28 Şubat 2019 Perşembe

Varkolakların Gecesi-Bölüm 17


Abdülharis’in ansızın susması, söylediği cümlelerin Muzaffer’in zihninde tek tek çınlamasına neden oldu. Ölümün kıyısına kazık çakmış derebeyi, artık onu kanıksamış ve bu yüzden ürkütücü gelen bir ifadeyle cadıcıya baktı. Gözü bir kütüphaneye, bir de duvara asılı eşyalara kaydı. Sonra Muzaffer’in elindeki eskimiş kazığa bakarak: “Pencere ve kapıları mühürleyip bir de o iblisleri davet etmesen buraya benim türümden herhangi biri giremezdi. Kütüphanedeki dualı kitapların, defterlerin varlığı bile ensemdeki tüyleri asırlar sonra ürpertmeye yetiyor doğrusu…”
            İçinde bulundukları dehşetin şokundan kendini alamayan Muzaffer istemsizce sordu: “Asırlar önce en son ne ürpertmişti?”
            Abdülharis şaşkınlığına verdiğinden sorusunu ciddiyetle cevapladı: “Uzun zaman oldu. Galiba Sobieski’nin Leh süvarileri peşimize düştüğünde… Ha bir de Kaçanik’te Kosova taraflarında Tatar Hanı’nın huzuruna çıkardıklarında sanırım… Neyse. Eski zaman… Eski zaman demişken, sen beni hikâyelerinde yazıyormuşsun. Biraz ondan bahsedelim sırası gelmişken…”
            Muzaffer yutkunmasını gizleyemedi: “Önemsiz şeyler paşa hazretleri. Çoğu tevatür, uydurma.”
            “Gecenin köründe kasrımın önüne gelip anamın babamın soyumun isimlerini zikrediyorsun. Ben azıyla ilgileniyorum. Hakikat olanlarla…” diye karşılık verdi hortlak soğuk bir ifadeyle.
            Muzaffer usulca kütüphaneye yürüyerek Bozhidar’ın kazığını istemeye istemeye masaya bıraktı. Raflardan ince kapaklı, basılı vaziyette üç-dört uzun hikâye kitabını alarak Abdülharis’e uzattı. “Latin yazısını da okuruz tasalanma!” diyerek kitapları eline alan vampir sayfalarda göz gezdirmeye başladı. Kimi yerlerde yüzünde alaycı bir ifade beliriyordu. Kitapları masaya bırakırken avcıyı tehditkârane süzdü: “Çoğu tahayyül. Ama şu Osmanlı’dan müntakil belgeler meselesi mühim. Vaktiyle arşivi deşelemişsin. İz bırakmışsın. İzleri takip edecek birileri olabilir…”
            Muzaffer kafasını salladı: “Bu geceye kadar sizleri yarı hayal zannediyordum. İnsanlar sizi tamamen film konusu zannediyor, inanmıyorlar…”
            “Beni endişelendiren insanlar değil. Benim gibi olanlar. Bizim âlemde dolaşanlar. Senin bile yarı hayal saydığın şeyi yarı yarıya hakikat sandıran vakalar var. Garip ölümler, kaybolan yerleşimler. Ki karantina der demez yüzün bu yüzden düştü. Daha önce de buralarda böyle şeyler oldu. Yakın zamanda. Bildiğime şaşırma…” diyerek sözünü kesti Abdülharis.
            Tam o esnada Engin loş floresan ışığıyla aydınlanan salona daldığında Abdülharis’le Muzaffer’i ayakta görüp rahat bir nefes aldı. Sonra kendini çabuk toparlayıp sordu: “Neyin karantinası ya?”
            Muzaffer’in ağzından sinirlerinin bozulduğunu ele veren bir kahkaha kaçıverdi. Sonra gözünü hortlağa dikti: “Şehirde çoğalırlarsa devlet karantina ilan edip üstünü kapatacağını söyledi paşa hazretleri. Osmanlı döneminde bile yapabildiğini söyledi. Şimdi hayli hayli yapabilirmiş devlet…”
            Engin şaşkınca sordu: “2010’lardayken? Ama bu…”
            “İnternet denilen zımbırtıya itimat etme delikanlı. Engellemenin yolları elbet vardır. Muzaffer bunu iyi biliyor. Sustuğum halde neyi kastettiğimi anladı.” diyerek sözünü kesti Engin’in hortlak. Ardından Muzaffer’e döndü: “O ben değildim. Ama orada neler olduğunu biliyorum…”
            Muzaffer etrafına bakınarak çaresizlik okunan gözlerini en son Engin’e dikti: “Bu söylediklerimi unut ve sakın internette aramaya kalkma. Zaten bir şey bulamazsın ama… Birkaç yıl öncesine kadar Çorlu tarafında ama yolların sapasında bir kasaba vardı. Görkemli. Orada kan içme vakaları göründü. Haberlerde okuyunca fark ettim ama o dönem yeni yeni tanındığımdan okurlarımdan dahi fark eden olmadı. Sonra… Orayı yakmışlar, baştan başa. Kasaba haritadan silindi, kayıtlardan düşüldü. Bir Allah’ın kulu, en muhalif kalem bile bahsedemedi. Bilen varsa bile sustu.”
            Abdülharis elini yavaşça kaldırdı: “Çok masumun ve bir o kadar da nabekârın kanına girdim ama benim vukuatım değildi. Ancak hatırlatmam da boşuna değil. O kasabayı yakanın sen olmadığını da biliyorum. Burada korkmamız gereken iki şey var. Birincisi o kasabaya yapışan musibetin ne olduğunu, ortadan kalkıp kalkmadığını bilmiyoruz. İkincisi o musibetin peşine düşenler de senin gibi avcı falan olmalı. Yani bifu noktada benimle aynı endişeyi paylaşman iktiza ediyor. Eğer o arşivde kurcaladıkların beni tehdit ederse… Emin ol sen de güvende olmayacaksın… Ha bir de! Yazacaksan düzgün yaz. Eflaklı ihtiyarın filmlerindeki gibi romantizm satıyor, anlıyorum ama biz de Rumeli derebeyiyiz! Al topuklu, sırma saçlı kuzulara ne çektirdiysem onu yaz. Hovardalıktan sakınacak değilim ya!” Sonra bir an gözlerinde tuhaf, düşünceli bir ifade belirdi: “Biliyor musun ben de senin yaptığını yapardım bir zamanlar… Korkulu meseller anlatırdım. Çok eskiden. Gençken. Ölmemişken. Budin hanlarında düşüp kalktığım delikanlılık vakitlerimde. İşret sofralarında.” Yandan Engin’e baktı: “Sen sormadan söyleyeyim delikanlı Budapeşte. Osmanlı eyaletiyken.”
            Engin tüm bu dehşet karşısında tıpkı Muzaffer gibi duraksadı. Öğrendiği bilgiler canını sıkmıştı. Ya başka bir tehlikeye çatarlarsa ne olacaktı? Şehrin sokaklarında elini kolunu sallayarak gezinen dehşetlerden başka, daha derin ve köklü kötülükler varsa nasıl başa çıkacaklardı? İçinde peyda olan dehşetin artmasında Abdülharis’in Muzaffer’e kurguyla ilgili kendi hikâyelerine dair tavsiyeler vermesinin de payı vardı. “Kusura bakmayın ama kız arkadaşımı o şeye dönüştürdüler… Hiç üzülmesem de onun gereksiz arkadaşını da… Geçmiş umurumda değil! Varkolaklar hala dışarıda!” diye gürledi aniden.
            Abdülharis muzafferane bir edayla ona baktı. Osmanlı örfüyle yetiştiğinden böyle külhani bir çıkışta bulunması hoşuna gitmiş olmalıydı. Hemen cadıcıya döndü: “Duvardakiler de etkili ama şu kazık hepsinden tesirli! Kap şunu da Varkolakların hanesini basalım hele!” Sonra Engin’e baktı duvarı işaret ederek: “Delikanlı! Sen de şu duvardaki kazıklardan iki-üç tanesini yanına al. Üstündeki dualar ve sarımsak iş görür ama öldürmek durumunda kalabilirsin. Dua okuyarak kazığı sertçe saplarsan, hele bir de kalbine denk getirdin mi öldüremesen dahi kıpırtısız bırakırsın hortlağı...”
            Engin duvara yöneldiğinde Muzaffer arkasından seslenerek duvara sabitlenmiş küçük rafı gösterdi: “Şu sağdaki üç tane açık renk olan kazıklardan al. Alıç ağacındandır. Varkolak cinsine karşı da az çok tesirlidir…” Duvardaki kazıklardan kendine gösterilen üç tanesini cebine atan Engin ne olur ne olmaz diyerek duvara asılı gümüş kamayı da eline aldı. Tam geriye döndüğünde Abdülharis şaşkınca eline bakıyordu. Böylesine azametli bir vampirin yüzünde böyle bir ifade görmek tuhaftı. Bir Engin’e bir Muzaffer’e bakıp sordu: “Ben bu gümüş kamayı nereden hatırlıyorum? Tabi! Namlı dampirlerden Arnavut Malik’in bu. Istrancalar havalisinde türemiş bir cadıcıydı o da zamanında. Peşime düşmesine rağmen hayatta kalabilmiş ender insanlardandır. Sen nereden buldun bunu?”
            Muzaffer sakince omuzlarını silkti: “Kosova’ya bir seyahatimde denk geldim. Aile üyelerinden birisi satılığa çıkarmıştı kumar borcu nedeniyle. Hikâyesi ilgimi çekti, araştırdım, yazdım sonra. Istrancaların Korkusu adıyla romana dönüştürdüm. 4 baskı yaptı iki yılda…”
            Abdülharis sitemkâr bir tavırla başını salladı: “Araştır, yaz, araştır, yaz! Hem şöhrete malik ol, hem de para kazan! Temiz iş  bulmuşsun cadıcı. Çok temiz iş!”
            Engin gürültü çıkarmak maksadıyla boğazını temizleyerek ikisini de susturdu: “Dimitar’ın evini basmaktan bahsediyordunuz. Gerçekten orada mıdır?”
            Abdülharis alaycı gözlerle baktı ona: “Tilki avının aşinası olmamana hiç şaşırmadım şehir çocuğu. Lakin emin ol bir hortlaksan belirli bir mekânı, kısa süreliğine de olsa sahiplenirsin. Lanetin elbiselerine ve bulunduğun yere sirayet ettiğinden her yerde rahat olamazsın. Muhakkak saklanacak ve dinlenecek bir yerin olmalı. İşte bu yüzden tilkiyi ormanda kovalamayacağız. İnine gidip yakasına yapışacağız!”
            Üçü de sakince evden çıktı. Muzaffer kapıyı çekerken bildiği duaları birkaç kez okuyarak evi kendince mühürledi. Bunları Abdülharis’in binayı terk etmesinden sonra yapmaya dikkat etti.
            Kırmızı Lada yeniden şehrin karanlık sokaklarını yırtarken üçü de suskundu. Çıktıkları görevin ciddiyetinden mülhem Engin dahi ne yapacağını biliyor gibiydi. Çürümekte olan apartmanın önüne gelip karanlık merdivenleri huşu içinde tırmanırken de sakinlerdi. Hatta Engin’in dikkatini Abdülharis’i karanlık merdivenlerden süzülürcesine çıkması dikkatini çekmişti. Karanlığın varlığı olduğunu bir kere daha anlamıştı.
            Dimitar’ın evinin kapısının önüne geldiklerinde Abdülharis kilitli kapıya elini uzattı. Engin’le Muzaffer, apartmanın çatısına çıkan merdivenlerin olduğu taraftaki pencereden varan solgun sokak lambası ışığında bu hareketi ayan beyan görmüştü. Hortlağın yüzü ifadesizdi ama zorlandığı açıktı. İki korkunç varlığın iradeleri o kapı üzerinde çarpışıyordu. Derken kilitlerin kendiliğinden dönüp koca kapının ardına kadar açıldığını gördüler. İçerisindeki çürümüş koku ve zifiri karanlık, kasvetli apartmandan daha ürkünç görünüyordu. Temkinli adımlarla hole girdikleri zaman sokak kapısı kendiliğinden kapandı. Abdülharis’in ağzından: “Buradalar!” sözü ıslık gibi çıktı. Koridorun diğer ucunda ışıldayan üç çift kırmızı göz hortlağın ikazını doğruladı. Muzaffer, tılsımlı kazığı iki eliyle kavradı. Engin gümüş kamayı kınından sıyırıp önünde tuttu. İşte şimdi asıl cenk başlıyordu!
DEVAM EDECEK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder