3 Ağustos 2018 Cuma

Varkolakların Gecesi-Bölüm 15


Uzaktan uzağa işitilen köpek ulumalarını dinleyen Engin, tüylerinin ansızın diken diken olduğunu hisseti. Bu his inceden esen yelden kaynaklanmıyordu. Orada, o sokak ortasında kendinden başka birinin daha olduğunu hissediyordu. Çok azının ışığı yanan daireler, sokak lambalarının kısmen sönük oluşu, çığlık atsa dahi sesini duyuramayacak bir karanlığın tam ortasında olduğunu düşündürüyordu. Üstelik Abdülharis’in gözlerinin önünde yaptığı hareket ve çok yakınlarda Varkolaklardan birinin dolaştığını söylemesi korkusunu perçinliyordu. O tek başınaydı. Sarımsaklar, dualar aklını kaybetmekten, delilikten nasıl koruyacaktı? Karşısındaki dehşetleri sinema perdesinden, bilgisayar ekranından, roman sayfalarından seyretmiyordu. An be an karşısındaydılar.
            Nereye gittiğini bilmeden Yaren’i bulmak ümidiyle hızlı hızlı yürürken kendi kendine sordu. O gece oturmasa, pencereden Varkolakların karanlık sırrın görmese ne olurdu? Eski hayatını kaldığı yerden yaşayabilir miydi? Bu habislik bir ur gibi en nihayetinde tüm şehri sardığında yine karşılaşmayacak mıydı? “En azından huzur içinde ölebilirdim” diye düşündü. Sonra vazgeçti. Kabir kaçkınlarının ortalıkta gezindiği bir gerçeklikte ölüm aradığı huzuru verebilir miydi? Tüm bunları düşünürken Yaren’i kurtaramama ihtimali çöreklendi zihnine. O tek başınaysa Yaren’i hangi sokakta bulacaktı? Kurtarabilecek miydi?
            Üzerine çöken gamın kasavetin hayli anormal olduğunu bir anda fark etti. Sanki bir şey görüşünü kapatıyor, mücadele arzusunu, iradesini engelliyordu. Bir an duraksayıp derin derin nefes alıp düşünmemeye çalıştı. Zihnine uzanan, üzerine çöken ağırlığı hissediyordu. Karanlık bir köşe başında hayal gibi bir siluetin belirdiğini gördü. Sanki küçük bir çocukken bir anda yetişkin bedenine bürünmüştü. Siluet kendisine ağır adımlarla sakin sakin yaklaşırken Engin üzerine tuhaf bir uyuşukluğun çöktüğünü hissetti. Danica saçlarını savurup işveli bakışlarla onu süzerken dehşeti ve arzuyu aynı anda yaşıyordu. Kadının cazibesi bir an için her şeyi unutarak ona ve uyuşukluğa teslim olmasını fısıldıyordu adeta. Sonradan Muzaffer’in hikâyelerini anımsadı. Vampirlerin kurbanlarını bu şekilde uyuşturarak saldırdıklarına ilişkin tasvirler zihninden akıp geçti. Cebindeki sarımsakları çıkarıp Danica’ya doğrulttu. Hortlağın yüzündeki arzulu ifade kaybolmasa da duraksadı. Sakin sakin konuştu: “Sevgilin bize katıldı Engin. Yanına gitmek istemez misin? Özlemedin mi onu?”
            “Yaren’e dokunduysanız sizi gebertirim!”
            “Sakin ol. O burada. O bizimle mutlu. Sen de mutlu olmak istemez misin?”
            Engin tam hortlağın üzerine yürüyeceği sırada karanlıkların içinde, Danica’nın yan tarafında bir siluetin belirdiğini gördü. Saçlarını ve yürüyüşünü seçebildiği kadarıyla bu Yaren’di. Gördüğünün hayal mi gerçek mi olduğunu anlayamadığından kıpırdamadı. “Engin!” diyerek kendisine yaklaşmayı sürdürünce sesini tanıdı. Ancak yine de kendisine tuhaf geliyordu. İçinden ona koşup sarılmak gelmiyordu. Yaren sokak lambasının altına vuran ışığa geldiğinde Engin yüzünü ayan beyan gördü. Danica misali arzuyla ve donuk gözlerle kendine bakması tuhafına gitmişti. Birden: “O mutluluğu heba etmeyi bilir ancak!” diyerek Danica’nın belirdiği köşeden çıkıp geldi Çağıl. Engin, onun da donuk bakışlarından ve ağır hareketlerinden hareketle bir tuhaflık olduğunu sezinliyordu. Mesafeyi koruyarak seslendi: “Onun yanında ne işiniz var? Öleceksiniz!”
            Çağıl sırıtarak yaklaştı: “Sen yaşadığını mı zannediyorsun?”
            Engin elindeki sarımsağı gayrı ihtiyarı Çağıl’a doğrultunca, vaki olmasından endişe duyduğu için aklının ucundan dahi geçirmediği o korkunç gerçekle yüz yüze geldi. Çağıl yüzünü ekşiterek birkaç adım geriledi. Yaren de kaşlarını çatmış, sinirli bakışlarla Engin’i süzüyordu. Danica elini uzatarak konuştu: “Bize katıl Engin. Sana sonsuz sevgi ve sıcaklık sunabiliriz. Yapman gereken tek şey üzerindekileri bir kenara atıp kollarımıza gelmen. Korkma Engin…”
            Kız arkadaşının ve Çağıl’ın boynundaki yara izleri görünmese de elbiselerinde bir miktar kan vardı. Engin sarımsakları bu sefer Danica’nın suratına uzatarak: “Asla!” diye haykırdı.
            Bir anda sokak boyundaki lambalar anında karararak ortalık göz gözü görmez bir karanlığa büründü. Danica ateş kızılı gözleriyle Engin’e bakarak tıslar gibi konuştu: “O zaman öl Engin!” Diğerlerinin de gözleri tıpkı onun gibi parlıyordu. Karanlığa rağmen yüzlerinin değiştiğini, sivrilmiş dişlerinin çenelerine doğru uzamış vaziyette olduğunu az çok fark edebiliyordu Engin. Danica, sağında Çağıl, solunda da Yaren olduğu halde ona yaklaşmaya başlamıştı. Kızıl gözleriyle öfkeli iblisleri andıran karaltılar sarımsağa rağmen kararlı adımlarla Engin’e doğru adım adım ilerliyorlardı. Korkudan boğazının kuruduğunu hissediyor, koşmak istediği halde korkudan uyuşan ayakları üzerinde ancak güç bela durabiliyordu. Bir anda sokağın öbür ucundan, arka tarafından nara misali yükselen bir peyda olunca nefesi kesildi: “Tek durasın Varkolağın avradı!”
            Hortlakların gözlerindeki arzu ve isteğin bir anda yerini korkuya bıraktığını gördü Engin. Ateş kızılı gözleriyle Engin’in arka tarafına bakıyorlardı. Yürümüyorlardı. Korkulu varlıkların üzerine gelmesini neyin engellediğini merak eden Engin kafasını çevirdi. Muzaffer’in hikâyelerinde ve makalelerinde okuduğu ürkünç hortlak tasvirlerinden biri kanlı canlı arkasında dikilmekteydi. Abdülharis’in ateş kızılı gözleri ayan beyan görülüyordu. Uzun saçlarından ve paltosundan tanımıştı onu. Ancak normalden farklı olarak kolları sanki dizlerine dek uzundu, bu haliyle siyah beyaz korku filmlerinin unutulmaz figürlerini andırıyordu.
            Abdülharis avına yaklaşırcasına üç hortlağın üzerine yürümeye başlayınca Danica haykırdı: “Burada başkası yoktu. Sen kimsin?”
            Paşa’nın yüzünde tiksindirici bir sırıtış peyda oldu. Dişleri bıyıklarının altından belli oluyordu: “Bulgar memleketinde iyi tanırlar beni. Sen nasıl tanımadın hayret? Ağabeyin olsa tanırdı muhakkak!”
            Danica hiçbir karşılık vermeden bir anda geriye doğru atılarak gölgelere karışıp kayboldu. Çağıl’la Yaren de onun peşinden atılıp kayboldular. Engin hala korkusundan güç bela nefes alıyordu. Abdülharis’e döner dönmez sokak lambalarının yeniden yandığını, paşanın normal görüntüsüyle arz-ı endam ettiğini gördü. Engin’in elindeki sarımsaklara bakıp söylendi: “İndirebilirsin. Benim ne olduğumu görüp sindiler. Bana kolay kolay dokunamazlar. Sana da…”
            Engin sarımsakları yeniden cebine tıkıştırırken gözyaşlarını sildi: “Yaren… Çağıl… Ele geçirmişler. Onlar gibilerdi…”
            “Vaktimiz var. Onları kurtarabilirsin. Ama onlardan evvel kurtarmamız iktiza eden başka biri var.”
            “Başka biri mi?”
            “Ben öteki varkolak da buradadır sanıyordum. Koklaya koklaya gidip yuvalarına baktım, orada göremedim. Bunlarla geziniyordur diye düşündüm ama burada da çıkmadı.” Engin’in yüzüne saf saf baktığını gören paşanın yüzünde müstehzi bir sırıtma peyda oldu: “Bu kızcağızla oğlanı ele geçirip senin gelmeni beklediklerine göre öteki Varkolak, Muzaffer’in peşinde demektir. Evini biliyor mu?”
            Engin yutkundu: “Daha da kötüsü paşam. Yanlışlıkla evine davet etmişliği var…”
            Abdülharis’in yüzü cenge tutuşan pehlivanlar misali kasıldı: “Kırcaalili misafirperverliğini yanlış kişilere harcamış. Yetişmezsek fena. Bunlarla cenge girerken cadıcıyı kaybetmek istemem! Takatin yettiğince koşar mısın fayton mu çevirirsin sana kalmış!”
            “Yaren?”
            “Tek başına hiçbir şey yapamazsın. Ancak cadıcıyı koruyup üzerlerine varırsak onları durdurma ihtimalimiz artar…”
DEVAM EDECEK

Varkolakların Gecesi-Bölüm 14


Engin, sesli mesajı alelacele açarken hoparlör seçeneğine dokundu. Yaren’in sesi arabanın içinde sanki yankılandı: “Engin acilen gel! Korkuyorum… Peşimdeler!” Yaren’in numarasını tuşlamaya çalışırken Muzaffer’in ağzından en galiz küfürler duyuldu. Abdülharis öne doğru eğildi: “Tanıdığınız mı?”
            Engin “aradığı numaraya ulaşılamama” anonsunun tamamını dinlemeden kapatıp Yaren’i tekrar tekrar ararken hortlağı yanıtladı: “Kız arkadaşım. Çağıl’ın eve gitmelerini söylemiştim. Angut Çağıl! Kıza sahip çıkamamış! Gerizekalı!”
            Muzaffer arabanın hızını arttırırken Engin’i sakinleştirmeye çabaladı: “Bilerek yapıyor. Dikkatimizi dağıtmak için. Yaren’i kurtaracağız…”
            “Öldükten sonra mı?”
            Paşa’nın sesi arabanın içinde gürledi. Engin adamın sesinin kendisini uyuşturduğunu, teskin ettiğini hisseder gibiydi: “Ölmeyecek. Öldürmeyecektir. Kanını içerse, varkolakların kalbini söküp suda kaynatarak ona içirirseniz ölmez.”
            Engin üzerindeki miskinlik hissini öfkeyle adeta bir kenara fırlattı: “Ölse daha iyi ya! Ne demek kanını içer, manını içer?”
            “Karşınızdaki mahlûk alelade bir eşkıya değil ki kızın canını alsın? Her gece kana susar. Kana susamak hiç dinmeyen bir açlıktır. Bir köy dolusu insanın kanını içsen ancak tokluk hissi verir. O yüzden peksimet atıştırıp açlığını geçiştirir gibi gecede iki veya bir kurbanla idare edilir.”
            Muzaffer müstehzi bir ifadeyle güldü: “Vampirler ve kan… Kızı öldürürse beslenemez.”
            Abdülharis: “En mühim noktaya temas ettin cadıcı. Kurbanın hayattayken beslenebilirsin. Daha doğrusu canlı birinden, o an için boynunu yahut bileklerini dişlediğin birinden kan içebilirsin. Herhangi bir şişeye, torbaya doldurulmuş kan da etkisizdir.”
            Telefonuna mesaj gelince Engin bir an duraksadı: “İnşallah Çağıl korkup kaçmıştır da onun yerine Çağıl’ı yakalamışlardır. Yaren’e bir şey olmamıştır…” diyerek Yaren’den gelen mesajı okudu: “Kaleiçi’ndeyim. Saklanıyorum.”
            Muzaffer, hayli ileride görünen tıp fakültesini ışıklarını göstererek Engin’i teskin etti: “Geldik işte! Çarşıya gidiyorum direkt. Sen Kaleiçi’ne inersin. Ben de eve çıkar Bozhidar’ın kazığını alırım. Yaren’i bulunca beni sizin evde beklersiniz. Oraya geleceğim.”
            Abdülharis: “Seninle mi geleyim cadıcı?”
            Cadıcı kafasını salladı: “Ben kendimi korurum paşam. Siz delikanlıyla gidersiniz.”
            “Çok iyi! Dimitar iblisini seneler önce duyup da görmek istemiştim. Burada karşılaşacakmışız demek... Ama hala aklımı kurcalıyor. Kendine yeni av sahası mı seçti yoksa aradığı başka bir şey mi var?”
            Kırmızı Lada fakülte kavşağından hızla geçip şehre doğru yol alırken Muzaffer uzaktan görünen Selimiye’yi işaret etti: “Eğer onlara denk gelirsen öldürmeden önce sorarsın paşam!”
            “Ben sorarım da… Siz bu geceyi sağ çıkarırsanız iyi. Bana da denk gelmeseniz Varkolaklar tüm şehri elden geçirirdi belki... Soralım bakalım kıstırınca.”
            Araba çarşı mıntıkasına yaklaşana kadar hiçbiri tek kelime etmedi. Orduevinin önündeki ışıklara geldiklerinde ansızın frenleyerek durdu. Engin’le Abdülharis arabadan iner inmez kırmızı Lada sağa sapıp Yediyol Ağzı’na çıkan yokuşta gözden kayboldu. Hortlak etrafına bakınarak şehre göz gezdirdi: “Buraya gelmeyeli neredeyse yüz sene olmuştur. Balkan Harbi’nin garabetini ancak atmış üzerinden!”
            Engin’in ardından hızlı adımlarla Antik Park tarafına inen hortlak bir yandan da eski binalara göz gezdiriyordu. Engin hızlıca sordu: “Edirne’nin sahibi yüzünden gelemediğini söylemiştin. Burası kimin av alanı paşam?”
            “Birkaç kişi vardı. Kişi dediysem anla işte benim gibi. Söylesem de tanımazsın hiçbirini. Sonuncusu Edirne’ye Doksanüç Harbi muhaceretiyle gelen bir aileye mensuptu. Hunaşamzadeler derlerdi. Kan içicinin Farisi lisanındaki şekli. Hunaşamzadelerden bir hanımın av alanı oldu en son. Lakin Varkolaklar böyle ellerini kollarını sallayarak gelebildiklerine göre ortadan kaldırıldı. Ya başkaları ya Varkolaklar. Burası bir zamanlar daha güzeldi. Balkan Harbi’nden, Rus harplerinden öncesinde görmeliydin. Mavi boyalı evler sıra sıra karşılardı insanı. Bahçeler, bağlar, köşkler… Onlar da benim gibi artık. Hatırlayanları kalmadı.”
            Engin’le Abdülharis Kaleiçi sokaklarına vardıklarında hortlak bir an duraksayarak havayı kokladı: “Bir tanesi buralarda dolanıyor hala. Ben onu arayacağım. Sen de yavuklunu ararsın…”
            “Bir şey olursa nasıl haber vereyim?”
            “Çığlık atarsan sesini duyacak kadar yakında olurum delikanlı…”
            Abdülharis bir anda havaya sıçrayarak çatı saçaklarının gölgelerinde kayboldu. Engin hayal meyal kertenkele misali duvardan sürüne sürüne geçip çatıya tırmanan bir gölge gördü. Yaren’in telefonunu arayarak ulaşmayı ısrarla sürdürerek evinin olduğu sokağa doğru koşturdu. Uzak uzağa işitilen köpek sesleri ve yarısı sönük sokak lambalarıyla hayli ürkütücü bir manzarayla karşı karşıyaydı. Ancak o an için bulunduğu yerden ziyade sevgilisini bulamamaktan –canlı şekilde bulamamaktan- korkuyordu.

DEVAM EDECEK

Varkolakların Gecesi-Bölüm 13


Kırmızı Lada arada bir denk geldiği araçların sağından solundan geçip sayısız küfre ve hakarete neden olurken, arabanın içinde hayli gergin ve korkulu bir bekleyiş vardı. Bir Abdülharis, Muzaffer’in omzunu dürterek: “Efendi! Hadi bana bir şey olmaz ama sizin Edirne’ye tek parça vasıl olmanız iktiza eder. Dikkatli kullanınız!” deyince tek kelime etmeden aracın hızını biraz düşürmüştü.
            Edirne’ye yaklaşana dek kimse tek kelime etmemişti. Gişelerden geçtikleri sırada Muzaffer bir an aklına bir şey gelmiş gibi durup arabayı kenara çekti. Engin’in: “Abi ne oldu?” diye sorup durmasına aldırmadan kucağında duran çıkını kurcalamaya başladı. Çıkının içindeki bazı nesnelerin yarattığı tesirden ötürü Abdülharis çok belli etmese de rahatsız olmuştu. Muzaffer bir an duraksayıp boş gözlerle dimdik karşı tarafa bakmaya başladı: “Asıl almam gereken şeyi almayı unutmuşum… Bozhidar’ın kazığı!”
            Engin: “Neyin kazığı?”
            Abdülharis, Engin’in omzunu dürterek konuştu: “Bulgar köylülerin tevatürü. En melun, azgın mahlûkları dahi saplandığı vakit kudretten, takatten kesen muhayyel bir tılsımdır.”
            Muzaffer kafasını sallayarak omzunun üstünden hortlağa baktı: “Hayır paşa hazretleri. Hakikattir. Bulgaristan’a seyahatlerimden birinde bulmuştum. Bir çeyiz sandığında yıllarca kalmış, ne olduğuna anlam veremeseler de ata yadigârıdır deyip örtü içinde saklamıştı Deliorman’da bir aile. Batıl inanışlarla alakalı eşyaları toplarken denk geldim. Tasvirlerle birebir uyduğundan mukallidi sandım ancak sağlamlığını test edip üstündeki yazıları çözünce hakiki olduğunu anladım. Benim duvara asılı eşyalar arasındadır, en tepede. Evden çıkarken almayı nasıl unuttumsa artık…”
            Engin: “Boz… Boz neydi?”
            Muzaffer gözlerini Engin’e devirdi: “Bozhidar. Bozhidar’ın kazığı. Paşa hazretlerinin de buyurduğu gibi Bulgar halk hikâyelerindendir. Rivayete göre Bozhidar diye bir gençle, bir orman perisi birbirlerine sevdalanmışlar. Sevdalarını cadının biri kıskanmış. Bozhidar’ı kendine bağlayamayan cadı onu öldürmeye çalışmış. Bozhidar ruhunu teslim etmeden önce peri yanına gelip ikisini de ağaca dönüştürmüş. Yattıkları yerden yükselen iki ağaç kıvrım, büklüm bir araya gelmiş. Sanki tek ağaç gibi. Onların ağaca dönüştüğün öğrenen cadı kıskançlığından ağacın dibine gidip tepesine yıldırım göndermiş yakmak için. Ağaç yanmış ancak ağaçtan kopan büyükçe bir dal cadının üstüne düşerek ölmesine neden olmuş. Azametli bir cadının aldığı için bu ağaç uğurlu addedilerek yıllarca parça parça sökülmüş cadıcılar, vampirciler ve sair kimse tarafından. Ancak ne kadar kudretli olursa olsun ağaçtan sökülen parçalar ayrılığa dayanamayarak kısa sürede çürüyüp gidermiş. Bir kullanan bir daha kullanamazmış. Bir tek o cadının üstüne düşen dal parçası hariç. Ondan yontulan bir kazık özellikle asırlar boyu el değiştirmiş. Her alan avcı üstüne adını kazımış. Çizilebilir ancak kırılmaz, ateşte sağlamlaştırılmış çelik misali bu kazığın üstünde tespit edebildiğim Kilise Slavcasıyla, Kirille, eski Arap harfleriyle yazılmış isimler vardı. Bu kazık nice mahlûkun canını cehenneme ısmarlamış!”
            Abdülharis Paşa’nın gözlerinde tehditkâr bir ifade oluştu: “Âlâ! Şehre varınca ilk işimiz kazığı almak olur o vakit. Lakin önce şu çıkının ağzını kapatıp kucağında tut. Benden olabildiğince uzakta tut!”
            Muzaffer telaşla çıkının ağzını kapatarak kucağına yerleştirdi tekrar. Arabayı çalıştırıp şehre doğru sürerken Engin, Abdülharis’e döndü: “Paşam, sen de böyle şeylerden etkileniyordun değil mi?”
            “Fıtrat gereği. Mesela senin cebinde de bir-iki sarımsak var. Kokusu biraz rahatsız edici ama uzakta durduğu sürece sıkıntı yok.”
            Engin bir an için o akşam alelacele alıp cebine attığı sarımsakları hatırladı. Ardından gülümsedi: “Paşam sarımsak sana dokunuyorsa böyle… Çorbacıdan çıkmış birine zarar verebilir misin?”
            Muzaffer, Engin’e “Yine pot kırdın!” der gibi baktı yan yan. Abdülharis Paşa’nın yüzünde basit ama ürkütücü bir ifade peyda oldu: “Evet sarımsak beni durdurabilir ama yine de kılıcımla kafasını gövdesinden ayırmama mâni olamaz.”
            Eli bir an için istemsizce boğazına giden Engin korkuyla önüne döndü. O esnada telefonunun mesaj sesi arabada çınladı. Ekrana bakarken kalp atışları hızlandı. Yaren, sesli mesaj göndermişti.
DEVAM EDECEK

Varkolakların Gecesi-Bölüm 12


Kara kasırdan hortlak önde, Muzaffer’le Engin de onun arkasından çıktıkları esnada Abdülharis köyün dibindeki Kırmızı Lada’yı göstererek sordu: “Bununla gideceğiz değil mi?”
            Engin şaşırdı: “Siz arabaya biniyor musunuz?”
            Abdülharis geriye bakarak alaycı bir ifadeyle sırıttı: “Edep ve terbiyeden nasibini almamaklığından mütevellit bu sualini tahkir olarak addetmeyeceğim. Muasır imkânlara senden daha fazla aşinayımdır! Kendi vasıtam bu tür bir sergüzeşt için pek nazik ve ihtiyar olduğundan sizinle geleceğim…”
            Aracın yanına gelir gelmez Muzaffer koşturup arka koltuğun kapısını açtı. Abdülharis herhangi bir ifade de bulunmaksızın koltuğa kuruldu. Engin ön koltuğa oturur oturmaz Muzaffer koşturarak şoför mahalline geçip arabayı çalıştırdı.
Kırmızı Lada köyden çıkıp yeniden koruların arasına dalarken Engin’in dikkatini dikiz aynası çekti. Aynaya baktığından arka koltuğun boş olduğunu gördü. Kalbi neredeyse duracak gibiydi. Kafasını aniden çevirdiğinden Abdülharis’in alaycı bakışlarıyla göz göze geldi. Aynaya bakışlarıyla işaret etti: “Muzaffer’in hikâyelerini iyi kıraat etmemişsin zannederim. Bizler aynada görünmeyiz. Küffarın Frayt Nayt diye telaffuz eylediği bir korku filmi vardır, izledin mi bilmem? Orada da vampiri böyle buluyorlardı. Kasedini defalarca izlemişimdir.”
Engin, Abdülharis’in yüzüne şaşkın şaşkın bakarken tıpkı kendisi gibi şaşırmış Muzaffer’le bir an göz göze geldi. Muzaffer ağır ağır konuştu: “Fright Night. Korku Gecesi. Komşum Bir Vampir diye yazıyorlardı kasetlerin üstüne, sevdiğim filmlerdendir. Engin’in kuşağı VHS kaset devrini hatırlamaz paşa hazretleri. Lakin ben sizin kasetleri bilmenize, film izlemenize hayli şaşırdım.” Abdülharis alay eder gibi gülerken: “İnsanların hakkımızda nasıl saçmaladığını görmek hoşuma gidiyor.” dedi.
Bir süre sessiz sakin yol aldılar. Korular çoktan geride kalmış, ışıksız tarlalar yeniden sağda solda uzanmaya başlamıştı. Engin aynaya bakmamaya çalışarak sordu: “Dünyada sizden ne kadar var paşam?”
“Fazla yokuz, zor denk gelirsin. Bir zamanlar bilhassa Rumeli ahalisi kasıp kavrulurdu. Artık çok azız. İnsan dediğin sınırsız olmadığından fazla bulamazsın bizden. Eh! Gıda mühim!”
“Buna rağmen Varkolaklar gelip bize çattılar. Daha doğrusu bana. Talihe bak…”
“Tam anlatamadım zannederim. Peşinde olduğu şey siz değilsiniz. En azından o yemek faslından sonra sizi öldürmeye karar vermemişlerse. Onlar başka bir şey arıyorlar. Biz kırk kişiyiz, birbirimizi biliriz. Bunların arayışı beyhude değildir!”
Kırmızı Lada onlarca sessiz ve susulan dakikanın ardından Edirne’ye yaklaştığında Engin’in telefonuna mesaj geldi. Mesaj sesinin çınlaması kulaklarından çınlamamışken Engin: “Sesli mesajınız var” yazılı mesajı açıp hoparlörden dinlemeye başladı. Soluk soluğa kalmış Yaren’in: “Acilen gel Engin. Çok korkuyorum. Peşimdeler…” mesajı Engin’i deliye çevirdi. Tam Yaren’i arayacağı sırada onun aradığını fark edip kalbi heyecanla açtı.
Yaren’in sitemli ve ağlamaklı sesi telefondan yükseliyordu: “Neredeydin… Neredeydin sen?”
“Aşkım telefon çekmiyordu, şimdi çekmeye başladı. Kim peşinde? Neredesin? Çabuk söyle…”
“Ne kadar oldu bilmiyorum. Deli gibi sokaklardayım. Saklanmaya çalışıyorum. Sanırım Alipaşa’nın arka…”
Telefon bağlantısı aniden kesildi. Engin çıldıracak gibiydi. Sinirle telefona, arabanın muhtelif yerlerine vururken Muzaffer’in tek eliyle yakasına yapışmasıyla kendine geldi. Cadıcı sakince, tane tane konuşuyordu: “Metanetini koruman lazım. Yaren’i kurtaracağız. Varkolakları kovacağız. Paşa hazretleri! Sizden bir ricada bulunabilir miyim?”
“Konuş cadıcı.”
“Sizi Engin’le çarşı tarafında bırakacağım. Yaren’i kurtarın. Ben de gidip Bozhidar’ın kazığını alayım…”
“Hayhay efendim! Rumeli havalisinde komitacı kovalamayalı uzun zaman olmuştu…”
Engin geriye dönüp baktığında Abdülharis’in sivri dişlerinin yol ışıkları çarptıkça parıldadığını fark etti. Gözleri de ışıklar uzaklaşıp ortam karardıkça kıpkırmızı ışıldamaktaydı. Yüzü öfkeden kaskatı kesilmiş Paşa’nın o hali Engin’e hayli ürkütücü gelmişti.
DEVAM EDECEK

Varkolakların Gecesi-Bölüm 11


Kasrın dehlizinde sonu hiç hayırla bitmeyecek derin bir ölüm sessizliği hüküm sürmeye başlamıştı. Sanki Abdülharis’le Muzaffer’in aralarında fırtına bulutları toplanmıştı da yıldırımların sağa sola savrulması bekleniyordu. Engin pot kırdığını geç fark etmişti. Abdülharis’in gözlerine baktığı zaman onun hiç konuşmadan insanı tehdit edebilmesine, olduğu yerde adeta kamçılarcasına ezmesine hayret etmişti. Daha sonra Muzaffer Taş’ın öykülerinde bahsettiği bir detayı anımsayınca hayreti daha da büyüdü: Karşısındaki kişi kısmen ölü de olsa kanlı canlı bir Rumeli ayanıydı. Osmanlı’nın çöküş senelerinde ordulara çetelere hükmetmiş, merkezi idare kurulana dek taşrayı kasıp kavurmuşlardı. Vergi, öşürcü ve baskı temalı halk söylencelerinin, türkülerinin en büyük müsebbiplerinden biri tam karşısındaydı.
            Muzaffer’in boğazını temizlemesi tehlikeli sessizliği bozdu: “Bunları sonra konuşuruz paşa hazretleri. Şimdi daha önemli bir mesele var. Onun için kapınızı çalma cüretinde bulunduk…”
            “Benim pek yardım istenecek türde bir zat olmadığımı bilmediğini kabul ediyorum.”
            “Size bahsedeceğim şeyden sonra kayıtsızlığınızı koruyup koruyamayacağınızı merak ediyorum paşam.”
            “Küstah! Bu ne cüret!”
            “Maksadım saygısızlık değil paşam. Edirne’ye benim zanaatımı aşan türde bir şey geldi. Tek başımıza alt edemeyeceğimiz bir düşman. Varkolaklar Edirne’de!”
            “Varkolak? Ha! Vırkalak derlerdi evvelden, Rumeli vilayetlerinde… Bir kan emiciyi def etmek için başka kan emici çağırdığına göre mesleğinin acemisisin…”
            “Hayır paşam varkolak olan varkolaklardan bahsetmiyorum. Lakapları Varkolak. Dmitar’la kardeşi Danica… Kazanluklu Dmitar Voyvoda! Eski Zağra kasabı!”
            Abdülharis bir an duraksadı. Gözlerinde tehditkâr bir parıltı peyda oldu: “O köpeğin buralarda ne işi var?”
            “Tanıdığınızı tahmin etmiştim.”
            “Gıyaben. Namını duydum. Buralara hiç sokulmadı. Ne yaşarken ne ölüyken. O da beni duymuştur. Edirne’ye kalkıp gelmesi tuhaf… Edirne sahiplidir.”
            “Edirne’de bir başka azametli hortlak mı var?”
            “Kim olduğunu sana söyleyemem ama Dmitar böyle kalkıp geldiğine göre artık yok demek.”
            Engin söze girdi: “Sizce neden Edirne’ye gelmiş olabilir?”
            Abdülharis omuzlarını silkti: “Ancak şeytan bilir. Hortlakken yaptıkları bile kulağıma çalındıysa işiniz çok zor. Peki, siz nasıl çattınız ona?”
            Kâh Muzaffer kâh Engin yaşadıklarını birer birer anlatmaya başladı. Paşa sonuna kadar dinleyerek hiçbir şey sormadı, söylemedi. Yalnız konuşmanın bir yerinde Muzaffer’in Bulgar muhaciri olduğunu söyleyince neresi olduğunu sordu. Cadıcı Kırcaalili olduğunu söyleyince yine gözleri ışıldadı: “Dağlılardansın demek… Canını iyi kurtarmışsın. En çok sizinkileri sevmez o Dimitar. Çok çatışmıştır sizinkilerle. E malum Kırcaali’nin eşkıyası yaman olur. Oralarda ya kuzu yersin ya kurşun! Kuzu derken tabi her iki manada da… Sırma saçlı, al topuklu, beyaz gerdanlı kuzular…” O an Engin, Abdülharis’in yüzündeki sırıtıştan, hovarda misali bakışlarından rahatsız oldu. Karşısında kelimenin tam anlamıyla bir derebeyinin olduğunu bir kere daha anladı. Haraç toplayan, kadın oynatan ve asırlarca her iki anlamda da köylünün kanını emen korkunç bir derebeyi. Muzaffer’in arabadaki sözlerini hatırlayarak içinden: “İyi ki Yaren’i getirmemişiz!” deyiverdi.
            Muzaffer sözlerini bitirince paşa ellerini arkasında kavuşturup ileri geri yürümeye başladı. Sessiz sakin adım atışında tekinsiz, ürpertici bir hava saklıydı. Ansızın geri döndüğünde gözleri yine ışıl ışıldı: “Pekâlâ. Sizinle geliyorum. Beni Varkolaklara götürün…”
            Engin şaşırdı: “İkna oldunuz mu?”
            Paşanın yüzünde tehditkâr bir ifade peyda oldu: “Bu iknalık bir vaziyet değil. Bir hortlak diğerinin bölgesine böyle yaklaşamaz. Edirne’ye elini kolunu sallayarak gelen buraya da gelebilir. Hem tek mevzu bu değil... Edirne’ye neden gelmiş olabilir?”
            Engin kafasını karıştırdı: “Av alanını genişletme falan mı?”
            “Anlaşıldı, bilmiyorsunuz… Ama ben sizin yerinize de düşündüm ve sanırım bir cevabım var.”
            Muzaffer: “Bir dakika… Siz Varkolakların Edirne’ye bir sebeple gelmiş olabileceğini söylüyorsunuz.”
            Abdülharis’in kibirlenmesi gözle görülür raddedeydi: “Beni tetkik edene kadar Edirne’nin tarihi rivayetlerini tetkik etseydin Varkolakların maksadını anlardın. Asıl maksatları meçhul ama neden gelmiş olabileceklerini sanırım biliyorum. Varkolaklar ısırılarak değil lanetle dönüşenlerden. Bu onları daha kuvvetli yapıyor. Şanslınız ki benim de hortlayışım bir lanetle alakalı. Ben de en az onlar kadar tehlike ve kudret sahibiyim!”
            “Bunun geliş sebepleriyle alakası ne paşam?”
            “Gözden kaçırdığın bir husus var. Lanet. Yani büyü misali göze görünmez bir kuvvet. Böylesine fevkalade bir kuvvete malik herhangi bir mahluk, yerini yurdunu bırakıp başka bir toprağa geliyorsa muhakkak bir maksadı olmalı. İntikal ettiği toprak Edirne olunca bu maksat az çok ifşa olmuş demektir.”
            “Osmanlı’nın kayıtlara geçebilen hortlak vakalarında Edirne’nin ayrı bir yeri var, bununla mı alakalı?”
            “Nihayet anlayabildin cadıcı! Neden bilmiyorum ama eskiden dahi konuşulduğunu hatırlarım, hortlak çıkmaya en müsait vilayetlerden olduğu söylenirdi halk ağzında.”
            “Bu lanetli varlıkları, bu toprakla ilgili çeken şey ne peki?”
            “Eski mıntıkasında kanın köküne kıran girmediyse şayet daha fazla kudrete malik olmak. Yollarına çıkmadan bilmek nâmümkün.”
            “Hemen şehre hareket edelim paşa hazretleri…”
            Engin’le Muzaffer kapıya yöneldikleri esnada paşanın duvara asılı karabelayı eline aldığını gördüler. Paşa eski bir arkadaşını seyreder gibi seyrediyordu kılıcı: “Kala-i Beç’ten avdet ederken buraya, evime üç şey getirebilmiştim. Kendimi, ruhumdaki karartıyı, bir de bunu…”
Abdülharis cümlesini bitirir bitirmez kılıcı kınından sıyırdı. Kadim silah ilk dövüldüğü zamanlardaki gibiydi. Namlusu tehditkârane ışıl ışıldı ve ölümcül görünüyordu. Birkaç kez sağa sola savuran Abdülharis kılıcı geri kınına sokup kayışlarından kemerine astı. Raftaki fötr şapkasını giyerek Osmanlı adabınca konuklarına önden buyurmalarını bir el jestiyle belli etti.
Karanlık dehlizde ilerlerlerken Engin, Muzaffer’e dönüp usulca sordu. Abdülharis’in işitebileceğini bilse de kendini alıkoyamamıştı:
“Muzaffer abi. Kala-i Beç ne demek?”
“Osmanlı döneminden bir tabir. Beç Kalesi demek. Viyana’nın eski adı.”
“Viyana mı?”
“Abdülharis Paşa, Viyana gazilerindendir…”
Engin bu cümleyi duyunca istemsizce yutkunmuştu. Memleketinde, Sakarya’da yaşayıp yaşayabileceği yegâne metafizik deneyim geceleri sohbet ettikleri arkadaşlarının anlattığı cin-peri muhabbetleri, Kafkasya muhacirlerinin torunu olan akranlarından duyabileceği zızlam benzeri ecinnileken, okumak üzere geldiği şehrin civarında Osmanlı’dan kalma hortlakların, vampirlerin cirit atıyor olması ne tuhaftı. Viyana kuşatmasını görmüş bir hortlakla bir başka hortlağı alt etmeye gidiyordu. Yanında gerçek bir cadıcı vardı. “Saçma bir hikâyenin içinde gibiyim sanki…” diye düşündü kendi kendine.
DEVAM EDECEK

Varkolakların Gecesi-Bölüm 10


Gecenin köründe, Kaleiçi’nin boş sokakları Yaren’in ayak sesleriyle çınlıyordu. Bir yandan koştururken bir yandan da gördüğü şeyin sinir bozukluğundan kaynaklı bir hayal olduğunu düşünüyordu. “Hayır… Çağıl’ı ışıldayan gözlerle, sivri dişlerle görmedim, hayır!”
            Kaleiçi’nin karanlık sokaklarında sağa sola bakıyor, arada nefes almaya çalışarak ne yapacağını kestirmeye çalışıyordu. Nereye gitmeliydi? Nasıl kaçabilirdi? Elinde sıkı sıkı tuttuğu telefonla birilerini aramak hatırına gelmiyordu. Sokaklardan birine saptığı esnada diğer uçtan ağır ağır kendisine ilerlemekte olan Danica ile göz göze geldi. Kadının fal taşı gibi açılmış gözleri ve sakin yürüyüşü Yaren’in tüylerini diken diken etmeye yetmişti. Gözlerini Danica’nın gözlerinen ayıramıyordu, bakışları bağlanmış gibiydi. Ağır aksak adımlarla ardına bakmadan gerileyen Yaren birine çarptığını hissetti.  Arkasına döndüğünde bu sefer Dmitri ile göz göze geldi. Daha önceki hislerinin aksine şimdi adama karşı nedensiz bir ürperti duyuyordu. Ondan uzaklaşarak gerilemeyi sürdürüp onu da Danica’yı da karşısına almıştı.
            “B… B… Ba… Bay Dmitri?”
            Dmitri ürküten bir sakinlikle elini Yaren’e doğru uzattı: “Danica ile ufak bir gece yürüyüşüne çıkmıştık. Sen de bize katılmak istemez misin Yaren?”
            Kız başına gelenleri anlamaya çalışırken bir yandan da içgüdülerine uyarak gerilemeyi sürdürüyordu. Sokak lambalarının hepsi birden o anda sönünce ikisinin de gözlerinin kedi gözü gibi ışıldadığını fark eden Yaren cesaretini toplayarak gerisingeri koşmaya başladı. O anda şokun etkisiyle telefonunu anımsayarak güç bela açtı. Engin’i çevirdiğinde kendisine ulaşılamadığını, sesli mesaj bırakabileceğini anlayınca güç bela soluk alarak konuştu: “Engin acilen gel! Korkuyorum… Peşimdeler!”
            O esnada Engin’le Muzaffer kara suretli kasrın dev kapılarından geçip etrafı duvarlarla çevrili avlusuna girdiler. Duvar diplerinde sağlı sollu çatılarının bir kısmı çökmüş ahır olarak kullanılan barakalarla geniş ağızlı taştan bir kuyu vardı. Kuyunun dibindeki karanlıktan nedensiz yere ürpererek kasrın bahçesiyle aralarında duran iç kapılara vardıklarında bunların da kendiliğinden açıldığını gördüler. İlk katı taştan ikinci katı tahtadan inşa edilme olup hala sapa sağlam dikilmekte olan, tepesinde de kule misali tek katlı köşkvarî bir kısmın yer aldığı kasrın demirden kapılarıyla karşı karşıya kaldılar. Kasrın kısmen geniş bahçesindek üç-dört ağaç ve etraftaki otlar vaktiyle kurumuştu, tüm bölgeye ölüm hâkimdi. Kasrın alt katındaki demir örgülü pencereleri ile birlikte ahşap kısımdaki pencereleri de tahta perdelerle örtülmüştü. Kasrın tepesindeki köşkvâri yapının kubbesine tünemiş bir puhu turuncu gözlerini kasrın bahçesine girenlere dikmişti.
            Kasırla bitişik olarak inşa edilmiş ve mutfak olarak kullanılan taştan bir müştemilat vardı. Müştemilatın ahşap kapısı ardına kadar aralanınca buraya girmeleri gerektiğini anladılar. Kör karanlığa adımlarını atar atmaz cep telefonlarının ışıklarını yakarak içeriye tuttular. Asırların islerini taşıyan kararmış üç taş ocağın ve pencerelerin önündeki ahşap sehpaların önünden geçtiler. Örümcek ağı ve toz kalıntılarının altında demirden, bakırdan, tahtadan tabak çanaklar, kaşıklar, her yeri delinmiş kap kacaklar vardı. Uzun zaman önce kullanılmak üzere sehpaların üzerine çıkarılmış ancak çoktan paslanmaya yüz tutmuş birkaç kasap bıçağı da dikkatlerinden kaçmadı.
            Mutfakla kasrın birleştiği duvarın hemen dibinde tahta kapağı açık vaziyetteki geçitten geçip taş merdivenlerden soğuk ve ürkütücü bir dehlize indiler. Sağda solda çoktan çürümüş tahta sandıklar, delik deşik olmuş bohçalar, ahşap fıçılar ve kocaman küpler, asırların etkisiyle delinmiş atlas örtülerin altında tahtakurtları leşleriyle dolup taşan enva-i çeşit eşya Muzaffer’le Engin’i sanki bir anda gelip geçen asırların bağrına yeniden fırlatmıştı. Çakmaklı tüfek kalıntıları, paslı kılıçlar, kalkanlar ve zincir zırhlar dahi bu keşmekeşte telefonların ışığında müze raflarındaymışçasına arz-ı endam ediyorlardı. Koridor misali ilerleyen dehlizin sonundaki ahşap kapıya doğru ilerliyorlardı nitekim başka bir yere yönelmeleri kabil değildi.
            Engin sordu: “Abdül… Şerruh Paşa. Nasıl öldürülmemiş?”
            Muzaffer gözlerini kapıdan ayırmadan Engin’in sorusunu temkinli bir şekilde yanıtladı: “Abdülharis Paşa sıradan cadıcıların peşine düşeceği, onların alt edebileceği biri değildir. Belki bir dampir yahut vampiroviç yani vampir kanı taşıyan vampir avcılarından biri bu işi yapabilirdi. Ancak görünen o ki yapan olmamış.”
            Ahşap kapının önüne geldiklerinde asırlık kapı kulak tırmalayan bir gıcırtıyla açıldı. Bir başka karanlığa adım attıklarında genişçe bir odanın dört köşesinde bulunan devasa şamdanlardaki tozlu mumlar kendiliğinden yanmaya başladı. Loş da olsa aydınlık bir ortamdaydılar. Odanın hemen ilerisinde kasrın üst katlarına çıkan bir taştan bir merdiven, ortasında da Roma zamanından kaldığını tahmin ettikleri çatlaklarla ve harp eden insan tasvirleriyle bezeli kapaklı, mermer bir lahit duruyordu.
            “Muzaffer abi bu lahit ne ayak?”
            “Buralarda ta Roma’dan Bizans’tan yerleşimler var. Kasrın sahibi bir yerden bulup getirmiş olmalı…”
            Lahdin sağ tarafındaki duvarda büyükçe bir tablo asılıydı. Tozlanmış, hayli eski tabloda 1700’lerin başındaki Osmanlı ahalisini andıran giysilere bürünmüş, beli kılıçlı, sert bakışlı, uzun saçlı ve pala bıyıklı bir adam resmedilmişti. Lahdin sol tarafında da türbelerdeki kitaplıkları andıran genişçe bir raf duvara çakılmıştı. Üzerinde sırasıyla delik deşik sarıklı paslı bir miğfer, yine hayli yıpranmış bir sarıklı kavuk, üstü örümcek ağlarıyla kaplı ancak sağlam duran bir fes ve kalpak vardı. Sıranın sonunda sanki dün kullanılmışçasına yeni, hiç tozlanmamış siyah bir fötr şapka duruyordu. Rafın hemen altında da siyah kını demirden işlemelere sahip, kabzasında da demirden süslemeler bulunan 1600’lerden kalma görünen bir karabela kılıç asılıydı. Hemen altında da siyah renkli bir baston
            Odanın ne anlama geldiğini anladıkları esnada sanki korkutucu gerçek bir de kendini göstererek anladıklarını pekiştirmek istedi. Taş lahit işitenin yüreğini adeta ağırlaştıran bir sürtünme sesiyle ağır ağır açıldı. Lahidin içinden sanki bedensizmişçesine bir adamın çıkarak burunlarının dibinde cisimlendiğini gördüler. Korkudan ayaklarını neredeyse hissedemiyorlardı.
            Adam uzun, siyah bir palto giymekteydi. Üstünde de gösterişli bir kumaş pantolon, yelek ve gömlek vardı. Yeleğinde gösterişli bir altın köstek sallanıyordu. Adamın çehresi, görünüşü ve yaşı duvardaki eski tabloda resmedilmiş kişiyle ürkünç derece aynıydı; hafif ince yapılı, ortadan biraz uzun, vakur duruşlu ve esmerdi. Omuzlarına dek inen uzun saçları, kemerli burnu, pala bıyığı ve insanı tedirgin eden sert bakışları da resimdekinin aynıydı. Yalnız resimde olmayan birkaç rahatsız edici ayrıntıya sahipti; köpek dişleri anormal derece uzundu ve gözleri de arada bir mumların loş ışığında fenermişçesine parıldıyordu. Hafif uzun tırnakları neredeyse pençeyi andırıyordu.
            Başını hafifçe eğerek gelenleri selamlayan adam ağır ağır, aksansız bir Türkçeyle konuştu: “Haneme hoş geldiniz. Benim kim olduğumu biliyorsunuz zannederim. Gelenlerin kim olduğunu öğrenmek isterim…”
            Muzaffer ve onu taklit eden Engin adama hafif bir baş selamı verdiler. Cadıcı da aynı sükunetle konuştu: “Hoş bulduk Abdülharis Paşa hazretleri. Ben Muzaffer. Bu da arkadaşım Engin. Cadıcılardanım ben.”
            “Söylemene lüzum yok. Üstüne benim gibi olanların ölüm kokusu sinmiş. Misafir olduğunuz bir hanede ev sahibine karşı daha terbiyeli olmalısınız ayrıca. Ben bu lahdi herhangi bir mezarlıktan çalmadım. Babam bu kasrı inşa ettirirken bulmuşlar, dehlizde kalmış. Şimdi ben kullanıyorum. Istrancalar köyü hayli eski tabi…”
            “Ben bu köyü sizin aşiretiniz yerleştirildiğinde kuruldu sanıyordum. Karçarlular.”
            “Ailem buraya yerleşti evet ama o zaman da köy vardı.”
            “Bir belgede köy aşiretinizin adıyla anılıyor ve sizlerin kurduğunu yazıyor ama?”
            “Babam buraya sipahi geldiğinde de bu köy varmış. Ne kadar eski meçhul. Belgeyi kaleme alan kâtip tüm köyü bizden zannetmiş olmalı. Osmanlı taşrasından müntakil evrakın vaziyetini geçelim de merakımı celbeden bir diğer hususa gelelim. Senin kapıda saydığın o isimleri ben bile neredeyse unutmuştum. Sen nereden öğrendin?
            “Osmanlı’nın payitahtından müntakil vesikalar.”
            “Ah! Payitaht bana yolladığı paşalık berat ve madalyalarından fazlasını saklamış demek…”
            Engin kendini daha fazla tutamadı: “Gerçekten paşa mıydınız?”
            Abdülharis, Engin’e acır gibi baktı. Muzaffer’in kendisine: “Genç işte!” dercesine baktığını görünce alaycı bir ifadeyle gülümsedi: “Sekiz kılıç sahibi sipahiydim. Burası timardı bir vakitler. Babama bey derlerdi. Bana da paşa dediler!”
            Kendisini bir romanın içinde zanneden Engin kinayeyi anlayamamıştı: “Şey… Siz gerçekseniz… Drakula da gerçek mi?”
            “Drakula mı?” Abdülharis’in bu ismi anımsayamadığı yüzünden belli oluyordu. Ancak bir anda yine müstehzi bir ifadeyle sırıtmaya başladı: “Haa şu… Kocamış Eflaklıyı diyorsun. Kimse bilemez. Destursuz adını anma o uğursuzun delikanlı. Kabil olsa ben bile destur çekerim de tabiatıma ters!” Abdülharis’in istihza mı yaptığı yoksa gerçekten Engin’i ikaz mı ettiği belirsizdi.
            Engin: “Seslerimizi duyduğuna göre dışarıyı işitebiliyorsun. Ezan sesi falan etkilemiyor mu peki?”
            Abdülharis sabrının sonuna geldiğini bakışlarıyla belli ediyordu: “Bu civarda ezan okunan tek bir köy yok. Ezan okuyanların olduğu senelerde de sesleri dehlize pek ulaşmazdı. Duvarların içerisini işitirim ben. Duvarlar bana ince size kalındır. Burada bağırsan çığlığını şu köşkün tepesine tünemiş puhu bile duyamaz!”
            Engin de Muzaffer de korkuyla ürperdi. Muzaffer araya girme gereği duydu: “Ezan onu bir miktar etkiler dışarıdayken. Yüzüne karşı yakınken okuman lazım…”
            “Vaden dolmuşsa o da kurtarmaz Muzaffer Bey. Yıllar önce bir hoca çıkıp gelmişti, bana Şerruh diye lakap takan… Neyse uzun hikâye, birileri bir yerlere yazmıştır, sen de muhakkak okumuşsundur.”
            Engin’in gözleri parıldadı hikâye lafını duyunca: “Paşam sizi hikâyelerden tanıdım ben de. Muzaffer abi sağ olsun tabi, sizi öyle bir tarif etmiş ki tam karşımdaki gibi!”
            Abdülharis’in gözünde tehditkâr bir ışıltı peyda oldu. Anında Muzaffer’e döndü: “Ne hikâyesi?” Sen beni hikâyelerinde mi kullanıyorsun?”
            Muzaffer, Engin’e: “Çok iyi halt yedin!” der gibi bakıyordu. Genç adam ağzından çıkan sözün ağırlığını o bakışlardan çok iyi anlamıştı. Abdülharis’in ürkünç yüzü adeta öfkesini yansıtıyordu.
DEVAM EDECEK

Varkolakların Gecesi-Bölüm 9


Muzaffer de Engin de sessizdi. Yılları devirmiş Lada köy yollarında olabildiğince hızla ilerliyordu. Kırklareli il sınırına girmelerine yakın Muzaffer biraz rahatlamak için radyoyu açmıştı ancak sürekli arabesk şarkılar çalan ve spikerin neredeyse hiç konuşmadığı yerel bir radyodan başka hiçbir yayın çekmiyordu. Hala kasetle çalışan eski tip ototeyplerdendi ve kaset kısmı yıllar önce bozulup öylece kalmıştı.
            Köy yollarından usulca ilerlerken kısık sesli radyodan Cengiz Kurtoğlu’ndan “Hangi Cennetten Geldik Bu Cehenneme” şarkısını dinliyorlardı. Korularla, ormanlarla kaplı Istrancaların tepelerindeki kara bulutlardan şavkıyan yıldırımlara aydınlanan ağaç tepelerini seyrediyorlardı. Engin bir ara cep telefonuna bakarak: “Hala çıkmıyor. Edirne çıkışından beri çekmiyor.” diye söylendi. Muzaffer gözünü yoldan ayırmadan konuştu: “Buralarda bazen çeker, bazen çekmez.”
            Engin kafasını salladı: “Keşke Yaren’i de yanımıza alsaydık. Aklım onda. İçim hiç rahat değil…”
            Muzaffer şaşkın gözlerle bir anlığına Engin’e baktı: “Yapacağımız ritüelin onu pek koruyabileceğine emin değilim. Gelmemiş olması daha iyi.”
            “Niye ki?”
            “Gittiğimiz zaman anlarsın!”
            Yeniden sustular. Bir noktadan sonra yağmur başladı, radyoda cızırtıdan başka bir şey işitilmemeye başlayınca Muzaffer radyoyu kapattı. Bulutlar tepede dolanmaya devam ederken yağmur başladığı gibi dindi. Her iki yanda da koca koca ağaçların göklere yükseldiğini, dalların dağa çıkan eski yolların üstünü kapladığını karanlığa rağmen görebiliyordu.
            Karanlığın ortasında, yerleşim yerlerinden ve lambaların aydınlığından uzakta olmanın verdiği ürperti Engin’i sarıp sarmaladı. Arabanın içinde olmasına rağmen karanlıktan korkuyordu. Sanki ağaçlar veya karanlıkların içindeki kestiremediği şeyler onları seyrediyordu. Bir vakit sonra o karanlığın ortasında arabadan ineceğini vermenin duyguyla korkusu arttı. Geçtikleri son köyü düşündü. Muzaffer’e bakmadan sordu: “Bu civarda hiç yerleşim var mı?”
            “Çukurpınar var ama geçtik orayı. Istrancaların eteklerinde köyler var, Dupnisa tarafında Sarpdere falan var. Ama gittiğimiz istikamette on, on üç kilometrelik mıntıkada neredeyse hiç yerleşim yok.”
            “Neredeyse?”
            “Gittiğimiz köy hariç. Istrancalar karyesi. Gelirken anlattığım köy, şu sözde boş olan köy.”
            Engin birden korkudan bacaklarının uyuşmaya başladığını hissetti. “Sözde boş” tanımlaması tüylerini diken diken etmeye yetmişti. Muzaffer sözlerini sürdürdü: “Çukurpınar falan kökleri ta Roma’ya dayanır. Istrancalar bunlara kıyasa yeni. Karçarlu adlı bir Türkmen aşiretinin 1600’lerin ortasında iskân edilmesiyle kurulmuş. Hayli büyük. Belgelere göre 8 asker çıkarabilen bir tımar. Balkan Harbi’nden sonra boşalmış. Bir ara yeniden iskan olmuş ama kimse oturmamış. Şimdilerde boş. Yine bu bahsettiğim mıntıkada bir köy daha var. Dupnisa tarafında eski bir Bulgar köyü. Adını unuttum.”
            “O da mı boş yoksa?”
            “Evet. Dupnisa mağaraların bulunduğu bölgede önceden büyük bir Bulgar kasabası olduğu rivayetleri yöredeki yaşlılarca hala anlatılır. Balkan Harbi senelerinde boşalmış ve haritadan silinmiş bir yerleşim.”
            “Gittiğimiz mıntıkada niye başka yerleşim yok ve olanlar niye boş diye sormayacağım. Bahsettiğin şey yüzündendir.”
            Karşısına çıkacağı dehşeti düşündükçe içindeki korku gittikçe ağırlaşıyordu. Talihine, o gece uyumayıp sabahlayışına, batıl inanışlardan gelme kanlı canlı siluetlerle karşılaşıyor olmasına küfretti. Kırmızı Lada ormanları geride bırakarak bir açıklığa girdi. O zaman karanlığa rağmen manzarayı ayan beyan görebildi Engin.
            Patikanın ilerisinde minaresinin tepesi yıkılmış, metruk vaziyette tek ve çift katlı eski kâgir evlerin göze çarptığı büyükçe bir köye doğru yaklaşıyorlardı. Köyün az ilerisinde bir yanı kayalık uçurumu andıran büyükçe bir tepenin üzerinde etrafı yüksek duvarlarla çevrilmiş üç katlı, kara suretli bir kasır yükseliyordu. Araba köyün harap camisinin yanından geçerken hemen bitişiğindeki eski mezarlığın eğri büğrü yosunlu taşları arabanın ışığında görünür oldular. Engin’in dizleri titremeye başladı.
            Muzaffer kasra doğru çıkan çıkan patikanın hemen önündeki simsiyah kararmış bir kütükten başka bir şey kalmamış eski, büyük bir ağaç kökünün önüne park etti. Engin ona baktığında onun da ürperdiğini anladı. Bir anda sözleşmiş gibi arabadan inerek patikaya doğru yürüdüler. Baykuş ötüşleri haricinde çıt sesin duyulmadığı tuhaf bir sakinliğe sahipti bölge.
            Engin karanlıktaki evlere bir anlığına baktığında insanı andıran bir karaltının uzaktan geçip gittiğini gördü. Göz yanılması olduğuna inanmak istiyordu ama Muzaffer’in anlattıklarını duyduğundan gözleri ışıltılı, kara suretli adamların şekli aklına gelip gelip duruyordu. Gerçek olan bir şeylerle yüz yüzeydi Engin.
            Muzaffer de gözüyle görmese de içten içe bir şeylerin varlığını hissetmiş olacak ki aniden ellerini kasra doğru uzatıp içinden yarı Türkçe yarı Arapça kelimeler, tekerlemeler, sayılar sıralamaya başladı. Bir an duraksayıp kasra doğru haykırdı: “Ey Karçaroglı İshak Beg’den olma, Karçarlu’dan Sahire’den doğma, karye-i Istrancalar’daki sabık Kasr-ı İshak, yeni Kasr-ı Şerruh’da 16 Muharrem 1077’de dünyaya gelen Abdülharis Paşa! Kapına konuk geldik, konuk gideceğiz!”
            Sinir bozucu bir sessizliğin ardından uzaktan kasrın büyük, ahşap kapılarının sinir bozucu bir gıcırtıyla ağır ağır açıldığını gördüler. Yürekleri yerinden oynamıştı. Engin gözünü kapıdan ayıramadan sordu: “İçeri girecek miyiz?”
            Muzaffer de gözünü kapıdan ayıramıyordu: “Daveti kabul etti. Mecbur gideceğiz.” Bir an Engin’e döndü: “Sen korkuyorsan arabada kal diyeceğim de…”
            “Yok abi tamam. Ben de seninle geliyorum!”
DEVAM EDECEK