5 Haziran 2016 Pazar

Emekli Dehşet

(Daha önceden Gölge e-Dergi'de yayınlanmıştır)

        "Ne demek oğlum ben bıraktım bu işleri?"
        "Bıraktım işte abi. Çok dikkat çekmeye başladı. Tetikçilik bile daha garanti..."
"Nesi garanti oğlum? Bu da tetikçilikten farklı sanki? Yapmadığın iş değil! Hem sen adamım değil misin ulan?"

Vedat abi beni bir orman yakma işi hususunda ikna etmeye çalışıyor. Hem para kazanırım hem namım yürür diye dâhil olduğum mafya işlerinde nasıl kundakçı, marangoz konumuna geldim ben de anlayamadım. Her şeyi cılkı çıkmış memlekette zaten, mafya mı bozulmayacak…

"Abi tamam ben senin fedainim. İcabında sana atılan merminin önüne ben atılayım yani o problem değil. Ama kundakçılık da bir yere kadar. Mahallede dalga geçiyorlar. Millet mafyaya girer belinde silahla dolaşır, sen benzin bidonuyla dolaşıyorsun falan diyorlar. Benim boyumca çocuklar icraat yapıyor ben orman yakıyorum!"
"Ulan hergele! Ben sana bu işe giriş var çıkış yok demedim mi zamanında? Şimdi gelmiş burada artistik yapıyorsun bana!"
"Abi tamam lise bitince ortada kaldım, işsizlikten geldim ama hani beklentilerim daha farklıydı."
"Ne beklentisi ulan?"
"Hani silah külah vaziyetleri..."
"Taktık ya oğlum beline?"
"E abi çatışma yok icraat yok. Ormanda kırda dolaşırken hayvana bile denk gelmiyoruz..."
"Birkaç müteahhitin işine yardımcı olan arazi-orman mafyasıyız ulan biz. Sen Kurtlar Vadisi izleyip gaza geldin diye sektör mü değiştirelim? İş ise bu da iştir. Al paranı otur aşağıya. Hem bu iş çok nakit getirecek bize."
"Abi tamam yapayım da diğer yandan bu iş çok riskli olmaya başladı. Hani haberler falan çıkıyor ya orman yangınlarıyla ilgili..."
"Ulan mafya değil misin neyinden korkuyorsun? Yiğitlik de cesaret de böyle anlarda belli eder kendini işte. Bu sefer halledeceğin, gözden epey ırak bir arazi. Ama geniş. Ağaçlarla dolmuş öyle duruyor. Buraya yazlık site yapılacak ama modern şehir gibi bir şey olacak. Astronomik bir rakam düşüyor bize oradan hesap et. Adamlara ortak olacağımızdan artık inşaat sektörüne de gireceğiz..."
"Abi peki hayatıma heyecan meyecan gelecek mi?"
"Ben getireceğim senin hayatına heyecan. Sen hadi al bidonu, arabayı yola çık hemen. Gideceğin yeri de şu kâğıda yazdırdım. İşini hallet gel hadi koçum!"

Sanki yok deme imkânım varmış gibi niye yapmamakta ısrar ettiysem... Şimdi bagajda bidon, elimde adres kâğıdı şehir dışına vurdum işte kendimi. Sanayii falan geride bıraktım. Bir yerden sonra tarlaları bile tek tük görür oldum. Trakya’nın Karadeniz’e bakan kıyısı boyunca, adresteki yeri bulmaya çalışıyorum. Zira ev değil dükkân değil, bir mevkii yazıyor. Levhalarda bile denk gelip gelmeyeceğim şüpheli. Birine rastlarsam sorarım…

Uzakta bir benzinlik gördüm. Arabayı durdurup yürüyerek gitmem iyi olabilir neticede soracağım adresten sonra, orman yangını neticesinde beni gidip ihbar edebilir. Yola çıkarken bidon benzinle dolaşmaktan arabada fazla benzin kalmadığını son anda fark ettim. Mecbur gireceğim benzinliğe. 

Benzinci depoyla meşgul olurken çok ters baktı bana. Adam haklı, bu mevsimde buralarda pek yabancıya denk gelmiyordur. Daha da şüphelenmesin diye, hem de adresi öğrenmek için muhabbet girişiminde bulundum. Hesapta arkadaşımın yazlığını arıyorum bir süre kafa dinlemem lazım. Mevkiinin yerini soruyorum.

Adamın yüzü asılıyor birden. Yöreye has aksanı hafiften seziliyor:

“O yanda pek yazlık olmaz. Daha yukarı taraftadır o. Hiç durmadan devam et, sorduğun civarda fazla oyalanma…”
“Niye?”
“Koca orman beya. Zaten buradan yukarıya doğru yardır, akşama doğru oradan geçersin. Patikasına falan dalma ama kaybolursun. Hem o civarda dolaşmak iyi değildir.”
“Askeri arazi falan mı?”
“Onunla alakası yok. Çok adam kestiler orada. Tinerci mi gezer, esrarkeş mi dolaşır bilmiyor kimse. Piknikçiden, yazlığa gidenlerden falan çok ölen çıktı orada. Tek başına geziyorsun sakata gelirsin…”

Bir de insanlar o kadar laf ederler işime. Demek burayı yakıp imara açmakla insanlara hizmet götüreceğiz. Gerçi cinayetler falan da korkutmuyor değil ama neticede ben de sağlam pabuç değilim. Boş değiliz, emanet var yanımızda Allah’ın ormanında birkaç tinerciyi vursam kim hesap soracak?

Akşama doğru cidden de yanımı yöremi kaplayan, neredeyse havayı bile dallarından güç bela görebildiğim bir ormana vardım. Demek yakacağım yer burası. Ama yine de emin değilim, pafta numarası falan da yok. Olsa bile burada neyi nereden bulacağım? Birine daha rastlarsam sorarım ama birine rastlayacağım da yok gibi. Tek bir ev bile yok…

Yine bir aksilik daha. Yağmur yağıyor bu sefer hafiften. Öyle sağanak olmasa da zor tutuşturulur. Mecbur kuruyana kadar beklemeli. Kapıyı kilitler falan öyle takılırım. Keşke benzinciden birkaç bira çerez falan alsaydım, zaman da geçmez… O da nesi? Akşamın alacasında biraz uzakta bir villa! Pencerelerinde ışık da görülmüyor demek ki sahipleri başka yerde. İyi bari. Yağmur kesilene kadar takılırım orada hem zengin evi mahzeni, kileri falan da vardır. Şarap marap takılırım işte…

Villaya doğru uzanan düzgün bir patikaya saptım. Ormanların arasında, yeşillikli bir tepenin üzerinde kule gibi dikmişler. Villaya benziyor ama bu kadar ufak olmaz, sanırsın orman gözlem kulesi niyetine inşa etmişler. Tepeyi tırmanırken o karanlık yapısıyla, havanın kasvetiyle tövbe estağfurullah perili köşk gibi görünüyor gözüme. Benzincinin uyardığı o tinerciler falan bu civarda mı geziyor acaba?

Villanın önünde bir düzlüğe gelince arabadan indim. Yemyeşil ağaçlar ayağımın altına serilmiş, kıyı şeridinde masmavi deniz uzanmakta. Yangını halledeyim buraya ev yapılınca bir dairede kendime ayarlarım artık, şahane yer neticede.

Yağmur damlalarının şıpırtısına rağmen bir müzik sesi çalınıyor kulağıma. Radyodan falan değil, cızırtılı. Çocukluğumda bizim bakkal Mustafa’nın dükkanında dinlediği plaklara benziyor. İnceden bir kadın sesi. İçki âlemlerinden aşina olduğum kadarıyla, artık youtube’da falan denk geldim herhalde epey eski bir Müzeyyen Senar plağı olsa gerek. “Sahilde Saba rüzgârı ağlarken uyan sen”…  Yine çocukluğum geliyor aklıma. Sabahın köründe Kur’an kursuna gönderirlerdi bir ara mahallede, sabah ezanının ürpertisinde giderdik mahalleden çocuklara. Aynı zamanda müezzin de olan bizim imam söylemişti, Saba makamıyla okunduğundan bu kadar ürkütücü gelirmiş insana, ölümü hatırlatırmış fesupanallah…

Villanın üst katlarından birinde bir gölge görür gibi oldum. Belli, yaşayan biri var. Plak mlak dinliyor, garanti rakısını açmıştır. Neyse en azından tanrı misafiri falan davet ettiririm kendimi, şu yağmur gailesinden bir kurtulayım da.

Villanın kapısını çaldım. Rengi kararmış, tahtası çatlamış, tokmağı falan paslanmış hep. Boyaları bile dökülüyor villanın. Bakımsızlıktan ziyade ölmüş ama gömmeyi unutmuşlar intibaı uyandırıyor insanda. Kapıyı çalmak için zile bastım ama hiç ötmedi, besbelli o da mevta olmuş villa gibi. Kapıyı yumrukladım ben de. Bir süre sonra sonsuz bir karanlığa açıldı sanki. Elinde üçlü şamdan, sırtı hafif bükülmüş, saçları dökülmüş, kısık gözlü bir amca açtı kapıyı. Selamünkavlen korku filmi gibi ortam…

“Hayırdır bey oğlum? Bu yana pek gelip giden olmaz, memur musunuz acaba?”
“Yok, amca memur değilim ben. Arkadaşımın evine gidiyordum da buradan epey uzakta. Yağmurda çamur mamur olur diye çekindim, sizin eve sığınayım dedim kesilene kadar.”
“Makul. Bu mevsimde ziyadece yağar. Benim de pek ziyarete gelenim yoktur. Balkonda oturmuş plak dinliyordum. Buyur yukarı çıkalım, ayakkabını çıkarmana lüzum yok.”

Amcanın peşinden o kadar ürperti duymama rağmen eve girdim. Her yer karanlık, perdeler bile sıkı sıkıya örtülü. Eşyaların modası geçeli yarım asır olmuştur herhalde, bir kısmının üstü örtülü. Vitrinlerde eski biblolar, duvarlarda siyah beyaz fotoğraflar, madalyalı fesli paşa dede siluetleri falan var. Amcanın üzerinde Önder Somer robdöşambrı falan var böyle eski filmlerdeki gibi, ayakkabıyla janti bir şekilde geziyor, kesin aileden köşk möşk durumları var belli yani.

“Amca hayırdır elektriklerin mi kesik?”
“Bu evde hiç yok. Binayı yaptırırken suyu bağlatabildim de elektrik olmadı. Tel çekemeyiz dediler, orman arazisi olmasından mütevellit sıkıntı çıkarmış. Ben de eski usul yaşayıp gidiyorum. Işığa pek de ihtiyacım olmuyor zaten. Plaklarım yetiyor bana…”

Amca azıcık acayip belli ama herhalde yaşlılıktan. Araba falan da görmedim, acaba işlerini nasıl görüyor, ihtiyaçlarını nasıl karşılıyor?

“Pek ihtiyacım yoktur bey oğlum. Bir başıma yaşıyorum, civardaki köylüler gelip bırakıyorlar ücreti mukabilinde. Maaşımı falan hep onlar halleder sağ olsunlar.”

Civardaki köylüler? Gelirken pek köye möye rastlamadım ama hayırlısı. Balkonda bir eski koltuğa oturuyor, önündeki sehpada gramofon, yanında da birkaç plak. Ben de içeriden kırılmamasını temenni ettiğim bir sandalye getirip ona oturuyorum. Gramofonun kolunu çeviriyor, yeniden iğnesini ayarlıyor. Bir kere daha inceden Müzeyyen Senar’ın sesi duyuluyor. Yağmurun kasveti, akşam karanlığı, deniz ve orman pek bir güzel görünüyor gözüme. İlk defa böyle bir yere dokunacağım için pişmanlık duyacağım herhalde. Bu amcanın, villanın, ağaçların falan huzurunu kaçırmaktan ürküyorum. Aklıma benim iş gelince sormadan edemiyorum:

“Amca buranın imar iznini falan nasıl halledebildin sen?”
“Ben icradan mütekait olduğumda bey oğlum, devlet emeğimin mukabili olarak bana muazzam bir ikramiye bağışladı. Ben de kendime göre bir ev aradım durdum. İnsanlarla pek uyuşamıyordum. Kefil istiyorlardı bulamıyordum. En son devletten bir ahbabım aracılığıyla burada bir arazi alıp kendi evimi diktirdim ama istediğim gibi olmadı. Özal döneminin acar müteahhitlerinden birinin gadrine uğradım. Paragöz müteahhitle onun yardakçısı mimarın aklına uyduk bir kere. Daracık araziyi satmışlar bana meğerse. Bu daracık araziye kule gibi sığıştırmışlar benim evi.”
“Kalan arazi devletin o zaman?”
“Evet ama satılacak diye duydum birinden. Bir yangını bahane edip satma hesabı kuran vardır elbette.”
“Aslında iyi olabilir amca. Ne bileyim burayı imar ederler, insanlar gelir falan güzel yer.”
“İcra memuruydum ama benden daha vicdansız olanlar var bey oğlum. Nasıl kıyacaklar bunca ağaca, bunca huzura? Ama ben de inat ediyorum. Gücü yeten gelip çıkarsın bakalım.”
“İyi de burada tinerci falan varmış hep, ölenler oluyormuş. Normal insanlar gelse yerleşse fena mı olur?”
“Ahalinin hüsnü kuruntusu o. Ölüm herkesin başında. Bazı müteahhitler buranın peşinde tahmin edebiliyorum.”
“Amca iyi de sen de gelip evini dikmişsin. Başkası neden dikmesin yani?”
“Bu huzur arayışı değil bey oğlum. Tam bir talan! Başkasını da teşvik eden bir talan ki bu yağmaya seni bile beni bile dâhil ediyor. Babamın Fındıklı’daki köşkünü talan etmeseler ben gelip buraya konar mıydım zamanında? Başkasını da fenalık yapmaya zorluyorlar…”

Amcanın üzerine gitmek istemedim. Özal diyor, emeklilik diyor, kesin bir seksen doksan küsur var yaşı. Karnım guruldadığı sırada adam da duyuyor herhalde. Yeniden kuruyor gramofonu.

“Eh. Yemeğin tam vaktidir. Ben sağlığımdan ötürü pek bir şey yiyemiyorum ama sana getireyim bey oğlum.”

Amca kalkarken zahmet vermeyeyim dedim ama ısrar etti, ellerini omzuma koydu. Buz gibiydi hem de yaşından beklenmeyecek denli kuvvetliydi. Kalkıp içeriye gitti şamdanı dahi almadan. Herhalde köstebek misali karanlıkta yaşaya yaşaya alışmıştır. 

Telefonuma bakıyorum. Çekmiyor. Kesin Vedat abi canıma okuyacak, elimi çabuk tutmayışıma kızacak. Tekrar sahile bakıyorum, ağaçları seyrediyorum. Alçaktan uçan, yağmurdan kaçan kuşlara bile rastlamayışım tuhaf geliyor. Civarda kimse yok. Ölenler var ama amca tinerci yok diyor. Ben burada imara açacağım araziyi düşünüyorum. Bir daire de ben alırım herhalde.

Arkamdan birisi aniden kollarımı tutuyor. Kıpırdayamıyorum, sanki karabasan çökmüş gibi. Emekli amca fısıldıyor: “Sana ikram edecek pek bir şeyim yok. Ama benim karnım ziyadesiyle aç bey oğlum…” Aman yarabbi! Tüm o film ortamından, benzincinin ölümlerden bahsetmesinden niye kıllanmadıysam sanki? Demek tüm bu ölümler…

Boynumda hissettiğim acıyla beraber bilincimi kaybediyor gibiyim. Hem sahili hem ormanı görüyorum. Rüzgârın ve yağmurun uğultusu adeta insan sesiymiş gibi inliyor. Kulağımda Müzeyyen Senar’ın sesi, Saba makamından ürpertici ezan gibi çınlıyor: “Sahilde Saba rüzgârı ağlarken uyan sen”…

                                                                             SON
Mehmet Berk Yaltırık
  28 Şubat 2015 – İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder