Köroğlu, gözlerini açtığında
kendini kayaların üzerinde dağ başında değil, sıkı sıkıya kapalı perdelerin
arasından gün ışığının sızdığı bir odanın içinde bulmuştu. İlk yaptığı şey
vücudunu yoklamak oldu, yaralanmamıştı. Yatağın üzerinde doğrularak etrafına
bakındı. Gözlerine oldukça yabancı gelen bir yerde uyanmıştı. Etrafında oldukça
yabancı eşyalar ve raflar duruyordu. Büyükçe bir masanın üzeri sayısız kitap ve
kağıtlarla doluydu. Duvarda üzerlerine suret nakşedilmiş tuhaf putlar, resimler
vardı. Tepeden mumları olmayan bir avizenin sarktığını gördü. Gayrimüslim
evlerinden birinde olduğuna hükmederek odanın pencerelerinden birine yöneldi.
Camı açtığında deliliği gördü. Çamlıbel Kalesi’nden bile
yüksekteydi. Yüksek yüksek binalar, bey konaklarının bile yücesinde sırça
camdan köşkler yükselmekteydi. Sayısız insan bir o yana bir bu yana sıçan
sürüleri misali koşturuyordu. Atları olmadığı halde gürültüler ve dumanlar
çıkararak ilerleyen demirden zırhlı arabalar vardı. Sanki kendisini yutacak
gibi görünen koca bir şehrin, muazzam bir keşmekeşin tam ortasındaydı.
Hangi cadının efsunu ya da hangi büyü onu bu şeytanlar
diyarına sürüklemişti. Neredeydi? Tüfengin icat olunduğu kafir ellerine mi
gelmişti? Kara kanatlı ifritler mi sürüklemişti kendisini bu yana? Daha ilk
bakışta kendisine büyüklüğünü kanıtlamak isteyen, kabul ettirmek isteyen
şeytani bir şehirle yüz yüzeydi. Daha önce böyle bir şey yaşamamıştı. Dağlarda
yaşamaya alışmış, kale harabelerinde sayısız yıldız ışığının şenliğinde çengiler
oynatmış, ağaç dallarına kapu halkıyla birlikte sayısız bey ve paşayı asmış,
bir nice konağı ve şehri yakmış, ordular dağıtmış, prensesler kraliçeler
kaçırmış Köroğlu’ydu. Ömrü hayatında kimseyle uyuşamamış, elin düzenine
uymaktansa el’i kendi düzenine uydurmuştu. İster büyülenmiş ister tılsım olsun,
cadı kısmından bile korkmayarak üzerine yürüyecek Köroğlu’na çatmanın bedelini
ödeyeceklerdi. Kaf dağının ardındaki peri saraylarını çokça duymuştu, ilk iş
burada da kılıcıyla peri beylerinin ardına düşüp kendisine yaptıklarının
hesabını sormak olacaktı.
Kaldığı odanın kapısı vurulduğunda ilk yaptığı şey
etrafına bakınıp silahlarını aramasıydı. Odanın kapısını açtığında içeride
birkaç kapı daha olduğunu gördü, bir kervansarayda kaldığına hükmetti. Odalardan
birinde duran matbah sahanının üzerinde duran koca bir et satırı görünce
silahtan sayılır diyerek eline aldı. Kapıyı açtığında karşısında acayip giysili
bir adamın dikildiğini gördü. Kendisinden oturduğu yer karşılığı para
istediğini söylüyordu. Lanetli şehrin gelir gelmez kendisinden baç istediğini
gören Köroğlu öfkeden köpürerek elinde satırla adamın üzerine yürüdü. Çığlık
seslerine aldırmadan adam kanlar içinde merdivenlere yuvarlarken etrafında
başka kapıların ve merdivenlerin olduğunu gördü. Bu ne tür bir şeytanlıktı? Bu
delirtici tılsımın bir an önce son bulması için buranın periler padişahının
oturduğunu düşündüğü sırça camdan dev köşkü basmaya karar verdi.
Dışarıya çıktığında insanlar korkuyla çığlık çığlığa eli
satırlı, kanlar içerisindeki bu adamdan kaçıyorlar, onların bu hali Köroğlu’na
daha fazla cesaret veriyordu. Sırça camlı devasa köşkün kapılarına dayandığında
siyah giysili birkaç adamın üzerine geldiğini gördü. Ellerinde demirden yapılma
ufak borular taşıyorlardı. Aklına tüfenkendaz askerlerin taşıdığı ağızdan dolma
piştovlar geldi.
Geri çekileceği sırada vücuduna saplanan kurşunlarla
birlikte cansız bir şekilde yere yıkıldı. Ertesi gün gazetelerde başlık
atılmıştı: “Genç tarih öğrencisi
parasızlıktan cinnet geçirerek elinde satırla ev sahibini öldürdükten sonra
insanlara saldırdı. ……Plaza’nın güvenlikleri tarafından etkisiz hale
getirildi…”
İlk cinnet haberi de olmayacaktı.Şehrin ve düzenin kaosa döndüğü o ezici ve tuhaf zamanlarda, tesadüfün bir araya getirdiği evlerde sayısız Çakırcalı Mehmet Efe, Köroğlu ve bir nice tarihsel figür uyanıyordu. Kimisini elinde kılıçla sokakta etkisi hale getirirken kiminde tüfekli bir deli sayısız müsademenin ardından şehrin çatılarında ele geçiriliyordu. Her birinin ortak noktası dev camlı plazaya saldırmalarıydı.
İlk elden yapılan araştırmalara göre müspet vakalardı. Zincirleme cinayet vakası, cinnet, bilgisayar oyunlarından etkilenme, stres gibi konulara bağlanıyordu. Bir sabah uyandıklarında bütün şehrin kılıçlarla, tüfeklerle silahlanıp plazaların kapılarına yığıldıklarını gördüler. Kafalarında eski zaman başlıkları, börkleri vardı. Bazısı Sanayi’de nasıl yaptırdıkları bilinmeyen toplarla mimari yoksunu apartmanları topa tutuyordu.
Toplu cinnetler bireysel cinnet geçirenlerin
yaptıklarının gölgesinde kalmaya başlamıştı. Birbirlerinin kanını emen ve
sadece gece yaşayan tuhaf insanlar türemişti. Mezarlıktan çaldıkları cesetler
ya da kaçırdıkları insanlara deney yapan deliler vardı. Dolunaylı havada
uluyanları, toplu halde gezip kıstırdıkları kurbanlarının çiğ çiğ beynini
yiyenler vardı.
Tuhaflıklar bitmek bilmiyordu.
Gerçek manada garip şeyler gördüğünü söyleyenler vardı.
Sağda solda hayalet gördüklerini söyleyenler türemişti. Perili evler yüzünden
ev kiraları düşmüştü. Bazı köylerde hortlayan ölüler nedeniyle devlet sağa sola
“cadıcılık” sertifikası dağıtmaya başlamıştı. Büyücüler kaçırdıkları mankenleri
büyük plazalara hapsederek devletlere ve hükümetlere meydan okuyordu. Büyük
ejderhalar yeryüzünden ya da gökten gelmiş, büyük kuyumcuları, altın
madenlerini yağmalayarak muazzam servetler toplamaya başlamışlardı. Sağda solda
türlü çeşit yaratık görülüyor, cinler periler kurdukları ordularla insanlarla
cenk ediyordu.
Kimse bir açıklama getiremiyordu. Ne ilahiyatçılar, ne
felsefeciler, ne bilim adamları ne de psikologlar mantıklı bir açıklama
getirememişti. Yalnızca basit bir blog yazarı doğru bir teşhis bulabilmiş
gibiydi. Gerçekliğin cinnet geçirdiğinden bahsediyordu. Birçok laboratuvarda, tartışma
salonunda tartışılmış, araştırılmıştı konu ancak durumu teşhis edebildikleri
halde ne yapabileceklerini bilmiyorlardı.
Somut gibi görünen soyut bir kavram cinnet geçirirse ne
yapılabilirdi ki?
Çıkış yolu bulamayan hükümetler ve güç odakları duruma
boyun eğmekten başka çıkar yol göremediler. Yeni sistemi kuracaklar, onu
dönüştürerek ayakta kalmaya çalışacaklardı.
Cinnetin şafağında yeni bir düzenin, yeni bir medeniyetin
temellerini ejderhalar ve büyücülerin eşliğinde atmaya başlıyorlardı…
SON
Mehmet Berk Yaltırık
24 Haziran 2012 –
Edirne
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder