2 Mart 2012 Cuma

Son İfritten Kız Kaçırma

(İlk Yayınlanış: Son İfritten Kız Kaçırma, Kayıp Rıhtım, Şubat – 2011, Bulut,
http://oyku.kayiprihtim.org/son-ifritten-kiz-kacirma-wyern/)

Gerçekliğimizin sayılı hayalperestlerinden ve evladı fatihandan H’e ithafen...”
(Takribi 2008 – Takribi Edirne)
1.Irak’tan gelen mal…
            Trakya kırsalında ilerlemekte olan gri tren, ağzı harlı masal ejderi gibi dümdüz rayların üzerinde ilerliyordu. Üzerinde geçtiği şehirlerin kültürlerin izlerini taşıyan, kimi vagonunda Avrupa grafitlerinin kimi vagonunda Türk duvar yazılarının kimilerinde ise Arapça ya da İngilizce sloganların bulunduğu, kadimin masallar kenti Bağdat’tan geliyordu. Kimi savaşın tozundan dumanından saklanmayı becerebilmiş Rus istihbaratının korumasında Bulgaristan’a geçmeye çalışan eski BAAS militanları, kimi Saddam’ın işkencehanelerinde ve Ebu Garip sorgu hücrelerinde çalıştıktan sonra aldığı paraları Avrupa’da yemeye giden eski Irak istihbaratının adamları, kimi de onların peşindeki CİA, İran istihbaratı, Rus istihbaratı ve sair casustu. Kalanlar ise ezkaza Avrupa’ya göç edebilme fırsatı bulmuş birkaç Araptı. Trenin yolcuları arasında bir de namlı bir tarihi eser kaçakçısı vardı. Üstelik bu toprakların yabancısı olmayan birisiydi. Nedim Şahin ya da lakaplarıyla anmak gerekirse Kaçakçı Nedim ve İnterpol’deki lakabıyla Kaçak. Kaçak isimli eski bir televizyon dizisinden gelen namı onun sürekli kimlik değiştirmesinde ve akıl almaz usullerle tarihi eser kaçırmasında yatıyordu. Sırrını kimse bilmiyordu. Eldeki tek kaydı köyünden toplanan bilgiler ve lise kayıt defterindeki eski bir fotoğrafıydı. Efsane seven Trakya’nın definecilik hikayeleri alanında ünü memleketi tutmuş bir bölgeden yetişmişti. Ama diğerleri gibi başarısız değil aksine bulunan malları iyi paraya yurtdışına çıkarmasıyla nam salmış kısa sürede tüm coğrafyaya el atmıştı. Karun’un hazinesinden Tamara’nın tasvirine bir nice tarihi eseri ya çalarak ya köylüden alarak bilinmeyen yollarla kaçıran bu adam hiç yakalanmamıştı ve tanınmadığı için bu bir hayli zordu. Öyle isim yapmıştı ki, fakültelerde arkeoloji öğrencilerine meslek yemini ettirilirken gizliden Kaçakçı Nedim’e lanet ettikleri rivayet olunuyordu.
            Nedim bu sefer Arap göçmen kılığına girmişti. Yanında da bal küpüne benzer eski tip bir küp vardı. Onu değersiz bir şeymiş gibi alelade bir şekilde yanında tutuyor onun dikkat çekmemesi için elinden geleni yapıyordu. Eğer üstündeki örtü açılsaydı bu bal küpünün ağzındaki geniş gümüş kapak, üstündeki tuhaf semboller ve etrafını saran beyaz izleri mühürlemiş, kilden bir mühür rahatlıkla görülebilirdi. Ama ona dokunmaya yeltenen elleri bertaraf edebilecek birkaç bıçak ve iki ufak tabancasını hazır tutuyordu. Ona sorsalar bugüne kadar Bizans dehlizlerinden Ceneviz korsan mağaralarına, dipsiz uçurumlardan mayın tarlalarına bir nice bela atlattığını ama bu son işi kadar hiçbir işte bela bulmadığını söylerdi. Hatta define avcılığı için uğursuz meslektir sözüne inanmadığına ama bu son işinin gerçekten yeryüzündeki nice işten lanetli olduğuna kanaat getirebilirdi. Son işi diyordu kendince. Gördüğü şeylerden sonra namaza başlama kararı almıştı. Tabi onca tehlikeye değmesi için son ücretini aldıktan sonra.
            Bu kez gerçekten karanlık işlere girmişti. Antalya’da zengin bir Rus kodaman hayatında kazanabileceği toplan paradan daha yüksek bir ödülden bahsediyordu. Masraflardan kaçınmayacaktı, tek istediği Bağdat’a gitmesi ve kendine has yöntemlerle İsrailli bir arkeolojik kazı grubunun arasına karışarak onların girdiği kayıp bir yeraltı şehrine girmesiydi. Orada pek çok değerli şey vardı ama onun çalacağı şey bir küptü. Kapağı mühürlü basit bir küp. Onu kaçırıp sınırdan geçirmesi gerekiyordu. Edirne’de buluşacaklar, para Nedim’in gizli hesabına bu şekilde yatırılacaktı.
            Nedim bir miktar para aldıktan ve tedariklerini gördükten sonra Irak sınırından katırlarla geçerek önce Musul’a gelmiş, ardından at sırtında çöl yolundan Bağdat’a gelmişti. Kendisini Arap işçilerden birisi olarak tanıtarak ekibin arasına sızması kolay olmuştu. Ekip onun üzerine atlamıştı tabiri caizse. Definecilik yıllarında öğrendiği Farsça ve Arapça, köyündeki kaçakçılık yıllarından Rusça ve Bulgarca, birde mecburi İngilizce. Ekibe girdikten sonra gördüğü bazı şeyler şüphelerinin artmasına neden olmuştu. Ekibin aradığı şeyi merak etmiş ve ekipteki isimleri tek tek aramıştı. Kayıtlı oldukları bir üniversite görünmüyordu. Üstelik çalıştıkları bölgede ki korumalar Arapçayı mükemmel konuşmalarına rağmen kendi aralarında başka bir lisan konuşuyorlardı. Ne Kürtçeye ne Süryaniceye ne Ermeniceye benziyordu. Adamlardan birinin düşen cüzdanını ona götürürken cüzdanda gördüğü kimliğin üstündeki yazıda tuhaftı. Tekrar kazıdan sonra bilgisayar başına oturduğuna pek çok eski yazıya bakmıştı. İbrani yazısı öğrendiği ilk şeydi. İkinci öğrendiği şeyse kimlikteki sembolün İsrail askeri istihbaratına ait olmasıydı. Bunların üstüne birde Irak’taki İsraillileri araştırırken İsrail’den bir yazarın hükümeti Hz. Süleyman’ın mezarını aramak gibi bir işe ödenek ayırmakla suçluyordu. Bunca şeyin üst üste gelmesi onu korkutuyordu ama teklif edilen paradan vazgeçemezdi. Üstelik işin içinde ajanlar varsa ya şüphelenen İsrailliler ya da çift taraflı çalışabileceğini düşünen Ruslar onu ortadan kaldırabilirdi. Kafasını kurcalayan şeyler vardı ama çok beklemesine gerek kalmamıştı.
            Bir gün kazı sırasında işçiler bir mahzen kapağı bulduklarını söylemişler, arkeologlar başına üşüşmüşlerdi. Demirden, paslı kapağın üzerine tuhaf yazılar kazınmıştı. Kapağı işçilere açtırdıktan sonra tıpkı İndiana Jones filmlerindeki gibi işçileri önden göndermişlerdi. Derin bir mağara ağzına benziyordu tünel. Onu geçtikten sonra oldukça geniş bir galeriye gelmişlerdi. Geniş demek hafif kalırdı zira önlerinde müstakil bir ev boyunda ama bir site kadar geniş bir yapı duruyordu. Projektörlerin ışığıyla göründüğü kadarıyla ufak bir kale modeli şeklinde inşa edilmişti ama tuhaf bir görüntüsü vardı. Bir yapıydı ama gerek ölçüleri gerek işçiliği insana yabancı şeyleri çağrıştırıyordu. İşçiler korkudan dua etmeye başlamışlardı. Bina bakırdan yapılmış gibiydi ve duvarlarında pek çok yazı ve semboller kazınmıştı. Kırk yılın definecisi Nedim eskinin sarrafları gibi madeni ısırmazdı, saksağan kuşu gibi madenin ışıltısını uzaktan seçer de altın mı bakır mı olduğunu anlardı. Arkeologlarla birlikte bir grup siyah giysili, papaz cüppeli adamda girmişti içeriye. Kabala’nın K’sini bilmez Nedim onları haham sanmıştı ama üstlerindeki işlemeleri ve ellerindeki sembolleri gören birisi bunların Kabalist olduğunu anlayabilirdi.
            Nedim’e yabancı gelen bir lisanda bir şeyler okuyarak üfleyerek bakırdan kapıları açmışlardı. Nedim’in ise o an aklına geçmişinden gelen bir anı üşüşmüştü. Çocukluğunda, son kalan kahve meddahlarından birinden dinlediği bir hikaye. Hz. Süleyman’ın ölümüne yakın cinlere ve perilere yaptırdığı bakırdan kaleyi. Anlatılanlara göre Hz. Süleyman hazinesinden ve kütüphanesinden kalanları buraya saklamıştı.
            İşte şimdi arkeologların kapısını açtığı yapı buydu. Kafasındaki anılar ve o son bulduğu bilgileri birleştirince şu sonuca varmıştı; Hz. Süleyman’ın mezarını arıyorlardı. Belki deney amaçlı, belki dinsel amaçlıydı ama Hz. Süleyman’ı defineci muhabbetlerinden tanıyan Nedim’e göre üstünde İsm-i Azâm yazan meşhur yüzüğünü arıyorlardı. Ekiple birlikte kaleden içeri girdiklerinde, geniş bir avluya çıkmışlardı. Anadolu’daki kümbetleri andırır gibi sivri kubbeli, ufak mescitlere benzeyen beş yapı vardı kalenin içinde. Bir zarın beş noktası gibi biri ortadayken diğerleri her bir köşede bulunuyordu. Kapıları açıktı. Evlerin etrafında, avlunun boş kısımlarında bazı kapağı açık lahitler vardı. Tamı tamına yüze yakın lahit vardı. Asırların etkisiyle üstlerindeki örümcek ağları örtü misali kalınlaşmışsa da içlerindeki şeylerti görmüşlerdi. Mumyalanmış cesetler vardı içinde. Üstlerinde eski zaman savaşçıları gibi zırhlarıyla, kılıç kalkanlarıyla, tepelerinde miğferleriyle uyur gibi halleri vardı. Onlar bilmiyordu ama bunlar Hz. Süleyman’ın emriyle sihirlerini kullanarak burayı inşa ettiren cin ve peri beylerinin, kadim zaman Mısırlı tahnit ustaları tarafından mumyalanmış bedenleriydi. Zaten insana benzemelerine rağmen tuhaf yüz hatları ve boyları, Nedim’inde fark ettiği gibi ayaklarının ters olması her bir şeyi ortaya koyuyordu.
            Teker teker işçiler önde kümbetlerin içine girmeye başladılar. İlk girdikleri kümbette muazzam bir ejderha duruyordu. Ölü sanmışlardı ama ejderhanın hırıltısının hala gelmesi onun uyutulduğunu gösteriyordu. Duvardaki koruyucu tılsımlarla ve sembollere göre Hz. Süleyman’ın hazinesinin parçası olan bu koruyucu ejderha uyutuluyor gibiydi. Kümbetlerin tılsımı oydu ki dışarıdan görüldüğü kadar ufak değil bir camii yahut kilise kadar genişti. Pullu derisi, kıvrım kıvrım yeleleri, upuzun kuyruğu, bir araba kadar geniş koca ağzıyla ve her nefes alışında hareket etmesiyle oldukça ürkütücüydü. Oradan çıkıp ikinci bir kümbete girdiklerinde yine tuhaf bir şeyle karşılaşmışlardı. Geniş yapının ortasında çeşitli ahşap ve metallerden farklı farklı dokuz direk dikilmişti. Üstüne madalyonlar, kağıtlar ve tılsımlar asılı zincirlerin bir ucu buraya bağlanmış, bir ucu da ayakta uyumakta bir deve bağlanmıştı. Onlar dev sanmıştı ama bu aslında Hz. Süleyman’ın yüzüğünü çalarak ona isyan eden, sonra da asi cinlerin ve ifritlerin ordusunun başında ona meydan okuyan devdi. Ejderhadan daha korkunçtu. Bir apartman boyu, geniş vücudu, kara sureti, gulyabanilere benzeyen koca kafası ve korkunç gözleri, kenarları kötü kötü güler gibi sivri dudakları ve sivri dişleriyle, üstünde savaş zırhı ve ayakucunda ise yarı boyunda kara demirden ucu dikenli bir topuzla uyumaktaydı. Üçüncü odaya girdiklerinde ise belki İsrailliler tanıyamamıştı ama Nedim’e çok aşina bir şey vardı. Nedim’in Doğu Anadolu’nun ve özellikle Adana’nın, Mardin’in ve Diyarbakır’ın eski evlerinde ve kahve duvarlarında gördüğü tanıdık bir simaydı. Tahtında oturmuş efsanevi yılanlar kraliçesi Şahmeran’dı. Gözleri açıktı ve onlar onu uyanık sanmışlardı ama o bir tür tılsımla gözleri açık uyur tutuluyordu. Nedim gözlerine inanamamıştı. Tasvirlerinde gösterilenden farksızdı ama daha heybetli ve aynı zamanda güzel bir görünüşü vardı. Belden aşağısı dev bir yılandı tasvirlerdeki gibi. Üstü başı çeşitli renk pullarla kaplı bir yılandı. Ayak yerine kırk çeşit ufak yılan başı da bedeninin çeşitli yerlerinden görülmekteydi. Şahmeran ise tasvirlerine göre muazzam derecede büyüleyiciydi. Başında sırmalı ve altın hotozu, üstündeki altınları ve tılsımları bir yana Nedim ona hayran kalmıştı. Belini de geçen upuzun, gece mavisine benzer simsiyah saçları vardı. Bazı telleri örülmüştü ve çeşitli incilerle, boncuklarla süslenmişti. Zümrüt parıltısını andıran yeşil gözleri, sim rengi teni, insanı kalbinden vurabilecek gülümsemesiyle tahtında dikiliyordu. Efsaneler öldüğünü söylüyordu ama onlar bilmese de Süleyman Peygamber’in emriyle aslında ölümden kurtulan Şahmeran onun emrine girmiş, Lokman’a sırlarını anlatmıştı. Dördüncü kümbete girdiklerinde ise yerden tavana kadar duvarları kaplayan ucu bucağı görünmez bir kütüphaneydi. Sümerden, Babilden kalma yazıtlar, İbrani ve Mısır alimlerinin kitapları ve bir nice sır burada saklıydı. Hz. Süleyman’ın meşhur kütüphanesiydi. Beşinci kümbete geldiklerinde ise tavana kadar hazine sandıklarının, altınların, yakut ve zümrütlerin, elmas ve safirlerin, inci ve gümüş süslemeli eşyaların, süslü aynaların, çeşitli süs ve ziynet eşyalarının, bir nice savaşın anısını taşıyan süslü kılıçların ve kalkanların, bir nice değerli şeyin bulunduğu Hz. Süleyman’ın hazineleriydi. Nedim’in aradığı şeyde oradaydı. Bal küpü şeklinde görülen kapağı Hz. Süleyman’ın yüzüğüyle mühürlenmiş küp. Aklına bir anı daha üşüşmüştü. Bu kez çocukluğunda okuduğu Binbir Gece Masalları kitabı gelmişti aklına. Orada anlatılan bir hikayedeki cinin çıktığı küple ilgili bir anlatı vardı. Efsanelere göre Hz. Süleyman asi cinlerle savaştıktan sonra kudretli Marid cinlerinin gücüyle hepsi dağıtılmış, her biri bu tür küplere kapatıldıktan sonra Hz. Süleyman’ın yüzüğüyle mühürlenmişlerdi. O kapak dışarıdan kırılmadan içeriden hiçbir şekilde açılamazdı. Nedim kafasına bir soru işareti takılmıştı? Hadi bu insanlar Hz. Süleyman’ın mezarını arıyorlardı, peki Ruslar bunca şeye rağmen neden bir küpün peşindeydiler? Bağlantılarını sorgulamak huyu olmadığından işini bir an önce halletmeliydi.
Nedim, karışıklık çıkarmak gerektiğinde kullanılmayı bekleyen sahte intihar bombası numarası için hazırladığı düzeneği ortaya çıkardı. Arkeologların ve işçilerin şaşkın bakışı altında küpü alarak uzaklaştı. Peşinden bağırdılar ama yetişemediler. Nedim kısa sürede elinde küple şehirden kaçmış, başka bir kılıkla Bağdat tren garından ayrılmıştı. Küpü sınırdan geçene kadar saklamayı başarmış, Türkiye’ye geldikten sonra yanına almıştı. İşte şimdi buluşma yerine yaklaşmış, gördüğü bir nice uğursuz ve lanetli şeyi tamamıyla geride bırakmaya hazırlanıyordu. Ta ki istasyonun önüne gelmiş olan trenin ani fren yapmasıyla elindeki küpün koridora doğru fırladığı ve Hz. Süleyman’ın neden bu küpü bir kale içinde muhafaza ettiğini anladığı o kısacık ana kadar.
Tepe üstü koridora çakılan ikibin dokuzyüz küsur senelik küp muazzam bir çatırtıyla kırılmış, içinden su misali siyah bir duman fışkırmaya başlamış ve tavanda birikmeye başlamıştı. Trendekilerin son gördüğü şey dumanın içinde belli belirsiz görülmekte olan bir bedendi. İnsana benziyordu ama kolları ve bedeni direk gibi uzuyordu. Koca ağzı, koca kafası ve koca sureti, iri cüssesiyle, ateş gibi yanan gözleriyle masal ifritlerini andırıyordu. O denli uzadı ve korkunç bir görünüm aldı ki trenin tavanını parçalayarak dumanlarla birlikte havaya karıştı. Kapılar açıldığında içeriye bakanların gördüğü şeyler delik bir tavan ve bir avuç delirmiş insandı. Korkudan gözlerinin feri gitmişti hepsinin.
Tren garının tepesinde toplanmaya başlayan siyah bulutlar helezonlar halinde dönmeye başlamıştı. Kara bulut okuldan yana dönmüştü. Eski günlerine dönen bu ifritin gözüne çarpan kızıl saçlar onu o yöne doğru çağırmaya başlamıştı. Bulut daha da büyümeye başlamıştı. Gardakiler kaçak bir nükleer maddenin neden olduğunu düşünüyorlardı. Ama gördükleri tek tuhaflık bu değildi. O kara bulutun üstünde yükselmekte olan geniş yapılı, sivri kuleli ve altın kubbeli bir saray yavrusuydu.
2.O sırada lisede…
            Bahçeye birikmiş öğrenciler, biraz uzakta toplanmakta olan siyah bulutu seyrediyordu. Sedat gözlüklerini düzelterek gittikçe büyümeye başlayan ve helezonik bir biçimde dönen siyah buluta daha dikkatli bakmaya başladı. Nükleer patlama mıydı? Kaçak nükleer maddelerin etkisi mi söz konusuydu? Sıradan bir lise öğrencisi olarak aklına metafizik ihtimaller gelmiyordu pek. Gerçi okumadığı şey değildi, sürekli takip ettiği bir yazarın yazdığı doğu fantastiği tarzı şeylerden, sahaflardan topladığı eski meddahların ve destanların bahsettiği kahramanlık romanlarından bir hayli bilgi birikimi edinmişti. Ama bir modern zaman insanı olarak aklına getireceği ilk ihtimal nükleer patlamaydı.
            Göğe yükselen dumanların arasında belli belirsiz bir suret görür gibi oldu. Dev vücutlu bir insanı andırıyordu. Hayal gördüğünü zannetti ilkin. Ama civardan gelen “İçinde bir şey var lan” türünden hayret nidalarını duyunca gerçek olduğunu anladı. Gerçekten metafizikle karşı karşıya mıydı? Bir müddet sonra o bulutun anormal bir şekilde daha hızlı büyüdüğünü gördü. Kabaran siyah bulutların arasında belli belirsiz bir yapı yükseliyor gibiydi. Altın kubbeleri ve kuleleriyle, gümüş işlemeli duvarlarıyla bir saray yavrusunu andırıyordu. Bulutla birlikte dönüyordu. Diğerleriyle birlikte Sedat’ta hayretler içerisinde kalmıştı. Bulutların içerisinde belli belirsiz bir suret görür gibi oldu. Tüylü, insan suratına benzeyen ama kıpkızıl ateş saçan gözleri olan korkunç görünümlü bir şeydi. Sedat uzaktan bile olsa o sureti görmekten dolayı korkudan ölebilirdi.
            O anda kafasında belli belirsiz sorular akmaya başlamıştı ama bunlara cevap bulamadı. Gözlerinin önünde hayatta göremeyeceği şeyler vuku bulmaktaydı. Kara bulutlar, üstündeki dumanlar arasında görülen saray yavrusuyla birlikte gittikçe büyüyor gibiydi. Sedat’ın omzuna dokunan bir el geri dönmesine neden oldu. Sıra arkadaşı Alper bulutları göstererek:
            “-Abi senin romanlardaki gibi. Duman, bulut felan. Ne bu böyle?”
            “-Okuduklarımı referans gösterirsem cin. Ama bu kadar güçlü olduğuna göre ifritlerden olsa gerek. Masallar ve hikayeler kendilerinden pek iyi bir şekilde bahsetmezler.”
            “-Peki abi nereden çıktı?”
            “-Ne bileyim ben?”
            “-Peki şimdi neden okula doğru yaklaşıyor?”
            “-Okula mı yaklaşıyor?”
            O yöne baktığında gerçekten de bulutların ağır ağır o tarafa yaklaştığını gördü. Bahçede gezinen kızları görünce aklına masallar ve efsaneler geldi. İfritlerin ve cinlerin bulutlara kaçırdıkları kızların ve perilerin öyküleri. Ama başkasını uyarabilecek kadar zamanı yoktu. Kara bulutların üstündeki saray ağır ağır gelerek okunun çatısına kondu. Konduktan sonra okulun çatısından aşağıya siyah dumanlar içinde bir varlığın indiğini gördüler. Onu gören korkudan önünden kaçıyordu. İri vücudu, direk gibi uzun kolları ve ayakları, koca ağzı ve kenarı sivri dudaklarının ifrit sırıtışı, öfkeden deliye dönmüş misali ateş kızılı gözleri ve kıllı vücuduyla tam bir masal ifritiydi. Bahçeye öğrencilerin çığlık sesleri arasında inen ifrit bahçe duvarının dibine sinmiş bir kızın üstüne doğru korkutucu salınımlarla ilerlemeye başladı. Onun korkusundan insanlar dua etmeyi bile unutmuş, en şişman olanları bile rahatlıkla bahçe duvarlarından çita misali atlayarak şehre doğru kaçmaya başlamıştı. İfrit’in üstüne gittiği kız okulun birkaç popüler kızından biriydi. Ateş kızılı saçlı, gök gözlü ve narin suretiyle eskinin ak topuklu, ak gerdanlı masal ecelerini çağrıştıran Kafdağı havalisinden gelme perileri andırıyordu. İfrit’in ilk kurtulduğunda gördüğü kızdı. Kızın çırpınmasına ve çığlıklarına rağmen direk gibi uzun kollarıyla onu yakalayarak siyah dumanlar arasında göğe yükselmişti.
            Sedat ise diğerlerinden farklı olarak hayret duyguları içindeydi. Bugüne kadar dedesinden dinlediği hikayelerden duyduğu, eski meddah öykülerinde okuduğu bir şeyle karşı karşıyaydı. Bir ifritin üst sınıflarından bir kızı kaçırması söz konusuydu. Ama tek şaşıran o değildi. İhbarı alan gazeteciler ve medya ehli çoktan oraya doğru yaklaşmaya başlamışlar, uzaktan okulun tepesindeki ifritin sarayını kameraya alıyorlardı.
            Sedat şaşkın şaşkın bakarken bir çift elin sertçe yakasına yapıştığını hissetti. Karşısında dikilen ve gırtlağını sıkmakta olan kişi ifritin kaçırdığı kızın sevgilisiydi. Üst sınıfların namlı kavgacılarından olan Okan, Sedat’ı birkaç kere sarstıktan sonra gürledi:
            “-Ne oluyor lan burada?”
            “-Nasıl?”
            “-Lan ibne doğru söyle seni daha az yamultayım! Sen yaptın değil mi? Bana garezin vardı değil mi? Senin okuduğun o cinli perili acayip kitaplardan öğrendin değil mi?”
            “-Abi saçmalama böyle bir varlığı çağırabilecek olsam burada ÖSS’yi mi beklerim? Nereden çıktığını bilmiyorum ki?”
            “-Niye benim sevgilimi kaçırdı lan o zaman!”
            “-Abi ben mi kaçırdım ifrit kaçırdı git onun gırtlağını sık!”
            Okan, Sedat’ın gırtlağını bıraktıktan sonra okulun tepesindeki saraya dönüp baktı. Sonra Sedat’a bakmadan sordu:
            “-Geri alabilir miyiz lan kızı?”
            “-Abi ben çok okudum hikaye felan da beni aşar. Profesyonel yardıma ihtiyacımız var.”
            “-Din Kültürü hocasını mı yardıma çağıracağız?”
            “-Yok abi. Bu benimde okuduğum Mahmut Yaltalı burada kalıyor. Ayşekadın kafelerin oradadır, öğrencilerden o da. O daha iyi bilir abi ona gideceğiz.”
3.Alim
            İki liseli, okulun bahçe kapısından kaçma bahanesiyle kolayca sıvıştıktan sonra yarı yürüyerek yarı koşarak, okulun çatısını seyreden şaşkın ahalinin aralarından geçerek kısa sürede Ayşekadın havalisine gelmişlerdi. Normalde bu saatlerde öğrenci nüfusu tarafından işgal edilen bu yer, okulun üstüne inen saray haberinden sonra ya yakından bakmaya gitmişti ya da kafelere doluşarak televizyondan görüntüleri seyrediyorlardı.
            Mahmut Yaltalı’nın sürekli orada bulunduğu Cafe ……’ya geldiklerinde, içeride ihtilal bildirisini dinleyen amcalar gibi muazzam bir kalabalıkla karşılaştılar. Sedat kapıyı açtıktan sonra “Mahmut abi yok mu?” diye seslendi. Kısa bir an sonra kalabalığın arasından belli belirsiz bir ses geldi: “Gel Sedat gel!”
            Sedat ve Okan sesin olduğu yere doğru gittiler. Memleketin fantastik kalem oynatanlarından Mahmut Yaltalı, başköşeye doğru kurulmuş, elinde nargilesi önünde çayı gayet sakin bir şekilde televizyona bakmaktaydı. Sedat ve Okan’ı görünce oturduğu yerden onlarla tokalaştı.
            “-Hoş geldin Sedat hayırdır? Sizin okulu gösteriyor televizyonda.”
            “-Bizde onun için geldik abi. Okulun çatısına inen sarayla ilgili. Acil gelmen lazım.”
            “-İllüzyon oğlum bunlar. Kesin reklam amaçlı olarak sizin okul paraya kıyıp öğrenci çekebilmek için sihirbaz tuttu iyisinden. Değil mi?”
            “-Abi mesele bambaşka. Gerçekten indi o saray. Dumanlar içinde felan. Arkadaşın sevgilisinde ifrit kaçırdı.”
            Mahmut Yaltalı’nın gözü seğirdi. Daha önce de bu tarz hayran psikozlarına rastlamıştı. Bir seferinde vampirlerin varlığına inanan bir kız kendisine sayısız mail göndererek gerçekleri sakladığını iddia etmemiş miydi? Şimdi de zaten tanıdığı ve yazdığı şeyleri takip eden bu genç ve arkadaşı belki bambaşka işler peşindeydi.
            “-Hehehe. Arkadaşlar romanlarımın etkisinde kalmışlar işte.”
            “-Abi vallahi gerçek gözümüzün önünde ifrit geldim kızı aldı sarayın tepesine kaçırdı.”
            “-İfrit gördünüz demek? Hehehe. Neye benziyordu?”
            İşte şimdi onları faka bastıracaktı. Gerçek bir ifrit tasvirini romanlarında yapmadığı gibi bunların piyasadaki bulabildikleri iki-üç meddah öykülerinde de bulunabilme ihtimali yoktu. İfrit dediği zaman kesin kendisine Harry Potter filmindeki trol benzeri bir yaratıktan bahsedeceklerdi. Çevresindeki arkadaşlarının gülmesine rağmen Sedat tasvire başladıktan sonra ise kanı dondu:
            “-Abi böyle direk gibi kolları var. İri bedenli, tüm vücudu siyah tüylerle kaplı, ateş saçar gibi gözleri vardı.”
            “-Şaka yapmıyorsunuz değil mi?”
            “-Yok abi. Dumanlar içinde çıktı hani tasvir etmiştin ya Binbir Gece Masalları’nda balıkçının biri küpten cin çıkarıyordu onun gibi.”
            “-Hasiktir! Bu o lan! Ama o olması imkansız. Gelin benimle!”
            Sedat’la Okan’ı peşine taktıktan sonra kasanın önüne geldi. Adisyonu aldıktan sonra tekrar kasaya uzattı. Hesabını kapattıktan sonra dışarıya çıktılar. Boştaki masalardan birine oturduktan sonra Mahmut:
            “-Eğer uydurduysanız ki böyle isabetli tutturamazsınız, ifritlerden Muhtatif bu. Seyfizüleyezen destanlarında adı geçer. Eski bir Arap masalıdır, meddahlarca da anlatılırdı. Kitabı da var ama piyasada nadirdir sahaflarda o da. Orada bahsi geçen cinlerdendir. Ama işin ilginci benim okuduğuma göre eski zamanlarda Seyfizülyezen’in sevdiği Prenses Şame’yi kaçırdığı için onun Kamer dağındaki sarayını basan Seyfizülyezen tarafından öldürülüyor. Bu tasvir diğer ifrit tipleri içinde geçerli değil, bir ihtimal ayrı bir kabile bunlar.”
            Okan:
            “-Abi, iyi güzel söylüyorsun da bu ifrit bu zamanı mı bekledi? Neden sevgilimi kaçırdı?”
            “-Bu normal bir ifrit değil. Benim hikayelerde okuduğum ifritlerden farklı. Hz. Süleyman döneminde sihirli küplere hapsedilen asi ifritlerden olmalı. Derler ki onlar Arabistan’ın ortasında büyük bir iç denize atılmış ve rüzgara emreden Süleyman Peygamber’in emriyle üstü kumlarla kapatılarak çöle karışmış hepsi. Yalnız içlerinden biri bir şekilde dışarıda kalmış yada hazine niyetine tutulmuş olmalı. Bir şekilde buraya geldi ve serbest kaldı.”
            “-Peki abi sevgilimi niye kaçırdı bu?”
            “-Şahsi bir mesele değil. İfritler ve devler halk hikâyelerinde böyle resmedilirler. Anlatılar da bunu destekler. Güzel insan kızlarını ve peri kızlarını kaçırarak saraylarına harem kurarlar. Onların tutkusudur bu. Belki de büyüklük psikozu bu şekilde hareket etmeyi seviyorlar o kadarını bilmemem. Dediğinize göre bu ifrit gerçek ve şehre çöktü. Artık hangi kızı gözüne kestirirse saraya kaldırır bu şimdi. Kara buluttan suret şeklinde gezer birde!”
            Sedat:
            “-Tamam abi şimdi ikna olduğuna göre bize yardım edebilirsin. Nasıl geri alabiliriz?”
            “-Oraya çıkıp bir ifritle savaşmamı beklemiyorsunuz herhalde? Onlar çok güçlüdür. Beni, seni sinek gibi ezer. Dua bile zor işler onlara. Büyü desen bu yüzyılda tanıdığım bir büyücü yok. En azından varsa bile bununla başa çıkamazlar. Sizin bir kahramana ihtiyacınız var. Masallardaki gibi. İfrite meydan okuyacak ve onu alt edebilecek bir kahraman.”
            “-Yapma abi, bu zamanda kahramanı nereden bulalım?”
            “-Lan oğlum kahraman lazım dediysek gidin mezarından Zaloğlu Rüstem’i kaldırın demedik. Sizin bu b-movies türü korku filmlerindeki psikopat tipli, gaza geldi mi her şeye çatabilecek bir adama ihtiyacınız var. Kılıçla kalkanla ifritin üstüne varacak. Gerçekten psikopatsa onu alt edebilir, çünkü onlar psikolojimizden beslendikleri için karşısındaki ondan korkmazsa güçlerini fazla kullanamazlar. Gayb perdesini bilirsiniz romanlarımı okuduysanız. Üniversite ikideyim henüz ama roman öykü ayağına öğrenmiştim bunu. İnsanlar onları göremez, hissedemez. Çok güçlü varlıklardansa görülebilir ama kişi ondan en kadar az etkilenirse o kadar güçlüdür ona karşı. Duada bu noktada işe yarar. Kendine inanan bir kahraman lazım size.”
            “-Özel timi mi devreye sokturalım abi nereden tanıyacağız kahraman mahraman?”
            “-Ben bir tanesini tanıyorum.”
            “-Kahraman?”
            “-En azından o psikolojide.”
            “-Kim abi? Dalga geçer gibi olmasında hangi savaşçıymış bu?”
            “-Bizim üniversitede Halil diye bir arkadaş var. Adam kamuda okuyor. Ama düz, normal bir öğrenci ve normal bir insan değil. Aylar boyunca askeri kamuflaj pantolonuyla okula giden ve botunda bıçak saklayan, iktisat tikilerinden eşraf çocuklarından biriyle kavgaya gittiğinde kurusıkı silahla gidip bunları korkutan bir adam. Pertevniyal’de okuduğu dönemde sırf gaza geldiği için kapı kırdığı, sırtıyla cam kırdığı, bir elmayı tek ısırışta yediği, kirişe kafa attığı felan bir nice hadisesi vardır. Adam Balkan göçmeni, dağlılardandır. Osmanlı klasik dönemi akıncı psikolojisini bünyesinde yaşatan bir tip sizin anlayacağınız. Hatta bunun gerçek bir yatağanı var, eski eğik kılıçlardan, Preveze Savaşı devrinden kalma.”
            Okan:
            “-Peki abi bize yardım eder mi?”
            “-Eğer gaza getirebilirseniz her şeyi yapabilir. Bir gün bizim arkadaşlardan biri yurtta kızın biriyle mesajlaşıyor. Şu saatte çık dışarı camdan atla diye. Kız atlayamam diyor. Çocuk arkadaşlarıyla konuşuyor atlayamaz mı felan diye. Orada bu devreye giriyor: “Eğer bir insanın adı Halil değilse ve gaza gelmemişse ikinci kattan atlayamaz.” diye. Öyle bir adam. Şimdi siz her şeyi bana bırakın, onu gaza getireceğiz. Bugün evde olması lazım dersi yoktur. Yürüyün benimle!”
4. Savaşçı
            O devirdeki eski Yunan konsolosluğunun bulunduğu mahallin ara sokaklarından birinde bulunan bahçe içinde üç katlı bir apartmana girdiler. Mahmut önde, Sedat ile Okan ardında apartmanın üçünü katına çıktılar. Dairenin kapısını çaldıktan bir süre sonra kapı açıldı. Normal bir erkek öğrenci evi tarzında görünen daireye kapıyı açan, Mahmut’un tanımadığı çocuğa selam verdikten sonra içeriye geçtiler. Aradıkları Halil salonun bir köşesine oturmuş çevresini çepeçevre sarmış dört-beş öğrenciye hararetle vücut geliştirme programından bahsediyordu. Mahmut’u görür görmez selam sabah eşliğinde ayağa kalktı. Tokalaştıktan sonra Mahmut söze girdi:
            “-Aga sana acil derecede ihtiyacımız var.”
            “-Noldu kavga meselesi mi? Kız meselesi mi?”
            “-Onun gibi bir şey abi. Arkadaşın sevgilisini ifrit kaçırmışta.”
            “-İfrit mi kaçırmış? İfrit mi kaçırmış gerçekten yoksa kaçıran adamın lakabı mı ifrit?”
            “-Yok abi bildiğin ifrit işte.”
            “-Bildiğim ifrit?”
            “-Haberlerde veriyorlar ya şimdi. Edirne’de bunların okulun üstüne saray kondu hani etrafında kara bulutlar var.”
            “-O reklam amaçlı illüzyon değil mi lan?”
            “-Yok abi arkadaşlar ciddi söylüyor. Ben de seni önerdim.”
            “-Önerdin mi?”
            “-Dedim size bir savaşçı lazım. Tanıdığım kadarıyla bu meslekte kariyer yapmaya meyilli pek insan yok. Hele ilk kariyerine Süleyman Peygamber’in mühründen kaçan bir ifritle… Ne bakıyorsunuz abi suratıma?”
            “-Ben biliyordum zaten bir gün bir şeyler bulacaklarını. Baksana istihbaratın içinde metafizik mevzuları araştıran bir ekip varmış ne o geyik?”
            “-Abi müsteşar bilmez onu ben nereden bileyim. Hem bırak şimdi sana acil ihtiyacımız var.”
            “-Kardeşim ben amme hizmeti görmüyorum ki? Süper kahraman mıyım ben? Kaçırırsa kaçırsın beni ne ilgilendirir?”
            “-Abi sen öyle dedin beni haksız çıkardın şimdi. Bu gençler bana bu ifriti gelip anlattıklarında korkmayın gençler dedim. Halil abiniz bu işi halleder. Ama dediler çok korkunç bir şey, korkup kaçmasın. Ben korkmaz dedim ama haksızmışım abi. Sende haklısın tabi ifrit bu nasıl savaşasın?”
            Bu dnalardaki akıncı damarını deşeleyen sözlerin etkisi, Halil’in zihninde bambaşka şeyler uyandırdı. Kelle almaya yeminli yeniçeri ağası gibi yerinden doğrularak bir hışımla salondan çıktı. Odasına giderek yatağının altında sakladığı, vakti zamanında Soğuk Savaş’ın bitimiyle denetimsiz kalmış bir müzeden bir akrabasının getirttiği kabzası bile sağlam beş yüz asırlık yatağanı çıkardı. Salona döndükten sonra sanki askerlerine emreden ak tolgalı beylerbeyi gibi gürledi:
            “-Nerde lan bu a.ına koduğumun bulutlar içindeki sarayı?”
5.İfritin Sarayı’nda
            Üçlü okullarına yakın bir mesafede bulunan Halil’in evinden çıktıktan sonra kısa sürede okulun önüne geldi. Altına asker kamuflajı pantolonunu giyen Halil, beline taktığı palaskaya yatağanın yanı sıra, koleksiyonunun parçalarından olan biri Amerikan biri İsviçre ordusu tipinde iki farklı kasaturayla birlikte birde bowie bıçağı takmıştı. Ayağında botları, sırtında siyah deri montuyla bu ahir zaman savaşçısı, üç silahtarıyla cenge giden kadim zaman Pers melikleri misali heybetli adımlar ata ata gidiyordu.
            Kapının önünde bulunan kalabalığa ve polislere yakalanmamak için arka duvardan atlayarak okula girdiler. Mutfak kapısından okula girdikten sonra merdivenleri tırmanmaya başladılar. Okulun çatı katına çıkan merdivenin önüne geldiklerinde önündeki demir tellerden kapının kilitli olduğunu gördüler. Sedat hademe odasından anahtarı almaya gidecekti ki Halil’in kilidin olduğu yere birbiri ardına, sert bir şekilde tekmelemeye başladı. Teller darbelerin şiddetinden dolayı bir süre sonra eğrilmeye başladılar. Diğerleri de tekmelemeye başlayınca daha fazla dayanamayan kapının tellerinin kilit kısmı eğrilerek kırıldı. Kapıyı açan dörtlü, belindeki yatağanı çeken Halil’in ardından yukarıya çıktılar. Her birinin kalbinde ya gördükleri ya duydukları bir kara mahlûkun yarattığı korku duyusu hâkimken, Halil korkuyla karışık bir merak duygusuyla çıkıyordu çatıya.
            Çatıya çıktıkları zaman çatının etrafının kara bulutlarla çepeçevre sarıldığını gördüler. Helezon gibi dönen bulutlar, çatının ortasına baykuş misali tünemiş altın kubbeli, gümüş duvarlı sarayı yakından görmüşlerdi. Halil önde, Mahmut, Sedat ve Okan arkada saraya yaklaştılar. O ifritten bir iz bir işaret bekliyorlardı.
            Sarayın mermer merdivenlerini çıktıktan sonra geniş bir avluya çıktılar. Bu denli ufak görülmesine rağmen içinin geniş olabileceğini, bu sihri ve anlatıları bilen Mahmut az çok tahmin edebilmişti. Avlunun bazı yerlerinde altından ağaçlar yükseliyor bunların dallarından mücevherden yemişler, meyveler sarkıyordu. Avlunun duvarları birbirinden güzel ve büyüleyici peri kızlarının suretleriyle kaplanmıştı. Kendilerinin manken posterleriyle yaptıklarını bir ifritin çizimlere yapmış olması tuhaflarına gitmişti. Avlunun sonundaki merdivenleri çıkarak saraya girdiler. Duvarlar çeşitli silahlarla, duvar halıları ve zengin eşyalarla süslenmişti. Salonun ucunda bir başka avlu girişi daha duruyordu. Oraya doğru yöneldiler. Başka bir bahçeye çıkmışlardı. Bahçenin ucunda, süslü kumaşlardan şilteler üzerinde oturmuş ağlamakta olan kızıl saçlı bir kız gördüler. Okan önden koşarak onun yanına doğru gitti. Kız onu görünce sevinçle kalkarak ona doğru seğirtti. Tam kavuşacakları anda Mahmut araya girerek: “Hocam bir saniye, bu ifrit nerede tam olarak?” diye sordu. Kız ifritin onu buraya hapsettikten sonra uykuya çekildiğini söyleyince dörtlü onu uykusunda bastırmakla saraydan kaçıp gitmek arasında ikircikli kaldı.
            O anda yerin sarsıldığını hissettiler. Derinlerden bir uğuldama sesi geliyordu kulaklarına. Karabasan çöktüğü zaman duyulan o kulak çınlamasını andırıyordu. Kara bulutların bu kez avlunun tepesinde toplandığını gördüler. Bulutların içinden siyah dumanlar çıkara çıkara gelen ifriti gördüler. Dev yapısı, korkunç yüzü ve kızıl gözleriyle bakan insanı delirtebilecek kadar korkunçtu. Büyük bir gürültüyle avlunun çıkışının önüne indi. Saldırmaya hazırlanırmış gibi durarak gürledi:
            “-Siz gafiller benim sarayımdan, benim haremimden bir peri kızını kaldırabileceğinizi mi zannediyorsunuz? Bu aciz halinizle sade bir kılıçla karşıma çıkarak beni yenebileceğinizi düşündüren ne?”
            Halil kafasını salladıktan sonra Mahmut’a döndü:  
            “-Oğlum bu Türkçe biliyor lan?”
            “-Abi cinler kısa sürede hareket edebildikleri için ve ömrü uzun olduğundan hemen hemen tüm dilleri öğrenebilirler.”
            İfrit elini onların üzerine uzatır uzatmaz Halil’in çevik bir şekilde yana kaçılarak elindeki yatağanla sertçe eline vurduğunu ve ifritin ellini kestiğini gördüler. Korkunç bir şekilde gürleyen ve kulakları sağır eden İfrit öbür eliyle Halil’e vurarak onu duvara kadar uçurdu. Duvara çarpan Halil’in baygın bir şekilde düştüğünü gördüler. Mahmut gürledi:
            “-Ahir zaman kahramanı bu kadar olur. Kaçın!”
            İfrit bunların üzerine doğru hamle yapınca gerilerindeki bir başka saray girişine saptılar. İfrit oradan da eğilerek salona geçerek onları kovalamaya başladı. Kesilen kolundan simsiyah dumanlar çıkıyordu. Öfkeden kıpkızıl kesilmiş gözleri ve kara suretiyle o varlığın yarattığı dehşet yüzünden büyük bir korku duygusunun tesiri altında oradan oraya doğru kaçıyorlardı. İfrit bu sırada sırtında bazı sızılar hissetmeye başladı. Halil yatağanı beline soktuktan sonra kendine gelmiş, bıçaklarını çıkartarak onu bıçaklamaya çalışıyordu. İblis onu yakasından tuttuğunda tüm gücüyle bıçaklamaya çalıştıysa da derisini delemediğini, gördü. Mahmut haykırdı gerisinden:
            “-Halil, bir kahramanın, savaşçının yada gazinin silahı kutsanmıştır derler. Tılsımlı sayılır! Yatağanla vur yatağanla vur!”
            İfrit Halil’i tekrar duvara doğru fırlattı. Yere düşen Halil bu kez hırsla yerinden doğruldu. Yatağanı çekerek savura savura ifritin üstüne atladı. Ayağına denk getirebildiği yatağan darbesiyle ifriti yere yıktı. İfrit sağlam kalan eliyle omzuna sert bir pençe darbesi vurdu. Halil darbenin etkisiyle yana sendeleyerek devrildi. Vücudunun çeşitli yerlerinden darbe almış ifrit doğrulmaya çalışırken Halil’in son gücünü kullanarak yatağanı göğsüne saplamasıyla korkunç bir çığlıkla tüm sarayı temellerine kadar sarstı. Giderayak ölüme yakınken bazı şeyler söylemeye başladı. Onların anlamadığı bir lisanda bazı sözler söylüyordu. Kara bulutların girdap gibi tepede dönmeye başladığını gördüler. Halil en son darbesini sertçe kafasına doğru vurarak yaptı. İfritin başı yerinden ayrılarak koptu. Oradan tüten siyah dumanlar göğe karışmaya başladı. Rüzgar o denli, şiddetlenmişti ki bahçedeki ağaçları ve sarayın parçalarını kendine çektiğini gördüler. İfritin bedeni ve o beden saplanıp kalmış yatağanı da göğe çektiğini gördüler. Halil’in yatağanı kurtarmak adına bedene yapışarak göğe çekildiğini gördüler. Onu kurtaramayacaklarını anlayarak saraydan biran önce kaçmaya baktılar. Okula indiklerinde geride tek bir iz kalmamacasına kara bulutların ve sarayın yok olduğunu gördüler. Halil’den ve olaydan bahsetmemelerini, olayın örtbas edileceğini, deli damgası yemek  istemiyorlarsa susmalarını öğütledi Mahmut. Yıllar böyle geçti. O geceye kadar.
6.Kaf Dağı İhtilal Örgütü
(Takribi 2011 – Takribi aynı yer)
            Mahmut, üniversiteyi bitirmiş, yüksek lisansın ve akademinin zorlu yollarına vurmuştu. Ertesi gün ki finale hazırlanıyor, kaldığı yurdun bu odasından mutfağa gitmeye üşeniyordu. Susuzluğuna zayıf düşerek yerinden kalktı ve odadan çıktı. Yarı karanlık koridorda ilerledi. Sanki mutfağın önünde biri vardı. Ona doğru yürüyordu. Yarı loş ışıkta kendisine doğru yürüyen şeyin sadece ayaklarını görebildi. Ayaklarının ters olduğunu görünce korkudan çığlık atacaktı ki o şey gelip ağzını kapattı. Loş ışığın altında bu gelenin Halil olduğunu gördü. Ama eskisinden farklıydı. Görünüş olarak aynıydı ama üzerinde eski bozkırlıların giydiği gibi örme zincir zırh, belinde kalın tokalı kemer ve sırtında kahverengi kürkten bir pelerin vardı. Başında boynuzlu miğfer duruyordu. Belinde bir kılıç ve bir yatağan, sırtında ok sadağı ve yay vardı. Sanki eskisinden daha heybetli duruyor gibiydi.
            “-Aklımı aldın abi gece gece. Tamam anladık cinlerin alemine karıştın onlardan biri oldun da gelir gelmez yurt muhabbetlerinde bahsi geçenler gibi gelmeseydin.”
            “-Nasılsın kardeşim görüşmeyeli?”
            “-Gördüğün gibi maceraya devam ediyoruz. Hayırdır abi ben seni olaydan sonra bekliyordum ama hiç sesin soluğun çıkmadı?”
            “-İşler bildiğin gibi değil. Senden yardım istemeye geldim. Ben cinler aleminde bir işe kalkıştım. Bazı perilerle çete kurduk, padişahı devirme kararı aldık.”
            “-Yuh be abi, gider gitmez çeteci, komitacı mevzularına mı daldın hemen?”
            “-Çetecilik yapmayan Balkan’a ekmek yoktur aga!”
            “-Beni niye çağırıyorsun?”
            “-Sen bunların huyunu suyunu bilirsin, kavimlerini, bölgelerini, inançlarını felan. Yanımda senin gibi bir adama ihtiyacım var. Seni Kaf Dağı İhtilal Örgütü’ne çağırmaya geldim.”
            “-Abi beni tanıyorsun ne bu dünyada nede öbür dünyada meraklı değilim bu siyasi mevzulara. Bulaştırma beni.”
            “-Ben onu bunu bilmem örgüt karar aldı. Seni götürmeye geldim. Ya zorla ya seve seve!”
Mahmut’un gördüğü son şey beyaz bir ışık parlamasıydı. O da “karıştı” gitti…
SON
Mehmet Berk Yaltırık
7 Şubat 2011 - İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder