(Daha önce Kayıp Dünya'da yayınlanmıştır)
(Tarihsel
olaylar, tarihte geçen kişiler gerçekten alınmışsa da birçoğu hayal ürünüdür.)
“Gizemcilik
konusunda kitapları ile tanınan Fransız Roland de Villeneuve Kurt Adamları ve
Vampirleri araştıran bir çalışmasında 1542’de İstanbul’da sürü halinde gezen
Kurt Adamlardan söz ediyor. Villenevue, 17.yüzyıl yazarı Jacques d’Autun’un
“Sihirbazlar ve Büyücüler Konusunda Bilimsel İnançsızlık ve Cahil Saflık” adlı
çalışmasından aşağıdaki alıntıyı veriyor. “Sultan,
has askerleri ile birlikte, silahlanıp saraydan çıktı; Kurt Adamlardan yüz elli
kadarını surlara dizdi fakat bunlar, toplanan halkın gözleri önünde, surlardan
atlayıp kayboldular.”
Giovanni
Scognamillo’nun “İstanbul Gizemleri” adlı eserinden…
(30 Zilhicce 948 – 16 Nisan 1542)
(Kostantiniyye - Devlet-i Al-i Osmaniyye’nin
Payitahtı)
1.
Karanlık ve Kanlı Sokaklar
Gecenin uğursuz karanlığında bedbaht bir adam, şehirde
ilk doğanların artık doksanlık kocalar ve kocakarılar olduğu Kostantiniyye’nin kadim
sokaklarında koşturuyordu. Henüz taşlarla döşenmemiş toprak yolda, fethinden
sonra Sultan Mehmed Han’ın emriyle yaptırılan iki katlı ahşap evlerin arasından
arkasından geçip kendisini kovalayanlardan kaçıyordu. Arkasından koşturmakta
olan üç gölge vardı. Adımları toprak yolda sanki dolu yağmuru misali
işitiliyordu. Sokak köşelerinde yanan fenerlerden görüldüğü kadarıyla başlarındaki
keçe börklerden ve o dönemde kentte silah taşımasını yasak eden Sultan Mehmed
Han’dan beridir hançer taşıdıklarından yeniçeri oldukları anlaşılıyordu. En
önlerinde koşan ilerlemiş yaşına rağmen hala dinç sayılabilecek olan ellilik Başkarakullukçu
(Başçavuş) İsmail Beşe’ydi. Sultan Bayezid-i Sâni (İkinci) Han zamanında ihdas
edilen Ağa Bölüklerine mensup 19. Bekçi Ortası’nın başkarakullukçusuydu
(başçavuş). Peşinden aynı ortaya mensup iki yeniçeri takipteydi.
Adam çıkmaz bir sokağa saptığında yolunu kestiler. Hepsi
soluk soluğa kalmıştı. Adamı ay ışığının altında gördüklerinde neredeyse
sıtmaya tutulmuş gibi titremekte olduğunu fark ettiler. Gözlerinin feri
solmuştu. Başkarakullukçu yanındakilere söylenmekteydi:
“İllallah yetişir
artık bu yeni devşirmelerden bre! Bizim zamanımızda bokumuza kadar bakarlardı.
Havaleli mi eserekli mi ne olduğunu bilmeden tutup atmışlar taşodaya!”
Başkarakullukçu tam ona yaklaşacağı sırada havaleli gibi
olduğu yerde titreyip silkinmekte olan adam gökte duran dolunaya bakarak acı
acı ulumaya başladı. Titremesi ve kasılması artarak yere kapaklandı ve yerde
titremeye başladı. Tekrar dört ayağı üzerindeymişçesine kalkarak yine ulumaya
başladı. İsmail Beşe öfkeyle üzerine yürüyerek ağzına okkalı bir tokat
yerleştirip adamı yere yıktı. Yerde sıtmalı titremekte olan adama gürledi:
“Çorbacı ağa
öğrensin bir hele! Ocakta bir gün bile tutmazlar seni!”
O anda
başkarakullukçu ve yanındaki iki yeniçerinin gözleri önünde tuhaf şeyler vuku
bulmaya başladı. Adamın bedeni sanki genişliyordu da derisi yırtılıyordu, acıyla
iki büklüm yere kapandığında kollarında ve ayaklarında elbisesinin parçalandığını
ve kıllarının garip bir şekilde hızla uzamaya başladığını gördüler. Teni
kapkara kesilmiş gibiydi. Başını kaldırdığında uzamakta olan dişlerini ve ateş
kızılı gözlerini gördüler. Köpüklü ağzından korkunç hırıltılar gelmekteydi.
Yeniçerilerden biri hançerini sıyırarak haykırdı:
“Pir aşkına!
Erenler aşkına! Uğramış bu uğramış!”
Başkarakullukçu ona bakarak kafasını salladı. Hançerini
çekerek adama döndü. Son gördüğü şey, burnunun hemen dibinde biten lağım kadar
kötü kokan bir nefes ve cehennemden çıkma kızıl gözlerdi.
2.
Bir Tuhaf Cinayet
Saraçhane içerisinde ve şehri Kostantiniyye’de dehşetli
bir haber yayılmıştı sabahtan. Daha cinayetin hikâyesi kahvelere ve dükkânlara
düşmeden, bir kalabalık kafile Bizans’tan kalma Yedikule’ye uzanan meşhur Meşe
Yolu üzerinden gelerek İstanbul’un ilk semti Saraçhane’ye, İstanbul’u sallayan
korkunç cinayetin vuku bulduğu yere doğru yaklaşmaktaydı. Takribi 880’de (1475)
Sultan Mehmed’in emriyle buraya kurulan büyük saraç imalathaneleri açılmış,
burada çalışan usta ve kalfaların torunlarıyla birlikte bu mahalle oluşmuştu.
Nisan ayının ortasında, kıştan kalma hafif bir sabah sisi
sarmıştı ortalığı. Ziyadesiyle esrarlı ve korkutucu bir hava sokağa hâkimdi.
Sokakta
çınlayan sesler maiyetiyle birlikte Sultan Süleyman Han’ın oraya doğru
geldiğini haber veriyordu. Koşturarak sokağa giren solaklar ahaliyi uzaklaştırıp
her biri bir ev kapısını ve sokak başlarını tutarak beklemeye başladılar. İnsanlar
evlerinin pencerelerine, cumbalarına çıkarak sokağa doluşan kalabalığı seyrediyordu.
Sokağa iki kişinin koşar adım girdiğini gördüler. Birisinin üstünde kurt postu
vardı, altına deriden mamul bir tür yamçı giymişti ki onun da altında zincir
zırh sarkıyordu. Belinden ucu eğik Tatarî bir kılıç sallanıyordu. Kuburluğu ok
doluydu, yayı da Tatarî’ydi. Kenarı kürklü, ucu mücevher sorguçlu, demirden bir
miğfer takıyordu. Orta boylu, esmer tenli, çekik gözlü, Tatar tipli, ince
bıyıklı bir adamdı. Onun yanındaki ise biraz daha yaşlıca, ama oldukça iri
görünümlü, sırtına Bosna sancağının Deli alaylarının erleri gibi kaplan postu
geçirmiş, başına da keçe külah takmış pazu ve pençe sahibi bir adamdı. Sağ
belinden büyükçe, Avrupai bir meç sarkıyor, irili ufaklı birçok bıçak ve kama
deriden avcı zırhının orasında burasında asılı duruyordu. Kendi boyunun yarısı
büyüklüğünde bir topuz taşımaktaydı.
O sırada evlerin birinde pencere önünde oturan iki
ihtiyar gelenleri tanımış gibi kafalarını bilgiççe sallamaya başlamışlardı.
İkisi de doksanına merdiven dayamış bu ihtiyarlar şehr-i İstanbul’un en yaşlı
birkaç sakininden biriydi. Babaları Feth-i Mübin de denilen Feth-i
Kostantiniyye’ye katılmış Karesi vilayetinden gelme gönüllerdendi ki, fetihten
sonra ailelerini alıp şehre yerleşerek, bu ilk semtin saraç esnafları arasına
karışmışlardı. Bir müddet orducu esnafından olup, Ordu-yu Hümayun’un ardından
nice sefer yolları teptikten sonra baba yadigârı bu eve geri dönmüşlerdi. O
nedenle bu iki adam sokağa girer girmez, büyük bir merakla sokağı seyreden hane
ahalisine dönüp bakmadan kendi aralarında konuşmaya başlamışlardı zira o
senelerden tanıyorlardı ikisini de:
“Fedailer geldi!
Ben sana dedim büyük iş bu diye. Sultan bile sarayından çıkıp geldiğine göre…”
“Yahu Sultanımız tabii ki gelecek,
şehr-i Kostantiniyye’de kaç kere böyle vaka görülmüş? Adamlar gecenin ortasında
çığlık çığlığa üç yeniçeriyi parçalamış. Canımız tehlikede. Saraya bile girilmez
artık.”
“Sen öyle san. Fedaileri bilmezmiş
gibi konuşma. Sultanın eli ayağıdır bunlar, uzandıkları başı da kesmeye
muktedirdirler!”
“Bilmez miyim? Na şu kurt postuyla
gezen namlı yiğitlerden Kırımlı Sinan değil mi? Atadan dededen akıncıdır, ok
çeker Nogay süvarilerindendir. Nemçe Seferi’nde yiğitliğiyle küffarı bile
sindirdi. Bir gece Sultan’dan destur alıp serdengeçti yoldaşlarıyla baskın
verdi küffar ordugâhına. O Nemçelilerin namlı yiğitlerinden şövalyelerinden
karşısına kimse çıkamadı, donlarını bırakıp kaçtılar. “Kırım’dan gelirim adım da
Sinan’dır, Gizlenme Nemçeli meydan da burdadır” diye adına türkü yaktılar.”
“Ya öteki, ya öteki? Bosna
Sancakbeyinin kapularından, Deliler Ocağı’ndan çıkma Matlı Fehim’e ne demeli?
Bosna’dan orduya katılıp Sultan’la birlikte Rodos’ta savaşıyorlar. Bir bölük
Cermen şövalyesi Sultan’ın çadırına girende ne yeniçeri sağlam kalıyor ne
silahdar. Matlı durur mu? Baba yadigârı meçi sıyırıyor kınından dalıyor Cermen
keferesinin arasına. Sekizinin kellesini alıyor, kalan üçü yaralarından bitap
düşüyor. Babası da akıncı taifesinden derlerdi…”
İhtiyarlar anılarını
tazeledikten sonra iki fedainin sokağa girişini seyretmeye devam ettiler.
Kırımlı Sinan cesetlerden geriye kalanların olduğu kanlı
çıkmaz sokağa koşar adım girerek etrafa bakındı. 19. Bekçi ortasının Çorbacısı Ayı
Osman’ın durgun bir halde yeniçerilerin kopartılmış uzuvlarını seyrettiğini
gördü. Ayı Osman, Kırım’ın kuzeyindeki Rutenya bozkırlarında yaşarken çocuk
yaşta ailesinden koparılmış ve hediye olarak birkaç köle ile birlikte Sultan
Bayezid-i Sani’nin huzuruna çıkan Moskova Knezliği elçileriyle birlikte
İstanbul’a gelmişti. Sağlam yapısı ile kısa sürede acemoğlanlığından
yeniçeriliğe girmiş, Yavuz devrinden beri bir nice sefere katılmış bir koca
kurttu. Lakabı görünüşünden ziyade densiz sayılabilecek yapısından
kaynaklanıyordu. Birisine sinirlendiği zaman kim olduğuna bakmadan kamçıyla
girişip en sunturlu küfürleri sıralayacak kadar patavatsızdı. Sessiz sakinken
aniden vuku bulan sinir kriziyle esip gürleyen bir deli yiğitti. Aslında
kethüdalığa hatta ağalığa kadar yükselebilecekken, Alman Seferi sırasında
askeri yanlış yönettiği gerekçesiyle yeniçeri ağasıyla tartışınca araya
girenlere rağmen rütbesi çorbacıda kalmıştı. Padişah’ın ve ordunun İstanbul’a
dönüşünün ardından apar topar asıl kılıç salladığı 29. Orta’dan çıkarılarak
Kostantiniyye’nin asayişinden sorumlu 19. Bekçi ortasına sürülmüştü.
Kostantiniyye’de ve karşısındaki Pera’da on yıldır it uğursuz takımını
kovalamaktaydı. Gerginliğini belli etmeden yerdeki kan izlerine bakıyordu.
Çevredeki
birkaç yeniçeri de hem korku hem de intikam isteyen bakışlarla yoldaşlarının
canını alanları parçaladıklarını hayal ediyorlar. Yumruklar sıkılı vaziyette
beklemektelerdi. Kırımlı sokaktan çıkarak sokağın başında bekleyen Matlı
Fehim’e el sallayınca Fehim arkasına dönerek Sultan’a gerekli işareti verdi. Üç
kıta yedi düvelde at oynatan şahbazların ve mamur karyelerin hâkimi cihan
padişahı Sultan Süleyman Han, türlü çeşit mücevherle süslü at koşumunu
solaklardan bir askere bıraktıktan sonra atından inerek altı solakın muhafızlığında
sokağa girdi. Kırımlı Sinan’la Matlı Fehim çıkmaz sokağın bir köşesine giderek el
pençe divan beklemeye başladılar. Sultan Süleyman çıkmaz sokağa girer girmez
tiksinerek yeniçeri kullarından arta kalanlara baktı.
Sultan, Çorbacı Osman’a bakmadan sertçe sordu:
“Kullarımın bu
ahvali nedir? Nice iblisin işidir bu?”
Çorbacı Osman
sesinde hiçbir titreme olmaksızın el pençe divan cevapladı:
“Belli değil
sultanım. Kaç kişilermiş veya tek kişi miymiş bilmiyoruz. Ezan vaktine yakın, sabaha
karşı fenerleri söndürmeye gelen fenerciler görmüşler. Haber gelir gelmez
sokaklara kollar saldık, yabancıları, şüphelendiklerini topluyorlar. Biz gelir
gelmez sokaktaki evleri tek tek gezdik. Gece bazı sesler duymuşlar. Çığlıklar
ve böğürtüler varmış. Sokak o kadar karanlıkmış ki hiçbiri bir şey görememiş.”
“Şehri Kostantiniyye çalkalanıyor.
Böyle vahşet görülmüş müdür? Benim kullarım katledilmiş siz burada eğleşir
misiniz?”
“Affedin hünkârım. Karındaşlarımızın
kanı yerde kalmayacaktır. Evelallah yapanları bulup kadı karşısına koyacağız.”
Tam o sırada
bazı ayak sesleri duydular. Ardında birkaç nefer olduğu halde 5. Ağa Bölüğü ortasının
Başkarakullukçusu Kara Şaban gelmişti. Ortası gibi geçmişi de netameliydi.
Çorbacı Osman’la yaşıt olmasına rağmen, 1525’teki yeniçeri isyanına karıştığı
için önce yoldaşlarıyla birlikte idam edilecekken, rica ile rüşvet ile
kendilerini affettirmiş ama sürgün misali göz önünde dursunlar diye kâffesi 5.
Orta’ya gönderilmişti. Birçoğu seferlerde baş vermiş, onlardan yadigâr Kara
Şaban tek kalarak ortanın başına geçmişti ama isyandan dolayı rütbesi başkarakullukçu
rütbesinden öteye geçmemişti. Yeniçeri Ocağı içerisinde ne kadar netameli adam
varsa, göz önünde bulunup icabında halledilebilmeleri için bu ocağa
toplanmıştı. İstanbul’un en korkulu adamları ve ilk kabadayıları bir şekilde bu
ortayla bağlantılı işlerini yürütüyordu. Kara Şaban sicilli olmasına rağmen,
şehirde azabilmesi muhtemel haydut namzetlerini kontrol ettiği için yaptığı
ufak tefek işlere göz yumuluyordu. Üstelik bu yükselişinde, 1523’te Kanuni’nin
Yahudi sarrafların alacaklarını tahsil etmeleri karşılığında yeniçerilerin
maaşlarını işletme hakkını vermesinde etkili oluşu ve bizzat Pera bölgesindeki
Yahudi sarrafların eli kolu olması da etkiliydi. Cinayetin haberini ve Sultan’ın
intikalini haber alır almaz adamlarıyla cinayet mahalline gelmişti.
Sultan
Süleyman Han, fedailerine:
“Vakayı 19. orta soruşturacak.
Çorbacı mesuldür. Sizi de onun yanına verdim, bu vahşeti yapanın hakkından
gelmesini bilirsiniz. Katili bulursanız yakalamadan önce bana tez haber
edesiniz.” dedikten sonra arkasına döndü. El etek öpüp el pençe divan
bekleyen Başkarakullukçu Kara Şaban’a:
“Kostantiniyye’nin
it uğursuz takımını iyi bilirsin. Karındaşlarınızın maktulünü bulmada, sen de
aynı şekilde mesulsün.”
“Emredersiniz hünkârım!” dedi
Kara Şaban Ağa başı eğik vaziyette. Sultan Süleyman Han bir hışımla geldiği
gibi çıkmaz sokaktan çıkarak atına binip solakların korumasında, muhafız
alayıyla birlikte mahalleden çekildi. Çorbacı, başkarakullukçu, fedailer, 15. Bekçi
ortasının ve 5. Ağa Bölüğü ortasının neferleri, yoldaşlarından arta kalanların
çevresinde akbabalar misali dikiliyorlardı. Onların gergin bekleyişinden ürken
ahali, pencerelerinin ardına çekilerek sessizliği dinlemeye başlamışlardı.
Kara Şaban kafasını iki yana sallayıp ceset parçalarına
bakarak kabak dumanından kesikleşmiş sesiyle:
“Yazık! O kadar
savaş meydanı gezdim, yetmiş iki buçuk milletten adamla cenk edip kılıç
tokuşturdum, böyle vahşet görmedim. Hangi ortadan?”
Ayı Osman:
“Bizimkilerden. Üç
kişi, bir karakullukçu iki nefer. Sayılarını yerdeki hançerlerden tespit ettik.
Bir de dün gece ocaktan firar eden bir acemoğlanının peşinden gidenleri
biliyorduk. Firariyi buldular mı bilmem ama ecellerini bulmuşlar.”
Kırımlı Sinan
ile Matlı Fehim ceset parçalarında arta kalanların üzerine eğilerek incelemeye
başladılar. Tatar sordu:
“Peşinden
gittikleri firarinin işi olmasın?”
“Daha neler!” diye
gürledi Kara Şaban. “Acemoğlanının teki,
civelek başına iki neferiyle koca karakullukçuyu haklayacak. Hak yazdıysa
bozsun cihan görmüş mü duymuş mu?” diyerek cesetleri inceleyen Tatar’a ters
ters bakmaya başladı. Ayı Osman sıkıntıyla ensesini sıvazlayarak söylendi:
“Onu bilmem ama bu
iş Kostantiniyye’de ilk.”
Kara Şaban kaşlarını çattı:
“Nasıl ilk? İstediğin
cinayet olsun. Sen bana desdur ver ben gidip ne kadar katil varsa getireyim
dikeyim karşına!”
“Adi cinayet değil bu. Pera’daki
gemicilerin karı cinayetine, Sulukule’dekilerin mal kavgasına, Yedikule çayırındaki
keşlerin birbirini kesmesine benziyor mu bir bak? Bu muhitte böyle şeyler
olmazdı. Benim şehrimi tanımaz mıyım? Benden önce Mehmed Han’dan bu yana on
dört bekçi çorbacısı eskitti bu sokaklar. Tam on dört! Al bak kaydı kuydu bizim
ortada duruyor! Kostantiniyye’nin Pera’nın iti uğursuzu, katili, orospusu hepsi
orada. Ben böyle cinayet görmedim. On dört tanesinde o kadar isyan oldu,
suikast oldu, bu boktan katliam geldi on beşincisi buldu anasını satıyım!” diye
gürledi Çorbacı Osman. Bu sırada Kara Şaban ve diğer neferler, ocak dışından
fedaileri gergin bakışlarla süzmekteydiler. Kara Şaban evlere bakındıktan sonra
sordu:
“Bu karakullukçu
veya neferler nereden devşirildi?”
Neferler,
fedailer, Çorbacı Osman hemen dönüp çehresinde garip bir şey görmüşler gibi
baktılar Kara Şaban’a. Çorbacı Osman sordu:
“-Ne alakası var?”
“-Karakullukçu Arnavutsa veya Kafkas
kabilelerinden devşirilmişse kan davası olabilir.”
“-Gürcü, Çerkez taifesinden kul
devşirilmez töredir. Bizim ortanın ekserisi Arnavut devşirmesidir. Bugüne kadar
da kan davası diye bir tanesi vurulmamıştır.”
Matlı Fehim ağır Arnavut aksanıyla konuştu:
“-Arnavutlar kindardır
more lakin vardır kan davasının da türesı. Kafkas kabileleri gibı aileler arasına
girmişse kan, çekılırler vadilerdeki kulelerina. Aralarında savaşırlar more.
Aileler eğer başka yere giderlerse gitmezler peşinden. Arnavut memleketinde
kalırlarsa ne pahasına olursa olsun bırakmazlar sağ. Olsun gerek Lek Dukakin’e
ve Arnavut töresine binaen. Olsa kin besleyen bir düşmani, sanmam işlesın böyle
cinayet. İnsan işi değil pek bu…”
“Tağm üğstüne bastığnız mösyö!” sesini
duyar duymaz geldiği tarafa baktı cinayet mahallindekiler. İlginç görünümlü bir
adam sokağın başında dikilmiş yeniçerileri seyrediyordu. Kahverengi kadifeden
bir pelerin, mavi renkte kenarı siperlikli ve tüylü frenk serpuşu kuşanmış,
baştan ayağa frenk kıyafetlerine bürünmüştü. Belinden tığ gibi uzun bir şövalye
meçi sarkıyor, iki belinde gümüş hançerler parlıyor, sırtında asılı bir tatar
yayı ve siyah deriden kolluklu bir çanta duruyordu. Sırtına kadar uzanan
saçları, kara kuru sıfatı, karga burnunun altından fırlayan ucu ince ve kıvrık
siyah bıyıklarıyla her haliyle bir Frenk’ti. Çorbacı Osman üzerine yürürken
gürledi:
“Surların içinde
silah taşımak yasak bre gavur, bu ne böyle avcı taburu gibi?”
Frenk görünüşlü
adam koynundan iki parşömen çıkardı. Parşömenlerden birinde hem Frenk dilinde
hem de Türkçe yazılar yazılmıştı. Françe eyaletiyle yapılan ahitnameye binaen, bir
Frenk paşasının Osmanlı topraklarında söz konusu şahsın gezebilmesi için
kapitülasyon hükümlerince izin verdiği yazıyordu. İkincisinde ise Türkçe olarak
bu kişinin Fransız sefirinin güvenliğinden sorumlu olarak şehirde silahlı
gezebilmesine dair verilen izniydi. O tarihlerde İstanbul’da şehirde silah
taşımak yasaktı, yeniçeriler bile sur içinde hançerden gayrı silah taşımazlardı
ki kadılık iznine tabi tutulurdu silah taşıma.
Frenk parşömenleri geri alıp koynuna soktuktan sonra
başıyla hafifçe kefere selamı vererek:
“Bendeniğz Jean
Jacques de Montegeu. Sizin deyiminizle Françe vilayetinden geliyoruğm. Françe
Kralı’nın okültistiyim. Siz nasığl diyoğr müneccimbaşı. Ama astrologie yok, ben
daha çok gizli ilimleri araştırıyoğrum. »
Kara Şaban önce
Frenk’e bakarak: “Üfürükçü müsün birader?
diye sordu. Ardından Çorbacı’ya dönerek: “Frenkin bizim kurşuncu karılar gibi muska yazanını da ilk kez
görüyorum ha!” dedi. Frenk kafasını iki yana sallayarak:
“-Hayığr mösyö! Ben
biliyoğrum sizi, ne üfüğrük ne muskacı değil ben. Ben daha çok havvas ve gizli ilimleri
araştırıyorum, müellif diyoğr siz. Kitaplağrı topluyor, olaylağrı
inceliğyorum.”
Çorbacı Ayı
Osman dövecekmiş gibi sordu:
“Françe elçisinin konağında
görevin varsa burada ne işin var? İşimiz gücümüz var gavur, eğlenme buralarda!”
“-Mösyö size tam anlağtmadım
pardonez mua! Venediğk balyoğsunun (elçisinin) sağrayındaydım, is
janissaireslerin başına gelenler duyulduğ. Dehşeteğ düştüğnüzün farkındağyım.”
“Bu Venedik balyosu
da bize meslek bıraktıracak yakında. Sadrazam azledilse, azilden önce git
haberini balyostan al. Ne tez duymuşlar?”
Kara Şaban:
“Öyle deme Çorbacı
ağa, bir Yahudi bankerler birde bu Venedik keferesi, şehr-i Kostantiniyye’nin
cümle gizli saklı işini duyarlar. Bunlarla ahbaplık eden bir şey duymadığını
iddia edemez.”
Frenk Jean:
“Mösyöğ lafınızığ
böldüğm. Kusurağ bakmayınğ ama buraya gelme nedenğim, bu yaşadığnız olayın
ilginçliğidir. Kralımın verdiği yetkiğ ile cihanığ geziyor ve bir nice garip
olay örneği topluyorum. Şu anda kesin bir şey söyleyemeğm ama bunu yapan şeyin
insan olmadığı kesin.”
Kırımlı Sinan
cesetleri göstererek konuştu:
“Frenk haklı
Çorbacı ağa. Yara izleri hem derin hem de tırtıklı. Köpek ya da aslan dişi
gibi. Sağlam kalan yerlerinde pençe izleri var. Bir de et parçaları eksilmiş.
Yani bunu yapan ya bunları yemiş ya da yanında götürmüş. Hançerlerde bazı kanlı
tüyler var. Keferenin dediği gibi insan işi değil. Köpeklerle saldırmış
olabilirler.”
Çorbacı Osman:
“Birkaç kere uluma
sesi duymuşlar bağrışma arasında. Ama köpek olacağını sanmam. Burası Saraçhane.
Yan tarafı bizim kışlalar hemen. Bu muhitin köpekleri bizimkileri tanır.
Yabancı yerden saldırıya mahsus köpek getirebilirler belki, Sırpların evvelden
yetiştirdiği gibi. Lakin bu izler köpek parçalaması değil. Kurt desen o da burada
gezinmez, Haramidere ya da Istranca taraflarına bakacaksın. Kurt sürüsü olsa iz
miz bulurduk, hem böyle parçalamaz. Daha büyük bir şey olmalı siz de hayvan
diyorsanız.”
Matlı Fehim:
“Aslan, kaplan diyecegım,
ama ne gezsın Kostantiniyye’de. Ama izler olsun büyük bir şeye ait more…”
Kara Şaban:
“Bizans
dehlizlerinden fırlayıp gelen bir ejderha parçalamıştır belki. Yahu görmüyor
musunuz? Bu boku kim yediyse sırf kafa karıştırmak için kasten yapmış bunları.
İnsan değil diyorsunuz, hayvan değil diyorsunuz ecinniler mi gelip üç
yeniçeriyi tepeledi!”
Frenk Jean
sırtındaki çantasını yere indirdikten sonra açtı. İçinden bir bez birde içi boş
cam bir şişe çıkardı. Yeniçerilerden arta kalanların başına giderek baltada
kalan kılları şişeye atarken, kanlı baltalardan birine beze sardı. Neferlerin
ve başların garip bakışlarıyla karşılaşınca:
“Ben çoğk yer
gezdiğm mösyö. Bu olay alelade bir cinağyet değil. Beğn her türlüğ bu olayığ
çözeğbilirim. Ama takdir edersiniğz ki pek çoğk yaratığk ve canavağr mevcut.
Bunuğ çözmek için bu konulağrdan daha iyi anlayan biri lağzım. O teşhis edeğrse
ben de katletmeğe muktediğr olabiliğrim!”
Çorbacı Ayı
Osman, çaresiz bir şekilde Kara Şaban’a ve fedailere baktı. Kara Şaban çıkışa
yönelerek:
“Sizinkiler mevtalardan
kalanları kaldırsınlar artık. Biz de Peralı Panayot’a gidelim.”
Çorbacı Ayı
Osman:
“Panayot kim?”
“Pera’nın gavurlarından. Asıl namı
Vladic, Prag memleketinin simyacılarından ders almış, Cermen vilayetinin Yahudi
sihiribazlarından da feyz almıştır. Enigizisyon bokuna memleketinden buraya
kaçmış zamanında.”
“Engizisyon nedir bre? Kafirin
beglerinden midir de Panayot gavurun peşine düşmüştür?”
“Ne begdir ne paşadır ama diyarı
küffarda kıranlardan, kırallardan büyüktür! Frenk vilayetlerinde bir tarikat
vardır derler, cadı büyücü dediklerini ateşe verip adam yakıyorlar. Onlar işte.
Burada Panayot ismini aldı bu Vladic. Pera’nın en namlı büyücüsüdür.
Üfürükçüden muskacıdan farklıdır, sanatını daha iyi bilir. Lakin bize muavenet
etmek isteyen Frenk Jean’e sormalı… Koca Frenk de hele! Sen şimdi Katoliksin,
bu adam engizisyondan kaçmış, Heretik falan diyormuşsunuz onlara rahatsız
olmayasın?”
Frank Jean
aldıklarını çantasına yerleştirirken kafasını hayır manasında salladı. Çorbacı
Ayı Osman, adamlarına cesetleri kaldırmasını söyledikten sonra Kara Şaban,
Frenk Jean, fedailer ve 5. Ortanın neferleri, çıkmaz sokaktan ayrılarak Pera’ya
vasıl olmak için sahil tarafına doğru yürüdüler.
3.
Peralı Panayot, Sulukuleli Kurşuncu Kör Satiye…
Cinayeti araştıran kafile kafalarında bin bir soru karşıya
geçmek üzere vakti zamanında Cebe Ali Bey’in sancağını diktiği sur kapısını
geçerek o muhitin kayıkhanelerinden birine yanaştılar. Çorbacı Ayı Osman, Kara
Şaban, Frenk Jean, Kırımlı Sinan ve Matlı Fehim koca kayığa bindiler. Beşinci
Ortanın neferleri kıyıda kalmışlardı.
“Karşıya!” diye
gürledi Kara Şaban. Ta Bizans’tan beridir ya Pera ya Karşı derlerdi ki Pera da
Bizans keferesinin lisanında “karşı” demekti. Julianopolis ismi ise çoktan
tarih sayfalarında unutulmuştu. Gerçi Galata ismi daha yaygındı, İtalyan
keferesinin taktığı isimdi ama oranın ahalisinden ötürü yeniçeriler gibi
emniyet taifesi de Pera’yı alışkanlık haline getirmişti.
Kayığa doluşmuşlardı, içlerinde tuhaf ve esrarlı olaylara
dair bir emare olmasa da yine bir şeyler bulunur diye umuyorlardı. İnsan işi
değilse, hayvan işi değilse cinlerin perilerin işi miydi? Kara Şaban, ocakta
toyluk zamanlarında akranlarının kimisinden öğrenikleri Sırp lisanında Frenk’e
bir şeyler sordu. Frenk cevap veremeyince onun Sırpça bilmediğine kanaat
getirerek Ayı Osman’a dönerek Sırpça:
“Frenk anlamaz.
Sırpça konuş. Sence bu keferenin bu olayı çözmek için böyle çıkıp gelmesi
normal midir?”
“Ne bileyim? Bana da tuhaf geldi.
Gerçi gelmesi iyi oldu. Adam böyle işlerden anlıyor gibi.”
“İyi de neden bizim yoldaşlarımızın
derdine düştü?”
“Bizim münneccimbaşılar ve hüddamlar
nasıl cinlerin, yıldızların, ifritlerin sırrını arıyorsa bu da onları
kurcalıyor. Kendi krallarının emriyle cihanı dolaştığına göre aradığı bir şey
var.”
“İşte birazdan öğreneceğiz. Adam tekin
değil. Saraçhane’den beri bizi takip eden üç kişi var. Denizci taifesinin
kılıkları var ama belli uzaktan bu adamı korurlar. Keferenin cinle periyle ne
işi olsun başka bir şey var kesin. Bekle hele kayık bir sislerin içine girsin!”
Hafif sabah sisi
halen kentin üzerinde asılıydı. Minareler, evler, surlar, kuleler, tepeler ve
köşkler hafif siluetlerle seçiliyordu. Yeniçeri taifesinin devşirilmeden önce
nenelerinden dinledikleri ‘upir’li, ‘kukudhi’li, ‘krvopijac’lı, ‘vrolok’lu, ‘volkoslak’lı,
‘stregoika’lı, ‘moroi’li, ‘nosferatu’lu, ‘ordoğ’lu korku masalları bu sisli esrarengiz
Kostantiniyye manzarasında ve şahit oldukları kanlı cinayetin kalıntıları hal
gözlerinin önünden gitmediğinden tuhaf duygular uyandırmıştı. Kayık Haliç
suyunun ortasına gelip sisler dört bir yanı sardığında Kara Şaban kayıkçıya
durmasını söyledikten sonra kuşağından çektiği hançeri Frenk’in gırtlağına
dayayarak tıslar gibi sordu:
“Anlat bakalım
kefere maksadın nedir?”
“Mösyöğ ne yapıyoğrsunuz? Bu
şekildeğ hareğket edemezsiniz kralğın fermanı var!”
“Bak a gavur burası Haliç. Çok deyusu
çuvala koyup taş bağlayıp bu suların dibine gönderdik. Burada ferman geçmez!
Seni takip edenler kim? Neden yoldaşlarımızın katli meselesine burnunu soktun?”
“Oh mösyö! Bunuğ size söyleyemem bu
devleğt sırrıdır!”
“Bre başlarım senin sırrına sadrazam
mı seçiyorsun ne sırrı? Sen kalk cin peri davasına ta Frenk vilayetlerinden
buraya gel...”
“-Mösyöğ aradığım şey siziğ hiç
ilgilendirmeğz. Bu yaptığınız yanlış! Ben kralın korumağsı altındağyım! Françe
tebaasındanım!”
“Françe dediğine bizde vilayet
diyorlar bre ne kralı ne hükümdarı. Söyle çabuk neden bu cinayetin peşine
düştün!”
“Mösyöğ size bunuğ anlatamam benim de
hayatım tehlikeğ altında! Ama sizeğ şu kadarınığ söyleyeğbilirim. Aradığım şey,
sizin arkadaşlağrınızı öldüren şey olabilir. Bir canavarın peşindeğyim. Ama
size anlatamam.”
“Ne canavarı?”
“Bu herkezeğ anlatılağmaz.
İnanmayağbilirsiniz amağ dinledikten sonrağ bir dahağ dünyaya aynı gözle
bakamazsınız. Gece yatağnızağ gidemezsinizğ!”
“Sen anlat hele yatağı yorganı bize
kalsın…”
“-Pekalağ size anlatığrım ama inanıp
inanmamak sizin elinizdeğ. Françeğ kralının kızınağ bir vampiğr siz nasılğ
diyor musallat oldu.”
“-Vampiğr ne?”
“Görüp görebileceğiniz canavarların
en korkuncu mösyöğ. Gece olunca mezarından çıkarak ölümlülerin kanlarını içen
bir iblis! İlk başta kimseğler anlamadı. Boynunda yaralar vardığ. Böcek
sandığlar. Sonra kâbuslar ve kan kaybı başladığ mösyö. Bir gün öldü ve mezara
koyduğk. Üç gece sonra oradaki nöbetçilerin saçlarığ beyazladı. Mezarından bu
dünyaya ağit olmayan sesler geliyordu mösyö. Lahiti açtığımızda gördüğümüz şey
prenses değildiğ mösyö. Gözlerini, sivri dişlerini, pençelerini görseydiniz kâbuslarınızdan
çıkmazdığ!”
Kayıktakiler o
tuhaf sabah sisinde istemsizce titrediler. Tüyleri diken diken oldu ayazda.
Kırımlı ağır ağır konuştu:
“Bizim Kırım’da
obur derler. Arnavutlar kukudi yahut lugat derler. Hortlak, hortlak…”
Frenk:
“Kralın kızığ
vampir olduğ. Zindanda tutuluyoğ. Onu düzeltmenin tek yolu onu bu haleğ getiren
vampiğri bulmak ve kafasını keseğrek külleriniğ bir suyun içinde prensese
tekrar içirmek. Başkağ türlü değişmez. Tam on yıldığr onun peşindeğyim mösyöğ.
Cihanığ gezdim. Başkağ canavarlar, gariplikler gördüm. Umarım peşindeğ
olduğumuz şey o katildir mösyöğ. Bu biğr devlet sırrıdığr. Umağrım saklığ
tutarsınız.”
“Niye sır peki?”
“Vatikan. Eğer prensesğin vampiğr
olduğu öğreniliğrse rahipler onu sağ bırakmazlağr.”
“Ya bizi takip edenler?”
“-Venediğk balyosunun adamlarığ.
Olayığ onlardağ merağk ediyoğr benle alakalarığ yok.”
“Türki lisanı nerede öğrendin?”
“-Altı yıl evvel İstanbul’ğa geldim
mösyö. Ama çok kalmadım. Dört yıl önce yolum İzmir’e düştü oradağ altı ay kadar
kaldığımda Rumca ile birlikte öğrendim.”
Kara Şaban
hançerini Frenk’in gırtlağından çekerek sustu. Eliyle kürekçiye yola devam
etmesini belirtti.
Kürek suda şıpırdarken, sis gözlerini bulandırmışken her
birinin sağdan soldan işittiği hortlak hikâyeleri akıllarına üşüştü. Balkan
seferlerinin birinde dinledikleri Canik sipahilerinden Reşit Ağa’nın Eflak
ecinnilerinden bir kızın peşine düşüp kayıplara karışması, kırk gün sonra
Ordu-yu Hümayun seferden dönerken bir grup akıncının beti benzi atmış bir
şekilde sipahiyi kanlı kefenle Erdel (Transilvanya) ormanlarında gördüklerine
yemin etmelerini düşündü Kara Şaban. Ayı Osman’ın aklına Macar Seferi sırasında
bir dağ yolunda denk geldikleri kara suretli yıkık şato düştü. Dağ çingeneleri
orada geceleri ecinnilerin ışıklar yakıp şarkılar söylediklerine yeminler
etmişlerdi korkunç hikâyelerini anlatırken. Kırımlı Sinan’ın aklına düşmüştü,
Akmescit’in köylerinden birine musallat olan, sevdiği kızı dağa kaldıran
uğursuz bir obur hikâyesi. Köyün ihtiyar imamı oburun kızın cesedini dişleyerek
kanını çektiğini, kızın na’şını mezarlıkta bulduklarını anlatmıştı gözlerinin
önünde. Matlı Fehim’in yâdına düştü Bosna sancağının delilerini bile korkudan
yüz geri eden Volkoslak Duşan’ın öyküsü. Volkoslağın kellesini almaya gitmiş
ama ormandan çıkan cadının okuyup üflemesiyle atları çıldırmış kendi gözlerinin
feri kaybolmuş o koca yiğitlerin ağlaşmalarını anımsadı.
Her biri aklında birbirinden korkunç ve uğursuz hikâyelerle,
dibi yosunlu üstü baykuşlu Pera surlarının rıhtımına yanaştılar. Kara Şaban’ın
bir iki mangırı kayıkçıya bırakmasından sonra rıhtıma çıkarak Pera’ya girdiler.
Denizcilerin, hamalların, kürekçilerin, tüccarların, ayyaşların, keşlerin,
dilencilerin, fahişelerin ve hırsız uğursuz takımının aralarından sıyrılarak
Galata kulesinin dibindeki surlara doğru yürüdüler. Kulenin dibindeki surlardan
birine bitişik durur gibi, Cenevizlilerden kalma iki katlı ahşap bir binanın
bahçesinden içeri girdiler. Kara Şaban evin eşiğine varır varmaz evi
sarsarcasına kapıyı yumrukladı. Bir süre sonra kapı hafif aralandı. Kapıyı açan
karşısında iki yeniçeri zabitiyle, üç silahlı kimse görünce ardına kadar araladı.
Kıvırcık saçlı, köse sayılabilecek denli tüysüz ve beyaz suratlı, ince yapılı
Peralı Panayot, Frenk’in göğsündeki Katolik haçını görür görmez korkuyla diz
çökerek yalvarmaya başladı:
“Sonunda buldular e?
Lütfen beni bu engizisyonzuya teslim etmeyin ağalar, vergimi öderim, kimsenin
tavuğuna kis demem ben vre!”
Kara Şaban
şaşkınlıkla sordu:
“Ne oldu be adam
betin benzin attı ne engizisyoncusu?”
“Yanındakini görmezsin vre? Boynunda
istavrozla durur?”
“Hay Allah iyiliğini vermesin şaşkın
gâvur kalk ayağa kalk! Ne engizisyonu, Françe kralının bendelerindendir.”
Panayot ayağa
kalkarken:
“Oh efharisto poli!
Ben de böyle silahli külahli görünze engizisyonzu sandım vre!”
“-Tabi Panayot gâvur tabi. Koca
Vatikan işi gücü bıraktı, Papa hazretlerinin gönlü soğusun diye ta anasının nikâhından
engizisyoncu gönderdi. Fesupanallah! İşimiz düştü be adam çekil de geçelim,
kapıyı ardımızdan kapat fevkalade mühim bir iştir.”
“Basimin üstüne vre paşamu, gesin
içeri!”
Panayot’un
çekilmesiyle birlikte önce fedailer ardından yeniçeri zabitleri girdiler içeri.
Frenk Jean girmeden Panayot’a bakarak sordu:
“Mösyöğ sizin
Prag’dan geldiğinizi söylediğler. Ama siz Grekler gibi konuşuyorsuğnuz?
“Beyimu benim aile Türklerin buraya
geldiği sene kasmis, ta Prag’a yerlesmis. Simyazidir babam, alsimi elixir
ustasidir. Bizim ailede hep böyle konustuk. Engizisyon cadi diye yakazakti beni
kastim geri dönüp buraya yerleştim.”
“Sormayığn mösyöğ kralın koruması
olmasa beni de yakağrlar! Ben değ occultistim mösyöğ. Prag’a gittim zamağnında.
Simyağ biliriğm ben.”
“Katalava. Prag’ta kabalazilari
tanirsin o zaman. Loew Ben Bezalel’i tanir misin?”
“Tanığmam mı mösyöğ! Ama
kitaplarından tanığrım. Şağnını çok duydum. Kilden bir golem yapan kişiymiş,
tüm mistiğkler öyle diyoğr.”
“Doğri diyorlar vre, ben gözlerimle
görmüsümdür heyula gibi bir sey.”
Kara Şaban
kapıdan kafasını uzatarak gürledi:
“Avrat
gezmesindeymiş gibi kapı önünde dedikodu yapacağınıza içeri geçin içeri!”
İki gizli ilim
meraklısı bu uyarıyla irkilerek içeriye girdiler. Duvarlar raflarla, kalan
boşluklar envai çeşit gâvur işi masalarla sehpalarla doluydu. Üstlerinde tip
tip kavanozlar, hendese ve cebir aletleri, feylesofların kullandığı cinsten
edevat, müneccimlerin kullandığı bir nice çeşit usturlab, kum saati, güneş
saati ve sair tuhaf cihaz, bitki ot parçaları, kök parçaları, formül kazınmış
duvarlar ve tuhaf ecinnilerin resmedildiği kâğıtlarla, acayip ve gizli ilimlere
ait korkulu büyü kitaplarından cinlerin isimlerinin yazıldığı davet kitaplarına
bir nice sihirbazlık edevatıyla doluydu. Kazanlar ve imbikler fokurduyor,
şişeler içinde renk renk sıvılar duruyor, bazı şişelerde ve kafeslerde canlı
hayvanlar korkulu gözlerle gelen ziyaretçilere bakıyordu. Ebat ebat cam
kapların içinde türlü çeşit, yılanlar, akrepler, çıyanlar, her nevi mahlûkat,
böcekler, su dolu kaplarda kıskaçlı kollu püsküllü deniz mahlûkları
dolanıyordu. Evin görülmedik kısımlarında da kafes içinde baykuşlar, maymunlar,
insana, hortlaklara, cinlere ve deniz kızlarına ait mumyalar, bir nice bulunmuş
tılsımat ve sihirli eşya duruyordu. Frenk Jean şaşkınlıkla sordu:
“Osmanlı’da büyüğ
yasak değil?”
Panayot:
“Efendimu yasak
değildir ama günahi vardir derler. Lakin saray ahalisinden, konaklardan ve
hanelerden büyü bozmaya, kısmet açmaya çağiranlar vardir, üfürenler muskaziler
vardir. Ben simya ilmini bilirim, onlarin isine karismam.”
“Günah ama yasğak değil?”
Kara Şaban:
“Bizde işler
başkadır Frenk. İbadet de kabahat de gizlidir. Vergini verdikçe, padişaha isyan
etmedikçe, yaramaz işlere sapmadıkça, kafanı yerden kaldırmadıkça kimseye
ilişmezler. Ha bir de rüşvet var. Bu kefere misal bizimkilere haracını eksik
göndersin, mezardan ceset yürütür diye tuttuğum gibi Galata’daki Frenk
kilisesinin avlusuna atarım, cadı diye yakarlar. Değil mi Panayot?”
“Neler diyorsun pasamu ne rüsveti?
Koruma isin veririz it kopuktan yoksa ne rüsveti ne hirsizliği efaristo
pasamu.”
Kırımlı Sinan:
“Saraya çok
üfürükçü girip çıkar. Seni hiç görmedim ama namını duymuşluğum var.”
“Ah vre pasamu demek saray
halkindansiniz? Demin ki rüşvet müsvet konusmalarımiz sizi yanlis dusunzelere
sevk etmesin vre! Koruma üzreti.”
“Simyacıyım dedin. Altın yapabiliyor
musun?”
Kara Şaban:
“Ohoo bir altın
yapar değme Yahudi tüccar anlayamaz. Ama yeminli hem de ipi bana bağlı.
İstanbul’da bu işi en iyi yapabilen o ve deneme amaçlı yaparsa yapar, başka
yapmaz, yapamaz. Piyasayı bozdu diye Yahudi tüccarlar bunu yaşatmaz. Bir de
devlet nezdinde sahte akçe yasak malumunuz.”
Ayı Osman bir
anda gürledi:
“Çene çalmayı
bırakın da meseleyi soruşturalım!”
Panayot:
“Emredin pasamu,
emredin!”
“Saraçhane cinayetinden haberin var
mı?”
“Sabaha karsi bizim karsida oturan
Mois’in evine gelen bir adam söyledi bir seyler, paramparça edilmis bir sürü
insan naasi bulunmus. Ama o kadar. Gerisini duyamadim.”
“İki nefer bir zabit üç yeniçeri
öldürüldü. Cesetler paramparça edilmiş. İnsan işi değil dediler. Bu Frenk de
sizin meslektenmiş, kendisi söyledi. Bu işin ustasına danışmak gerek dedi, sana
geldik. Bu nice canavarın işidir?”
“Ah efendimu anladim. Hep bu merakli
komsularimin laf sıkarmasi. Efendimu bir dedikodu sıkarmisler neymis ben evimin
komürlüğünde zanavar saklarmisim. Vre malaka kendim zor siğiyorum bir de
koynuma ejderiya mi alazayim?”
“Ateş olmayan yerden duman tütmez
derler sen yine de bir bakın kömürlükten kaçan çıkan olmuş mu diye.”
“Pasamu inan ki ben zanavar felan
beslemem, ceneleri sekilesi kozakarilerin uydurmasidir. Kömürlükte sadece bir
kac insan mumyasi var o kadar. Bir de ecinnilerle deniz kızlarinin mumyaları
bir iki tane, öyle canavar filan yok. Olan da soktan ölmüstür kale.”
“Ceset yürütüyormuşsun yasak değil
midir? Belki taze insan etine ihtiyaç duydun?”
“Pasamu Saban Ağamu sadece latife
yapmistir. Ben simyaziyim, benim isim madenle mumya ile ne isim olur cesetle,
nekromansi üstadi miyim ben vre? Ama zehirden yaradan anlarim pasamu.”
“Kostantiniyye’de hayli iri, üç
yeniçeriyi parçalayabilecek denli vahşi cinsten bir mahlûkat bulunur mu?”
“Vre pasamu Kostantiniyye’de zanavar
eski dönemlerde varmis ama artik pek kalmadi. En son Ahirkapi zivarında,
babamlar muhasara zamani büyük bir ejderiya görmüsler, dev bir yilan kafasinda
horoz ibiği varmis. Ondan baska görmemisler. Ama ilim sahipleri der ki pasamu
Kostantiniyye’nin altında dev dehlizlerde hala vardir.”
Kara Şaban:
“Ben biliyorum.
Upuzun dehlizler. Bir ucu bizim sarayın altındaki Rum kayserinin sarayının
dehlizlerine, bir ucu Ayasofya’ya, Molla Zeyrek Camii’ne Fatih Camii’ne uzanan
dehlizler. Adalarla Sarıyar’a kadar uzandığı rivayet edilir. Kadim dönemde
isyanlarda kâfir krallarıyla melikleri saklanırlarmış. Bizim gençlikte isyan
ettiğimiz zaman bazı kâtipler Ayasofya’nın altından Yerebatan sarnıcına geçerek
birkaç gece saklanmışlar onlardan duymuştum.”
“Ohi vre pasamu benim bahsettiğim
Kostantantin ve Rum kayserliği dönemindeki dehlizler değildir.
Kostantiniyye’nin en diplerinde, arzin merkezine dek uzanan dev tüneller ve
yeraltı sehirleri vardir. Gören yokur ama anlatilir, insan elinden sikmadıği
belli dev kapilar, sütunlar vardir derler. Sehrin zümle yaratiği, hortlaği,
cadisi, büyücüsi o yeraltı sehrinde yasarlar vre pasamu. Daha da gerisini
bilmem, görmedim. Zanavar ararsaniz oradadir. Yeryüzünde gezinenlerden, okidiğim
kitaplardan yegane bildiğim, tek insan parsalayabilezek yaratik çöl bozkir gulyabanisidir.
O da Kostantiniyye’de gezmez.”
“Biz kurt veya köpek olarak tahmin
ettik. Aslan bile olabilir. Frenk bazı kalıntılar getirdi. Biri insan parçasına
benzemeyen bir tutam tüy. Bir de yaratığın kanı diye tahmin ettiğimiz kanlı bir
balta, karakullukçunun…”
Frenk Jean
çantasına aldığı emanetleri çıkartarak Panayot Usta’ya bıraktı. Esrarlı işlerin
piri olan Panayot onları masalarından birine dikkatlice koyduktan sonra raflara
uzandı. Ufak bir cam şişenin içine birkaç kutudan birkaç farklı sıvı ekledi.
Karıştırdıktan sonra tüylerden bir parçayı içine atıp tekrar karıştırdı. Alnını
buluşturdu:
“Koyulasiyor.
Koyulastiğina göre bu hayvana aittir vre. İnsan tüyüne benzemez. Simdi bir de
kana bakazağiz.”
Panayot elindeki
şişeyi masaya bıraktıktan sonra raflara uzanarak kafes içinde bekler irice bir
yarasa indirdi. Kapağını açarak baltayı kafesin içine uzattı. Yarasanın diliyle
bir süre sonra kanı yaladığını gördüler. Hayvan bir süre sonra kudurmuş gibi
çırpınmaya başladı kafesin içinde. Panayot güç bela kafesin kapağını kapatarak
rafların üstüne kaldırdı. Sonra diğerlerine dönerek:
“-Sok garip vre
pasamu! Yaratik koklayip yaladiğine göre insan kanidir. Ama tadina bakinca
delirmistir. Bu korkulu bir canavar olduğuna isarettir!”
Kara Şaban
gürledi:
“Dünyanın işine
bak! Koca koca adamlar anlayamadı afedersin kıç kadar yarasa mı çözdü vakayı?”
“Pasamu bu normal yarasa değildir
vre. İnsana saldirir vampir yarasa derler ben buni ta Yeni Dünya’dan getirttim
kale. Ama ben de anlamadım pasamu bu mahlûkat nedir? Hem hayvan hem insan kani
tasiyorsa bu kesin hortlak olmalidir.”
Frenk Jean:
“Mösyöğ ben de
ondan şüpheleniyoğrum. Çok köy gördüğm vampiğr ya da hortlağk saldırmış ama hiç
birindeğ parçalamağ göğrmedim!”
“Normaldir pasamu, hortlak dedim ama
hortlak kismi et yemez ki adam parsalasin! Süphelendiğiniz birisi var mi? Bu
yeniseriler bir ziveleğin pesindelermis diye duydum vre kasmis odalardan!”
Ayı Osman:
“Kaçan hala kayıp,
o olabilir. Hastalıklı bir şey. Aldea mı Valdea mı ne adı. Eflak’ın dağlarından
gelmiş bir oğlan. Yaşı geçkindi Türk’e de veremedik. Köle pazarına geri
koyacaktık. Kaçtı birden, yoldaşlarımız da peşine düştü, akçe eder diye. Gidiş
o gidiş.”
“Pasamu ben simyaciyim. Zanavardan
hortlaktan pek anlamam. Her türlü ilaci bilirim ancak…”
“Mösyöğ bir şey sorağcaktım.
Birisini vampiğr yahut hortlağk ısırdığında o kişide hortlak oldu ise nasğıl
düzğeltilebilir sağlığına kavuğşur?”
“-İki yoli vardir pasamu. Ya oni
öldiren vampirin kalbini yakip küllerini bir suda isireceksin o kişiye. Ya da
kalbine kaziği cakazaksin kurtulus yoktur vre.”
Frenk’in
suratında belli belirsiz bir hüzün gölgesi oluştu. Yeniçerilerin dikkatinden
kaçmadı bu ruh halinin değişimi. Panayot Usta diğerlerine bakarak:
“Bu kasan pensik
oglaninda bir maraz olmali. Bu ise ruhlar karisir artik. Tüyleri ve baltayi
alin. Buradan doğruca Sulukule’ye gidesiniz. Orada Kursunzu Kör Satiye vardir,
selamimi söylersiniz. Böyle esrarli seyleri iyi bilir.”
Kara Şaban:
“Allah o
yoldaşlarımızı parçalayan canavarın canını alsın, tahtalara gelsin inşallah!
Kaynanasının ağzını bağlamaya çalışan yeni gelin gibi kocakarıların falcıların
eline kaldık. Sağ yakalarsam, and olsun ben bu iblise etek giydirir Kasımpaşa
çayırında oynatır karşısına geçip âlem yaparım!”
Ayı Osman, Kara Şaban, Matlı Fehim, Kırımlı Sinan ve
Frenk Jean, Panayot’un evinden çıkarak bu kez yokuş aşağı geldikleri sahile
doğru yürümeye başladılar. Şaban usulca Frenk’in yanına sokularak sordu:
“Senin bize anlatmadığın
şeyler var Frenk söyle bana. Bak sen bize yardımcı oluyorsun biz de sana yardım
ederiz. Buraya geldiğine göre aradığın bir şey var. Bu şehir benim sayılır. Sen
hikâyeni anlat ben sana aradığını bulayım.”
“Şaban aga canınızı sıkmağk için anlatmadığm.
Şimdiğ işler vardır. İşler bitsin, durulup oturduğumuzdağ anlağtırım.”
Kara Şaban
sadece sırıtmakla karşılık verdi. İçinden kendi kendine konuştu: “Ulan Frenk sen istediğin kadar sus. Ben
seni bir içki sofrasına oturturum. Dayadıkça rakıyı açılırsın kefere!”
Cinayeti
araştıran kafile sahile vardıktan sonra koca kayıkla sisler arasında yeniden
İstanbul yakasına geçti. Saraçhane üzerinden asırlık Meşe Yolu’na saparak
Sulukule semtinin yolunu tuttular. Halkı ta Rum kayserleri döneminden beridir bu
civarda meskûn bulunan Romanlardı. Rivayet oydu ki, asırlar evvel Hind
diyarından gelen Romanlar büyü ve sihirle uğraştıkları için kara surlarının
dışında bu mevkie yerleştirilmişlerdi. Fetihten sonra da bir kısım Roman
dışarıdan gelerek bu mıntıkaya yerleşmişti. İşte Panayot’un verdiği tarife bu
yüzden gönülden inanıyorlardı. Bu karışık meseleyi çözebilmelerinde yardımcı
olabilecek, esrar âleminin kapılarını aralayabilecek birileri varsa bunlar
ancak namları sarayı tutmuş Roman bakıcıları ve falcıları olabilirdi.
Sulukule’ye yaklaştıkça belli başlı değişiklikler
gözlerine çarptı. Çeşitli dönemlerden kalma, renkli, alacalı bulacalı irili
ufaklı ahşap evler ve kulübelerle bitişik bahçeler vardı. Kâh sepet ören, kâh
kalay satan bir iki tane de ayı tutan bir sürü esnaf vardı. Kalanlar ise
çalgıcı takımından kimselerdi. İçlerinde mehteran kıyafeti giymiş, kösler ve
zurnalarla genç mehteranları talim eden kimseler vardı. Çoğunluğu darbukalarla,
def ve zillerle, zurnalarla neşeli havalar çalıyor, kimi bu havanın demine
uyarak çabuk adımlarla hora tepiyor, göbek atıyordu. Her tipten her cinsten âdem
geliyor gidiyordu, sokaklardan geçiyordu. Ama bunlar şehrin sonradan sur içi
kısmında inşa edilen yakasındaki Sulukule’ydi.
Panayot’un tarifine göre Kurşuncu Kör Satiye surların
ötesinde kalan ve gayri Müslim Kıptilerin yaşadığı Eski Sulukule’deydi.
Sulukule’nin yanındaki geniş kapıları geçtikten sonra bambaşka bir dünyaya adım
attılar. Bizans döneminden kalma bina yıkıntılarının üzerinde yükselen eğri
büğrü kulübeler ve bazı ahşap binalar vardı. Diğer mahalleye göre daha karanlık
ve kasvetli bir görüntüsü vardı. Bazı çalgıcı ve elekçi esnafı gelip gidiyordu
ama sokakların genelinde köşe başlarında oturup tekinsiz bakışlarla
yeniçerileri kesen gençler hâkim gibiydi. Kara Şaban:
“Bunlar eski
Sulukule ahalisi. Fetihten beridir pek uyuşmazlar sur içiyle. Kimseye
gözlerinizi dikip bakmayın, pek tehlikeden çekinmezler!”
Panayot’un
tarifine göre yolun köşesinde üç katlı, ahşap daracık kule benzeri, ufak bahçesi
olan bir evde oturmaktaydı. Bir müddet ilerledikten sonra tarife uyan bir yapı
gördüler. İki taraftaki binalara yaslanmış, upuzun kule gibi, temel kısımları Bizans
yadigârı çöktü çökecek bir binaydı. Çalılarla kaplı, demir parmaklıklı ufak bir
bahçesi de vardı. Kapının önüne geldikten sonra Kara Şaban neredeyse yıkacakmış
gibi yumrukladı kapıyı. Kapı kulak tırmalayan bir gıcırtıyla kendiliğinden
açıldığında ardında kimseyi göremediler. Her biri kendi lisanlarında içlerinden
birbiri ardına dualar okudu. Evin yukarı katlarından boğuk ve ihtiyar bir ses
geldi:
“Yukarı çıkasınız!
Yukarı!”
Ayı Osman, Kara
Şaban, Kırımlı Sinan, Matlı Fehim ve Frenk Jean ihtiyatlı bir şekilde tozlu
merdivenlere adım atıp kapıyı arkalarından kapattılar. Merdivenlerin en
tepesinde tavan arasına açıldığını tahmin ettikleri bir odaya girdiler. Yarı
karanlık odada bir köşede dev anası benzeri, kara suretli ihtiyar bir kadın
oturmaktaydı. Duvarlarında tuhaf yazı ve resimlerin çizilmiş olduğu, kadının
oturduğu döşekle yanındaki sandıktan başka bir eşyası olmayan ürkütücü bir
odaydı. Kadın oldukça yaşlı görünüyor, dağınık beyaz saçları başörtüsünün
altından zemine kadar uzanıyor, bir dudağı yerde bir dudağı gökte bir tuhaf
duruyordu. Koca çakır gözleriyle adeta etrafa nazar okları saçıyordu. Kalın
boğumlu parmaklarında bakırdan gümüşten envai çeşit yüzük, üstünde bir sürü
deli işi düğme, incik boncuk asılıydı. Tek gözü bembeyazdı ki lakabı buradan
gelirdi. İhtiyar kadın:
“Sabah sülediler
bana, gelecek kapına kanun diye. Duğru sülerlermiş ‘er zaman ki gibi!”
Frenk Jean saf
bir şekilde Kara Şaban’a dönerek sordu:
“Mösyöğ Şağban, ben
anlamadığm madama geleceğimizi kimler söyleğmiş?”
“Fazla deşeleme Frenk, iyi saatte
olsunlar söylemiştir. Panayot usta gönderdi bizi ana.”
Kurşuncu Kör Satiye:
“Galatalı simyacı
olanı mı dersin?”
“O işte. Belki seninkiler
söylemiştir, sabaha karşı Saraçhane’de bir cinayet vuku buldu.”
“-Sülediler bana. Şehre gelen
musibetin dokundukları. Bir yerde kan döküldü, musibet kan döktü dediler ama güremedim.
Benim gürebileceğim şeylerin sınırı vardır. Yaşım geçmiş yüzü. Sultan Mehmed
şehri aldığında geldim arabalan kondum surların dibine. Sordu bana “Şehir ne
zaman düşecek” diye, dedim “Senin torunların çıkıp te bu şehri sattığında”. O
zamanlar genç kız idim. O gün bugündür
buracıkta fal bakarım, bana söylerler ben size anlatırım.”
“-Ana biz o musibeti arıyoruz. Sana
bir im, bir işaret getirdik. Frenk, musibetin tüylerini versin sana.”
Frenk ihtiyar
kadına çantasından çıkardığı tüyleri uzatır uzatmaz kadın ihtiyatla aldığı
tüyleri avcunda sıkı sıkı tuttu. Yanındaki eskimiş ceviz ağacından sandığı
açarak içinden orta boyda bir örtü çıkardı. Bu yamalı alacalı bulacalı örtüyü
tam önünde yere açıp serdikten sonra sandıktan orta boy bir bakır çömlek
çıkardı. Çömleğin içindeki bakla, pirinç, kırıntı, kemik, zincir, yılan dişi,
kıl tüy, incik boncuk, eski para, iğne ve bir sürü zımbırtının bulunduğu şeyi
bir anda örtüye gelişi güzel fırlatarak bakla falını açtı. Sonrada avucundaki
tüyleri yığına gelişi güzel fırlattı. Gören tek gözünün karardığını gören,
ötelerden gelen fısıltıları işiten yeniçeriler, fedailer ve Frenk tüylerinin
diken diken olduğunu hissettiler.
Kurşuncu Kör Satiye uzun tırnaklı, kalın boğumlu
parmaklarını örtünün üzerine gezdirerek konuşmaya başladı:
“-Bir vakit önce
gelmiş… Getirmişler onu, ellerinde zincir varımış… Musibet kaçmış, aramışlar,
bulduklarında eceli görmüşler… Musibet çok azgın… Musibet çok öfkeli… Musibet
saklanıyor… Kendisi gibi olanları yanına çekmeyi bekler… Musibeti şimdi gördüm…”
Frenk Jean
atıldı:
“Hortlağk?”
“-Bu değil ‘ortlak. Buna eskiler
adamcıl kurt derler. Kurt suretinde gezer ‘erif bu.”
Kara Şaban:
“İn midir cin midir?”
Kurşuncu Kör Satiye:
“-Aslı
insandır. Ama bu bir çeşit musibettir, lanettir. Derler ki ya bir ulu kişinin
bedduası alına ya’ut başka bir kurt âdemin ısırmasına uğraya lanet ona geçer.
Kalbi temiz, namazında niyazında biri bile dolunay zamanı te bu lanetin
tesiriyle yarı kurt yarı insan bu acayip mahlûka dönüşür. Bunlar insan etine aç
mezarlık gulyabanilerine benzerler ve sürü gezerler. Buraya getirdiğiniz kızancık
daha önceden ısırılmış ve lanet ona sirayet etmiş. Onu ısıran ise en
güçlülerinden biriymiş. Kurt postuna bürünebilen, ecinni soyundan bir
sihirbazın ısırmasıyla bu hale gelmiş.”
“Peki nerede bulabiliriz?”
“Önce gümüş silahlar bulasınız.
Bunlara sarımsak süresiniz. Sonra geceyi bekleyesiniz. Yeditepe’nin birinden
acayip, dehşetli bir uluma gelecek. Tüm adamcıl kurtlar onu takip edecek. Sesin
kaynağını bulursanız o musibeti de bulursunuz.”
Kırımlı Sinan:
“Bunu
Sultan’a nasıl anlatacağız. İnanmayacaktır kesin, kurt âdem desek ecinni desek
bizi Edirne Darüşşifasındaki delilerin yanına gönderir!”
Kurşuncu Kör Satiye:
“Sultan’a
büyük dedesinin Eflak seferini ‘atırlatasınız. Deyin ki o seferden yadigâr
silahlarla yeniden ihtiyacımız var. O zaman size inanacaktır.”
Satiye örtünün içindekileri
toplamaya başlarken Kara Şaban adet olduğu üzere birkaç mangırı yaşlı kadının
önüne bıraktı. Cinayetin sırrını araştıranlar dışarı çıktıklarında, hala
etkisini sürdüren sisin kasvetinde mezarlık gulyabanilerinin ve kurda
dönüşenlerin tuhaf gerçekliğini bilmenin huzursuzluğunda yollarına devam
ettiler. Yolda giderken Frenk Jean birden söze girdi.:
“Benim
aradığım canavağr çıkmadığ mösyö. Ama bu şehirdeğ biliyoğrum. Sizeğ katığlamayacağım
için üzgünüm.”
Kara Şaban o esnada yolda surdaki
nöbetlerinden dönerken rastladığı iki yeniçeriyi çağırdıktan sonra Fren Jean’a
karşılık verdi:
“Hiçbir
yere gidemezsin!”
“Mösyöğ bu ne demek oluğyor?”
“-Frenk! Bizimle sabahtan beri taban
tepiyorsun. Seni gözüm hiç tutmadı. Alın bunu silahlarına el koyun, kimseye
görünmeden bizim odaların dehlizlerinden birine kapatın. Şu işler bitsin gelip
bizzat sorguya çekeceğim!”
“Mösyöğ silahlarımı almağyın,
istediğiniz yereğ kapağtın ama bunuğ yapmayın! Hayağtım söz konusuğ!”
“Senin gibileri çok gördük. Dediğimi
yapın götürün bunu!”
Yoldan geçen iki yeniçeri daha Frenk’in
derdestine iştirak etti. Silahlarını ve tılsımlı dediği eşyalarını alarak
Frenk’in çantasına tıktıktan sonra, ellerini arkadan bağlayıp kafasına çuval
geçirerek Frenk Jean’ı hızlı bir şekilde Saraçhane’ne yönüne doğru sürüklediler.
Yeniçeri zabitleri ve fedailer de çoktan sarayın yolunu tutmuşlardı.
5.
Sultan’ın Gümüş Kılıçları
Kanuni Sultan
Süleyman Han’ın önünde el pençe divan bekleyen kullarının söylediklerini
dinledikten sonra ağzından çıkan ilk cümle, fedaileri ve yeniçerileri bir hayli
şaşırtmıştı:
“Cazu karı, benim
ecdadımın gizli cebehanesini nereden biliyor?”
Ayı Osman olayı
araştıranların başında geldiği için gözünü yerden kaldırmadan konuştu:
“Haşmetlü ve
devletlü hünkârım! Kurşuncu cazuyu gözümüzle gördük kendisi yüz yaşı aşkındır.
Genç kızlığımda rahmetli atanız cennetmekân Sultan Mehmed Han-ı Sani’yi
gördüğünü söylemişti. Şu meşhur kehaneti söyleyen falcı kendisiymiş. Şehri
Kostantiniyye’de her falcı kadın buna binaen yaşını büyük gösterir, ahali
arasında bir itikattır. O falcı kadın benim der çoğu. Rivayette Fatih Han’ın
gördüğü falcı kocakarıdır denildiği halde!”
“Bir garip acuze Fatih Han’ın
cebehanesini ne bilir o halde? Rahmetli ceddim fi tarihinde Eflak seferine
çıktığında gümüşten yapılma kılıçlara ve zırhlara gerek duymuş, bazı akıncı
kullarına mahsus yaptırmış. Maksadını bilmiyorum ama o silahlar ve cebehane
halen saklanmaktadır. Yirmi takım kadar var. Bu iş çok uzamadan hallolunsun.
Bana on beş adam getirin. Beş yeniçeri, beş Arnavut kullarımdan beş de Tatar
kullarımdan. Birde biz beşimiz. Tam yirmi cengâver o iblislerin başını
tepeleyip kökünü kurutacağız!”
Fedailer ve yeniçeriler
hep bir ağızdan “Emir sultanımızındır!” dedikten
sonra Kanuni’nin verdiği desturla arz odasından ayrıldılar. Ayı Osman’la Kara
Şaban sarayın dışında görev yapan yeniçerilerden beş tanesini yanlarına
aldılar. Matlı Fehim sarayın bostancılar ocağına giderek bekçilikte mahir zebella
timsali Arnavutluk’tan devşirilme beş bostancıyı yanına aldı. Kırımlı Sinan da Kırım
hanlarının Sultan’a gönderdiği maiyet askerlerinden olan hem ok çeker hem kılıç
sallar beş Nogay çerisini yanına aldı. Beraberindekilerle sultanın arz odasına
girip el pençe divan durdular.
Sultan’ın emriyle gizli mahzenden çıkarılan göğüs
zırhları, miğfer, kalkan ve çeşitli sayılarda ok ucu, kılıç, hançer, gürz,
topuz, balta olarak yapılmış gümüşten silahlar çıkartılarak yeniden elden
geçirtildi. Akşama doğru avluda bostancılarla birlikte taam eden bu takım, yine
sultanın emriyle silahlarını ve cebelerini kuşandıktan sonra Bab’üs-Saade
kapısının önünde beklemeye başladılar. Hava karardığında eli meşaleli çeriler
sokaklara dağıldı. Uluma sesi ne yandan gelirse haber vereceklerdi. Sultan ve
beraberindeki on dokuz kişi sarayın en yağız atlarına binerek, sultanın ardı
sıra saraydan çıktılar. Çoluk çocuk tüm Kostantiniyye ahalisi ve dedikoduları
duyup Galata ve Üsküdar’dan gelenler dahi çoktan yollara dökülmüş, insanlar evlerin
pencerelerine, çatılara yayılmışlardı. Dolunayın göğe yükseldiği sırada
neferler pür dikkat geceye kulak kesildi.
Yatsı ezanından sonra, ahalinin artık gelen giden olmaz
diye uyukladığı esnada, gecenin karanlığında duydukları tüyleri diken diken
eden, uğursuz bir uluma sesi sarayın önündeki atları neredeyse çıldırtacaktı.
Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvana ait olmayan, yabancı ve korkutucu bir ses
Kostantiniyye sokaklarından yankılanıyordu. Gümüş silahı kuşananlar atlarını
son anda toparlayarak seslerin geldiği yere doğru koşan meşaleli yeniçerilerin
ardından Saraçhane’ye doğru at sürdüler. En önde padişah at sürüyordu. Onlar dörtnala
ilerlerken, İstanbul ahalisi ağızlarında dualarla bekleşiyordu. Şehrin başka başka
noktalarında aynı uğursuz tonlamalarda ulumalar başlamıştı. Mahalle köpekleri
kulak tırmalayan seslerle uluyor, atlar oldukları yerde tepinerek ahır
kapılarını toynaklarıyla dövüp delice kişniyor, tımarhanelerdeki deliler daha
da çıldırmış bir halde kendilerini duvardan duvara vuruyorlardı.
Saraçhane’ye giden yokuşlardan birinin başında Sultan ve
beraberindekiler canavarı görmüştü. Siyah suretli, kıllı tüylü, uzun pençeli ve
sivri dişli, ateş kızılı gözlü bir tuhaf hilkat garibesiydi. Sultan’ın emri
üzerine atlardan inen yiğitler kenarlarda korkuyla bekleşen yeniçerilere
gemleri verdikten sonra silahlanarak saf oluşturdular. Kurt âdem denilen acayip
mahlûkun etrafında birkaç tane daha kendi gibi yaratık toplanmıştı ama hiç biri
onun kadar iri ve korkutucu değildi. Sultan’ın emriyle oku olanlar yaratıkları
oklamaya başladılar. Gümüş uçlu oklar ejderha zehri gibi ıslık çalarak birkaç
kurt âdemin derisini delerek zayi ettiler.
Acıdan deliren kurt âdemler önderleriyle birlikte gümüş
zırhlı çerilerin üstüne atıldılar. Kılıçlarını çeken yiğitler, naralar
savurarak içlerindeki korkuya rağmen gümüşten yapılma tılsımlı silahların
verdiği güvenle onları karşıladılar. Gümüşe dokunan yahut darbesini alan
yaratıklar dumanlar çıkararak ve uluyarak yere düşüyordu. Yere düşüp ölenler
eski insan hallerine dönüşüyordu ki her biri esnaf yahut garibandan kimselerdi.
Onları gören ahali kendi hallerine şükrederek durumlarına şaştılar.
Kurt âdemleri en azılısı gümüş kalkanlara rağmen
vurduğunu yere yıkıyor, zerre darbe almıyordu. Kara Şaban Ağa erlerden birinden
kaptığı gümüş mızrağı mahlûkun tam sırtından saplayarak duvara doğru mıhlamaya
muvaffak olunca iş değişti. Kırımlı Sinan gümüşten bir kılıçla yaratığın
kollarından birini kesince yaratık o acıyla yürek titreten iğrenç bir tıslama
saldı ortalığa. Acıdan kudurmuş bir halde mızraktan kurtularak üç ayağı
üzerinde surlara doğru kaçmaya başladı. Kırımlı Sinan okçu Nogay erlerine
oklarını çekmelerini emredince yaratık sırtından giren üç beş gümüş uçlu okla
yaralandı. Ayı Osman o esnada mahlûkun durmasından yararlanıp elindeki gümüş
uçlu baltayı koşarak yaratığın kafasına indirdi. Canavarın kafası boydan yaydı.
Kalan kurt âdemler liderlerinin düşmesiyle birlikte
korkuya kapılarak ahalinin gözü önünde surlara doğru kaçtılar. Sultan Süleyman
Han çerileriyle peşlerine düşerek bir iki tanesini daha zayi eyledi. Kalanlar
surlardan aşağı atlayarak gözden kayboldular. Kurt âdemlerin başının cesedini
yeniçeri odalarının girişinde bir ağaca alınan öçlerinin bir işareti olarak
astılar. Sultan cesur adamlarına ihsanlarına bulunduktan sonra, daha sonra yine
gerekir diye gümüş cebeleri ve silahları sarayın odacılarına teslim ettirdi.
Olaylardan sonra sabaha doğru Kara Şaban Ağa’nın aklına
Frenk Jean geldi. Sanki onu rüyasında korkulu bir düşte görmüştü. Yerinden
kalkar kalkmaz giyinip adamlarına Frenk Jean’ı emrettiğini söyledi. Yeniçeri
neferleri süklüm püklüm Frenk Jean’ı kollarından bağlı olduğu halde Kara
Şaban’ın huzuruna getirdiler. Kara Şaban Frenk’e kendilerinden sakladığı olayı
sordu. Eğer söylemezse Frenk Jean’ı öldürteceğini söyleyerek tehdit etti. Frenk
Jean gerçeği söyleyemeyeceğini, anlattığı halde ona zaten inanmayacaklarını
söyledi.
“Şaban aga! Sanağ
anlağtırım, ama ya inanmazsın yahut bu gerçek karşısındağ kafayığ yersin!”
Kurt âdemlerin paşasına
mızrak saplamış Kara Şaban oturduğu yerde kurumlanarak hiçbir şeyden
korkmadığını söyledi. Frenk Jean, Kara Şaban’ın isteği üzerine çantasının
getirilmesini söyledi. Yüzünde sinsi bir sırıtma vardı. Kara Şaban
işkillenmesine rağmen çantayı istetti.
Frenk Jean çantayı açtıktan sonra içinden orta boyda
bakırdan bir kutu çıkardı. Sonra anlatmaya başladı:
“Mösyöğ kralınğ
kızı hikayesiğ uyduğmadır. Ama aramızdağ kalmasınığ temenniğ ediğyorum! Zaten
anlatsanız da kimse inanmağz! Ben hayağtın ve ölümğün sığrlarının peşindeğyim!
Büyü ve tılsım adınağ dünyadağ ne varsa arağştırıyorum. Üzerindeğ çalıştığım
büyülerden biri için bir malzeme eksiktiğ. O yüzden bir kuğrt insan aradığm.
Canlığ bir kuğrt insan! Onun taze kanığ işimeğ yarayacaktığ. Aradığımı buldum
da! Kanlığ baltayı benden alamadığnız. Çantama koyağrken bu kutudaki şeye
verdiğm.”
“Bizden niye sakladın, hangi
felaketin peşindesin?”
“Soylulardan birinin kızığ hortlağk
olmuştu eskiden. Ölümsüzlüğü arayan ben bunu isteğdim ama çok güçsüzdüğ. Balkan
hikayeleriğ duydum. Kurt insan kanı içen vampirin güçlü olacağı söylenirdiğ. Bu
kutudağ bir vampiğrin ruhu var, hortlağk, yarasağ kılığında. Beni serbest
bırakın, bu büyüyü başka yerdeğ yapayığm size zarar gelmesin!”
“Hortlak gördük mü bir ağızdan dua
okuruz helak olursun! Aç şu kutuyu da göster şeytanlığ…”
Ağa sözünü
tamamlayamadan Frenk kutuyu açarak içindeki pis kokulu yeşil sıvıyı bir dikişte
içti. Yeniçerilerin şaşkın bakışları altında adamın küçülüp ufaldığını
gördüler. Elbiselerinin içinde kaybolacak denli ufalmıştı. Şaban ağa bu olay
karşısında hayretini gizleyemedi. Yanlış büyü sonucu yok olduğuna kanaat
getirerek eşyaları ve elbiseleriyle birlikte cellat mezadına götürüp
satabileceklerini söyledi.
Yeniçerilerin yağmalarcasına kapışıp dışarıya
götürdükleri eşyalar arasında fark etmedikleri şey elbise yığının arasından
fırlayarak tavan döşemelerindeki yarıklardan birine gizlenen ufak bir
yarasaydı. Kızıl gözleri ateş gibi parlayan yarasa, kana olan susuzluğunu
dindirmek için geceyi beklemek zorunda olduğunu biliyordu.
Rivayet edilir ki, o tarihten itibaren Kostantiniyye’de
pek az kurt âdem gördüler. Ama yine Balkan köylülerinden bir söylenti yayıldı.
Ölen kurt âdemlerin vampir olarak hortladıklarını söylüyorlardı. Kışlalar
civarında insanlara musallat olan kan emen bir varlığın hikâyesini buna
dayandırıyorlardı. Şaban Ağa’nın “Bizim
Frenk bizi atlattı vampir olup hortladı teres!” sözlerini de bir tek
yeniçeriler duymuş ama onlar da akıl sır erdirememişlerdi.
SON
Mehmet Berk
Yaltırık
15 Eylül 2011 –
İstanbul
Giderek daha iyi olacaktır umarım. Konuşmalara (dialektlere) çok yer verilmiş. Bir anda bitti hikaye. Yine de kaleminize sağlık. Başarılar.
YanıtlaSilHocam kaleminize sağlık ama konuşmalardaki aksanı açıkça her seferinde verdiğiniz için zorlandım biraz onun haricinde gayet akıcı bir hikayeydi. İyi çalışmalar dilerim.
YanıtlaSil