2 Mart 2012 Cuma

Son Cadıyı Ben Kestim!

(İlk Yayınlanış: Son Cadıyı Ben Kestim, Gölge E-Dergi, 39.Sayı, Aralık 2010, s.108-114.)

Tuhaf bir olay yaşamak, bir yerden sonra insana o ilk anda hissettiği olağanüstülüğü, normalde olmayacak bir şeyin var olmasının getirdiği şaşkınlığı yaşatmıyor. Belki ilk anda bu hisle başı dönüyor, gerçek olup olmadığını, rüya görme ihtimalini, hayal görüp görmediğini kontrol ediyor sonra fantastiğin kollarına bırakıyor kendini, bir masalın içinde gezinmeye yada hayatını efsanelerin demine bulaştırmaya. Sonra bir anda masal bitiyor. Masalı kabullenip, gerçek olarak bildikten sonra efsaneler ve olağanüstü şeyler güzelliğini yitiriyor, parlaklığı sönüyor. Belki bu yüzdendir ki, hayaletlerden korktuğu için onları inkar edenler, o fantastik düşleri içlerinde solmadan tutabiliyorlarda, bizim gibi fantastiği yaşayanlar artık olağanüstü olağan hale gelince yeni ilham kaynakları gelene kadar normal insanlar gibi sıkılıyoruz.
Yaşadığım şeyde böyle bir tını var işte. Bir dönem yaşadım ve gördüm ama fantastiği kabul edişten sonra sıradan, rutin bir anı haline geldi. Benim açımdan bir tuhaflık artık söz konusu değil ama ilk dinleyenler için nasıl bir etki yaratır bilemem. Zira yirmi birinci yüzyıl içerisinde, bir anlığına ortaçağ efsanelerinden birinin içine girip çıkmıştım. Gerçi ilk ve son maceram olarak, elde kılıç kampüs civarında dolaşmaya başladığım dönemlerin başlangıcı ve bitişiydi. O yüzden anlatım tarzımı mazur görün, deli felan değilim sadece bu üslubu biraz fazla seviyorum o kadar.
Üniversite yıllarındaydım. Şimdi bulunduğum bu tımarhanenin koğuşlarından birindeki ufak hücremin içinde pineklemekte olduğum bu gerçek ve sıkıcı zamanlardan çok önce, hayallerime en çok yaklaştığım ve ağırlıklı olarak günlerimin güzel kısımlarını hatırladığım dönemdi. Hepimizin hayallerine yakın olduğu, elinin altında yığınla öğrenci topluluğu ve ortam bulunduğu bir gerçeklikte, üniversitesiyle varlığını sürdürebilen bir sınır şehrindeydik.
İlk yılımdı ve etrafımda akmakta olan bir dünya vardı ama ben günlerimi sahaflardan bulduğum Conan, Red Sonja, Kull gibi antik çağın kılıç savuran savaşçılarının maceralarıyla, kılıç ve büyü konseptli fantastik kurgu kitaplarıyla geçiriyordum. İçinde gaz savaş müzikleriyle dolu müzik çalarım ve bir şekilde yıllarımın birikimi sayesinde bir antikacıda bulup başucumda taşıdığım şövalye tipi kılıcım dışında hiçbir şeyim yoktu. Kalan zaman da her mühendislik öğrencisi gibi dersti. Üzerimde tişört üzeri süveterim, fazla kilolarımla elde denklemlere ve mukavemete meydan okuduğum zamanlardı.
Fantastiğin kapılarıyla ilk karşılaşmamın olduğu o gün, kolumun altında defter ve bir iki çizgi romanla kampüsün olduğu tepeyi tırmanıyordum. Sağımdan solumdan geçen insanlar, çimenlerde gitarla oturanlar ve günlük güneşlik bir atmosferin ortasında hayatımın rutini haline gelmiş derse gidiyordum. Etrafım dershane öğrencilerini gaza getirmeye yönelik reklam dergilerinin kapaklarını süslemeye aday görüntülere sahne oluyordu. Yemekhanenin önünden geçerken, binanın ön kapısında sınıftan arkadaşlarımı gördüğüm zaman, yüzlerindeki muzip sırıtmalardan av peşinde olduklarını anlamam fazla geç olmamıştı. Yeni bir not bahanesiyle ama aslında biraz da onların göz güzelliği kaynaklarından yararlanmak adına yanlarına gitmiştim. Merhabalaştıktan ve yeni notlardan bahsettikten sonra can sıkıcı bir sessizlik tüm muhabbeti sonlandırmıştı. Ne yapıyorsunuz yollu birkaç cümleden sonra ağızlarından okulun tiyatro gruplarından birisinin toplantısına katılacaklarını, sahnenin onlara yeni ortamlara taşıma fırsatı yaratacaklarını ağızlarından almıştım. Derse gidebilirdim ama mukavemet yerine tiyatro sahnesinde kalabalık bir hatun kitlesine karşı sanat aşkımı gösterip becerilerimi sergileyebilmek daha cazip geldiğinden kalıp onlarla birlikte beklemeye karar vermiştim. Rakip sayısını arttırdığım için gözlerinde sinirli bir ifade vardı ama tip olarak ya da maddi durum açısından pek iç açıcı biri olmadığımdan pek ciddiye aldıkları söylenemezlerdi.
Onlarla birlikte yemekhanenin üst katlarına giden merdivenlerde çıkarken, bu yarı karanlık ve loş ortam bir anda beni yeniden hayaller alemine sürüklemişti. O anlığına yukarıya neden çıktığımı unutarak, arkadaşlarımın gerisinden geliyorken gözümde beton duvarlar örme siyah taşlardan zindan duvarlarına dönüşmüştü. Tavanlardan zincirler ve iskeletler sarkıyor, sağdan soldan inleme ve çığlık sesleri geliyorken derinlerdende canavar gürültüleri duyuluyordu. Rüzgarın etkisiyle zincirler ve iskeletler hafiften sallanıyor, yosun ve küfle kaplı duvarların bazı yerlerine asılmış meşalelerin alevlerinden çıkan dumanla siyah isler duruyordu. Yerlerde bizden önce bu kuleye tırmanmış savaşçılardan kalma iskeletler, onların miğferlerinden, kalkanlarından, zırhlarından, mızraklarından, kılıçlarından kalma kalıntılar duruyor arada bir ayaklarımızın altında yada farelerle dev çıyanların yürüyüşünde çıtırdıyordu. Biz bir kahramanlar grubuyduk. Yukarıda bizi bekleyen hazineler vardı. Ama o hazineyi koruyan bir şey vardı. Bizimkiler “iletişim kuramama” diyordu ama ben kesin bir ad bulamamıştım. Ayaklarımın altında yatan kadim savaşçılardan kalanlara bakarak yukarıda çok güçlü bir varlığın hazineleri koruduğunu anlamıştım. Ya koca bir ejderhaydı, ya da güçlü bir büyücü, belki de ruhlarla beslenen kanlı bir iblis.
Çalışmanın yapılacağı kata geldiğimizde hayallerim hala sürmekteydi. Uzun bir koridora denk gelmiştik, benim gözümde hazinelerin bulunduğu odanın olduğu yerdi. İlk kapıdan içeri girdiğimizde tiyatro çalışmalarının çoktan başlamış olduğunu, yönetmenin seçtiği kişilerin sahnede doğaçlama yapmakta olduklarını gördük. Hayallerim yine harekete geçmişti. Hazineler tam karşımızda duruyordu. Kimi iktisattan, kim, güzel sanatlardan, kimi edebiyattan, kimi kimyadan gelme, sarışınlardan, kumrallardan, esmerlerden müteşekkil bir müfreze oluşturmuş, her birinin güzelliği değme ozanlara türkü yaktırır güzellikte kızlar bizlere dönüp baktığında, hazinelerin onlar olduğunu çoktan idrak etmiştim. Arka sıralara geçip oturduğumuzda kimisi gülerek kimisi bir anlık jestle kimisi de garipseyerek bize bakıyordu. Savaş meydanımız tam karşımızdaydı. O sahnede yaptıklarımız, yapacaklarımız bize bu hazinelere giden yolu açacaktı ama şunu iyi biliyorduk ki hazineler aynı zamanda kendi kendilerinin bekçileriydi, kendi değerlerini bilerek gelen saldırıları kibirden oklarıyla defeden amazonlardı. Onları alt etmeden yani bir savaşçı gibi önce kendi kibirlerini yenmeden onları elde edemezdik.
Yönetmen bizleri sırayla göstererek sahneye çıkmamızı söyledi. Kılıçlarımız elde gladyatör arenalarına çıkar gibi, amazonların aralarından geçip, kibirden oklarına “pardon” kalkanlarıyla karşılık vererek sahneye çıkıp kalabalığa döndük. Tek tek isimlerimizi ve bölümlerimizi söyledikten sonra, bizi girdiğimiz koridora çıkartan bir kulise gitmemizi söyledi. Orada bekleyecek ve ismimiz söylendikçe sahneye çıkarak doğaçlama bir karakteri canlandıracaktık. Her birimiz sahneye çıktık ve genelde kibirden oklara ve kahkahadan kılıçlara vurula vurula teker teker yerimize geçtik. Onlar acemiydi ama ben çizgi roman okurken kılıç savurmaya alışkın olduğumdan onlara göre deneyimli bir savaşçıydım. Conan’ın maceralarından bir pasajı canlandıracaktım onlara. Belki bu kibirden oklu amazonları bu şekilde yenebilirdim.
En son ben kalmıştım. Benden önceki son kişi sahneye çıkmış ve kibirden oklara karşı verdiği umutsuz mücadelesine başlamıştı. Ben orada, o ölümü bekleyen gladyatör dehlizlerini andıran ahşap duvarlı ufak kuliste beklerken ve yapacaklarımı aklımda tekrarlarken kulisin dışarıdaki koridora açılan kapısı açılmıştı. Hayatımda görüp görebileceğim en kudretli tılsımın etkisine girmiştim. Karşımda duran sırtına kadar uzanan siyah saçlı, orta boylu, açık tenli sıradan bir kızdı. Uzaktan görülse çok dikkat çekmeyecek tipte, sıradan giyimli biriydi. “Tiyatro çalışması burada mı?” diye sormuştu. Eğer o an ona çok dikkatli bakmasaydım başıma bunlar gelmeyecekti ama bir kere yazgı beni onun önüne sürüklemişti. Yüzüne baktığımda gördüğüm iki ahu göz zamanı durdurmaya yetmişti. O gözlere bakmasaydım bunların hiç biri olmayacaktı ve ben yine hayatımı Conan tasvirlerine göre betimleyerek çizgi romanlarda huzur aramaya devam edecektim. Gerçi ne kadar karşı koyabilirdim ki?
Sonuçta karşımdaki insan görünümlü varlık veya en azından bir zamanlar insan olan şey öte alemlerden kopup gelmiş, bizim aklımızın alamayacağı dehşetlerin gerçekliğinden bizim dünyamıza gelmiş bir şeydi. Onu durdurabilir miydim?
Size tarif etmeye kalksam söyleyebileceğim tek şey bir çift yeşil gözdür ama onun gözlerini, o yaşattıklarını tarif etmek imkansız ötesi. Hani Divan şiirlerinde şair o gerçekte olmayan hayaldeki sevgiliyi zalim olarak tarif eder, bakışlarını yüreğini delen mızrak olarak betimler ya işte bu betimleme onun bakışları karşısında öyle sönük kalmaktadır ki! Gözlerinizin içine bakar, sizi sarıp sarmalar, ruhunuzun derinliklerini okur. Bakışlarının ayazında üşürdünüz eğer sağ kalsaydı ve tanık olsaydınız.
O bakışların büyüsündendir ki sorusunda güçlükle cevap verebilmiştim. Kız bunun üzerine içeriye geçmişti. Tam etkisinden kurtulamamıştım ki yönetmen adımı söyledi. Sahneye çıkıyordum ve onun karşısında olacaktım. Heyecanımı bastırmaya çalışarak sahneye çıktım. İnsanların bakmaları ve eski oyuncuların müstehzi bakışları etkilemiyordu beni. Zerre çekincem yoktu bu insanlara rezil olmaktan. O an dikkate aldığım ve düşündüğüm tek şey oydu. Kalabalığın içinde hemen fark etmiştim onu. Conan’ı canlandıracaktım ama aklım vazgeçmemi söylüyordu. Yapacağım canlandırma kılıçlarla ilgiliydi, Conan’ın gaz bir söylevini içeriyordu. Ama hayattan çıkardığım birkaç dersten biriydi ki kızlar ortaçağdan beridir kılıçla gezen erkeklerden etkilenmiyorlardı. Bilakis alay alma ve ciddiye almama eğilimleri vardı. Tahta kılıçlarımızı yenilgiler değil, kızların alaylı bakışları kırmıştı sonuçta. İçimdeki o ses yine kıza rezil olurum dürtüsüyle beni bu doğaçlamayı yapmaktan alıkoydu. Bende onun yerine daha karikatürize bir şey yapmaya karar vermiştim. Belli belirsiz bir zamanda “Kızlar kendilerini güldüren erkeklerden hoşlanır” diye bir tespit duymuştum. Gerçek olma ihtimali olabilirdi, ortamda genellikle en espritüele karşı ilgi gösterdikleri olurdu.
Bu düşünceyle sahnenin yan tarafındaki siyah perdenin yanına giderek altına girdim ve yaşlı büyücülerin siyah kapüşonu haline getirdim. Belimi epey bir kamburlaştırıp ihtiyar bilgin pozu verdim kendime. Bazı insanlar güldüler, o da gülüyordu. O coşkuyla düşündüğüm gibi ezbere bildiğim, her Conan macerasının başında geçen meşhur dizeleri okumaya başladım. Evet bildiniz hani şu “Şunu bilin ki prensim”le başlayan satırlar. Yaşlı bir alim gibi davranmaya çalışarak, o jest ve mimiklerle zenginleştirerek repliği okuduğumda bir hayli alkış almıştım. Yönetmen yaptığımın ne olduğunu sorduğunda birkaç kişi Conan’ın adını söylemişti. Ona bu giriş pasajının ne olduğunu açıklamaya çalışırken hala çizgi roman okumamı ve ezberlememi ilginç bulduğunu söyledi. Ayrıca doğaçlamaların dram içerikli olmasını, komedi içerikli oyunlar hazırlamadıklarını bir dahaki sefere drama ağırlıklı bir doğaçlama yapmamı istedi. Birkaç isteksiz alkış eşliğinde yerime geçtiğimde gözüm onun üzerindeydi. Bana bakarken bir anlığına güldüğü gördüğümde, dünyanın en mutlu insanı o an için bendim. Yerime geçtiğimde de sahneden ziyade onun saçlarına bakıyordum. Bakmak ne kelime bir tabloda resmedilmişçesine seyrediyordum.
Birkaç isim sonra onu da sahneye çağırmıştı yönetmen. Olanca narinliğiyle yerinden kalkarak sahneye yürüdüğünü gördüm. Sahneye çıktı. Adını söylediğinde saatler yeniden durmuştu. Adı neydi? Can verirken kendi tuhaf lisanında bir şeyler söylemişti, kulak tırmalayıcı bir sesi vardı anlayamamıştım. Ama insan suretindeyken Yaren ismini kullanıyordu. Adını söyledikten sonra doğaçlamasını canlandırmaya başladı. Dram içerikliydi. Ne söyledi, ne yaptı bilmiyorum o an dikkat etmedim zira dikkat ettiğim tek şey gözleriydi. Canlandırdığı anın durumuna göre büyüyüp küçülen gözleri. Bitirdiği zaman herkesle birlikte alkışlamıştım. Diğerleri oyunculuğuna hayrandı ben ise gözlerine. Belki de onun yaşadığı o çağlar, birden fazla surete bürünmesi, onu oyunculuk konusunda bu denli yetenekli kılmıştı kim bilir? Ama gözleri, o gözleri asıl maharetinin saklı olduğu o gözleri, asıl gücünü ondan alıyordu. Öyle ki oyundan sonra arkadaşlarla kantine oturup ortamdaki kızlardan bahis açıldığı zaman konu ona geldiğinde herkes onun gözlerini övmüştü. Kıskanmaya başlamıştım.
            Hem arkadaşlarımdan hem de orada bulunmuş herkesten kıskanmaya başlamıştım. Basit bir hoşlanma olmadığını anlamıştım. Aşık olmuştum. Kaldığı yurttan fakültesine kadar her bir şeyi öğrenmiş, dersten kaçıp kaçıp onun geçtiği yerlere, oturduğu cafelere gitmeye başlamıştım. Her şeyimi o belirliyordu artık. Beni arada görüyordu ve bana gülümsüyordu ya işte o zaman ki bu hergün tekrarlanıyordu kendimi ona bir adım daha yakınlaşmış hissediyordum. Dedim ya her şeyimi ona göre düzenliyordum. Ona rezil olmayayım diye fantastik film ve kitap afişlerimi, kitaplarımı ve canımdan çok sevdiğim kılıcımı bile yatağımın altına saklamıştım. Onların yerini sağdan soldan topladığım film ve tiyatro afişleri, tiyatro maskları, eski tiyatro davetiyeleri almıştı. Birkaç tanede sahaftan toplanma eski tiyatro kitapları ve metinleri. Geçtiği yollar, ders programı, en çok ziyaret ettiği arkadaşlarının evi kısaca hayatının tüm detayları aklımın ucundaydı. Platonik bir ilgiydi, açılmaya cesaretim yoktu ya bu çocuksu aşk bile beni ayakta tutmaya yetiyordu. Konuşmaya pek cesaret edemiyordum.
            Ta ki onun gerçek yüzünü keşfettiğim güne kadar. Bir gün yolda ilerliyordu, arkasındaydım, cafeye doğru gidiyorduk. Pek mesafe yoktu aramızda. Belli karşılaşmalar dışında fark etmiyordu zaten beni. O sırada yolun diğer tarafından bebek arabasıyla ilerleyen bir kadın geçiyordu. Bir anlığına kadına ve arabadaki bebeğine gözüm kaymıştı. Tekrar Yaren’e baktığımda daha önce görmediğim bir şey görmüştüm. Kadına doğru korkunç bir şekilde bakıyordu. Yüzündeki dehşeti ve öfkeyi, o güzel gözlerindeki kızgınlığı anlatamam. O ne korkutucu bakışlardı öyle? Sanki gözleri ateş gibi yanıyordu. İşte o ara oldu her şey. Birden bire arabanın alev aldığını gördüm! Bebek arabası cayır cayır yanıyordu! Kadının feryat figan ederek güç bela çocuğunu kurtarabildiğini ve arabadan uzaklaştığını gördüm. Bu tuhaflığa ilkin bir anlam veremedim. Sonra Yaren’in kadına baktığını gördüm bu kez. Yaren’le göz göze gelmiş kadın kurtardığı bebeğine sarılarak geri geri yürüyordu ardındaki duvara sürtünerek. İşte ondan sonra bir tuhaflık daha oldu. Yanan arabanın kadının üzerine doğru kendiliğinden yürüdüğünü gördüm! Hızla anneyle çocuğun üzerine ilerliyordu ki birden durdu. O an bir an için Yaren’le göz göze geldim. Bana bakıyordu. Yüzünde şaşkınlık ve korku dolu bir ifade vardı. Hızla oradan uzaklaşmıştı. Çok araştırdım bu konuyu. Metafizik bir şeydi ona emindim. Nazar konularına yöneldim, sonra cisimleri ateşe verebilme yetisini, tanıkları, olayları inceledim. Basit bir nazar vakası değildi. Arabanın hareketi için parapsikologlar beyin gücü teorisini öne sürüyorlardı. Peki Yaren’in gözlerindeki o bakış neydi?  Demek ki kasten yaptığı bir şeydi. Masum insanları hedef alıyordu belki de. Ortada bir kasıt vardır, metafizik bir olay vardı. Conan’ın meşhur bir sözü çınlıyordu aklımda: “Büyü kokusu alıyorum!” Karşımda bir büyücü vardı! Garip geliyordu ama uzun inceleme ve araştırmalarımın neticesinde bu sonuca varmıştım.
            Cesaretimi toplayarak onun sürekli takıldığı …… Cafe’ye gittim. Gittiğimde yalnız başına oturuyordu ve çevrede kimse yoktu. Tam istediğim gibiydi. Anında karşısına oturmam onu bir hayli şaşırtmıştı. Araba olayından bahsettiğimde hiçbir şey anlayamadığını, basit bir kaza olduğunu söyledi. Ben zorladıkça yüzünden telaş ve korku eseri olarak terlerin boşaldığını gördüm.  Neyden sonra tehdit eder gibi her şeyi bir kelimede itiraf etmişti. “Ben yaptım!” demişti ve eklemişti: “Büyücü yada sihirbazlıktan çok öte bir şey bu. Cadıyım ben!” Ona neden arabayı yakmaya çalıştığını sorduğumda yine aynı ses tonuyla: “Sizlerin öldürdüğü yavrularımın intikamını alıyorum! Arada bir hoşuma gidiyor!” diye tıslamıştı. Hem kötüydü hem cadıydı. Conan çizgi romanlarından gelen bir bilgiyle kaç yaşında olduğunu sordum. “Olabildikçe yaşlı.” Dedi. Tekrar ne kadar olduğunu sordum. “Zamanı dikkate alırım ama saymam. Yine de ben bu binaların dikilmesinden ve sizlerin dilini konuşanların gelmesinden öncede vardım.” Dedi. Atlantis dönemlerine mi gönderme vardı tam bilemedim. Ama sınıfının en zekilerinden biri olmasının nedeni bu olmalıydı. Bana: “Senin anlamana hiç şaşırmadım. Bu zamanda savaşçıları hala okuduğuna göre!” dedi. Bir şey söyleyemedim. Sonra yine tehdit eder gibi konuştu:

            “-İstersen herkese anlatabilirsin. Ama bir düşün bakalım. Benim gibi başarılı bir öğrenciye mi yoksa çizgi roman okuya okuya kafayı yemiş birine mi inanırlar?”
            Söylediklerinde haklıydı. Eğitim sistemi çizgi roman okuyan hayalperestlerden ziyade kendisini sorgusuz sualsiz kabullenen ineklerden yanaydı. Deli olarak anılmak vardı hatta biraz daha kastırsa bana tacizci bile dedirtebilirdi. Gözleri içime işliyordu. Son kez söyledikleri olmasa oradan kalkar gider ve bir daha karşısına çıkmazdım ama bir kere gururumu okşamıştı:
            -“Sakın bir daha karşıma çıkayım deme! Senden önce kahramanlığa kalkışan çok kurbanım oldu!” dedi.
            Bu bir meydan okumaydı. Bir cadının bir kılıç taşıyana meydan okumasıydı. Zaten kafamda önceden beri bir yok etme planı oluşmuştu ama şimdi bu plan netleşmişti. Kılıcımla onun kafasını kesecek ve onun varlığını dünyadan kaldıracaktım. Bu onun bile ihtimal vermediği bir şeydi zira kılıç taşıyan ve büyücülere karşı savaşan savaşçılar, çoktan kadim çağlardan kalma efsanelere gömülmüştü. Ama birisi vardı, beni hesaba katmamıştı.
Evime giderek yatağımın altına sakladığımı kılıcımı çıkardım. Kendimi savaşa gidiyor gibi hissediyordum. Evdeki ekmek bıçağıyla kılıcımı bilerken sanki kabilemin şamanları bana uğur getirmesi için savaş tanrılarına dua ediyorlardı. Kılıcımın yeterince keskinleştiğine kani olduğumda arkadaşımın gitarının kılıfına gizleyerek evden çıktım. Doğruca cafeye gittim. Biraz kalabalıktı mekan, bizim haricimizde bir beş altı kişi daha vardı ama hiç umurumda değildi. Bu işi bugün bitirecektim.
Beni gördüğünde şaşırdı ama dikkat etmedi yeniden karşısındaki arkadaşına döndü. Hızla yanına giderken kılıcımı sakladığım kılıftan çıkarttığımda herkes bana bakıyordu. Bir macera filminin ağır çekim sahnesi gibiydi. Cadı beni görür görmez kafasını ejderha boynu gibi uzatmaya çalıştı, gözleride kızıl kızıl yanıyordu. Bunu oradaki insanlarda görmüştü. Yüzyıllardır kendini korumamıştı. Kılıç ve büyücülük romanlarından etkilenen bir delinin, elinde kılıç bir gün karşısında çıkacağını hesaba katmamıştı. Şimdi değişime zorluyordu kendini ama ben öğrendiğim gibi bir nara patlattım ve iki elimle tuttuğum kılıcı cadının boynuna doğru savurdum. Başı koptu ve yer düştüğünde insan halini aldı.
Sonuç?
Bunları polise anlattığımda aşk cinayeti dediler.
Şahitler?
Deli damgası yememek için ağız birliğiyle beni deli çıkartıp, aşk cinayeti dediler.
Ben?
Tımarhanedeyim.
Benimde hesaba katmadığım bir şey vardı. 21.Yüzyıl insanının kahramanlık anlayışı bir hayli değişmişti ve onun bunun kafasını uçuranlara pek hoş gözle bakmıyorlardı.
O yüzden başta da dedim ya.
İlk maceram son maceram oldu. Bu dönemde serüvenler yaşamak gerçekten imkansız. Yine de dışarıda olsam bile son cadıyı öldürdüğüm için ve artık pek ejderha, canavar felan da kalmadığından nasıl ikinci bir serüven yaşardım onu da bilmiyorum. Hem de kılıcım benden alınmışken!


SON

Mehmet Berk Yaltırık
10 Ekim 2010 – İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder