28 Şubat 2019 Perşembe

Varkolakların Gecesi-Bölüm 19


Hortlak, Muzaffer ve Engin, birkaç sokak ötede bulunan loş ışıklarla kısmen aydınlanan bir parkın önüne geldiklerinde duraksadılar. Muzaffer ekip arabalarının ışıklarının görünmediğine kanaat getirince koşturmayı bırakmış, ardından da kendini banklardan birine atmıştı. Engin de hemen yanına oturup yaşadıklarını şokunu atlatmaya çalışırcasına başını ellerinin arasına alarak düşüncelere dalmıştı. Abdülharis, etrafa usulca göz gezdirerek tam karşılarına geçip sırıtmıştı: “Bu ışıklar bana eski işret sofralarını hatırlattı. Asırlardır yemeyi içmeyi hiç özlemediğim halde zaman zaman işret sohbetlerini, sazla sözle geçen meclisleri aradığım oluyor. Bunlardan aldığım keyif çok başka olurdu. Artık… Sarhoş olamadığımdan o tadı, o muhabbeti bulamıyorum…”
            Muzaffer soluklandıktan sonra kafasını salladı: “Paşa hazretleri… Korku öyküleri yazan biri olarak bir hortlakla sohbet edebilmek benim için elbette ilginç bir deneyim ve kaçırılmaz bir fırsat. Gel gelelim şu an peşinde olduğumuz bir varkolak varken sırası değildir diye düşünüyorum…” Bir anlığına sokaklara bakınarak: “Varkolaklar yetmiyormuş gibi bir de devriyeler var…” diye söylendi ardından. Engin, cadıcıya bakarak: “Ceset olmadığından bizi kimse suçlayamaz ama yine de şüphelenirlerse alıkoyabilirler. Paşa bize yardımcı olabilir belki abi?” diye sordu. Abdülharis alaycı bir gülüşle karşılık verdi: “Eskiden olsa… Nereden baksanız seksen yıl kadar geciktiniz onun için. Soyadı ve unvanlar kanunu ile birlikte benim paşalık artık sadece lafta kaldı. Bu saç ve bıyıkla emekli general olduğumu zannedeceklerini de pek düşünmüyorum!”
            Dimitar’ın evinden çıkarken yanlarına aldıkları haritayı çıkarıp yeniden göz gezdirdi loş ışığın altında Muzaffer. Kendi kendine söyleniyordu: “Prenses ve kuyumcu… Anlamları ne olabilir ki?” Abdülharis ciddileşti: “Her şey ve hiçbir şey. Dimitar’ın kendini feda etmesi boşuna değildi. Öteki varkolak öylesine uzaklaştı ki peşinden gitsem yakalamam kabil olmazdı. Buraya geldikleri bir şey var…” Engin güç bela kafasını toparlayarak bu sefer hortlağa döndü: “Bir tılsım, büyülü bir şey olabilir mi? Şu Hunaşamzade’den bahsetmiştiniz, onun gibi böyle başka esrarlı bir şey olmasın?” Abdülharis bıyıklarını düzeltti: “İstanbul gibi muazzam bir gizemler girdabının dibinde olmasından mülhem belki de Edirne’nin de kendince sırları var. Hunaşamzade de bunlardan birisi. Beni şu halimle hala ürpertebilir kendisi. Ancak burada yok. Ölmemiş, yaşıyor, varlığını hissediyorum ama buradan uzakta. Epey uzakta. Onun haricinde bu varkolakları buraya çekip getirecek şeyin ne olduğunu bilemiyorum. Saklanan muskalar, tılsımlar vardır elbet ama onların işine yaramaz…”
            Muzaffer haritayı Abdülharis’e gösterdi: “Paşam isimden yola çıkamıyorsak yerlerinden yola çıkalım… Bir işaret sınırın ötesinde, Kastanies’in yani Kestanelik’in yukarısında Maraş köyünde.” Engin atıldı: “Eski adı ne acaba? Belki oradan bir şeyler çıkarırız…” Abdülharis elini salladı: “Ben kendimi bildim bileli Maraş. Bir sefer yolum düştü. O köyde çiftlik sahibi olan, Edirne sarayının kapıcılarından mütekait bir tanıdığım vardı. Daha ben paşa olmadan evvel yanına uğramıştım birkaç günlüğüne. Unutup gitmiştim, eski zaman ama şimdi hatırladım. Köyün adını verenlerin ta Sultan Mehmed Han-ı Sani, siz Fatih diyorsunuz işte onun zamanında, belki de daha eskiden o köye yerleştirildiğini, bu yüzden bu ismi aldıklarını söylemişlerdi köyün ileri gelenleri. Rivayete göre Sultan Mehmed, sultan değilken Dulkadirli Türkmenlerinin beylerinden birinin kızıyla evlendirilmiş. Galiba Sıtti Mükrime Hatun. Köylüler bu bey kızı ile birlikte gelen hizmetkârların torunlarıymış hep. Geçmiş zaman nereden hatırladıysam…” Cadıcının gözleri bir anda kısılmıştı: “Diğer yer de Yıldırım’da bir yer… Hacı Sarraf mahallesi… Sarraf, kuyumcuya tekabül ediyorsa… Prenses dedikleri de Sıtti Mükrime olmalı… İyi de neden işaretlemişler…”
            O anda sanki bir şey bulmuş gibi Muzaffer heyecanla ayağa fırladı. Abdülharis şaşkınca bakarken bir an ona döndü: “Paşam! Belki bunu da hatırlarsın… Yıldırım’da Hacı Sarraf ve Maraş köyleri bana iki ismi hatırlattı. Belki size de tanıdık geliyordur!” Hortlak elini salladı: “Bunca sene içerisinde unutmamışsam bahtına! Neymiş onlar?” Muzaffer: “Cennet Kadın ile Bıyıklı Ali…” deyince hortlağın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Bu haliyle o loş ışıkta hayli ürkütücü görünüyordu: “Sen onları nereden biliyorsun?” Engin kaşlarını çatarak söze girdi: “Söyleyin de biz de bilelim!”
            Abdülharis, Engin’e döndü: “Bunlar bir vakitler Edirne’ye dehşet saçan hortlaklardır. Ama çok eski... Şimdiki takvimle 1700'lerin başında. Ben daha hortlamadan evvel hatta paşa bile değilken… Bunların lakırtısı uzun süre anlatılmıştı. Hatta o dönem padişah Edirne Sarayı’nda bulunduğundan ta sadrazama kadar gitmişti anlatılanlar… Edirne kadılarından biri demişti…” Muzaffer: “Mirzazade Mehmed Efendi. Onun mektubu anonim Osmanlı tarihlerinden birinde geçiyor paşa hazretleri. Bu iki hortlaktan “vahşet” diye bahsediliyor ve mezarlarının açılarak Ebussuud Efendi fetvasındaki tedbirlerin uygulandığı söyleniyor.” Hortlak kafasını salladı: “Hatırladım. Rumeli’de böyle şeyler o vakitler olağandı ama bu ikisinin sebep olduğu korkuyla ta bizim Kırklareli’ne kadar mıntıka çalkalanıyordu. Duyan duymayan, bilen bilmeyen söylerdi bu iki hortlağı. “Vahşet” diye zikredilmeleri beyhude değildir, ölümler olmuştu. Kanı çekilen ölüler… Ben dönemin Edirne kadısını bir eşkıya takibinden mülhem biliyordum, bu lakırtılar sağı solu sarınca kalkıp yanına gittim bir gün.” Engin aniden sordu: “Ben Muzaffer abinin makalelerinde okudum, o dönem inanılıyormuş. Neden bu kadar garipsemiştiniz?” Abdülharis elini salladı yine: “Siz bilmezsiniz Viyana bozgunu senelerinde buraları hep Rumeli muhacirleri doldurdu. Ahali onlarla birlikte hortlak cadı taifesinin de dağları, ormanları, harabeleri bırakıp geldiğine inandı. İşte tam bu esnada Edirne’de küffar takvimiyle 1700’ün başlarında bu iki hortlağın mezarlarının açılıp kazıklandığını işittim. Kadıyı ziyaret ettiğimde bana ölümleri ve açılan mezarları anlattı. Lakin… Şimdi bir şeyi daha hatırladım! Bunlar eksik yapmışlar sanırım… Kadı Mehmed Efendi bana adamlarının korkudan her iki mezara gündüz gözüyle dahi bakamadıklarını söylemişti. Cesetlerin uzamış saçları ve tırnakları, kanlı gözleri derken korkmuşlar hayli. Eh! Bir yandan da kadı mezar açıldı diye şikâyet olur görevden alınır diye çekindiğinden sadece yerlerinden kalkmasınlar diye cesetlerin kazıklanıp gömüldüğünü söylemişti… Bana hayli garip gelmişti bu vaka. Hoş! Birkaç sene sonra da biz hortladık ya neyse… Bunların varkolaklarla alakası ne peki?”
            Muzaffer’in yine gözleri parıldamıştı: “Tamam! Şimdi anladım! Paşam siz nasıl biliyorsunuz bilmem de bizim cadıcı taifesinin inançlarındandır. Daha çok Sırp taraflarında denk geldim ama bunlar da oralardan olduklarından peşlerinde oldukları şeyi galiba çözdüm… İnanışa göre kudretli bir vampir, daha güçlü ancak ölmüş bir vampirin kanını içerse onun kudretine sahip oluyor.” Abdülharis yine alaycı gülümsemesiyle karşılık verdi: “Duymadım ama ihtimaldir. Yine de kocakarı lakırtılarına ihtiyatla yaklaşmalı. Vampir, hortlak ölünce kanı kalmaz ki ne var ne yok kül olur…” Hortlağın yüzündeki alaycı gülümseme donmuştu bir anda: “Eğer sade kazıklanırlarsa yani kafa kesilmesi ve yakma yoksa… Ceset bozulmadan uyur vaziyette kalır. Hem de asırlarca. Yani tam da böyle bir kudreti arayan vampir için bekler durur… Kesin senin makalelerden birinden okuyup fark etmişlerdir bu teferruatı cadıcı!”
            Muzaffer başını salladı: “Muhtemelen. Peki bir hortlağı nasıl diriltebilirler paşam? Kurumuş kanların yeniden akar hale gelmesi için ne yapılmalıdır?” Abdülharis kafasını salladı: “Bunu iyi tetkik etmişsin. Ceset ilk elde kuru kadavradır. Bu haldeyken toprağına yahut doğrudan ağzına kendi kanını akıtıp onu çağırırsın. Uyanan kısa bir süreliğine senin kurbanından farksızdır, lakin sonrasında asla zapt edemezsin.” Engin bir anda ayağa fırladı: “O zaman bir an önce Maraş köyüne gidip engelleyelim!”
            Abdülharis’in yüzünde yine müstehzi bir sırıtış peyda oldu: “Hiç avlanmaya gitmediğin belli oluyor delikanlı. Sansar yahut tilkinin, hatta kurdun peşinde taban tepmezsin. Geleceği yeri bilir önünde beklersin… Yıldırım’a gidiyoruz. Kadı Mehmed Efendi, Cennet Kadın’ın oradaki Rum Mezarlığı’nın karşısındaki Müslüman mezarlığında yattığını söylemişti.” Muzaffer arabasının anahtarlarını çıkararak salladı: “Zincirli Kuyu Sokak’la Tahtalı Kuyu Sokak var. Tam ortalarından Yıldırım Caddesi’nin geçtiği yer. Eski mezarlığın olduğu mıntıka!”
            Yıldırım Mahallesi’nde çoğu insan uykudaydı. Bazen parklarda peyda olan şarapçılar dahi ortalıkta görünmüyordu. Maraş köyündeki sadece temelleri kalmış camiinin ve taşları kayıp Osmanlı mezarlığına yıldırım misali inen Danica, sahip olacağını düşündüğü kudretin hazzıyla ağabeyinin ölümüne neredeyse sevinerek bileğini yararak toprağın üstüne lalettayin saçıp toprağın altında yatan Bıyıklı Ali’ye seslendikten ve onu toprağın üzerine çektikten sonra kanını içip yeniden toza toprağa karıştırmış, şimdi de hayli azametli bir hortlağın ölü sayılan kanı ve kudreti damarlarında dolaşıyorken Yıldırım’a gelmişti. Her şey plana uygundu. Ağabeyi öldürülmeden önce kanını ve kudretini aktarmıştı. Cadıcıları kandırmak için kendini feda ederken o da yerini bir-iki gün öncesinde ancak tespit edebildikleri Bıyıklı Ali’yle Cennet Kadın’ın yattığını tahmin ettikleri mıntıkalara tek başına gelmişti. Osmanlı’nın hüküm sürdüğü vakitlerde Edirne’ye dehşet saçmış hortlaklardan ilkinin kudretine sahip olunca, bu gücün fazlasına kavuşmak için pervasızca Yıldırım’a inmişti. Rum Mezarlık Sokağı’nın tam ortasına gelip yine kanını toprağa akıtıp bu kez Cennet Kadın’ı çağırmıştı. Ahalinin üzerine öylesine bir efsunda bulunmuştu ki Cennet Kadın, kalbinde kazıkla toprağı, taşları parçalayarak yeryüzüne çıktığında dahi gürültüsüne uyanan olmamıştı.
            Cennet Kadın’ı başıboş bırakmayarak boynunu parçalayan, asırlardır uyumakta olup yeniden çağıldamaya başlayan kanı içen Danica, ancak ağzına kül ve toprak dolduğu zaman duraksamıştı. Cennet Kadın’ın külleri toprağa saçılırken, o an için dünya da, üzerindekiler de gözüne zavallı olarak göründü. Zavallı ve çaresiz… Savunmasız kan torbaları yeryüzünde onun emrine amade dolanıyorlardı. Onun gibi olanların hükmü ise bunca kudretin yanında bir hiçti. Bunu her zerresinde hissediyordu. O esnada kendisi misali güç taşıyan bir varlığın kendisine yaklaştığını fark ederek pençelerini ve dişlerini göstere göstere caddenin diğer ucuna doğru döndü. Abdülharis ağır adımlarla yaklaşırken kollarını iki yana açtı: “Aman efendim! Bu ne öfke, bu ne hiddet! Kılıcımdan yahut benden yana korkmayın, ikimizden de zarar gelmez…” Varkolak hırıldayınca duraksadı. Kendi türü için bile hayli vahşi ve tehlikeli sayılabilecek bir varlığa, asırların kan dökücülüğü olmasa böylesine sakin ve serinkanlılıkla yaklaşamazdı. “Size karşı kılıç çekebilir miyim ki? Böylesine bir güce boyun eğişime inanmayacaksınız ama kabul edin ki hakikat… Hem size böylesine boynumu uzatıyorken reddedebilir misiniz?”
            Böyle deyince varkolak duraksadı. Abdülharis’in kollarına bir anda yapışarak boğazına hamle etti. Hortlak boynunu geriye çekip kendini yere bırakırken: “Cadıcı!” diye bağırdı. Arkalarındaki arabanın ardından fırlayan Muzaffer, Bozhidar’ın kazığını Danica’nın göğsüne saplayıvermişti. Paşa son anda yere yıkılır gibi olup gerisingeri uçarak uzaklaştığından varkolakın göğsünü parçalayarak çıkan kazığın kendine de saplanmasından son anda kurtuldu. Varkolak hırıldayarak toza toprağa karışırken Abdülharis sakin adımlarla Muzaffer’e ve hemen ardındaki Engin’e doğru yaklaştı. Yüzündeki ciddi ifade her ikisini de rahatsız etmişti: “Varkolak belasını hallettik ama bir mevzu daha var…” Böyle deyince Muzaffer ihtiyatla kazığı elinden bırakmadan ağır ağır konuştu: “Hatırladım paşa hazretleri. Yeminden azat olunuz. Akdiniz yerini buldu…” Abdülharis bir an duraksayıp hafif bir baş selamı verdi: “Hem sizin için hem de benim için mühimdi. Artık beni bağlayan herhangi bir husus yok ama size bir zararım da dokunmaz. Benim diyeceğim şey başka bir husustu. Ahali varkolağın tılsımından azade olmuştur, daha sakin bir yere gidelim. Şehir çıkışına kadar birlikte gitmemiz iktiza ediyor. Sonrasında ben yoluma siz yolunuza… Benim için mesafe mühim değildir…”
            Hortlağın böyle konuşması tuhaflarına gitmişse de Muzaffer’in arabasına binerek şehrin hayli uzağında bir tarlanın dibine gelmişlerdi. Eski toprak yollardan geçerek boş kalmış bir evin ve hemen dibindeki kör bir kuyunun yakınında bulmuşlardı kendilerini. Şehrin ışıkları ve karayolunun ışıkları uzaktan görünüyordu. Abdülharis: “Sen arabada kal delikanlı. Cadıcıyla konuşacağım var…” diyerek arabadan indi. Muzaffer arabadan birkaç adım atarak uzaklaştıklarında söylendi: “Bizi özellikle bu kör kuyunun dibine getirmenizin bir manası var mı paşa hazretleri?”
            Abdülharis etrafına bakındı sakince: “Gecenin bu vakti de olsa epey uzaklardan bu kör kuyuyu görmem zor olmadı. Bir manası yok. En azından senin için. Ama benim için… Sözü uzatmayacağım. Bu gece bazı şeyler oldu. Bunları senin gizli tutacağını biliyorum. Cadıcı da olsan bizim âlemimizden sayılırsın. Ama Engin… O değil. O illa konuşur. Vakanın tanıkları kalmadı. O hariç… Belki engel olmak istersin diye söylüyorum onu öldürmemiz lazım.”
            Muzaffer yüzüne baktı hortlağın şaşkınca: “Beni öldürmeyeceğin ne malum?” Abdülharis’in yüzündeki sırıtış kan donduran cinstendi: “Senin dirin, ölünden daha çok işime yarar da ondan. Hem Bozhidar’ın kazığını taşıyan hem de benim tanıdığım bir cadıcı. Sen benim öte âlemdeki ellerimden biri olacaksın. Cadıcı tanımak her vampire nasip olmaz. Lakin tasalanma beni öyle çok sık görmezsin. Engin illa ki konuşur. Gençtir. Öte âlemin sırları kimse ayan olmamalı. Sen konuşursan hikaye zannederler. Ama bu kaybolan iki gencin akıbeti ve o soruların sorulmasına neden olacaktır. Sorular soruları doğurur. Ama cesedi şu kör kuyuyu boylarsa… Sen sadece evine gideceksin. Polis gelecek, çıktığın görülmüştür diyecek. Şehir dışına çıktım geldim diyeceksin. Kırklareli’nde, Çukurpınar köyüne hikâye yazmaya gittim diyeceksin. Polis sorduracak, köylülerden biri hakikaten seni elinde kâğıt kalemle gördüğünü söyleyecek.” Muzaffer yüzünü buruşturarak kafasını salladı. Seçim zordu ama haklıydı. Kimselere derdini anlatamazdı, anlatamazlardı. Belinden çektiği Luger tabancayı gizlice paşaya uzattı. Abdülharis eline aldığı silaha usulca baktı: “Vay! Halis “Alaman çıplağı”! Gözün gibi bakmışsın buna! Kılıcı zalimce bulmuşsundur, tabiidir. Şimdi Engin’i dışarıya çağırıp bagajdan bir şey almasını söyle…”
            Muzaffer sakince arabaya dönüp cama tıkladı. Kekelemeden ama güçlülükle konuşarak: “Bagajda bir tılsım var Engin. Çıkarıp kuyuya atmamız lazımmış, sen alsana Engin?” dedi. Delikanlı hiçbir şey demeden arabadan inip sakince bagaja seğirttiği esnada paşa ensesine doğru nişan aldı. Gözünü bile kırpmadan iki el ateş ederek Engin’i yere seriverdi. Muzaffer gözyaşlarını elinin tersiyle silerken hortlak tek eliyle kavradığı cesedi kuyuya dek götürüp içine bıraktı. Ardından arabanın başında ağlamakta olan Muzaffer’e dönerek ona yürüyüp silahı eline bıraktı tekrar. “Aman ha romanımı falan yazmaya kalkışmayasın. Seni ne yemin ne dua korur yoksa… Sağlıcakla kal!” diyerek bir anda göğe yükselip gecenin karanlığına karışıverdi.
SON

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder