28 Şubat 2019 Perşembe

Varkolakların Gecesi-Bölüm 19


Hortlak, Muzaffer ve Engin, birkaç sokak ötede bulunan loş ışıklarla kısmen aydınlanan bir parkın önüne geldiklerinde duraksadılar. Muzaffer ekip arabalarının ışıklarının görünmediğine kanaat getirince koşturmayı bırakmış, ardından da kendini banklardan birine atmıştı. Engin de hemen yanına oturup yaşadıklarını şokunu atlatmaya çalışırcasına başını ellerinin arasına alarak düşüncelere dalmıştı. Abdülharis, etrafa usulca göz gezdirerek tam karşılarına geçip sırıtmıştı: “Bu ışıklar bana eski işret sofralarını hatırlattı. Asırlardır yemeyi içmeyi hiç özlemediğim halde zaman zaman işret sohbetlerini, sazla sözle geçen meclisleri aradığım oluyor. Bunlardan aldığım keyif çok başka olurdu. Artık… Sarhoş olamadığımdan o tadı, o muhabbeti bulamıyorum…”
            Muzaffer soluklandıktan sonra kafasını salladı: “Paşa hazretleri… Korku öyküleri yazan biri olarak bir hortlakla sohbet edebilmek benim için elbette ilginç bir deneyim ve kaçırılmaz bir fırsat. Gel gelelim şu an peşinde olduğumuz bir varkolak varken sırası değildir diye düşünüyorum…” Bir anlığına sokaklara bakınarak: “Varkolaklar yetmiyormuş gibi bir de devriyeler var…” diye söylendi ardından. Engin, cadıcıya bakarak: “Ceset olmadığından bizi kimse suçlayamaz ama yine de şüphelenirlerse alıkoyabilirler. Paşa bize yardımcı olabilir belki abi?” diye sordu. Abdülharis alaycı bir gülüşle karşılık verdi: “Eskiden olsa… Nereden baksanız seksen yıl kadar geciktiniz onun için. Soyadı ve unvanlar kanunu ile birlikte benim paşalık artık sadece lafta kaldı. Bu saç ve bıyıkla emekli general olduğumu zannedeceklerini de pek düşünmüyorum!”
            Dimitar’ın evinden çıkarken yanlarına aldıkları haritayı çıkarıp yeniden göz gezdirdi loş ışığın altında Muzaffer. Kendi kendine söyleniyordu: “Prenses ve kuyumcu… Anlamları ne olabilir ki?” Abdülharis ciddileşti: “Her şey ve hiçbir şey. Dimitar’ın kendini feda etmesi boşuna değildi. Öteki varkolak öylesine uzaklaştı ki peşinden gitsem yakalamam kabil olmazdı. Buraya geldikleri bir şey var…” Engin güç bela kafasını toparlayarak bu sefer hortlağa döndü: “Bir tılsım, büyülü bir şey olabilir mi? Şu Hunaşamzade’den bahsetmiştiniz, onun gibi böyle başka esrarlı bir şey olmasın?” Abdülharis bıyıklarını düzeltti: “İstanbul gibi muazzam bir gizemler girdabının dibinde olmasından mülhem belki de Edirne’nin de kendince sırları var. Hunaşamzade de bunlardan birisi. Beni şu halimle hala ürpertebilir kendisi. Ancak burada yok. Ölmemiş, yaşıyor, varlığını hissediyorum ama buradan uzakta. Epey uzakta. Onun haricinde bu varkolakları buraya çekip getirecek şeyin ne olduğunu bilemiyorum. Saklanan muskalar, tılsımlar vardır elbet ama onların işine yaramaz…”
            Muzaffer haritayı Abdülharis’e gösterdi: “Paşam isimden yola çıkamıyorsak yerlerinden yola çıkalım… Bir işaret sınırın ötesinde, Kastanies’in yani Kestanelik’in yukarısında Maraş köyünde.” Engin atıldı: “Eski adı ne acaba? Belki oradan bir şeyler çıkarırız…” Abdülharis elini salladı: “Ben kendimi bildim bileli Maraş. Bir sefer yolum düştü. O köyde çiftlik sahibi olan, Edirne sarayının kapıcılarından mütekait bir tanıdığım vardı. Daha ben paşa olmadan evvel yanına uğramıştım birkaç günlüğüne. Unutup gitmiştim, eski zaman ama şimdi hatırladım. Köyün adını verenlerin ta Sultan Mehmed Han-ı Sani, siz Fatih diyorsunuz işte onun zamanında, belki de daha eskiden o köye yerleştirildiğini, bu yüzden bu ismi aldıklarını söylemişlerdi köyün ileri gelenleri. Rivayete göre Sultan Mehmed, sultan değilken Dulkadirli Türkmenlerinin beylerinden birinin kızıyla evlendirilmiş. Galiba Sıtti Mükrime Hatun. Köylüler bu bey kızı ile birlikte gelen hizmetkârların torunlarıymış hep. Geçmiş zaman nereden hatırladıysam…” Cadıcının gözleri bir anda kısılmıştı: “Diğer yer de Yıldırım’da bir yer… Hacı Sarraf mahallesi… Sarraf, kuyumcuya tekabül ediyorsa… Prenses dedikleri de Sıtti Mükrime olmalı… İyi de neden işaretlemişler…”
            O anda sanki bir şey bulmuş gibi Muzaffer heyecanla ayağa fırladı. Abdülharis şaşkınca bakarken bir an ona döndü: “Paşam! Belki bunu da hatırlarsın… Yıldırım’da Hacı Sarraf ve Maraş köyleri bana iki ismi hatırlattı. Belki size de tanıdık geliyordur!” Hortlak elini salladı: “Bunca sene içerisinde unutmamışsam bahtına! Neymiş onlar?” Muzaffer: “Cennet Kadın ile Bıyıklı Ali…” deyince hortlağın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Bu haliyle o loş ışıkta hayli ürkütücü görünüyordu: “Sen onları nereden biliyorsun?” Engin kaşlarını çatarak söze girdi: “Söyleyin de biz de bilelim!”
            Abdülharis, Engin’e döndü: “Bunlar bir vakitler Edirne’ye dehşet saçan hortlaklardır. Ama çok eski... Şimdiki takvimle 1700'lerin başında. Ben daha hortlamadan evvel hatta paşa bile değilken… Bunların lakırtısı uzun süre anlatılmıştı. Hatta o dönem padişah Edirne Sarayı’nda bulunduğundan ta sadrazama kadar gitmişti anlatılanlar… Edirne kadılarından biri demişti…” Muzaffer: “Mirzazade Mehmed Efendi. Onun mektubu anonim Osmanlı tarihlerinden birinde geçiyor paşa hazretleri. Bu iki hortlaktan “vahşet” diye bahsediliyor ve mezarlarının açılarak Ebussuud Efendi fetvasındaki tedbirlerin uygulandığı söyleniyor.” Hortlak kafasını salladı: “Hatırladım. Rumeli’de böyle şeyler o vakitler olağandı ama bu ikisinin sebep olduğu korkuyla ta bizim Kırklareli’ne kadar mıntıka çalkalanıyordu. Duyan duymayan, bilen bilmeyen söylerdi bu iki hortlağı. “Vahşet” diye zikredilmeleri beyhude değildir, ölümler olmuştu. Kanı çekilen ölüler… Ben dönemin Edirne kadısını bir eşkıya takibinden mülhem biliyordum, bu lakırtılar sağı solu sarınca kalkıp yanına gittim bir gün.” Engin aniden sordu: “Ben Muzaffer abinin makalelerinde okudum, o dönem inanılıyormuş. Neden bu kadar garipsemiştiniz?” Abdülharis elini salladı yine: “Siz bilmezsiniz Viyana bozgunu senelerinde buraları hep Rumeli muhacirleri doldurdu. Ahali onlarla birlikte hortlak cadı taifesinin de dağları, ormanları, harabeleri bırakıp geldiğine inandı. İşte tam bu esnada Edirne’de küffar takvimiyle 1700’ün başlarında bu iki hortlağın mezarlarının açılıp kazıklandığını işittim. Kadıyı ziyaret ettiğimde bana ölümleri ve açılan mezarları anlattı. Lakin… Şimdi bir şeyi daha hatırladım! Bunlar eksik yapmışlar sanırım… Kadı Mehmed Efendi bana adamlarının korkudan her iki mezara gündüz gözüyle dahi bakamadıklarını söylemişti. Cesetlerin uzamış saçları ve tırnakları, kanlı gözleri derken korkmuşlar hayli. Eh! Bir yandan da kadı mezar açıldı diye şikâyet olur görevden alınır diye çekindiğinden sadece yerlerinden kalkmasınlar diye cesetlerin kazıklanıp gömüldüğünü söylemişti… Bana hayli garip gelmişti bu vaka. Hoş! Birkaç sene sonra da biz hortladık ya neyse… Bunların varkolaklarla alakası ne peki?”
            Muzaffer’in yine gözleri parıldamıştı: “Tamam! Şimdi anladım! Paşam siz nasıl biliyorsunuz bilmem de bizim cadıcı taifesinin inançlarındandır. Daha çok Sırp taraflarında denk geldim ama bunlar da oralardan olduklarından peşlerinde oldukları şeyi galiba çözdüm… İnanışa göre kudretli bir vampir, daha güçlü ancak ölmüş bir vampirin kanını içerse onun kudretine sahip oluyor.” Abdülharis yine alaycı gülümsemesiyle karşılık verdi: “Duymadım ama ihtimaldir. Yine de kocakarı lakırtılarına ihtiyatla yaklaşmalı. Vampir, hortlak ölünce kanı kalmaz ki ne var ne yok kül olur…” Hortlağın yüzündeki alaycı gülümseme donmuştu bir anda: “Eğer sade kazıklanırlarsa yani kafa kesilmesi ve yakma yoksa… Ceset bozulmadan uyur vaziyette kalır. Hem de asırlarca. Yani tam da böyle bir kudreti arayan vampir için bekler durur… Kesin senin makalelerden birinden okuyup fark etmişlerdir bu teferruatı cadıcı!”
            Muzaffer başını salladı: “Muhtemelen. Peki bir hortlağı nasıl diriltebilirler paşam? Kurumuş kanların yeniden akar hale gelmesi için ne yapılmalıdır?” Abdülharis kafasını salladı: “Bunu iyi tetkik etmişsin. Ceset ilk elde kuru kadavradır. Bu haldeyken toprağına yahut doğrudan ağzına kendi kanını akıtıp onu çağırırsın. Uyanan kısa bir süreliğine senin kurbanından farksızdır, lakin sonrasında asla zapt edemezsin.” Engin bir anda ayağa fırladı: “O zaman bir an önce Maraş köyüne gidip engelleyelim!”
            Abdülharis’in yüzünde yine müstehzi bir sırıtış peyda oldu: “Hiç avlanmaya gitmediğin belli oluyor delikanlı. Sansar yahut tilkinin, hatta kurdun peşinde taban tepmezsin. Geleceği yeri bilir önünde beklersin… Yıldırım’a gidiyoruz. Kadı Mehmed Efendi, Cennet Kadın’ın oradaki Rum Mezarlığı’nın karşısındaki Müslüman mezarlığında yattığını söylemişti.” Muzaffer arabasının anahtarlarını çıkararak salladı: “Zincirli Kuyu Sokak’la Tahtalı Kuyu Sokak var. Tam ortalarından Yıldırım Caddesi’nin geçtiği yer. Eski mezarlığın olduğu mıntıka!”
            Yıldırım Mahallesi’nde çoğu insan uykudaydı. Bazen parklarda peyda olan şarapçılar dahi ortalıkta görünmüyordu. Maraş köyündeki sadece temelleri kalmış camiinin ve taşları kayıp Osmanlı mezarlığına yıldırım misali inen Danica, sahip olacağını düşündüğü kudretin hazzıyla ağabeyinin ölümüne neredeyse sevinerek bileğini yararak toprağın üstüne lalettayin saçıp toprağın altında yatan Bıyıklı Ali’ye seslendikten ve onu toprağın üzerine çektikten sonra kanını içip yeniden toza toprağa karıştırmış, şimdi de hayli azametli bir hortlağın ölü sayılan kanı ve kudreti damarlarında dolaşıyorken Yıldırım’a gelmişti. Her şey plana uygundu. Ağabeyi öldürülmeden önce kanını ve kudretini aktarmıştı. Cadıcıları kandırmak için kendini feda ederken o da yerini bir-iki gün öncesinde ancak tespit edebildikleri Bıyıklı Ali’yle Cennet Kadın’ın yattığını tahmin ettikleri mıntıkalara tek başına gelmişti. Osmanlı’nın hüküm sürdüğü vakitlerde Edirne’ye dehşet saçmış hortlaklardan ilkinin kudretine sahip olunca, bu gücün fazlasına kavuşmak için pervasızca Yıldırım’a inmişti. Rum Mezarlık Sokağı’nın tam ortasına gelip yine kanını toprağa akıtıp bu kez Cennet Kadın’ı çağırmıştı. Ahalinin üzerine öylesine bir efsunda bulunmuştu ki Cennet Kadın, kalbinde kazıkla toprağı, taşları parçalayarak yeryüzüne çıktığında dahi gürültüsüne uyanan olmamıştı.
            Cennet Kadın’ı başıboş bırakmayarak boynunu parçalayan, asırlardır uyumakta olup yeniden çağıldamaya başlayan kanı içen Danica, ancak ağzına kül ve toprak dolduğu zaman duraksamıştı. Cennet Kadın’ın külleri toprağa saçılırken, o an için dünya da, üzerindekiler de gözüne zavallı olarak göründü. Zavallı ve çaresiz… Savunmasız kan torbaları yeryüzünde onun emrine amade dolanıyorlardı. Onun gibi olanların hükmü ise bunca kudretin yanında bir hiçti. Bunu her zerresinde hissediyordu. O esnada kendisi misali güç taşıyan bir varlığın kendisine yaklaştığını fark ederek pençelerini ve dişlerini göstere göstere caddenin diğer ucuna doğru döndü. Abdülharis ağır adımlarla yaklaşırken kollarını iki yana açtı: “Aman efendim! Bu ne öfke, bu ne hiddet! Kılıcımdan yahut benden yana korkmayın, ikimizden de zarar gelmez…” Varkolak hırıldayınca duraksadı. Kendi türü için bile hayli vahşi ve tehlikeli sayılabilecek bir varlığa, asırların kan dökücülüğü olmasa böylesine sakin ve serinkanlılıkla yaklaşamazdı. “Size karşı kılıç çekebilir miyim ki? Böylesine bir güce boyun eğişime inanmayacaksınız ama kabul edin ki hakikat… Hem size böylesine boynumu uzatıyorken reddedebilir misiniz?”
            Böyle deyince varkolak duraksadı. Abdülharis’in kollarına bir anda yapışarak boğazına hamle etti. Hortlak boynunu geriye çekip kendini yere bırakırken: “Cadıcı!” diye bağırdı. Arkalarındaki arabanın ardından fırlayan Muzaffer, Bozhidar’ın kazığını Danica’nın göğsüne saplayıvermişti. Paşa son anda yere yıkılır gibi olup gerisingeri uçarak uzaklaştığından varkolakın göğsünü parçalayarak çıkan kazığın kendine de saplanmasından son anda kurtuldu. Varkolak hırıldayarak toza toprağa karışırken Abdülharis sakin adımlarla Muzaffer’e ve hemen ardındaki Engin’e doğru yaklaştı. Yüzündeki ciddi ifade her ikisini de rahatsız etmişti: “Varkolak belasını hallettik ama bir mevzu daha var…” Böyle deyince Muzaffer ihtiyatla kazığı elinden bırakmadan ağır ağır konuştu: “Hatırladım paşa hazretleri. Yeminden azat olunuz. Akdiniz yerini buldu…” Abdülharis bir an duraksayıp hafif bir baş selamı verdi: “Hem sizin için hem de benim için mühimdi. Artık beni bağlayan herhangi bir husus yok ama size bir zararım da dokunmaz. Benim diyeceğim şey başka bir husustu. Ahali varkolağın tılsımından azade olmuştur, daha sakin bir yere gidelim. Şehir çıkışına kadar birlikte gitmemiz iktiza ediyor. Sonrasında ben yoluma siz yolunuza… Benim için mesafe mühim değildir…”
            Hortlağın böyle konuşması tuhaflarına gitmişse de Muzaffer’in arabasına binerek şehrin hayli uzağında bir tarlanın dibine gelmişlerdi. Eski toprak yollardan geçerek boş kalmış bir evin ve hemen dibindeki kör bir kuyunun yakınında bulmuşlardı kendilerini. Şehrin ışıkları ve karayolunun ışıkları uzaktan görünüyordu. Abdülharis: “Sen arabada kal delikanlı. Cadıcıyla konuşacağım var…” diyerek arabadan indi. Muzaffer arabadan birkaç adım atarak uzaklaştıklarında söylendi: “Bizi özellikle bu kör kuyunun dibine getirmenizin bir manası var mı paşa hazretleri?”
            Abdülharis etrafına bakındı sakince: “Gecenin bu vakti de olsa epey uzaklardan bu kör kuyuyu görmem zor olmadı. Bir manası yok. En azından senin için. Ama benim için… Sözü uzatmayacağım. Bu gece bazı şeyler oldu. Bunları senin gizli tutacağını biliyorum. Cadıcı da olsan bizim âlemimizden sayılırsın. Ama Engin… O değil. O illa konuşur. Vakanın tanıkları kalmadı. O hariç… Belki engel olmak istersin diye söylüyorum onu öldürmemiz lazım.”
            Muzaffer yüzüne baktı hortlağın şaşkınca: “Beni öldürmeyeceğin ne malum?” Abdülharis’in yüzündeki sırıtış kan donduran cinstendi: “Senin dirin, ölünden daha çok işime yarar da ondan. Hem Bozhidar’ın kazığını taşıyan hem de benim tanıdığım bir cadıcı. Sen benim öte âlemdeki ellerimden biri olacaksın. Cadıcı tanımak her vampire nasip olmaz. Lakin tasalanma beni öyle çok sık görmezsin. Engin illa ki konuşur. Gençtir. Öte âlemin sırları kimse ayan olmamalı. Sen konuşursan hikaye zannederler. Ama bu kaybolan iki gencin akıbeti ve o soruların sorulmasına neden olacaktır. Sorular soruları doğurur. Ama cesedi şu kör kuyuyu boylarsa… Sen sadece evine gideceksin. Polis gelecek, çıktığın görülmüştür diyecek. Şehir dışına çıktım geldim diyeceksin. Kırklareli’nde, Çukurpınar köyüne hikâye yazmaya gittim diyeceksin. Polis sorduracak, köylülerden biri hakikaten seni elinde kâğıt kalemle gördüğünü söyleyecek.” Muzaffer yüzünü buruşturarak kafasını salladı. Seçim zordu ama haklıydı. Kimselere derdini anlatamazdı, anlatamazlardı. Belinden çektiği Luger tabancayı gizlice paşaya uzattı. Abdülharis eline aldığı silaha usulca baktı: “Vay! Halis “Alaman çıplağı”! Gözün gibi bakmışsın buna! Kılıcı zalimce bulmuşsundur, tabiidir. Şimdi Engin’i dışarıya çağırıp bagajdan bir şey almasını söyle…”
            Muzaffer sakince arabaya dönüp cama tıkladı. Kekelemeden ama güçlülükle konuşarak: “Bagajda bir tılsım var Engin. Çıkarıp kuyuya atmamız lazımmış, sen alsana Engin?” dedi. Delikanlı hiçbir şey demeden arabadan inip sakince bagaja seğirttiği esnada paşa ensesine doğru nişan aldı. Gözünü bile kırpmadan iki el ateş ederek Engin’i yere seriverdi. Muzaffer gözyaşlarını elinin tersiyle silerken hortlak tek eliyle kavradığı cesedi kuyuya dek götürüp içine bıraktı. Ardından arabanın başında ağlamakta olan Muzaffer’e dönerek ona yürüyüp silahı eline bıraktı tekrar. “Aman ha romanımı falan yazmaya kalkışmayasın. Seni ne yemin ne dua korur yoksa… Sağlıcakla kal!” diyerek bir anda göğe yükselip gecenin karanlığına karışıverdi.
SON

Varkolakların Gecesi-Bölüm 18


Koridorun ucundan ağır ağır yaklaşmakta olan üç ateşli göz şimdi muhtelif taraflara dağılmıştı. Bir tanesi yürümeyi sürdürürken diğerleri duvara ve tavana doğru kaymıştı, hortlaklar kertenkele misali duvarlara yapışmış vaziyette ağır ağır yaklaşıyorlardı. Dairenin camlarından içeriye girebilen soluk sokak lambası ışıklarında ortada yürüyenin Dimitar olduğunu, duvarlardan sürüne sürüne ilerleyenlerin de Danica ile Çağıl olduğunu gördüler. Duvarların üzerinden süzülüp geçen hortlaklar koridora bakan kapıların ardında kaybolurlarken Dimitar tek başına kaldı.
            Tam o esnada apartmanın üst katlarından birinden “Engin!” diye feryat eden Yaren’in sesini işittiler. Engin: “Ben Yaren’e bakacağım!” diyerek apartman merdivenlerine koşturmaya başladı. Cadıcı Muzaffer bir ona bir Abdülharis’e bakarak olduğu yerde kala kaldı. Dimitar’ın duraksayıp belinden sarkan kayıştan sıyırdığı Rus tipi süvari kılıcı soluk ışıkta parıldadı. Varkolak işitenin tüylerini diken diken eden bir sesle: “1876’da gelen Rus generallerden birinin hediyesiydi. Yine kanınıza doyacak!” dedi. Abdülharis de kendi belindeki karabela denilen kılıcı hışımla çekerek: “Bu karabela çok haydut, komitacı doğradı, tasalanma Varkolak!” diye gürledi. Ardından gözlerini Dimitar’dan ayırmadan cadıcıya: “Sen delikanlının peşinden git! Onu da kendilerine benzetmesinler!” diye emretti. Muzaffer aklına düşen bin bir kötü ihtimalle birlikte derin derin nefes alarak merdivenlere doğru seğirtti. Basamakları tırmanırken koridordan ürperten kılıç şakırtıları duyulmaya başlamıştı. Sokak kapısı bir anda kendiliğinden gümleyerek kapanınca sesler kesiliverdi. Engin’in ayak sesleri de duyulmuyordu. Muzaffer karanlık koridorda el yordamıyla ilerlerken diğer elindeki Bozhidar’ın kazığını sıkı sıkıya kavramıştı. Yaşadığı o anın bir kâbus, alelade bir düş olmasını dileyerek atıyordu adımlarını. İçine bulunduğu dehşet zihnini zorluyordu.
            Engin apartmanın en üst katına çıktığında sahanlığın her iki yanına da baktığı halde Yaren’i göremedi. Yukarısından gelen ağlama sesine dönüp el fenerini oraya çevirdiğinde tavan arasına çıkan demir merdiveni ve dünya savaşı yıllarındaki beton korunakları andıran girişi fark etti. Feneri ağzına sıkıştırıp hiç tereddüt etmeksizin hayli tehditkâr görünen tavan arasına doğru seğirtti. Merdivenlerden çıkar çıkmaz en önce el fenerini içeriye tutup etrafına bakındı. Eşya olduğunu varsaydığı kıpırtısız karaltılardan başka bir şey görünmüyordu. Ayaklarından birisi tutacakmış gibi hissettiği için merdivenlerde fazla oyalanmayarak kendini tavan arasına attı. Girişten bir-iki adım atıp uzaklaştığı sırada koca demir kapak kendiliğinden gürültüyle örtüldü. El fenerini girişe tuttuğunda hiçbir şey göremediği için demirin ağır geldiğini düşündü, “İyi ki ben çıkarken örtülmedi!” diyerek dehşetle etrafına bakındı.
En yenisi doksanlardan kalma gibi görünen çürümeye başlamış mobilyalarla doluydu tavan arası. Seksenlere ait fotoğraflarda yahut yaşlı akrabalarında gördüğü tipte eski mobilyalar da vardı. Öbek öbek gazete ve kitap yığınları da göze çarpıyordu, çoğu erken 2000’lere aitti. Bir köşede üzerinde yine seksenlerden doksanlardan kalma araba ve futbolcu yapıştırmalarıyla süslü, kapakları sarkık vaziyette bulunan bir ders çalışma masası, üzerinde duran aparatları ve taşlı kum parçalarıyla sakinleri çoktan ölmüş büyükçe bir akvaryum… Bir diğer yanda rafları üzerindeki kuponla dağıtılmış ansiklopedilerin rutubetten şişip ağırlaşmasıyla bel vermiş büyükçe bir kitaplık. En üst rafta Engin’in çocukluğunda komşularının evinde gördüğü, plastiği eğri büğrü olmuş minik, kutulu bir basketbol oyuncağı duruyordu. Hemen yanına birkaç eski bez bebek sıralanmıştı ki kopmuş gözleri ve lekeli elbiseleriyle Engin’e hayli ürkütücü gelmişti. Apartmanda bir dönem oturan ancak taşınırken eşyalarını geri alma zahmeti duymayan eski sakinlerden kalmaydı. Rutubet ve çürüme kokularının başını döndürmeye başladığını hisseden Engin, Yaren’e seslenerek bulabildiği boşlukların üzerinde yürümeye başladı.
Kız arkadaşını kuytu bir köşede olduğu yere büzülmüş, ellerini yüzüne kapatmış halde görünce duraksadı. Normalde üzerine koşturup sarılması lazımken kızda onu bundan alıkoyan, açıklayamadığı bir soğukluk vardı. Yaren’in sızlamaları ve hıçkırıkları inceden inceye kıkırdamaya dönüşürken, kız ağır ağır yüzünü açtı. Yaren’in sivri dişleri ve kızıl gözleri karşısında nutku tutulan Engin ona bakmaya devam ederken kızın insanın kalbini donduran ürkütücü kahkahaları tavan arasının nemli duvarlarında yankılanmıştı. Bir anda ayağa fırlayıp kollarını Engin’e uzatarak ona yaklaşmaya başladı Yaren: “Eskiden olsa bana sarılırdın… Neden sarılmıyorsun? Neden uzak duruyorsun?”
O an Engin elini cebine atıp sarımsak demetlerini kavradığı esnada arkasından Çağıl’ın sesini duydu: “Seni hiçbir zaman anlayamayacağını bir türlü anlatamadım sana Yaren… Senin iyiliğin için!” Geriye dönüp baktığında Çağıl’ın da sivri dişlere ve ateş kızılı gözlere sahip olduğunu gördü Engin. İki vampir ağır ağır kendisine doğru yaklaşıyordu. Cebindeki sarımsakları havaya kaldırır kaldırmaz iki canavar da bir anda görünmez bir engele çarpmış gibi duraksadılar, yüzleri öfkeden çatılıvermişti. Engin o an belli belirsiz tavan arasının kapağının açıldığını işitti. Çağıl tıslayarak geriye döndüğünde sırtını delip geçen sivri bir cismi belli belirsiz gördü Engin. Hortlak yavaş yavaş gözlerinin önünde içten içe yanıp kül kül dağılırken elinde Bozhidar’ın kazığı olan Muzaffer’i gördü. Cadıcı kazığı gösterdi: “Kurtarmayı isterdim ama pek üzüleceğini de sanmıyorum…” Engin arkasına döndüğünde Yaren’i göremedi: “Yaren’i de dönüştürmüşler kurtarmamız lazım…” diye söylendi. Cadıcı kederli bir sesle konuştu: “Sıradan vampir olsalardı Dimitar’la Danica’yı yok etmemiz halinde iyileşirlerdi. Ancak varkolaklar bunun dışındadır. Onları huzura kavuşturmak için öldürmemiz lazım!”
Engin öfkeyle cadıcıya dönüp baktığı anda Yaren’in sesini duydu. İnsana benzemişti ve üzgün olduğu fark edilen bir ses tonuyla konuşuyordu: “Beni öldürmesine izin verme Engin! Benimle gel!” Muzaffer hortlakla Engin’in arasına temkinli adımlarla geçerek ona doğru yaklaştı. “Hortlağı def etmek için illa gözle görülür şeylere gerek yoktur!” diyerek ağzını fısıltıyla kıpırdatmaya başladı. Engin kızın suratındaki şeytani ifadeyi anlık olarak görebildi. Kız cadıcının üzerine atıldığı sırada Bozhidar’ın kazığı göğsünü delip sırtından çıktı. Yaren’in yüzünde bir anlık huzur ifadesini fark eden Engin, kızın kül kül olup dağılarak yere yığılması esnasında Muzaffer’in yakasına yapışıp haykırmaya, bağırmaya başladı. Cadıcı, Engin’in yüzüne sert bir tokat yapıştırıp onu girdiği şoktan çıkarmaya çalıştı: “O filmler, benim de yazdığım kitaplar bunu anlatmaz işte Engin! Vampirlik böyle bir şey. Vampir salgını tam olarak bu… Yüzyıllar boyu binlerce insan sevdiğini böyle öldürmek zorunda kaldı! Onlar huzura kavuştular! Diğerlerini de yok etmeliyiz! Başkalarının Yaren gibi olmasını engellemek için…”
Delikanlı duraksayarak derin derin nefes almaya başladı. Sevgilisinden geriye kalan küllere bakıp sordu: “Ondan geriye hiçbir şey kalmamış mıdır?” Muzaffer: “Lanetin tesiriyle giydikleri giysiler de çürümemeye başlar. Onlar ölünce giysiler de bir anda çözülüverir. Üzerlerindeki demir parçaları hariç!” cevabını verince kızın küllerini gözyaşları içerisinde karıştırarak iki yüzüğünü, kolyesini ve küpelerini çıkardı. Montunun iç cebine koyarak fermuarını sıkıca kapattı. Ayağa kalkıp gözyaşlarını silerken: “Ötekileri de öldürelim abi…” dedi.
Apartmana indikleri zaman Varkolakların dairesinin kapısını kapalı şekilde buldular. İçeriden zayıf kılıç şakırtıları işitiliyordu. Cadıcı dualar okuyarak kapıyı omuzladığı zaman kilitlenmemiş kapının kolayca açıldığını fark ettiler. O esnada salonda korkunç bir mücadele cereyan ediyordu. Abülharis’le Dimitar kılıçlarını amansızca savuruyorlar, hamle yapıp geri çekiliyorlardı. Bu esnada bir şey dikkatlerini çekti. Abdülharis sanki bilerek adama açık veriyordu. Dimitar ise kılıcı Abdülharis’e öylesine sallayıveriyordu. Sanki biri kılıç kullanırken diğeri öylesine bıçak sallıyordu. Paşa, Dimitar sırtını salon kapısına çevirdiği esnada: “Kazığı saplayın!” diye bağırınca Muzaffer sanki görünmez ellerce harekete geçirilmiş gibi tahta kazığı Dimitar’ın sırtından sokuverdi.
Tılsımlı kazık koca varkolağa saplanınca canavar elindeki kılıcı atıp yere devrilerek yattığı yerde böğürmeye, camları zangırdatmaya başlamıştı ki civardaki insanlar ne olduğunu anlayamadıkları için polisi arayıp gürültü şikayeti ihbarlarını birer birer merkeze ulaştırmışlardı. Dimitar küle dönüşürken boğazından son kez Türkçe: “Bu kadar kolay mıydı?” sözü duyuldu. Abdülharis kılıcını kınına sokarken söylendi: “Bunları bilirim… Kolunu kessen yeniden çıkar, kafasını kessen dahi yine birleşir. Azametli bir silahla göğsünden mıhlamadıkça öldüremezsin!” Muzaffer kazığa bakarken ağır ağır konuştu: “Bu kadar güçlü olduğunu bilmiyordum. Demin de iki hortlağı gafil avladık bununla…” Paşa kazığı işaret etti: “Tılsımlarından biri de hortlağı pusudaymış gibi şaşırtmasıdır. Tabi genç olanlarımızda daha etkili. Bana saplamaya niyetlenseniz koruma büyüsü ortadan kalkacağı için savurmaya mecal bulmadan geberir gidersiniz. Fakat yine de ürpermeden edemiyorum… Bu gece bu varkolaklar meselesi halledilmeli…” Engin boğazını gürültüyle temizledi: “Yine de bu kadar kolay olması size de garip gelmiyor mu? Çağıl’la Yaren’i öldürdük. Dimitar’ı hakladık. Peki, Danica?” Bu soru üzerine duraksadılar. Abdülharis salonun ucundaki kitaplığa dönüp oradaki üstü yazılı bir Edirne şehir planı çizimine doğru yürüdü, karanlıkta bir tek o görebilmişti. Plana baktığında üzerine Bulgarca bir not düşülmüştü: “Kuyumcunun ve Prensesin olduğu yerde… Bunun manası ne ki?” diye sordu kendi kendine sesli şekilde. Sonra bir anda gözleri parıldadı: “Edirne’ye asıl geldikleri şey bu… Fakat kastettikleri şey ne?”
Sokağın bir ucundan giren polis arabasının ışıkları camdan aksedince üçü evden sessizce çıkıp apartman kapısına seğirttiler. Sokağa çıktıklarında gölgelere sinerek yürürlerken akıllarındaki yegâne soru buydu. Dimitar dahi neden kendini kurban etme gereksinimi duymuştu?
DEVAM EDECEK

Varkolakların Gecesi-Bölüm 17


Abdülharis’in ansızın susması, söylediği cümlelerin Muzaffer’in zihninde tek tek çınlamasına neden oldu. Ölümün kıyısına kazık çakmış derebeyi, artık onu kanıksamış ve bu yüzden ürkütücü gelen bir ifadeyle cadıcıya baktı. Gözü bir kütüphaneye, bir de duvara asılı eşyalara kaydı. Sonra Muzaffer’in elindeki eskimiş kazığa bakarak: “Pencere ve kapıları mühürleyip bir de o iblisleri davet etmesen buraya benim türümden herhangi biri giremezdi. Kütüphanedeki dualı kitapların, defterlerin varlığı bile ensemdeki tüyleri asırlar sonra ürpertmeye yetiyor doğrusu…”
            İçinde bulundukları dehşetin şokundan kendini alamayan Muzaffer istemsizce sordu: “Asırlar önce en son ne ürpertmişti?”
            Abdülharis şaşkınlığına verdiğinden sorusunu ciddiyetle cevapladı: “Uzun zaman oldu. Galiba Sobieski’nin Leh süvarileri peşimize düştüğünde… Ha bir de Kaçanik’te Kosova taraflarında Tatar Hanı’nın huzuruna çıkardıklarında sanırım… Neyse. Eski zaman… Eski zaman demişken, sen beni hikâyelerinde yazıyormuşsun. Biraz ondan bahsedelim sırası gelmişken…”
            Muzaffer yutkunmasını gizleyemedi: “Önemsiz şeyler paşa hazretleri. Çoğu tevatür, uydurma.”
            “Gecenin köründe kasrımın önüne gelip anamın babamın soyumun isimlerini zikrediyorsun. Ben azıyla ilgileniyorum. Hakikat olanlarla…” diye karşılık verdi hortlak soğuk bir ifadeyle.
            Muzaffer usulca kütüphaneye yürüyerek Bozhidar’ın kazığını istemeye istemeye masaya bıraktı. Raflardan ince kapaklı, basılı vaziyette üç-dört uzun hikâye kitabını alarak Abdülharis’e uzattı. “Latin yazısını da okuruz tasalanma!” diyerek kitapları eline alan vampir sayfalarda göz gezdirmeye başladı. Kimi yerlerde yüzünde alaycı bir ifade beliriyordu. Kitapları masaya bırakırken avcıyı tehditkârane süzdü: “Çoğu tahayyül. Ama şu Osmanlı’dan müntakil belgeler meselesi mühim. Vaktiyle arşivi deşelemişsin. İz bırakmışsın. İzleri takip edecek birileri olabilir…”
            Muzaffer kafasını salladı: “Bu geceye kadar sizleri yarı hayal zannediyordum. İnsanlar sizi tamamen film konusu zannediyor, inanmıyorlar…”
            “Beni endişelendiren insanlar değil. Benim gibi olanlar. Bizim âlemde dolaşanlar. Senin bile yarı hayal saydığın şeyi yarı yarıya hakikat sandıran vakalar var. Garip ölümler, kaybolan yerleşimler. Ki karantina der demez yüzün bu yüzden düştü. Daha önce de buralarda böyle şeyler oldu. Yakın zamanda. Bildiğime şaşırma…” diyerek sözünü kesti Abdülharis.
            Tam o esnada Engin loş floresan ışığıyla aydınlanan salona daldığında Abdülharis’le Muzaffer’i ayakta görüp rahat bir nefes aldı. Sonra kendini çabuk toparlayıp sordu: “Neyin karantinası ya?”
            Muzaffer’in ağzından sinirlerinin bozulduğunu ele veren bir kahkaha kaçıverdi. Sonra gözünü hortlağa dikti: “Şehirde çoğalırlarsa devlet karantina ilan edip üstünü kapatacağını söyledi paşa hazretleri. Osmanlı döneminde bile yapabildiğini söyledi. Şimdi hayli hayli yapabilirmiş devlet…”
            Engin şaşkınca sordu: “2010’lardayken? Ama bu…”
            “İnternet denilen zımbırtıya itimat etme delikanlı. Engellemenin yolları elbet vardır. Muzaffer bunu iyi biliyor. Sustuğum halde neyi kastettiğimi anladı.” diyerek sözünü kesti Engin’in hortlak. Ardından Muzaffer’e döndü: “O ben değildim. Ama orada neler olduğunu biliyorum…”
            Muzaffer etrafına bakınarak çaresizlik okunan gözlerini en son Engin’e dikti: “Bu söylediklerimi unut ve sakın internette aramaya kalkma. Zaten bir şey bulamazsın ama… Birkaç yıl öncesine kadar Çorlu tarafında ama yolların sapasında bir kasaba vardı. Görkemli. Orada kan içme vakaları göründü. Haberlerde okuyunca fark ettim ama o dönem yeni yeni tanındığımdan okurlarımdan dahi fark eden olmadı. Sonra… Orayı yakmışlar, baştan başa. Kasaba haritadan silindi, kayıtlardan düşüldü. Bir Allah’ın kulu, en muhalif kalem bile bahsedemedi. Bilen varsa bile sustu.”
            Abdülharis elini yavaşça kaldırdı: “Çok masumun ve bir o kadar da nabekârın kanına girdim ama benim vukuatım değildi. Ancak hatırlatmam da boşuna değil. O kasabayı yakanın sen olmadığını da biliyorum. Burada korkmamız gereken iki şey var. Birincisi o kasabaya yapışan musibetin ne olduğunu, ortadan kalkıp kalkmadığını bilmiyoruz. İkincisi o musibetin peşine düşenler de senin gibi avcı falan olmalı. Yani bifu noktada benimle aynı endişeyi paylaşman iktiza ediyor. Eğer o arşivde kurcaladıkların beni tehdit ederse… Emin ol sen de güvende olmayacaksın… Ha bir de! Yazacaksan düzgün yaz. Eflaklı ihtiyarın filmlerindeki gibi romantizm satıyor, anlıyorum ama biz de Rumeli derebeyiyiz! Al topuklu, sırma saçlı kuzulara ne çektirdiysem onu yaz. Hovardalıktan sakınacak değilim ya!” Sonra bir an gözlerinde tuhaf, düşünceli bir ifade belirdi: “Biliyor musun ben de senin yaptığını yapardım bir zamanlar… Korkulu meseller anlatırdım. Çok eskiden. Gençken. Ölmemişken. Budin hanlarında düşüp kalktığım delikanlılık vakitlerimde. İşret sofralarında.” Yandan Engin’e baktı: “Sen sormadan söyleyeyim delikanlı Budapeşte. Osmanlı eyaletiyken.”
            Engin tüm bu dehşet karşısında tıpkı Muzaffer gibi duraksadı. Öğrendiği bilgiler canını sıkmıştı. Ya başka bir tehlikeye çatarlarsa ne olacaktı? Şehrin sokaklarında elini kolunu sallayarak gezinen dehşetlerden başka, daha derin ve köklü kötülükler varsa nasıl başa çıkacaklardı? İçinde peyda olan dehşetin artmasında Abdülharis’in Muzaffer’e kurguyla ilgili kendi hikâyelerine dair tavsiyeler vermesinin de payı vardı. “Kusura bakmayın ama kız arkadaşımı o şeye dönüştürdüler… Hiç üzülmesem de onun gereksiz arkadaşını da… Geçmiş umurumda değil! Varkolaklar hala dışarıda!” diye gürledi aniden.
            Abdülharis muzafferane bir edayla ona baktı. Osmanlı örfüyle yetiştiğinden böyle külhani bir çıkışta bulunması hoşuna gitmiş olmalıydı. Hemen cadıcıya döndü: “Duvardakiler de etkili ama şu kazık hepsinden tesirli! Kap şunu da Varkolakların hanesini basalım hele!” Sonra Engin’e baktı duvarı işaret ederek: “Delikanlı! Sen de şu duvardaki kazıklardan iki-üç tanesini yanına al. Üstündeki dualar ve sarımsak iş görür ama öldürmek durumunda kalabilirsin. Dua okuyarak kazığı sertçe saplarsan, hele bir de kalbine denk getirdin mi öldüremesen dahi kıpırtısız bırakırsın hortlağı...”
            Engin duvara yöneldiğinde Muzaffer arkasından seslenerek duvara sabitlenmiş küçük rafı gösterdi: “Şu sağdaki üç tane açık renk olan kazıklardan al. Alıç ağacındandır. Varkolak cinsine karşı da az çok tesirlidir…” Duvardaki kazıklardan kendine gösterilen üç tanesini cebine atan Engin ne olur ne olmaz diyerek duvara asılı gümüş kamayı da eline aldı. Tam geriye döndüğünde Abdülharis şaşkınca eline bakıyordu. Böylesine azametli bir vampirin yüzünde böyle bir ifade görmek tuhaftı. Bir Engin’e bir Muzaffer’e bakıp sordu: “Ben bu gümüş kamayı nereden hatırlıyorum? Tabi! Namlı dampirlerden Arnavut Malik’in bu. Istrancalar havalisinde türemiş bir cadıcıydı o da zamanında. Peşime düşmesine rağmen hayatta kalabilmiş ender insanlardandır. Sen nereden buldun bunu?”
            Muzaffer sakince omuzlarını silkti: “Kosova’ya bir seyahatimde denk geldim. Aile üyelerinden birisi satılığa çıkarmıştı kumar borcu nedeniyle. Hikâyesi ilgimi çekti, araştırdım, yazdım sonra. Istrancaların Korkusu adıyla romana dönüştürdüm. 4 baskı yaptı iki yılda…”
            Abdülharis sitemkâr bir tavırla başını salladı: “Araştır, yaz, araştır, yaz! Hem şöhrete malik ol, hem de para kazan! Temiz iş  bulmuşsun cadıcı. Çok temiz iş!”
            Engin gürültü çıkarmak maksadıyla boğazını temizleyerek ikisini de susturdu: “Dimitar’ın evini basmaktan bahsediyordunuz. Gerçekten orada mıdır?”
            Abdülharis alaycı gözlerle baktı ona: “Tilki avının aşinası olmamana hiç şaşırmadım şehir çocuğu. Lakin emin ol bir hortlaksan belirli bir mekânı, kısa süreliğine de olsa sahiplenirsin. Lanetin elbiselerine ve bulunduğun yere sirayet ettiğinden her yerde rahat olamazsın. Muhakkak saklanacak ve dinlenecek bir yerin olmalı. İşte bu yüzden tilkiyi ormanda kovalamayacağız. İnine gidip yakasına yapışacağız!”
            Üçü de sakince evden çıktı. Muzaffer kapıyı çekerken bildiği duaları birkaç kez okuyarak evi kendince mühürledi. Bunları Abdülharis’in binayı terk etmesinden sonra yapmaya dikkat etti.
            Kırmızı Lada yeniden şehrin karanlık sokaklarını yırtarken üçü de suskundu. Çıktıkları görevin ciddiyetinden mülhem Engin dahi ne yapacağını biliyor gibiydi. Çürümekte olan apartmanın önüne gelip karanlık merdivenleri huşu içinde tırmanırken de sakinlerdi. Hatta Engin’in dikkatini Abdülharis’i karanlık merdivenlerden süzülürcesine çıkması dikkatini çekmişti. Karanlığın varlığı olduğunu bir kere daha anlamıştı.
            Dimitar’ın evinin kapısının önüne geldiklerinde Abdülharis kilitli kapıya elini uzattı. Engin’le Muzaffer, apartmanın çatısına çıkan merdivenlerin olduğu taraftaki pencereden varan solgun sokak lambası ışığında bu hareketi ayan beyan görmüştü. Hortlağın yüzü ifadesizdi ama zorlandığı açıktı. İki korkunç varlığın iradeleri o kapı üzerinde çarpışıyordu. Derken kilitlerin kendiliğinden dönüp koca kapının ardına kadar açıldığını gördüler. İçerisindeki çürümüş koku ve zifiri karanlık, kasvetli apartmandan daha ürkünç görünüyordu. Temkinli adımlarla hole girdikleri zaman sokak kapısı kendiliğinden kapandı. Abdülharis’in ağzından: “Buradalar!” sözü ıslık gibi çıktı. Koridorun diğer ucunda ışıldayan üç çift kırmızı göz hortlağın ikazını doğruladı. Muzaffer, tılsımlı kazığı iki eliyle kavradı. Engin gümüş kamayı kınından sıyırıp önünde tuttu. İşte şimdi asıl cenk başlıyordu!
DEVAM EDECEK

Varkolakların Gecesi-Bölüm 16


Apartmanın girişine kendini adeta savuran Muzaffer, basamakları hızla aşıp kapıya ulaştı. Aceleyle ceplerine bakınıp anahtarlarını yanına alıp almadığı konusunda kararsız kaldı. Anahtarlık halkalarından birini parmağına geçirirken cebine atmış olduğuna dua etti. Anahtarı deliğe sokup kapıyı açarken bir an netameli bir izleniyormuş hissine kapıldı. Apartmana da girmeden önce merdivenlerden birkaç adım inip sokağa göz attı. Ne araba gümbürtüleri ne de köpek havlamaları işitiliyordu. Ortalık hayli sakindi. Sokak lambalarının ışıkları yanmıyordu. Apartman kapısına hızla koşturup anahtarı yanına aldıktan sonra dairesine doğru seğirtti.
            Apartman eski tip olsa da birkaç yıl öne fotoselli ışıklandırma kurulmuştu. Adımını merdivenlere atar atmaz yanması gerekiyordu ancak huzursuz edici bir karanlığın tam ortasındaydı. Sokak kapısının camından dışarıya tekrar bir göz attıktan sonra temkinli adımlarla yukarı çıkmaya başladı. Bir alt katına vardığında alt komşusunun kapısının ağır ağır açıldığını fark etti. Temkinle duraksayıp nefesini tuttuğu esnada Rıfat amcanın uykusuzluktan kanlanmış gözleriyle karşı karşıya geldi. Rıfat amcanın antresinden gelen ışık huzmesi gözünü alıyordu ancak ihtiyar adamın çehresini görmesine mani olmuyordu.
            “Sen miydin evladım?”
            “Benim, benim Rıfat amca…”
            “Evde de hep bu kılıkta mı geziyorsun böyle?”
            “Kılık? Ha… Üzerimde unutmuşum, kafa dalgınlığı işte.”
            “Çok dalgınsın bu aralar oğlum. Evden çıkarken bile kapını açık unutmuşsun, ben çektim kapattım yerine…”
            “Vallahi hiç farkında değilim Rıfat amca sağ olasın.”
            “Eee? Yakalandı mı magandalar?”
            “Ne magandası Rıfat amca?”
            “Bu yazı mesaisi senin hafızanı mahvetmiş evladım bir doktora görün istersen. Akşam akşam hani silah sesi geldi ya! Sen de magandalardır demiştin…”
            “Ha o…”
            “Ben öyle aceleyle çıktığını görünce onlarla alakalı bir şey sandım. Hatta arkandan seslendim ama duymadın. Sen niye karışırsın böyle şeylere bilmem? Polisi ara bırak. Ya sana bulaşsalar? Ya bir şey yapsalar değil mi ama?”
            “Haklısın Rıfat amca. Dikkatli olurum bir dahaki sefere. Haydi iyi geceler sana…”
            Diyalogu sonlandırmak isteyen Muzaffer merdivenlere kendini savurup hızla merdivenleri tırmanmaya başladı. Kapının örtülme sesi işitilip antre ışığı gözden yitince kendi kendine söylendi: “Ulan vampiriyle hortlağıyla ayrı uğraş, emeklisiyle ayrı! Bu gece de bahtımız ölülerden açıldı!”
            Kapısına ulaşır ulaşmaz hızla açtı ancak daha önce evine hortlakları davet ettiğinden ötürü tedirgindi. Kapının aralığından uzanarak el yordamıyla antre ışığı bulup önce ışığı yaktı. Elini içeride tuttuğu süre esnasında sanki ölüp ölüp dirilmişti. Antre ışığı yanar yanmaz davete rağmen evin girişini mühürlemek amacıyla besmele çekip sağ adımını attı. Kapıyı da besmeleyle örttükten sonra salonun ışığını da hızla açıp evin odalarını tek tek gezmeye başladı. Banyo kapısını dâhil manevi olarak mühürleyerek en azından salona girmelerinin önünü alacaktı. Salona girer girmez duvarda tüm haşmetiyle duran Bozhidar’ın kazığı gözüne çarptı. Eğri büğrü alelade bir odun parçası gibi görünen ama üstünde Kilise Slavcasında, Kiriş alfabesinde ve Arap harflerinde isimler, karakterler, tılsımlar taşıyan kazığın önüne doğru yürüyerek dokundu. İlk ele geçirdiği zamanki gibi hissediyordu. Tüm bedenine yayılan karıncalanma hissinin tılsımlardan mı yoksa kanlı mazisinden mülhem kendi zihninden mi kaynaklandığı meçhuldü.
            Kazığı duvardan indirip kapıya yöneleceği esnada dikkatini başka bir şey çekti. Salonun ışığı soluklaşmıştı. Camlar kapalı olduğu halde belli belirsiz bir soğukluk hissediliyordu. Çürüyen, eskiyen ama ayakta kalan bir şeyin varlığını hissediyordu. Bunu ancak bir cadıcı fark edebilirdi. Kazığı elinde hançer gibi tutarak ağır ağır arkasına döndüğünde çalışma masasının önünde dikilmekte olan Dimitar’la göz göze geldi. Salonun loşluğunda gözlerinin parıltısı, çenesine uzanan dişleri ve ürkünç sureti, cadıcıyı korkusundan olduğu yere mıhlamıştı. “Bildiği duaları unutmak” deyişini bizzat yaşıyordu.
            Dimitar ona birkaç adım yaklaşarak ölü ağaç dallarını andıran parmaklarıyla salonu gösterdi. Uzun ve kirli tırnakları hayli dikkat çekici ve tehditkârdı: “Çok unutkansın dağlı! Salonu mühürlemeyi unuttun!” Muzaffer ağzını açmak istediyse de boğazının kuruduğunu hissetti. Böylesine güç sahibi bir mahlûkla baş başaydı. Elinin altında kullanabileceği pek çok silah ve eşya mevcuttu. Ezberinde dualar vardı. Ancak en çok ihtiyaç duyduğu şey; cesareti yitip gitmişti.
            O esnada “bela belayı çeker” kavlinden bir hadise cereyan etti ancak Muzaffer bu gelişmeye içten içe şükredecekti. Salonun ışıkları bir anda kararır gibi oldu, öyle ki kütüphanenin köşesi tamamen karanlığa gömüldü. Muzaffer rüzgârlı havada kuranderde kalmışçasına üşüdüğünü ayan beyan hissetti. Daha eski, çürümeye direnen ve mevcudiyetiyle insanın yüreğine ürküntü getiren bir varlığın daha orada olduğunu fark etti. Danica olabileceğini düşündü ancak hem bu auranın daha kasvetli olması hem de Dimitar’ın yüzünde belli belirsiz anlaşılan bir dehşet ifadesiyle pencerelere doğru gerilemesi bu fikrini çürüttü. Muzaffer böylesine kudret sahibi bir canavarın yüz halini bu şekle getiren şeyi merak etti. Neyse ki merakını gidermek için fazla beklemesine gerek kalmadı.
“Dağlıya dokunma more çerata!” diye bir ses sanki evin dört bir köşesinden işitildi. Ardından aynı ses konuşmayı sürdürdü: “Yüz sene evvel seni dağlarda kovalayan Arnavut zabitleri hatırladın değil mi? Ben onlardan değilim. Ama korkmamanı da söyleyemeyeceğim…”
Sesin hemen akabinde kütüphanenin köşesindeki karanlıkta bir çift ateş kızılı göz peyda oldu. Ardından Abdülharis Paşa tüm dehşetiyle arz-ı endam etti. Ancak kollarının normalden uzun oluşu ve öfkeyle kasılmış suratı, Muzaffer’i dehşete düşürmeye yetmişti. Aynı tarafta olduklarını bilmelerine rağmen yine de tedirgindi.
Dimitar’ın gözleri kısıldı: “Şehre geldiğimde benden daha yaşlı birinin olduğunu hissetmedim. Sen de kimsin?”
“Ben zaten bu şehirden değilim Kazanluklu Dimitar Voyvoda! Istrancalardan geliyorum…”
Dimitar’ın, o korkunç vampirin gözleri dehşetle fal taşı misali açıldı: “Abdül Paşa! Şerruh!” Bir anda pencereye doğru giderek gözden kayboldu. Cadıcı onun hortlaklara has güçle küçülerek pencere aralığından kaçıp gittiğini anlayabildi –tabutların kapak aralığından sızdıkları gibi- ancak Abdülharis adım adım küçüldüğünü, o şekilde kendini dışarıya atıp karanlıkta kaybolduğunu an be an seyretti. Dimitar’ın gidişinin ardından salonun ışığı loş bir ışık yaymaya başladı ancak serinlik devam etti.
Abdülharis cadıcıya birkaç adım atarak Bozhidar’ın kazığını işaret etti: “Onu hançer gibi tutmayı bırakırsan müteşekkir kalırım... Az daha paçayı kaptırıyordun Kırcaalili!”
“Sizin bu Kırcaalililerle alıp veremediğiniz ne paşa hazretleri? Siz de Dimitar da vurgulayıp duruyorsunuz!”         
“Heyheylenme! Yüz sene evveline kadar Balkanlarda bulunmuşsan ve eşkıyalıkla, çetelerle hemhal olmuşsan Kırcaalili olmak pek es geçilecek bir husus değildir…”
“Burayı nasıl buldunuz?”
“Yakın vakitte şehre bir kere daha yolum düştüğünden yolu bulmam çok zor olmadı. Hem bir varkolağın kokusunu takip etmek zor değildir. Nefes almasan bile burnuna burnuna gelir kokusu.”
“Engin nerede?”
“Delikanlıyla yavuklusunu kurtarmaya gitmiştik. Ancak bu hergeleler hem kızı hem de bir diğer arkadaşını kendilerine çevirmişler. Seni kurtarmaya geldim, delikanlı da buraya geliyor.”
“Birini bu kadar çabuk dönüştürebildiklerini unutmuşum.”
“Bunlardan yaşlı olmasam ben bile karşılarına çıkmaya cesaret edemem açıkçası. Benim gibi alelade bir hortlağın birini dönüştürmesi en az dört-beş günlük iş. Lakin varkolak yani eskilerin “sömürgen” de dediği bu cins intizarla, lanetle dönüşmüştür. Onlar daha çabuk çoğalırlar. Ama bu da güçlerini azaltır. O yüzden bana mukavemet edemedi.”
“Bu iyi mi kötü mü?”
“Eğer dönüştürdükleri de kendilerine kurban ararlarsa… Birkaç gecede koca şehir bana benzer. Devlet el koyar, karantina ilan eder, haberlere çıkmaz. Sonra bir bakmışsın haritadan silinivermiş. Sınır kapısını da başka bir yere çekmişler. Osmanlı bile zamanında yapabilirdi böyle şeyler, şimdi de değiştiğini sanmam…”                                                
DEVAM EDECEK