadolu yakasına giren fırkanın adı, Demir Fırka. Komutanları Hüseyin Hüsnü (Erkilet) Paşa. Sırtında bebeği ile öndeki süvariye koşmuş. Çizmelerine sarılmış, çizmelerdeki tozları yüzüne yanaklarına sürmüş. Yani öyle anlatırdı gözleri yaşlı. Dedem Üsküdarlı İsmail Hakkı Kaptan yok. “Leman” dermiş, “Ben sabah ezanı okunduğunda hala gelmemişsem, hemen Kamile bebeği sırtla doğruca Çamlıca’ya akrabalarına kaç (ama Çamlıca’da kim vardı ismini hatırlayamıyorum). Bir sabah, sabah ezanı okunmuş İsmail Hakkı Kaptan yok, öğlen okunmuş yok. Leman hanımla Kamile bebek kalmışlar tek başlarına. Gerisi uzun... Şimdi ben bunları dinleyerek büyüdüm, dolayısı ile İstanbul’un işgalini yaşamadığım halde, sanki yaşamış gibi içimde bir acı olarak yer etti. 1973’te başlayan Ustura Kemal’de 84-85 yıllarına kadar Mutlakiyet devrini araştırıp anlattım. İşte Direklerarası, Aksaraylı Onikiler, Zina Yokuşu (aslı Sena yokuşu) Saray hafiyeleri, Başbelası Fehim paşa, Yedi Sekiz Hasan paşa, Kâğıthane sefaları, Cadde-i Kebir fener alayları, Tatavla külhanbeyleri, kapatmalar, racon kesen yaşlı kabadayılar, Çerkez Arif ile Matlı Mustafa vesaire, vesaire. Sonra 90’lı yıllara kadar Meşrutiyet devrini, İttihat ve Terakki’yi anlattım, kongrelere kadar. Bulgarların İstanbul kapılarına dayanmalarını ve Bab-ı Ali baskınını yani 5 kişi ile yapılan ihtilali sonra Mahmut Şevket Paşa’ya yapılan suikastı ve 31 Mart gerici ayaklanmasını, Hareket ordusunun İstanbul’a gelişini anlattım, resimledim.

90'lar ve 2000'lerde muhtelif yayınevlerinde çıkmış Ustura Kemal çizgi roman albümleri

Ve öte yandan İstanbul işgalini hep sona saklıyor o konuya korkarak dokunmuyordum. Bu konuda bilgsi eksikliğim olduğunu düşünüyordum. Bu eksikliği de sevgili dostum rahmetli Çınardibi Sahaf Tayfun’un gayretleri sayesinde tamamladım. “Şeref Sözü”nü ve “İstanbul’un İşgalinde İsimsiz Kahramanlar”ı yaptım. Çınardibi Tayfun’la tanışmam ilginçtir. Hangi kitaptı hatırlayamadım şimdi. Girdim içeri. O kitabı sordum. “Var” dedi. “Alabilir miyim” dedim. “Sen Zeytindağı’nı okudun mu?” diye sordu. “Okumadım” dedim. “Ben Zeytindağı’nı okumayan adama o kitabı satmam” demez mi... Hoppala! Ama hoşuma gitti bu delilik. Yani çünkü ben yüz yüze girişen insanları severim, Nazım Hikmet gibi. Arkadan vuran sümüklüleri bücürleri sevmem. “Tamam” dedim, “Ver Zeytindağı’nı okuyacağım, gelip sana anlatacağım, ama geldiğimde sattım dersen bütün kitaplarını yerden toplarsın” dedim. Ters ters baktı bana ama Zeytindağı’nı getirip verdi. Parasını verdim almadı, “O kitabı almaya da gelmezsen bir daha da bu dükkâna giremezsin” dediydi. Çıkarken, “Sen çayları hazırla 2 gün sonra geliyorum” deyip çıktım. O günden sonra da çok iyi arkadaş olduk.

Kitap Müzayedelerine gittiğinde İstanbul’un İşgali hakkında kitap bulursa alır getirir, yok çok pahalı ise hiç üşenmez tek tek bütün sayfaların arkalı önlü fotokopisini çeker ve o fotokopileri cilt yaptırır getirirdi. Ruhu şad olsun o deli Oflunun. Bu milli mücadele maceralarını yaparsam meslek hayatımın sonunun geleceğini biliyordum. Hürriyet’te yayımlanıyordu o sıralar Ustura Kemal. Ve o günlerde Hürriyet tamamen Osmanlıcıların ve Fetullahçıların elinde idi. Mustafa Kemal’i Kuvvayı Milliye’yi istemiyorlardı. Yine de yaptım. Ve sonucuna katlandım. Bu gün olsa yine aynı şeyi yaparım. Gönlümdeki Mustafa Kemal sevdasını ona duyduğum minnet ve şükran borcumu hiçbir şeye değişmem. İşte İşgal İstanbul’u hissiyatımın içimdeki dramının kaynağı Atatürk aşığı Behice Leman hanımdır.


6-Sporla uzun yıllar uğraştınız. Vücut geliştirme alanındaki şampiyonluklarınızdan ve spor merakınızdan da bahsedebilir misiniz?

-Spor hayatım, vücut geliştirme “body bulding”e merakım da, yine resme merakım yüzünden başladı diyebilirim. İlk çizgi roman denemelerim ortaokulda 6’ncı sınıfta başlamıştı. İnsan anatomisi öğrenmek için yabancı vücut geliştirme kitapları edindiğimi hatırlıyorum. O kitaplarda insanın kas yapısını çalışmıştım. Ve bu kaslara hayranlık duymaya başlamıştım. Sanırım “Ben niye böyle olmayayım?” arzusu uyandı. Zaten uzun boylu ve hayli zayıf bir çocuktum. Böylece iki dambıl alıp evde çalışmaya başladım. Okuma merakım yüzünden de vücut geliştirme sporuna ait bilgim vücudumla birlikte gelişti. 17 yaşında da Weıder VG salonuna üye olup orada daha etkin bir çalışmaya başladım. Bu arada insanın kas anatomisi ağırlıklı resim çalışmalarım da tabi ki sürüyordu. 68 yılı başında girdiğim Weıder salonunda, 69 yılında mayıs ayında yapılan, ama sadece salon çalışanları arasında yapılan yarışmayı kazandım birinci oldum. Kulüp artık benden ücret almıyordu. Bu beni iyice motive etti. Haftada 3 gün antrenman yerine her gün antrenman yapmaya başladım. O yıllarda Amerika’da vücutçu camiasında başarı ölçülerinden biri 50 santim pazuya sahip olmaktı. Oldukça az vücutçu pazularını 50 cm’ye ve üzerine çıkarabiliyordu o yıllarda. 1970’de yarışmaya 50 cm’lik kollarla girmiştim. Ama kulüp dışından gelen güçlü ve tecrübeli rakiplerim vardı. Ancak üçüncü olabilmiştim. Ama 50 cm pazuya ulaşmam VG camiyasında dostlar arasında bir sevinç ve takdir yaratmıştı. 50 cm kollar vücut geliştirme dergilerinde yayımlandı.

Güzel günlerdi. Ama 3’ncü olmuştum. Bir yıl çok daha sıkı çalıştım. 71 yarışmasında beni geçen tecrübeli rakiplerimi açık farkla geçerek yine birincilik kupasını aldım. Aylardan Mayıs’tı. Sonbaharda ise federasyonun yaptığı resmi Türkiye yarışmasına katıldım. Az farkla kaybederek Türkiye ikincisi oldum. Bu arada resimli roman çalışmalarım da, UESYO yüksekokulunda öğrenciliğim de devam ediyordu.

Birden... Haldun Simavi’nin büyük reklamlarla çıkan iddialı gazetesi Günaydın, resimli romanımı kabul etti. Akılcı bir kararla vücut geliştirmenin ağır antrenmanlarını bırakarak bütün gücümü Ustura Kemal’in çalışmalarına verdim. Tirajı 150 bin olan Gün gazetesi Ustura Kemal yayımlanmaya başladıktan sonra, yanlış hatırlamıyorsam 900 bine çıkarak, ana gazete olan Günaydın’ı solladı. Ustura Kemal’in taklitleri çıkmaya başladı. “Dadaş Hasan”, “Pala Mustafa” gibi. İlk yıllarda Ustura Kemal’i yetiştirebilmek için günde 12 -14 saat çalışıyordum. Ama giderek hızlandım, tekniğimi ilerlettim ve 8-9 saate kadar, hatta daha da sonra 7-8 saate kadar çektim. Ve dört yıl sonra spor salonuma geri döndüm. Yeniden sıkı çalışmalara başladım. Ama bu dört yıl içinde benim sıkletimde yeni ve güçlü rakipler çıkmıştı. 71 yılına göre daha da iyi bir durumda idim ama çok sayıda güçlü rakiplerim arasında ancak 3’üncü olabildim. Onları da geçebilirdim, ama maalesef askerlik yakama yapıştı. 20 ay askerlik benden, spor ve resimli romancılık hayatımdan ve sağlığımdan çok şeyler aldı götürdü. Askerden önceki yıllarda, aylarda Ustura Kemal’in aynı macerası 4 ayrı gazetede birden yayınlanıyordu. Tercüman, Günaydın, Son Havadis, İzmir Demokrat, ve Kocaeli gazeteleri. Askerden geldikten sonra yine sıfırdan başlayarak hem spor hayatıma, hep resimli romancılığıma geri döndüm. Bir yıl sıkı antrenman yapıp yine yarışmalara girdim. Resmî federasyon yarışmalarında ikinci oldum, sonra şampiyon da oldum. Ama çok zorlanıyordum, nefesim yetmiyordu. Askerde sürekli ve çok sigara içmiştim, eski nefes gücümden eser yoktu. Yaşım da zaten 35 oluvermişti. Sene 83 Son yarışmamda yarışma platformunu öperek ve jüriyi ve taraftarlarımı selamlayarak aktif spor hayatıma son verdim.

Var gücümle tüm vaktimle resimli romanımın üstüne eğilerek daha güzel araştırmalar yapıp, daha çok yakın tarih kitapları bularak, okuyarak, daha güzel sinopsis’ler ve senaryolar hazırlayarak bütün gücümü resimli romanıma verdim. Bu dönem, yani 83’ten 99’a kadar olan yıllarda Ustura Kemal’in en güzel maceralarını yaptım. Ama gittikçe de yoruluyordum. Göz bozukluğum gittikçe ilerlemişti. Yorgun gözlerim ağrıyor, baş ağrısına dönüyor ve ağrı kesiciler tesir etmiyordu. 30 yıla yakın bir süre incecik bir tarama ucunun, incecik bir fırçanın ucuna bakmıştım. “Göz damarlarında bakırlaşma” teşhisi konmuştu. Yani artık tek bir emelim kalmıştı. Emekli aylığı hakkını kazanır kazanmaz, (biraz birikmiş param ve kirada da bir dairem vardı) Cevat Şakir Kabaağaçlı öğretmenimin yanına, Homeros amcamın şarap renkli denizine doğru “viya böyle” diyebilmek. Her şeyi, bütün yaşanmış ve yaşanacak kahırları, iki yüzlü hayatı, şehrin kaosunu, evimi, işimi, hiç durmadan vır vır dır dır eden eşimi, hepsine hayatımı bir anda kapayarak... Biri hayatta olmayan, diğeri hayatta olan iki yaşam ustamın yanlarına gitmek. Ana tanrıça Kibele’nin ak memelerinden damlayan süt damlaları ile oluşan Antik Gökova’ya gitmek ve ömrümün sonuna kadar orada “eskilerin denizi” denen Arşipelos’da yaşamak. Nasılsa Rilke, Epikuros, Seneca, Nietzsche, Wilhelm Rıech bana hayata niçin ve neden böyle baktığımın yanıtında hep yanımda idiler. Bütün bu, bu gün hayatta olmayan bu insanlara şükran borçluyum. Mengü Ertel’e, Murtafa Eremektar’a, yazı işleri müdürüm Yüksel Baştunç’a, ve Halikarnas Balıkçısına ve babacım İbrahim Sevel’e... Onlar olmasa idi ben, ben olmazdım, Ustura Kemal gibi bir resimli roman klasiği de olmazdı. Şükürler olsun ki bugün gözü arkada kalmamış bir insan olarak hayatımın son çeyreğini vicdan huzuru içinde yaşıyorum. Var olduğum elde ettiğim her şeyimi sevdiklerimle paylaşıyorum. Çünkü başardığım sahip olduğum bu sonuçta, yakın dostlarım olan o koca yürekli büyüklerimin o kadar çok hakkı var ki... Tuttuğum sarıldığım amaç edindiğim işlerimi, mücadelelerimi gücümün de üstünde bir güçle tamamını erdirdim. Bütün gençlere de tavsiyem, işte bu yazdıklarımdır.


7-Sevenleriniz sizi “Rüzgâr Baba” olarak da tanıyor. Denizcilikle ilgili kaleme aldığınız; “Böyledir Denizler Ülkesinde Yaşamak”, “Üçüncü Türün Ülkesi”, “Merhaba Denizci-Sen de Senden Sonrakilere Anlat” eserleriniz de biliniyor. Deniz tutkunuz nasıl başladı?

 

Haldun Sevel'in deniz ve denizcilik üzerine yazdığı kitapları

-İlkokul yıllarımda, şimdi yerini betonlar doldurmuş bir güzelim ‘İdealtepe’ plajı vardı. Babamız bizi oraya götürürdü. Ah nasıl bir heyecandı benim için deniz, anlatamam. Birinden görmüş olmalıyım, babamdan bir deniz maskesi istedim. Uçlarında pinpon topu olan ve İki şnorkeli olan o deniz maskem, daha o yaşta, denizin içine, dibine sevdalanmama yol açıverdi. Zaten Salacak’ta denizden bir sokak yukarıda oturuyorduk.

Ortaokula başladığımda paletlerim, lastikli bir tüfeğim, daha denizci bir maskem ve şnorkelim vardı artık. Kız kulesi kayalıklarında dalar midye çıkartır, akşam güneş batarken zıpkınla kefale dalardım. Ve bir iyiler iyisi Edip abim vardı. Eski Fenerbahçeli denizciler onu hatırlar. Gece onun teknesinde yatar, sabah erkenden kalkar minik kayığımla yine zıpkına giderdim.

Yirmili yaşlarımın başında Ustura Kemal başlayınca, bir süre sonra kendime 6 mt. bir sandal aldım. Hafta sonları Beylerbeyi sarayının oralarda uzun oltaya çıkardık. Lüfere, kofanaya...

Ama istediğim balıkçılık değildi. Teknede yaşamaktı hayalim. 80 yılı idi, sandalımı motorsuz olarak sattım ve Kurbağalı derede 8 mt. bi Alamatra yaptırdım. Üsküdarlı... Bir iki deneme seyrinden sonra, Heybeli’de gece kalmaya gittik. O geceyi unutamıyorum. Elimi uzattığımda denize dokunuyordum ve onun üstünde uyuyacaktım. İnanamıyordum. Heyecandan sabaha kadar uyumadım, kolumu uzata uzata karanlık ama ışıl ışıl parlayan, yakamozlar yakan denizi sevmiştim.

Güzel günlerimiz geçti Üsküdarlı’da. Ama artık imkânlarım çoğalıp ve resimli roman yedeklerim kadar izin yapabildiğim zamanlar geldiğinde… Eh artık biraz uzaklara gitmek istiyordum.

Böylece 84 yılında Yelkenlim Maviş’i yaptırdım. Maviş 10 metre idi. Kitaplığı da vardı içinde. Maviş evlatla 30 yıl hem gezdim, hem içinde yaşadım, hem bol bol kitap okudum. Asos’lu Epikuros çizgisinde, (hastalıklı) toplumdan doğaya kaçış yolu gösteren kitaplar ilgimi çekiyordu. Henri David Thoreau’nun “Doğal Yaşam ve Başkaldırı” o yıllarda baş ucu kitabımdı. Derken Wilhelm Rıech “Başı Dertte İnsanlar”, “Dirimin Ölümü” ve diğerleri. Derken Arno Green, “Kendine İhanet”, “Normalliğin deliliği”... Halikarnas Balıkçısının 24 kitabı ile birlikte...

Artık ben giderek denize yaşayan bir su, dünyamızın ana rahmi, ve Tanrı parçacığı Netrino’larla sarmaş dolaş olabileceğim bir şey, nasıl diyeyim, denizi, can veren Tanrının cisimleşmiş hali olarak hissetmeye başladım. Ve dediğim yazdığım gibi 2005’te her şeyimi, evimi, işimi ve benimle gelmeyen eşimi ve tabii ki İstanbul’u terk ederek, bir sabah 5’te, köpeğim Dost ile, tek başıma, Homeros’un şarap renkli denizine doğru yelken açtım.

9 gün sonra artık cennetimde idim. 7 adaları ufukta uzaktan gördüğümde dayanamadım artık çocuklar gibi ağladım. Tamı tamına 40 yıllık bir hayal, bir özlem hakikat olmuştu. Bu aşkla elime kalemi aldım. Denizcilik dergilerine, Yelken Dünyası’na, Naviga’ya, Motor Bot’a yıllarca yazılar yazdım. Deniz edebiyatı ile ilgili 5 kitap yapıp ulaştırdım benim gibi mavilere sevdalı olan insanlara. İşte böyle.

Kısaca Rüzgarbaba lakabımdan da bahsedeyim. Ayvalık, Alibey Adası mendireğinde yaşadığım günlerdi. 1994. Ayvalık Radyo bir anons yapmak için yayının kesti. Anons şu idi: “Dikkat bütün tekneler, bütün tekneler, kaptanı kalp krizi geçirmekte olan bir tekne Ayvalık’a giriş yapamıyor.” Önünde sarı mavi ışıklar görüyormuş, “Ortunç ya da Hidiv Paradays olabilir. Yardıma gidilsin, yardıma gidilsin, bütün tekneler bütün tekneler.”

Ayvalık’ın girişi hele gece çok zordur. Uzatmayayım. Yardıma gidildi. Tekneyi limana çektiler. Hastayı maalesef kurtaramadılar. Ben de oradayım. Anne Mariya’yı ilk görüşümdü bu. Yanımda Yunancası iyi bir kaptan arkadaşım vardı. Anne Mari ölen kocasını İtalya’ya götürüp (kocası İtalyan, anne Yunan) geri gelecekmiş. Teknesinin güvenliğinden endişeliydi. Evlerini satıp bu tekneyi almışlar, bu ilk seferleri imiş, kör talih işte. O zamanlarda Ayvalıkta marina yoktu. Muhterem kaptana, “Söyle kadıncağıza” dedim. “Ben teknemi adadan alıp buraya teknesinin yanına geleceğim. Bana güvensin, kokpitte yatıp teknesini bekleyeceğim, söyle ona” dedim. Anne Mari gözyaşları içinde ellerimi öptü ve Türkçe “Çok, çok teşekkür, god be with you” dedi.

On gün sonra geri döndü. Yarı Rumca yarı İngilizce yarı Türkçe konuşuyoruz. Kocası ile rotaları Kordelya imiş (Finike’ye öyle diyorlar yanlış hatırlamıyorsam). Kocasının anısına hürmeten Kordelya’ya kadar gidip ve oradan geri dönüp, adalar denizini geçip Saint Trope’ye gidecekmiş. Yalnız başına. 70 yaşında, üstelik o da kalbinden rahatsız. Liman reisi, “Gidemez müsade etmem” falan diyor ama, kadının 60 yılında alınmış vizeleri yaptırılmış “yat kaptanı” belgesi var. Annemden biliyorum kalp ilaçlarını zaten aynı ilaçlar. Eczanelerden kutu kutu topladım. Teknenin önüne kadar gidip demir atmasın, yorulmasın, oturduğu yerden atsın diye, dümen dolabına kadar kablo çekip “mayna-vira” düğmeleri yaptım. Anne Mariya’nın benden tek bir isteği vardı. Çıkacak fırtınalar için benden bir fırtına takvimi yapmamı istedi. O yıllarda öyle fırtına tahmini yapan internet siteleri yok, zaten internet yok. Bende ise 20 yıllık rüzgâr-fırtına günlükleri vardı. İşin sırrını biraz çözmüştüm sanırım. 20-25 yıldır ay takvimine göre rüzgâr günlüğü tutuyordum. Fırtına ve sakin hava günlüklerini tüm 20 yılın yaz aylarını üst üste getirerek dikkatle hazırladım ve verdim.

Ve hareket sabahının gecesi geldi çattı. İki şişe beyaz Güzel Marmara şarabı almıştım. Yan yana teknelerimiz. Şaraplarımızı içerek ilk ışıkları, alacakaranlığı bekliyoruz. Anne’a dedim ki, “Bak şu kadar yıllık denizciyim, seninle geleyim, yalnız gitme, tehlikeli. Yanlış anlama bir ücret falan istemiyorum, sen yorulma riske girme.” Bana dedi ki, “Bir teknede en az iki kişi, en çok iki kişi!” Ne dediğini anlar gibi oldum ama söylediği gerçek değildi ki. Boynuma sarılıp, “O burada Haldun” dedi, “Ben hissediyorum o burada, ne olur lütfen, üçüncü kişi olmaz.” İkimiz de gözlerimizi sildik uzun süre konuşmadık. Derken ortalık ağarmaya başladı. Anne marş anahtarını yerleştirip yüzüme baktı. “Kalbim seninle” diye seslendim. Arkasından ben de marşa bastım. Çıplak Ada hizasına kadar yan yana gittik. Orada Anne ayağa kalktı,  “Halduun, Haldun!” diye bağırdı, “God be with you Haldun! God be with you!” Sesi hala kulaklarımda, hala o anları rüyalarımda görürüm. Ben gaz kestim, Anne güneye doğru uzaklaştı gözden kayboldu gitti. Ben de Cunda’daki tonozuma dönüp bağlandım. Beyaz Marmara’nın dibinde bir bardaklık kalmıştı. Onu hatıra olarak sakladım. Çıkarken eski bir denizcilik âdetidir aynı şişeden içilir.

Aradan haftalar aylar geçti. Cunda’da bir evim var. O günlerde İstanbul’a ara ara gidiyordum. İstanbul’a gitmiştim. Döndüğümde posta kutusunda ıslanmış bir mektup buldum. Mektup Rumca, okuyamam ki...  Taş Kahve’ye gidip Muhterem kaptanı buldum. Mektup şöyle başlıyordu: “Agapite pateras to aera” -harf hatası yapmış olabilirim çok zaman geçti- yani “Sevgili rüzgarın babası” yazıyordu. “Fırtına takvimin günü gününe tuttu. Bu kadarını beklemiyordum.” Altına da, “İ miterasu Anne Mariya” (Annen Anne Mariya) yazmıştı. O günden sonra bana dostlar “Rüzgar Baba” demeye başladılar. Sonra hoşuma da gitti. Yazılarımda Anne Mariya’nın anısına hep bu ismi kullandım. Bir yıl sonra vefat haberi geldi. Cundalı bazı balıkçılarla yapma çiçeklerden bir çelenk hazırladık, üstüne ismini yazdık, İlyosta Adası açıklarından Yunan sularına girerek çelengi denize bıraktık. Aynı şişeden beyaz Marmara içtik.

Onun söyledikleri, anlattıkları, resmettikleri benim gibi birçok kimseye ilham olmuştur eminim. Böyle bir röportaj için beni teşvik eden ve bir ustanın, Haldun Sevel’in hatıralarını kıymetli okurlarımızla buluşturan Dark İstanbul ekibine teşekkür ediyorum.

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
HALDUN SEVEN BİYOGRAFİSİ:

1948’de Üsküdar’da dünyaya gelen Haldun Sevel, çocukluk yıllarından itibaren çizgi romanlara ve çizerliğe merak duydu. Prof. Dr. Süheyl Ünver’e bazı resimlerini gösterip aldığı tavsiyesiyle çizime yöneldi. İlk kez 16 yaşındayken yaz tatillerinde Mengü Ertel’in atölyesi San Organizasyon’da çalışmaya başladı. Daha sonraları gündüzleri Mıstık Prodüksyon’da karikatürist Mustafa Eremektar’ın asistanı olarak çalışırken, akşamları da UESYO’da (Uygulamalı Endüstriyel Sanatlar Yüksek Okulu) eğitimini sürdürdü.1972 yılında Günaydın Gazetesi’nde eski İstanbul kabadayılarından ilhamla hayat verdiği “Ustura Kemal”in maceralarını çizmeye başladı. “Ustura Kemal” 1974’te Gün gazetesinden Günaydın’a geçti, Günaydın Almanya, yine Günaydın bünyesinde yayımlanan Kocaeli gazetesi, İzmir Demokrat gazetesi, Tercüman Almanya, Güneş, Akşam ve Hürriyet gazetelerinde yer aldı, 1970’lerde haftalık dergi şeklinde de yayımlandı. 90’larda ve 2000’lerde albüm çalışmaları yayımlandı. Haldun Sevel, fotoğraflarını çektiği model ve mekânları, ecoline boya ve tonlama kullanarak resimlendiren özgün tarzıyla tanındı. 70’li ve 80’li yıllarda vücut geliştirme sporuyla profesyonel olarak ilgilenerek bazı müsabakalara da katıldı. Modeli olduğu “Ustura Kemal” karakterine 1996’daki “Ustura Kemal” dizi uyarlamasında hayat verdi, senaryolarını kaleme aldı. Çocukluğundan itibaren büyüdüğü Üsküdar’da geliştirdiği deniz tutkusuna kayıtsız kalamayarak uzun yıllar yelkencilikle de ilgilenip teknesiyle denizlere açıldı. Sevenlerince “Rüzgâr Baba” olarak da tanınan Sevel, bu alanda da hatıralarına dayanan; “Böyledir Denizler Ülkesinde Yaşamak”, “Devlerin Aşkı”, “Dünyanın Ucundaki Fenerin Bekçisi”, “Merhaba Denizci” adlı çalışmaları kaleme aldı.


--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
FARKLI DÖNEMLER VE TARZLAR İLE ÇEŞİTLİ USTURA KEMAL ÇİZİMLERİ:

 










Seyfettin Efendi'nin maceralarından birinde boy gösteren Ustura Kemal, Devrim Kunter'in çizimi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder