Apartmanının
önünde bekleyen Engin ürperdiğini fark etti ansızın. Ancak meltem esintisinden
mi yoksa Dmitri’nin apartmanını görmekten mi emin olamadı. Köpek havlamalarının
bile işitilmediği kesif bir sessizliğe bürünmüştü gece. Birkaç sokak öteden
gelen bir egzoz gürültüsü işitildi. Engin kendi kendine: “Aragazcılar…” diye
söylendi.
Kırmızı bir Lada olabildiğince hızlı
şekilde sokağın başında zuhur edince Engin korkusundan bir anda apartmanının
girişine sıçradı. Sokağı birazcık inleterek frenleyen aracın şoför mahallinden
kireç gibi suratıyla Muzaffer Taş fırladı. Bir-iki saniyeliğine soluklandıktan
sonra Varkolakların dairesine baktı. Ardından Engin’e döndü:
“Engin sen haklıymışsın…”
“Nasıl yani?”
“Dmitri… Danica… Hayal görmemişsin.
Gerçekler.”
“Abi iyi misin? Yarım saat önce
buradan ayrılırken kafanı rahatlat, hayal görmüşsündür falan diyordun da?”
“Senin yüzünden!”
“Benim?”
“Yani olayı aktarış biçimin
yüzünden. Bana gelip vampir gördüm dedin, soyadlarını söylemedin. Eve girerken
soyadlarını okuyabilsem işler başka türlü olurdu. Sen de soyadlarını söylemedin
bana…”
“Varkolak? Varkolaklar? Ne yani
soyadından mı anladın vampir olduklarını?”
“Bu soyadı değil Engin. Bir tür aile
adı gibi görünse de aslında lakap. Bulgarca’da vampire takılan isimlerden biri.
Dmitri daha yaşarken ona bu lakabı taktılar. Varkolak Dmitar Voyvoda!” Muzaffer
bunu söyledikten sonra iç cebinden çıkardığı eski fotoğrafı Engin’e uzattı: “Şu
ortadan üçüncüyü saçsız sakalsız düşün…”
Engin fotoğrafı eline alıp
apartmanın girişindeki soluk ışıkta resmi seçmeye çalıştı. Muzaffer’in
bahsettiği adama baktığında ilk ne demek istediğini anlayamadı ancak sonradan
Dmitri’yi bu eski fotoğrafta görerek korkuyla ürperdi.
“Muzaffer abi… Kendi türlerini
soyadı olarak yazmaları garip değil mi?”
“Herhalde Edirne’de o ismi artık
hatırlayan kimsenin olmadığını düşündüler. İyi ki de yaptılar.” Kafasına bir-iki
kere sertçe vurdu: “Bahtıma tüküreyim! Benim kurguladığım şeylerden daha
korkuncuna çattık Engin! Daha da kötüsü artık benim de peşimdeler. Biz bittik!
Artık Buçuktepe’den öte köy yok bizim için. Tabi cesetlerimiz bulunabilirse…”
“Seninle ne alakası var?”
“Benim gerçek cadıcı olduğumu
biliyorlar.”
“Nasıl yani? Sen gerçekten… Cadıcı
mısın abi? Hani o eski Osmanlı şeylerindeki gibi?”
Muzaffer üstünü başını gösterdi:
“Bunları sadece koleksiyonculuğumun, yazarlığımın bir sonucu mu elde ettim
sence?”
“Dmitri’yi araştırırken senin
hikâyelerini çok kurcaladım abi. Makalelerini de okudum. Cadıcılığın tarihe
karıştığını yazmıştın.”
“Bir tür batıl inanç zannediyordum
şu geceye kadar.”
“Cadıcılar “ocaklı” diye yazmıştın.
Babadan oğula geçiyormuş yani. Eğer öyleyse…”
“Aile arasında bir tür batıl inanç
sanıyordum. Türkiye’ye gelmeden evvel Kırcaali’deyken rahmetli dedemden el
almıştım. Bu palto dedemin üzerindeydi, odasının camları örtülüydü. Babamla
amcam da vardı. Bakırdan paşa mangalı vardı aramızda, sönüktü ama biraz ısı
yayıyordu hala hatırlarım. Sağ elimi iki eliyle sımsıkı tutup bir sürü dua okudu
rahmetli. Türkçe tekerlemeler, bir-iki Bulgarca lakırdı… Sonra bu cadıcı
manyağını ya da paltoyu çıkarıp bana giydirdi. Odadakilerin tek tek elini
öptüm. Sonra dedem yeşil ipekten bir mendile biraz kül ve kömür parçası aldı
ocaktan, düğüm üstüne düğüm attı. Bir ipe sarıp muska misali boynuma taktı.
“Ocağımız sende tütecek” dedi. Çocuğum hiçbir şey anlamıyordum. Sonra babam pek
kafama takmamam gerektiğini, saygıdan böyle bir şey yaptıklarını, kimseye
anlatmamamı tembihledi. Cadıcıları araştırmaya başladım. Bu eşyaların çoğunu
sakladım, başkalarını da buldum. Topladığım bilgileri, söylenceleri
öyküleştirdim. Gerçek olacağını bilemezdim çünkü masaldı. Balkanları boydan
boya dolaştım. Karpat dağlarına, haritalara geçmemiş Sırp köylerine, Arnavut
dağ köylerine, Bulgaristan ormanlarına gittim, kırk türlü yer gezdim, hikâyeler
derledim. Hiç hakiki bir vampirle karşılaşmadım. Bu geceye kadar. Aslında daha
erken anlayabilirdim onların vampirliğini. Ama belki de iyi oldu. Oradan sağ
çıkamayabilirdik.”
“Aynaya falan bakarak mı? Sahi
kutsal su nasıl zarar vermedi onlara?”
“Kutsanmış su falan değildi. Ben
seni psikolojik açıdan sakinleştirmek için yalan söyledim. İyi de oldu. Aslında
gerek de yoktu. Bir yerde vampir olup olmadığını anlamak için illa görmen
gerekmez. Daha doğrusu bir vampir arıyorsan etraftaki işaretleri iyi
okumalısındır.”
“Hangi işaretler?”
“Apartmandaki çürüme, kapının
eskimesi, ışıkların arızalı halleri… Vampirler lanetli varlıklardır.
Bulundukları yer lanetlerini taşıyamaz. İnsanlar sıklıkla karabasan yaşar,
huzursuz olur. Hayvanlar hep tedirgindir.”
“Abi korkum daha da arttı şimdi…”
“Emin ol benim duyduğum korku senden
daha fazla, daha yakıcı… Evime geldiler. Beni öldüreceklerdi.”
“Nasıl ya? Davetsiz?”
“Ben Varkolaklar yazısını okumadan
önce davet etme gafletinde bulundum. Neyse ki kurtuldum ellerinden. Ama
tehlikedeyiz. Hepimiz tehlikedeyiz.”
“Polise mi gitsek?”
“İnandıramayız. Deli deyip gülüp
geçerler haklı olarak.”
“Onları yok edemez miyiz?”
“Sabahı görebilirsek belki. Ama…
Yine de bu dehşetle boy ölçüşebilecek başka bir dehşet biliyorum!”
“Başka bir dehşet mi?”
Tam o esnada Yaren’le Çağıl’ın
merdivenlerden ağır ağır aşağı inmekte olduklarını fark ettiler. Muzaffer
fısıldadı: “Bir bahane uydur. Onları başka bir yere gönder. Sen de benimle
geleceksin…”
Engin, apartman kapısını açan
Yaren’le Çağıl’ın yanına seğirtti: “Ya size yukarıda söyleyemedim. Bizim
Osman’ın kız arkadaşı gelecekmiş. Rahatsız olurlar şimdi. Siz… Çağıl’a
geçsenize? Ben de Muzaffer abiyle bir şey konuşup yanınıza geleceğim…”
Çağıl’ın içinde zayıf bir kıpırtı
peyda oldu. Yaren: “Peki madem” diyerek anlamsızca kafasını salladı. İkisi
sokağın sonuna doğru uzaklaşırken Engin yanına oturduğu Muzaffer’e baktı: “Onu
Çağıl’lara göndermek de hiç işime gelmiyor ya…”
“Çağıl’ın aklı şimdi Bulgar kızının
hayaliyle doludur boş ver!”
Kırmızı Lada gecenin sessizliğini
bozarak ilerlerken Engin sordu: “O fotoğraf. O silahlı adamlar kim?”
“Bulgar komitacıları. Yüz sene önce
Balkan dağları bunlarla doluydu. Dmitar’dı o zaman deyyusun ismi. Kazanluklu.
Hortlamadan önce de sayısız katliama imza attığından kendi milleti bile “Zalim”
diye anar hala onu. Bulgar köylerinde hala köy basan, çocuk öldüren Dmitar’ın
destanları, türküleri bilinir.”
“Türkü mü?”
Ezgileriyle ve Türkçeleriyle birlikte
okudu türküleri Muzaffer: “Dmitar lyo vie zhestar! Dmitar lyo vie kruvozhaden!
Makhai se ot tuk!” (Dmitar seni zalim! Dmitar seni kana susamış! Defol git
buradan!)… Selishto sa izgoreni! Detsa sa bili ubiti! Maĭkite prolivat sŭlzi! Dmitar
vinagi gi napravil! (Köyleri yakıldı! Çocuklar öldürüldü! Anneler gözyaşı
döktü! Dmitar hep bunları yaptı!)
“Eşkıya falan demek ki…”
“Köy ağalarından birinin oğluymuş.
Sonra çetelere girmiş. Kazanluk ve civar köylere kan kusturmuş. Kanlarına
girdiği sayısız çocuk ve kadınla hızla korku salmış.”
“Kaç yaşında?”
“Çok yaşlı değil. Şimdi göründüğü
yaşlardayken ölmüş. Komitacıların çetelerin zamanında. Kendi komitası dahi
sonradan bunu ortadan kaldırmaya çalışmış. İşret sofrasında eceliyle gebermiş
köpek 1880’lerde.
“Neden bu kadar güçlü?”
“O aslında azap çekiyor.
Cehennemlik. Isırılmadan dönüşenlerden. Günahlarının çokluğundan toprak kabul
etmemiş. Kız kardeşi olduğuna ve yanında silahla dolaştığına dair türkülere denk
gelmiştim. Doğruymuş demek. Bunca sene onun yardımıyla cadıcı kazığından postu
kurtarmış. Ama asıl kudreti olduğu
şey. O ısırılarak dönüştürülen bir
hortlağa göre daha kuvvetli…
“Peki biz şimdi nereye gidiyoruz.”
“Onunla başa çıkabileceğini
düşündüğüm birinden yardım almak için. Kırklareli’ne gidiyoruz şu an.
Çukurpınar-Dupnisa mıntıkasına. Istrancalar köyü yakınlarında bir yere.”
“Kırklareli ne alaka?”
“Onu öldürmek istemiyor musun?”
DEVAM EDECEK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder