Selimiye
Camii’nden çıkan dörtlü bir süre için etraftaki insanların tuhaf bakışlarına
hedef oldu. Garip paltolu bir adamı takip eden üç gence turist zannıyla
yaklaşıp giderayak muska yahut tespih satmak isteyen Roman seyyar satıcılar,
Muzaffer’in: “Ablalar! Turist değiliz, almıyoruz!” hamlesine çarparak
dağıldılar.
Muzaffer hızlı hızlı yürürken Engin
bir an koluna asıldı: “Durak aşağıda değil mi?”
“Ne durağı? Arabamla gideriz. Evin
önünde.”
Muzaffer’in evinin önünde sokağın
karanlıklarında bekleyen kırmızı renkli Lada marka arabanın içine
doluştular. Engin, Yaren’le arkaya geçip Çağıl içinden gelen küfürleri
bastırmaya çalışırken kendini ön koltuğa atınca Muzaffer birden bağırdı: “Yavaş
kardeş yavaş! Senden yaşlı bu ihtiyar, saygı göster biraz!” Bunları söylerken
arabasının direksiyonuna sağ eliyle birkaç kere vurmuştu. Çağıl utançla
gözlerini kaçırınca bu sefer Engin’e döndü: “Oraya gidiyoruz ama senden tek
ricam kafana göre hareket etmemen. İnsanların ne olduğunu bilip bilmeden onlara
kabalık yapıp beni ve arkadaşlarını küçük düşürmeyeceğini umuyorum…”
Engin kafasını sallayarak yanıtladı:
“Kendimi tutarım… Tutarım ama… Yine de içimden kötü bir his var. Sanki elimizi
kolumuzu sallayarak belanın ortasına dalıyor gibiyiz…”
Muzaffer: “Endişeni anlıyorum ama
yersiz. Bu gece bunu gerçekten anlayacaksın. Ev ne tarafta?”
“Karşı apartman işte bizim…”
“Tamam da nerede?”
“Ha! Pardon abi… Kaleiçi tarafında. Sinagoga
yürüme mesafesinde. Sinagogun oraya gidelim ben tarif ederim gerisini…”
“Oralarda da öğrenci var mı? Eskiden
Binevler tarafında olurlardı genelde.”
“Binevler doldu taştı abi. Şimdi
Kaleiçi’nde Kıyık tarafında hatta Karaağaç’ta öğrencilere özel apart, yurt
falan açıldı hep.”
“Masa başından kalkıp Edirne’yi
doğru dürüst dolaştığımız yok tabi! Neyse yola koyulalım…”
Kırmızı Lada çalışır çalışmaz şehrin
karanlıklarına karıştı. Arada bir sokak lambalarının ışığının vurduğu arabanın
içinde gergin bir hava vardı. Çağıl bir anda aklına gelen bir soruyu savurdu
ortalığa:
“Muzaffer abi… Senin hikayelerindeki
mekanların gerçeklik payı ne?”
“Nereden aklına esti?”
“Eski Edirne sokaklarında geçen
öykülerin geldi de aklıma şimdi geçerken. Hani Istrancalar’da Dehşet öykünde
geçen Istrancalar Köyü var. Dipnotunda orasının olmadığını söylemişsin.”
“Öyle zaten.”
“Ama ben uydu görüntülerinden
baktım, o bölgede cidden köye benzeyen ama kayıtlarda olmayan bir yerleşim var
gibi.”
“Mübadeleden kalma mezralardan falan
görmüşsündür. Öyle bir köy yok.”
“Peki Kanlı Mehtap’ta geçen Bosnaköy
yolundaki o konak? Yolun sapasında ancak bisikletle geçerken belli belirsiz
ağaçlar arasından fark edilen bir yapı var?”
“Edirne’nin zenginlerinden
birkaçının ihtilaflı evidir. Konak monak yok dediğin yerde. Kurguda gerçekçilik
başka gerçeği anlatmak başka. Benim o hikayelerimdeki şeyler hakikat olsa
doğrusu buralarda beş dakika durmazdım!”
Kısa süren bir yolcuğun ardından Büyük
Edirne Sinagogu’nun olduğu sokağa dönen Muzaffer, Engin’in yönlendirmeleriyle eski
bir apartmanın önünde durdu. Araçtan iner inmez önce Engin’in gösterdiği,
Dmitri’nin oturduğu eski apartmana, ardından karşısındaki apartmana baktı. Tam
o esnada sokak lambalarının tümü birden söndü. Sokak boyunca sıralanmış
apartman dairelerinden gelen tek tük ışıklar haricinde tamamen karanlığa
büründü. Uzaktan uzağa birkaç köpek havlaması işitiliyordu.
Engin hayli gergin bir yüz
ifadesiyle çekine çekine Dmitri’nin oturduğu apartmanın kapısına yürüdü.
Telefonunun ışığıyla bakarak zil düğmelerinden birine bastı. Bir süre sonra
rahatsız edici otomatik sesi duyulunca kapıyı ittirdi. Demir kapı kulak
tırmalayan bir gıcırtıyla açıldı. Engin’in ardından Çağıl’la Yaren apartmana
seğirtti. Hemen arkalarından gelen Muzaffer kinayeli gözlerle kapıya baktı: “En
son Balkan Harbi zamanında falan yağlamışlar herhalde…”
Apartmanın koridorları eski tip
düğmeli lambalardandı. Taş merdivenlerden yukarıya çıkarken en olmadık yerde
sönüp onları sürekli karanlığa maruz bırakıyordu. Dördüncü kata geldiklerinde
bu kattaki lambanın hiç çalışmadığını fark ettiler. Telefonlarının ışıklarında
beşinci kata çıkan merdivenlerin oradaki çelik kapıya yöneldiler. Kapının
üzerinde belli belirsiz bir isim yazıyordu. Muzaffer okumak için hamle
yaptığında çelik kapının tıpkı aşağıdaki kapıya benzer bir gıcırdamayla ağır
ağır açıldığını fark etti.
Soluk sarı bir ışıkla etrafı
dolduran antre ışığında Muzaffer bir çift siyah gözle burun buruna geldi. Sırtına
kadar uzanan uçları hafif kıvrımlı siyah saçlarının soluk ışık altında
parıldadığı esmer bir kadın, yüzünde resmi denebilecek bir gülümsemeyle
karşıladı gelenleri. İçeriden gür bir erkek sesi işitildi: “Koi doide Danica?”
(Kim geldi Danica?) Kadın içeriye seslendi: “Gosti…” (Misafir…) Ardından
konuklara dönerek düzgün bir Türkçeyle: “Hoş geldiniz. Biz de sizi bekliyorduk.
Ben Danica. Ağabeyim Dmitri içeride. Buyrun…”
Antreye önce Muzaffer adımını attı.
Ardından Yaren’le Engin girdiler. Muzaffer’in gözlerinde merak vardı. Yaren ise
endişeyle Engin’in sıkıntılı halini seyrediyordu arada bir. En arkadan yürüyen
Çağıl adımını atarken bir anlığına Danica’yla göz göze geldi. Kadının yüzünde
herhangi bir ifade yoktu ancak Çağıl etkilenmiş gibiydi. Açıktan göremese de
kadının bakışlarında davetkâr bir ışık sezinlemişti. Bir anlığına kadına uzun
uzun baktığını fark edince utanarak Yaren’lerin ardından hızlı hızlı yürüdü
ancak Danica’nın bakışlarını ve gizli işvesini zihninde çevirip çevirip yeniden
seyretmeye başladı.
Evin salonuna geçtiklerinde üstünde
dumanı üzerinde büyükçe bir tavuğun ve genişçe bir kasede salatanın durduğu
yuvarlak bir yemek masasının hemen yanında bekleyen otuzlarının sonunda görünen
bir adamla karşılaştılar. Ayakta bekleyen nizami traşlı, orta boydan biraz daha
uzun ve hafif iri denilebilecek bir adam hafif baş selamıyla kendilerini
karşıladı. Gözleri hafif ürkütücüydü zira biraz sert bakıyordu ancak bunun kısa
sürede yüz yapısı olduğunu anladılar. Adam sağ elini uzatarak hepsiyle
tokalaştı: “Ben Dmitri. Evimize hoş geldiniz.”
Muzaffer, Bulgarca karşılık verdi: “Priatno
mi e.” (Tanıştığımıza memnun oldum.)
Dmitri’nin yüzünde resmi bir sırıtma
peyda oldu: “Bulgarca biliyorsunuz demek?”
Muzaffer içten bir sırıtmayla
karşılık verdi: “Hemşeri sayılırız. Bulgaristan doğumluyum ben. 1989 göçünde
Edirne’ye geldik.”
“Nereden?”
“Kırcaali.”
“Ooo! Dağlılardansınız demek?
Bilirim. Çok iyi tanırım kendilerini. Buyurun. Sofrada konuşalım.”
Sofraya oturduklarında sohbet vaktin
geç olmasına rağmen böyle bir sofra hazırlamış olmalarına teşekkürle başladı.
Dmitri ile Danica daha önce yediklerini söyleyerek onlara katılamayacaklarını
ancak masada sohbeti sürdürebileceklerini belirttiler.
Dmitri: “Demek korku hikayeleri
kaleme alıyorsunuz?”
Muzaffer: “Evet. Balkan folkloru ve
tarihiyle alakalı…”
“Bir gün muhakkak bir araya gelelim.
Bende de anlatacak çok hikaye var. Kereste şirketim var Bulgaristan’da.
Köylülerle çok vaktim geçirdim, çok enteresan şeyler anlatılır hala.”
“Sevinirim ancak derlemiş olma
ihtimalim olabilir. Sırbistan’a, Bulgaristan’a, Yunanistan’a, Makedonya’ya,
Kosova’ya, Bosna’ya hatta Romanya ile Macaristan’a birkaç defa gidip çeşitli
araştırmalar yaptım.”
Dmitri: “Edebiyatı çok takip
etmediğimden tanımıyorum sizi ancak Danica araştırmış, biraz ünlü olduğunuzu
söyledi.”
Muzaffer o esnada Danica’yla göz
göze geldi. Danica ifadesiz bir şekilde bir anlığına kendisini seyreden Çağıl’a
baktı. Bu bakış Çağıl’ı bir anda yeniden öfke nöbetine sokmuştu. Yaren’e karşı
hissettiklerini Danica’ya karşı da hissetmeye başlamıştı. Onu her şeyden ve
herkesten daha çok kıskanıyordu.
Dmitri konuşmasını sürdürdü:
“Sanırım buraya da benim hikayelerinizdeki şeylerden biri olup olmadığımı
anlamak için geldiniz.” Hayli rahatsız edici bir kahkaha savurdu cümlesini
bitirince. Engin masanın altından Yaren’in elini sıkı sıkıya tutuyor, Dmitri’ye
korkulu gözlerle bakıyordu…
DEVAM EDECEK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder