Hortlak, Muzaffer ve
Engin, birkaç sokak ötede bulunan loş ışıklarla kısmen aydınlanan bir parkın
önüne geldiklerinde duraksadılar. Muzaffer ekip arabalarının ışıklarının
görünmediğine kanaat getirince koşturmayı bırakmış, ardından da kendini
banklardan birine atmıştı. Engin de hemen yanına oturup yaşadıklarını şokunu
atlatmaya çalışırcasına başını ellerinin arasına alarak düşüncelere dalmıştı.
Abdülharis, etrafa usulca göz gezdirerek tam karşılarına geçip sırıtmıştı: “Bu
ışıklar bana eski işret sofralarını hatırlattı. Asırlardır yemeyi içmeyi hiç
özlemediğim halde zaman zaman işret sohbetlerini, sazla sözle geçen meclisleri
aradığım oluyor. Bunlardan aldığım keyif çok başka olurdu. Artık… Sarhoş
olamadığımdan o tadı, o muhabbeti bulamıyorum…”
Muzaffer soluklandıktan sonra
kafasını salladı: “Paşa hazretleri… Korku öyküleri yazan biri olarak bir
hortlakla sohbet edebilmek benim için elbette ilginç bir deneyim ve kaçırılmaz
bir fırsat. Gel gelelim şu an peşinde olduğumuz bir varkolak varken sırası
değildir diye düşünüyorum…” Bir anlığına sokaklara bakınarak: “Varkolaklar
yetmiyormuş gibi bir de devriyeler var…” diye söylendi ardından. Engin,
cadıcıya bakarak: “Ceset olmadığından bizi kimse suçlayamaz ama yine de
şüphelenirlerse alıkoyabilirler. Paşa bize yardımcı olabilir belki abi?” diye
sordu. Abdülharis alaycı bir gülüşle karşılık verdi: “Eskiden olsa… Nereden
baksanız seksen yıl kadar geciktiniz onun için. Soyadı ve unvanlar kanunu ile
birlikte benim paşalık artık sadece lafta kaldı. Bu saç ve bıyıkla emekli
general olduğumu zannedeceklerini de pek düşünmüyorum!”
Dimitar’ın evinden çıkarken
yanlarına aldıkları haritayı çıkarıp yeniden göz gezdirdi loş ışığın altında
Muzaffer. Kendi kendine söyleniyordu: “Prenses ve kuyumcu… Anlamları ne
olabilir ki?” Abdülharis ciddileşti: “Her şey ve hiçbir şey. Dimitar’ın kendini
feda etmesi boşuna değildi. Öteki varkolak öylesine uzaklaştı ki peşinden
gitsem yakalamam kabil olmazdı. Buraya geldikleri bir şey var…” Engin güç bela
kafasını toparlayarak bu sefer hortlağa döndü: “Bir tılsım, büyülü bir şey
olabilir mi? Şu Hunaşamzade’den bahsetmiştiniz, onun gibi böyle başka esrarlı
bir şey olmasın?” Abdülharis bıyıklarını düzeltti: “İstanbul gibi muazzam bir
gizemler girdabının dibinde olmasından mülhem belki de Edirne’nin de kendince
sırları var. Hunaşamzade de bunlardan birisi. Beni şu halimle hala ürpertebilir
kendisi. Ancak burada yok. Ölmemiş, yaşıyor, varlığını hissediyorum ama buradan
uzakta. Epey uzakta. Onun haricinde bu varkolakları buraya çekip getirecek
şeyin ne olduğunu bilemiyorum. Saklanan muskalar, tılsımlar vardır elbet ama
onların işine yaramaz…”
Muzaffer haritayı Abdülharis’e
gösterdi: “Paşam isimden yola çıkamıyorsak yerlerinden yola çıkalım… Bir işaret
sınırın ötesinde, Kastanies’in yani Kestanelik’in yukarısında Maraş köyünde.”
Engin atıldı: “Eski adı ne acaba? Belki oradan bir şeyler çıkarırız…”
Abdülharis elini salladı: “Ben kendimi bildim bileli Maraş. Bir sefer yolum
düştü. O köyde çiftlik sahibi olan, Edirne sarayının kapıcılarından mütekait
bir tanıdığım vardı. Daha ben paşa olmadan evvel yanına uğramıştım birkaç
günlüğüne. Unutup gitmiştim, eski zaman ama şimdi hatırladım. Köyün adını
verenlerin ta Sultan Mehmed Han-ı Sani, siz Fatih diyorsunuz işte onun
zamanında, belki de daha eskiden o köye yerleştirildiğini, bu yüzden bu ismi
aldıklarını söylemişlerdi köyün ileri gelenleri. Rivayete göre Sultan Mehmed,
sultan değilken Dulkadirli Türkmenlerinin beylerinden birinin kızıyla
evlendirilmiş. Galiba Sıtti Mükrime Hatun. Köylüler bu bey kızı ile birlikte gelen
hizmetkârların torunlarıymış hep. Geçmiş zaman nereden hatırladıysam…”
Cadıcının gözleri bir anda kısılmıştı: “Diğer yer de Yıldırım’da bir yer… Hacı
Sarraf mahallesi… Sarraf, kuyumcuya tekabül ediyorsa… Prenses dedikleri de
Sıtti Mükrime olmalı… İyi de neden işaretlemişler…”
O anda sanki bir şey bulmuş gibi
Muzaffer heyecanla ayağa fırladı. Abdülharis şaşkınca bakarken bir an ona
döndü: “Paşam! Belki bunu da hatırlarsın… Yıldırım’da Hacı Sarraf ve Maraş
köyleri bana iki ismi hatırlattı. Belki size de tanıdık geliyordur!” Hortlak
elini salladı: “Bunca sene içerisinde unutmamışsam bahtına! Neymiş onlar?”
Muzaffer: “Cennet Kadın ile Bıyıklı Ali…” deyince hortlağın gözleri fal taşı
gibi açılmıştı. Bu haliyle o loş ışıkta hayli ürkütücü görünüyordu: “Sen onları
nereden biliyorsun?” Engin kaşlarını çatarak söze girdi: “Söyleyin de biz de
bilelim!”
Abdülharis, Engin’e döndü: “Bunlar
bir vakitler Edirne’ye dehşet saçan hortlaklardır. Ama çok eski... Şimdiki
takvimle 1700'lerin başında. Ben daha hortlamadan evvel hatta paşa bile
değilken… Bunların lakırtısı uzun süre anlatılmıştı. Hatta o dönem padişah
Edirne Sarayı’nda bulunduğundan ta sadrazama kadar gitmişti anlatılanlar…
Edirne kadılarından biri demişti…” Muzaffer: “Mirzazade Mehmed Efendi. Onun
mektubu anonim Osmanlı tarihlerinden birinde geçiyor paşa hazretleri. Bu iki
hortlaktan “vahşet” diye bahsediliyor ve mezarlarının açılarak Ebussuud Efendi
fetvasındaki tedbirlerin uygulandığı söyleniyor.” Hortlak kafasını salladı:
“Hatırladım. Rumeli’de böyle şeyler o vakitler olağandı ama bu ikisinin sebep
olduğu korkuyla ta bizim Kırklareli’ne kadar mıntıka çalkalanıyordu. Duyan
duymayan, bilen bilmeyen söylerdi bu iki hortlağı. “Vahşet” diye zikredilmeleri
beyhude değildir, ölümler olmuştu. Kanı çekilen ölüler… Ben dönemin Edirne
kadısını bir eşkıya takibinden mülhem biliyordum, bu lakırtılar sağı solu
sarınca kalkıp yanına gittim bir gün.” Engin aniden sordu: “Ben Muzaffer abinin
makalelerinde okudum, o dönem inanılıyormuş. Neden bu kadar garipsemiştiniz?”
Abdülharis elini salladı yine: “Siz bilmezsiniz Viyana bozgunu senelerinde
buraları hep Rumeli muhacirleri doldurdu. Ahali onlarla birlikte hortlak cadı
taifesinin de dağları, ormanları, harabeleri bırakıp geldiğine inandı. İşte tam
bu esnada Edirne’de küffar takvimiyle 1700’ün başlarında bu iki hortlağın
mezarlarının açılıp kazıklandığını işittim. Kadıyı ziyaret ettiğimde bana
ölümleri ve açılan mezarları anlattı. Lakin… Şimdi bir şeyi daha hatırladım!
Bunlar eksik yapmışlar sanırım… Kadı Mehmed Efendi bana adamlarının korkudan
her iki mezara gündüz gözüyle dahi bakamadıklarını söylemişti. Cesetlerin
uzamış saçları ve tırnakları, kanlı gözleri derken korkmuşlar hayli. Eh! Bir
yandan da kadı mezar açıldı diye şikâyet olur görevden alınır diye
çekindiğinden sadece yerlerinden kalkmasınlar diye cesetlerin kazıklanıp
gömüldüğünü söylemişti… Bana hayli garip gelmişti bu vaka. Hoş! Birkaç sene
sonra da biz hortladık ya neyse… Bunların varkolaklarla alakası ne peki?”
Muzaffer’in yine gözleri
parıldamıştı: “Tamam! Şimdi anladım! Paşam siz nasıl biliyorsunuz bilmem de
bizim cadıcı taifesinin inançlarındandır. Daha çok Sırp taraflarında denk
geldim ama bunlar da oralardan olduklarından peşlerinde oldukları şeyi galiba
çözdüm… İnanışa göre kudretli bir vampir, daha güçlü ancak ölmüş bir vampirin
kanını içerse onun kudretine sahip oluyor.” Abdülharis yine alaycı
gülümsemesiyle karşılık verdi: “Duymadım ama ihtimaldir. Yine de kocakarı
lakırtılarına ihtiyatla yaklaşmalı. Vampir, hortlak ölünce kanı kalmaz ki ne
var ne yok kül olur…” Hortlağın yüzündeki alaycı gülümseme donmuştu bir anda:
“Eğer sade kazıklanırlarsa yani kafa kesilmesi ve yakma yoksa… Ceset bozulmadan
uyur vaziyette kalır. Hem de asırlarca. Yani tam da böyle bir kudreti arayan
vampir için bekler durur… Kesin senin makalelerden birinden okuyup fark
etmişlerdir bu teferruatı cadıcı!”
Muzaffer başını salladı:
“Muhtemelen. Peki bir hortlağı nasıl diriltebilirler paşam? Kurumuş kanların
yeniden akar hale gelmesi için ne yapılmalıdır?” Abdülharis kafasını salladı:
“Bunu iyi tetkik etmişsin. Ceset ilk elde kuru kadavradır. Bu haldeyken
toprağına yahut doğrudan ağzına kendi kanını akıtıp onu çağırırsın. Uyanan kısa
bir süreliğine senin kurbanından farksızdır, lakin sonrasında asla zapt
edemezsin.” Engin bir anda ayağa fırladı: “O zaman bir an önce Maraş köyüne
gidip engelleyelim!”
Abdülharis’in yüzünde yine müstehzi
bir sırıtış peyda oldu: “Hiç avlanmaya gitmediğin belli oluyor delikanlı.
Sansar yahut tilkinin, hatta kurdun peşinde taban tepmezsin. Geleceği yeri
bilir önünde beklersin… Yıldırım’a gidiyoruz. Kadı Mehmed Efendi, Cennet
Kadın’ın oradaki Rum Mezarlığı’nın karşısındaki Müslüman mezarlığında yattığını
söylemişti.” Muzaffer arabasının anahtarlarını çıkararak salladı: “Zincirli
Kuyu Sokak’la Tahtalı Kuyu Sokak var. Tam ortalarından Yıldırım Caddesi’nin
geçtiği yer. Eski mezarlığın olduğu mıntıka!”
Yıldırım Mahallesi’nde çoğu insan
uykudaydı. Bazen parklarda peyda olan şarapçılar dahi ortalıkta görünmüyordu.
Maraş köyündeki sadece temelleri kalmış camiinin ve taşları kayıp Osmanlı
mezarlığına yıldırım misali inen Danica, sahip olacağını düşündüğü kudretin
hazzıyla ağabeyinin ölümüne neredeyse sevinerek bileğini yararak toprağın
üstüne lalettayin saçıp toprağın altında yatan Bıyıklı Ali’ye seslendikten ve
onu toprağın üzerine çektikten sonra kanını içip yeniden toza toprağa
karıştırmış, şimdi de hayli azametli bir hortlağın ölü sayılan kanı ve kudreti
damarlarında dolaşıyorken Yıldırım’a gelmişti. Her şey plana uygundu. Ağabeyi
öldürülmeden önce kanını ve kudretini aktarmıştı. Cadıcıları kandırmak için
kendini feda ederken o da yerini bir-iki gün öncesinde ancak tespit
edebildikleri Bıyıklı Ali’yle Cennet Kadın’ın yattığını tahmin ettikleri
mıntıkalara tek başına gelmişti. Osmanlı’nın hüküm sürdüğü vakitlerde Edirne’ye
dehşet saçmış hortlaklardan ilkinin kudretine sahip olunca, bu gücün fazlasına
kavuşmak için pervasızca Yıldırım’a inmişti. Rum Mezarlık Sokağı’nın tam
ortasına gelip yine kanını toprağa akıtıp bu kez Cennet Kadın’ı çağırmıştı. Ahalinin
üzerine öylesine bir efsunda bulunmuştu ki Cennet Kadın, kalbinde kazıkla
toprağı, taşları parçalayarak yeryüzüne çıktığında dahi gürültüsüne uyanan
olmamıştı.
Cennet Kadın’ı başıboş bırakmayarak
boynunu parçalayan, asırlardır uyumakta olup yeniden çağıldamaya başlayan kanı
içen Danica, ancak ağzına kül ve toprak dolduğu zaman duraksamıştı. Cennet
Kadın’ın külleri toprağa saçılırken, o an için dünya da, üzerindekiler de
gözüne zavallı olarak göründü. Zavallı ve çaresiz… Savunmasız kan torbaları
yeryüzünde onun emrine amade dolanıyorlardı. Onun gibi olanların hükmü ise
bunca kudretin yanında bir hiçti. Bunu her zerresinde hissediyordu. O esnada
kendisi misali güç taşıyan bir varlığın kendisine yaklaştığını fark ederek
pençelerini ve dişlerini göstere göstere caddenin diğer ucuna doğru döndü.
Abdülharis ağır adımlarla yaklaşırken kollarını iki yana açtı: “Aman efendim!
Bu ne öfke, bu ne hiddet! Kılıcımdan yahut benden yana korkmayın, ikimizden de
zarar gelmez…” Varkolak hırıldayınca duraksadı. Kendi türü için bile hayli
vahşi ve tehlikeli sayılabilecek bir varlığa, asırların kan dökücülüğü olmasa
böylesine sakin ve serinkanlılıkla yaklaşamazdı. “Size karşı kılıç çekebilir
miyim ki? Böylesine bir güce boyun eğişime inanmayacaksınız ama kabul edin ki
hakikat… Hem size böylesine boynumu uzatıyorken reddedebilir misiniz?”
Böyle deyince varkolak duraksadı.
Abdülharis’in kollarına bir anda yapışarak boğazına hamle etti. Hortlak boynunu
geriye çekip kendini yere bırakırken: “Cadıcı!” diye bağırdı. Arkalarındaki
arabanın ardından fırlayan Muzaffer, Bozhidar’ın kazığını Danica’nın göğsüne
saplayıvermişti. Paşa son anda yere yıkılır gibi olup gerisingeri uçarak
uzaklaştığından varkolakın göğsünü parçalayarak çıkan kazığın kendine de
saplanmasından son anda kurtuldu. Varkolak hırıldayarak toza toprağa karışırken
Abdülharis sakin adımlarla Muzaffer’e ve hemen ardındaki Engin’e doğru
yaklaştı. Yüzündeki ciddi ifade her ikisini de rahatsız etmişti: “Varkolak
belasını hallettik ama bir mevzu daha var…” Böyle deyince Muzaffer ihtiyatla
kazığı elinden bırakmadan ağır ağır konuştu: “Hatırladım paşa hazretleri.
Yeminden azat olunuz. Akdiniz yerini buldu…” Abdülharis bir an duraksayıp hafif
bir baş selamı verdi: “Hem sizin için hem de benim için mühimdi. Artık beni
bağlayan herhangi bir husus yok ama size bir zararım da dokunmaz. Benim
diyeceğim şey başka bir husustu. Ahali varkolağın tılsımından azade olmuştur,
daha sakin bir yere gidelim. Şehir çıkışına kadar birlikte gitmemiz iktiza
ediyor. Sonrasında ben yoluma siz yolunuza… Benim için mesafe mühim değildir…”
Hortlağın böyle konuşması
tuhaflarına gitmişse de Muzaffer’in arabasına binerek şehrin hayli uzağında bir
tarlanın dibine gelmişlerdi. Eski toprak yollardan geçerek boş kalmış bir evin
ve hemen dibindeki kör bir kuyunun yakınında bulmuşlardı kendilerini. Şehrin
ışıkları ve karayolunun ışıkları uzaktan görünüyordu. Abdülharis: “Sen arabada
kal delikanlı. Cadıcıyla konuşacağım var…” diyerek arabadan indi. Muzaffer
arabadan birkaç adım atarak uzaklaştıklarında söylendi: “Bizi özellikle bu kör
kuyunun dibine getirmenizin bir manası var mı paşa hazretleri?”
Abdülharis
etrafına bakındı sakince: “Gecenin bu vakti de olsa epey uzaklardan bu kör
kuyuyu görmem zor olmadı. Bir manası yok. En azından senin için. Ama benim
için… Sözü uzatmayacağım. Bu gece bazı şeyler oldu. Bunları senin gizli
tutacağını biliyorum. Cadıcı da olsan bizim âlemimizden sayılırsın. Ama Engin…
O değil. O illa konuşur. Vakanın tanıkları kalmadı. O hariç… Belki engel olmak
istersin diye söylüyorum onu öldürmemiz lazım.”
Muzaffer yüzüne baktı hortlağın
şaşkınca: “Beni öldürmeyeceğin ne malum?” Abdülharis’in yüzündeki sırıtış kan
donduran cinstendi: “Senin dirin, ölünden daha çok işime yarar da ondan. Hem
Bozhidar’ın kazığını taşıyan hem de benim tanıdığım bir cadıcı. Sen benim öte
âlemdeki ellerimden biri olacaksın. Cadıcı tanımak her vampire nasip olmaz.
Lakin tasalanma beni öyle çok sık görmezsin. Engin illa ki konuşur. Gençtir.
Öte âlemin sırları kimse ayan olmamalı. Sen konuşursan hikaye zannederler. Ama
bu kaybolan iki gencin akıbeti ve o soruların sorulmasına neden olacaktır.
Sorular soruları doğurur. Ama cesedi şu kör kuyuyu boylarsa… Sen sadece evine
gideceksin. Polis gelecek, çıktığın görülmüştür diyecek. Şehir dışına çıktım geldim
diyeceksin. Kırklareli’nde, Çukurpınar köyüne hikâye yazmaya gittim diyeceksin.
Polis sorduracak, köylülerden biri hakikaten seni elinde kâğıt kalemle
gördüğünü söyleyecek.” Muzaffer yüzünü buruşturarak kafasını salladı. Seçim
zordu ama haklıydı. Kimselere derdini anlatamazdı, anlatamazlardı. Belinden
çektiği Luger tabancayı gizlice paşaya uzattı. Abdülharis eline aldığı silaha
usulca baktı: “Vay! Halis “Alaman çıplağı”! Gözün gibi bakmışsın buna! Kılıcı
zalimce bulmuşsundur, tabiidir. Şimdi Engin’i dışarıya çağırıp bagajdan bir şey
almasını söyle…”
Muzaffer sakince arabaya dönüp cama
tıkladı. Kekelemeden ama güçlülükle konuşarak: “Bagajda bir tılsım var Engin.
Çıkarıp kuyuya atmamız lazımmış, sen alsana Engin?” dedi. Delikanlı hiçbir şey
demeden arabadan inip sakince bagaja seğirttiği esnada paşa ensesine doğru
nişan aldı. Gözünü bile kırpmadan iki el ateş ederek Engin’i yere seriverdi.
Muzaffer gözyaşlarını elinin tersiyle silerken hortlak tek eliyle kavradığı
cesedi kuyuya dek götürüp içine bıraktı. Ardından arabanın başında ağlamakta
olan Muzaffer’e dönerek ona yürüyüp silahı eline bıraktı tekrar. “Aman ha romanımı
falan yazmaya kalkışmayasın. Seni ne yemin ne dua korur yoksa… Sağlıcakla kal!”
diyerek bir anda göğe yükselip gecenin karanlığına karışıverdi.
SON
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder