3 Ağustos 2018 Cuma

Varkolakların Gecesi-Bölüm 7


Apartmanının önünde bekleyen Engin ürperdiğini fark etti ansızın. Ancak meltem esintisinden mi yoksa Dmitri’nin apartmanını görmekten mi emin olamadı. Köpek havlamalarının bile işitilmediği kesif bir sessizliğe bürünmüştü gece. Birkaç sokak öteden gelen bir egzoz gürültüsü işitildi. Engin kendi kendine: “Aragazcılar…” diye söylendi.
            Kırmızı bir Lada olabildiğince hızlı şekilde sokağın başında zuhur edince Engin korkusundan bir anda apartmanının girişine sıçradı. Sokağı birazcık inleterek frenleyen aracın şoför mahallinden kireç gibi suratıyla Muzaffer Taş fırladı. Bir-iki saniyeliğine soluklandıktan sonra Varkolakların dairesine baktı. Ardından Engin’e döndü:
            “Engin sen haklıymışsın…”
            “Nasıl yani?”
            “Dmitri… Danica… Hayal görmemişsin. Gerçekler.”
            “Abi iyi misin? Yarım saat önce buradan ayrılırken kafanı rahatlat, hayal görmüşsündür falan diyordun da?”
            “Senin yüzünden!”
            “Benim?”
            “Yani olayı aktarış biçimin yüzünden. Bana gelip vampir gördüm dedin, soyadlarını söylemedin. Eve girerken soyadlarını okuyabilsem işler başka türlü olurdu. Sen de soyadlarını söylemedin bana…”
            “Varkolak? Varkolaklar? Ne yani soyadından mı anladın vampir olduklarını?”
            “Bu soyadı değil Engin. Bir tür aile adı gibi görünse de aslında lakap. Bulgarca’da vampire takılan isimlerden biri. Dmitri daha yaşarken ona bu lakabı taktılar. Varkolak Dmitar Voyvoda!” Muzaffer bunu söyledikten sonra iç cebinden çıkardığı eski fotoğrafı Engin’e uzattı: “Şu ortadan üçüncüyü saçsız sakalsız düşün…”
            Engin fotoğrafı eline alıp apartmanın girişindeki soluk ışıkta resmi seçmeye çalıştı. Muzaffer’in bahsettiği adama baktığında ilk ne demek istediğini anlayamadı ancak sonradan Dmitri’yi bu eski fotoğrafta görerek korkuyla ürperdi.
            “Muzaffer abi… Kendi türlerini soyadı olarak yazmaları garip değil mi?”
            “Herhalde Edirne’de o ismi artık hatırlayan kimsenin olmadığını düşündüler. İyi ki de yaptılar.” Kafasına bir-iki kere sertçe vurdu: “Bahtıma tüküreyim! Benim kurguladığım şeylerden daha korkuncuna çattık Engin! Daha da kötüsü artık benim de peşimdeler. Biz bittik! Artık Buçuktepe’den öte köy yok bizim için. Tabi cesetlerimiz bulunabilirse…”
            “Seninle ne alakası var?”
            “Benim gerçek cadıcı olduğumu biliyorlar.”
            “Nasıl yani? Sen gerçekten… Cadıcı mısın abi? Hani o eski Osmanlı şeylerindeki gibi?”
            Muzaffer üstünü başını gösterdi: “Bunları sadece koleksiyonculuğumun, yazarlığımın bir sonucu mu elde ettim sence?”
            “Dmitri’yi araştırırken senin hikâyelerini çok kurcaladım abi. Makalelerini de okudum. Cadıcılığın tarihe karıştığını yazmıştın.”
            “Bir tür batıl inanç zannediyordum şu geceye kadar.”
            “Cadıcılar “ocaklı” diye yazmıştın. Babadan oğula geçiyormuş yani. Eğer öyleyse…”
            “Aile arasında bir tür batıl inanç sanıyordum. Türkiye’ye gelmeden evvel Kırcaali’deyken rahmetli dedemden el almıştım. Bu palto dedemin üzerindeydi, odasının camları örtülüydü. Babamla amcam da vardı. Bakırdan paşa mangalı vardı aramızda, sönüktü ama biraz ısı yayıyordu hala hatırlarım. Sağ elimi iki eliyle sımsıkı tutup bir sürü dua okudu rahmetli. Türkçe tekerlemeler, bir-iki Bulgarca lakırdı… Sonra bu cadıcı manyağını ya da paltoyu çıkarıp bana giydirdi. Odadakilerin tek tek elini öptüm. Sonra dedem yeşil ipekten bir mendile biraz kül ve kömür parçası aldı ocaktan, düğüm üstüne düğüm attı. Bir ipe sarıp muska misali boynuma taktı. “Ocağımız sende tütecek” dedi. Çocuğum hiçbir şey anlamıyordum. Sonra babam pek kafama takmamam gerektiğini, saygıdan böyle bir şey yaptıklarını, kimseye anlatmamamı tembihledi. Cadıcıları araştırmaya başladım. Bu eşyaların çoğunu sakladım, başkalarını da buldum. Topladığım bilgileri, söylenceleri öyküleştirdim. Gerçek olacağını bilemezdim çünkü masaldı. Balkanları boydan boya dolaştım. Karpat dağlarına, haritalara geçmemiş Sırp köylerine, Arnavut dağ köylerine, Bulgaristan ormanlarına gittim, kırk türlü yer gezdim, hikâyeler derledim. Hiç hakiki bir vampirle karşılaşmadım. Bu geceye kadar. Aslında daha erken anlayabilirdim onların vampirliğini. Ama belki de iyi oldu. Oradan sağ çıkamayabilirdik.”
            “Aynaya falan bakarak mı? Sahi kutsal su nasıl zarar vermedi onlara?”
            “Kutsanmış su falan değildi. Ben seni psikolojik açıdan sakinleştirmek için yalan söyledim. İyi de oldu. Aslında gerek de yoktu. Bir yerde vampir olup olmadığını anlamak için illa görmen gerekmez. Daha doğrusu bir vampir arıyorsan etraftaki işaretleri iyi okumalısındır.”
            “Hangi işaretler?”
            “Apartmandaki çürüme, kapının eskimesi, ışıkların arızalı halleri… Vampirler lanetli varlıklardır. Bulundukları yer lanetlerini taşıyamaz. İnsanlar sıklıkla karabasan yaşar, huzursuz olur. Hayvanlar hep tedirgindir.”
            “Abi korkum daha da arttı şimdi…”
            “Emin ol benim duyduğum korku senden daha fazla, daha yakıcı… Evime geldiler. Beni öldüreceklerdi.”
            “Nasıl ya? Davetsiz?”
            “Ben Varkolaklar yazısını okumadan önce davet etme gafletinde bulundum. Neyse ki kurtuldum ellerinden. Ama tehlikedeyiz. Hepimiz tehlikedeyiz.”
            “Polise mi gitsek?”
            “İnandıramayız. Deli deyip gülüp geçerler haklı olarak.”
            “Onları yok edemez miyiz?”
            “Sabahı görebilirsek belki. Ama… Yine de bu dehşetle boy ölçüşebilecek başka bir dehşet biliyorum!”
            “Başka bir dehşet mi?”
            Tam o esnada Yaren’le Çağıl’ın merdivenlerden ağır ağır aşağı inmekte olduklarını fark ettiler. Muzaffer fısıldadı: “Bir bahane uydur. Onları başka bir yere gönder. Sen de benimle geleceksin…”
            Engin, apartman kapısını açan Yaren’le Çağıl’ın yanına seğirtti: “Ya size yukarıda söyleyemedim. Bizim Osman’ın kız arkadaşı gelecekmiş. Rahatsız olurlar şimdi. Siz… Çağıl’a geçsenize? Ben de Muzaffer abiyle bir şey konuşup yanınıza geleceğim…”
            Çağıl’ın içinde zayıf bir kıpırtı peyda oldu. Yaren: “Peki madem” diyerek anlamsızca kafasını salladı. İkisi sokağın sonuna doğru uzaklaşırken Engin yanına oturduğu Muzaffer’e baktı: “Onu Çağıl’lara göndermek de hiç işime gelmiyor ya…”
            “Çağıl’ın aklı şimdi Bulgar kızının hayaliyle doludur boş ver!”
            Kırmızı Lada gecenin sessizliğini bozarak ilerlerken Engin sordu: “O fotoğraf. O silahlı adamlar kim?”
            “Bulgar komitacıları. Yüz sene önce Balkan dağları bunlarla doluydu. Dmitar’dı o zaman deyyusun ismi. Kazanluklu. Hortlamadan önce de sayısız katliama imza attığından kendi milleti bile “Zalim” diye anar hala onu. Bulgar köylerinde hala köy basan, çocuk öldüren Dmitar’ın destanları, türküleri bilinir.”
            “Türkü mü?”
            Ezgileriyle ve Türkçeleriyle birlikte okudu türküleri Muzaffer: “Dmitar lyo vie zhestar! Dmitar lyo vie kruvozhaden! Makhai se ot tuk!” (Dmitar seni zalim! Dmitar seni kana susamış! Defol git buradan!)… Selishto sa izgoreni! Detsa sa bili ubiti! Maĭkite prolivat sŭlzi! Dmitar vinagi gi napravil! (Köyleri yakıldı! Çocuklar öldürüldü! Anneler gözyaşı döktü! Dmitar hep bunları yaptı!)
            “Eşkıya falan demek ki…”
            “Köy ağalarından birinin oğluymuş. Sonra çetelere girmiş. Kazanluk ve civar köylere kan kusturmuş. Kanlarına girdiği sayısız çocuk ve kadınla hızla korku salmış.”
            “Kaç yaşında?”
            “Çok yaşlı değil. Şimdi göründüğü yaşlardayken ölmüş. Komitacıların çetelerin zamanında. Kendi komitası dahi sonradan bunu ortadan kaldırmaya çalışmış. İşret sofrasında eceliyle gebermiş köpek 1880’lerde.
            “Neden bu kadar güçlü?”
            “O aslında azap çekiyor. Cehennemlik. Isırılmadan dönüşenlerden. Günahlarının çokluğundan toprak kabul etmemiş. Kız kardeşi olduğuna ve yanında silahla dolaştığına dair türkülere denk gelmiştim. Doğruymuş demek. Bunca sene onun yardımıyla cadıcı kazığından postu kurtarmış.  Ama asıl kudreti olduğu şey.  O ısırılarak dönüştürülen bir hortlağa göre daha kuvvetli…
            “Peki biz şimdi nereye gidiyoruz.”
            “Onunla başa çıkabileceğini düşündüğüm birinden yardım almak için. Kırklareli’ne gidiyoruz şu an. Çukurpınar-Dupnisa mıntıkasına. Istrancalar köyü yakınlarında bir yere.”
            “Kırklareli ne alaka?”
            “Onu öldürmek istemiyor musun?”
DEVAM EDECEK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder