(Daha önce 2017'de Getik Fanzin'de yayımlanmıştır. MBY)
Sayısız
yıldızın gökyüzünü şenlik alanına çevirdiği sıradan bir bozkır gecesinde,
Zaporojya Siç’inin kalbi olan Khortitsia adasında, arasına toprak doldurulmuş
tahtadan tabyaların ardındaki Kozaklar kısmen huzurlu bir uykudaydı. Kulelerde
çubuk tüttüren gözcülerle esir aldıkları kadınları kovalayanların
haricindekilerin ayık olmadığı bu hengâmede duyulan yegâne ses yarı ayık bir
kobzarın tıngırdattığı tellerden yükselen yanık bir ezgiydi. Gecenin ahengini
bozmadığından kimsenin susturmaya el vermediği bu ses, sağdan soldan yükselen
cırcır böceklerinin sesi kadar doğal sayılıyordu.
Tüfek elde bekleyen gözcüleri
huzursuz eden bir sessizlik vardı. Gürültüsü patırtısı eksik olmayan bozkırın
bu gece susmasını baskın alameti sayıyor, Tatar atlılarının olası kıpırtılarını
sezebilmek için gözlerini çayırlardan ayıramıyorlardı. Derken her birisini
“ölüm sessizliği” korkusundan kurtaracak bir vaveyla koptu. Khortitsia’nın öte
ucundan ayaklanıp merkeze doğru yürümekte olan bir güruh peyda olmuştu.
Ellerindeki meşaleleri savurarak, tüfeklerini, piştovlarını ateşleyerek, bağıra
çağıra yürüyorlardı. Kimi Kozakça, çok azı Tatarca ve Kalmuk dilinde
yankılanan: “Yakaladık! Yakaladık!” sesleri eşliğinde tufan misali ilerleyen
kalabalığın geçtiği yerde ışıklar yanıyor, pencere ve çatılardan karşılıklı
küfürler savruluyordu.
Birkaç kişi yumruk sallayarak
kalabalığa saldırsa da sonradan onlar da güruhun ardına takıldı, böylece
dehşetli bir kalabalık atamanın kaldığı iç istihkâmın kapılarına dayandı. Nöbetçiler
hayır mı şer mi olduklarını bilmedikleri kalabalığı görünce tüfeklerini
kalabalığa doğrultup haykırdılar:
“Ne istersiniz? Atamanın kapısına
dayanmanız nedendir?”
“Mahkeme isteriz! Katili yakaladık!
Ataman Sirko yargılasın, onun adaletine güveniriz!”
Kozakların töresince her türlü karar
atamanların ağzına baktığından nöbetçiler çaresiz birbirlerine baktılar.
Kozakların muhtemelen bir içki yahut kadın kavgasında cinayet işlemiş birini
tutup getirdiklerini düşündüler ama böylesine bir kalabalığın adi cinayet için
toplanmayacağı açık olduğundan başka bir Kozak beyinin, atamanı ele geçirmek
için tuzak kurabileceğini düşünüp kapıları tutmaya devam ettiler. Kapıdakilerin
huzursuz hali iç istihkâmın kulelerinde, duvarlarında bekleyen diğer gözcüleri
de tedirgin etmiş, tüfekleri ve piştovlarıyla birlikte küçük metris toplarını
dahi kalabalığa doğru çevirmişlerdi. Gözcü kalabalığa seslendi:
“Bu hangi katildir ki gecenin
köründe Kozakların yarısını hem de birbirlerinin lisanına yabancı Tatarlarla
Kalmukları peşine takıp atamanın kapısına getirsin?”
Kalabalığın içinden yaşını başını
almış bir Kozak küfrederek gözcüye bağırdı: “Bu kadar insan alelade bir kadın
cinayeti için toplanmadı ya! Siç’e musallat olan, çocukların canını alan katili
yakaladık!”
“Kozak çocuklarının canına
kastedilmişse yurtlarından uzakta Tatarların, Kalmukların sıkıntısı ne ola?”
“Bizi onlar harekete geçirdi. İlk
onlar fark edip yakalamamızı sağladı opiri!”
Tatarlardan biri de üstüne vazife
gibi kendi lisanında haykırdı: “Yakalagan! Oburı biz yakalagan!”
Gözcüler “opir” kelimesini duyunca
tekrar dönüp birbirlerine baktılar. Rusların “upir”, Ukrainlerin ve Kozakların
“opir” dediği şey bozkırın sayısız kocakarı masallarından biriydi. Bozkırların
da ötesinde Eflaklıların, Boğdanlıların, Lehlerin hatta Nemselilerin
topraklarında farklı isimlerle zikredip veba vurmuş köylerin, sebepsiz ölülerin
kaynağı sayarlardı. Toplu tüfekli Osmanlı askerlerinden hatta atlarıyla ölüm
saçan Tatarlardan yüz geri etmediklerinden, böylesine bir batıl itikat
karşısında ne yapacaklarını şaşırmışlardı.
Gözcülerden biri güldü: “Ataman
Sirko’yu bu vakitte kocakarı lakırdıları için ayağa kaldırırsanız yatana değin
hepimizi kılıçtan geçirir söylemedi demeyin!”
Kalabalığın ortasından bir yerden
rahiplerin ve keşişlerin öfkeli homurdanmaları duyuldu: “Duamıza halel
getirmeyeceğini bilsek yüz bin kere sövmüştük gelmişine geçmişine! Kutsal suya
batırılmış iplerle, ayin cüppesiyle biz zapt ettik habisi. Var söyle Ataman
Sirko’ya! Cesareti var ise görsün ve versin kararını. Yalanımız varsa topumuz
birden Tatarın kılıcına gelelim!”
Muhafızlar homurdanmalar ve küfürler
karşısında çaresiz kalmışlardı. Olası bir baskına karşı iç istihkâmda uyumakta
olan diğer Kozakları da uyandırıp silahlandırarak Ataman’ın kaldığı eve giden
yolda öbek öbek dizildiler.
O esnada Kozak Atamanlığı’nın asıl
atamanı Ivan Samoylovych’i Kırım yolunda esir aldığı için dolaylı olarak
atamanlığını ilan etmiş olan Kosh Atamanı İvan Sirko, sabık atamanın evindeydi.
Esir aldığı atamanın yatağında Kırım Seferi esnasında mirzalardan birinin
köşklerinden kaçırdığı iki Kafkasyalı dilberin arasında uzanmış tavanı
seyrediyordu. Kollarını bir anlığına dilberlerden çekerek yatağın kenarında
duran sehpaya uzandı. Sehpanın üzerindeki Arap harfleriyle yazılmış name-i
hümayunu alarak öfkeli gözlerle seyretti.
Osmanlı Sultanı IV. Mehmed Han,
gönderdiği name-i hümayunda Osmanlı’ya tâbi olmasını istiyordu. Teslimiyet
ibaresini okuyan Sirko’nun öfkesi her seferinde katlanarak artıyordu. Bir
önceki sene Zaporojya Siç’ini zapt etmek üzere gönderilmiş Osmanlı birliğinin
tamamını katledip ta Kırım’a kadar inen, Bahçesaray ve Akmescit’i vurup geri
çekilen, Kırım Han’ını geri çekilmeye zorlayan kendisiydi. Kılıç zoruyla aldığı
atamanlığı Türklerin eline teslim etmesi isteniyordu. Odasının kapısı vurulup
kendisine seslenilince yattığı yerden gürledi:
“Ne var?”
“Siç ahalisi huzurunuza çıkmayı
diler Yüce Ataman. Sizden mahkeme talep ediyorlar.”
“Sabahı bekleyemiyorlar mı?”
“Yakaladıkları opiri yargılamanızı
istiyorlar.”
İvan Sirko’nun mevcut öfkesi bu sözü
duyunca en yüksek raddesine çıktı. Kafkasyalı dilberlerin uykusunu hiçe sayıp
baş ucunda asılı duran kılıcını duvardan indirdi. Bir sıçrayışta yataktan çıkıp
kapıyı açtı. Karşısında çaresizce bekleyen gözcünün yakasına yapıştı:
“Benimle alay mı ediyorsun?”
“Israr ediyorlar Yüce Ataman. Biz de
ihtarda bulunduk ancak sizin huzurunuzda yargılama istediler.”
“Adamları sağlı sollu dizip
silahları hazır ettikten sonra içeri alın. Tahtımı da kapının önüne çıkarın.
Eğer bir tuzaksa yahut Ukrain köylülerinin safsatasıysa bedenlerini kana ve
baruta doyuralım!”
İvan Sirko’nun uyanması iç
istihkâmdaki hazırlıkları hızlandırmıştı. Atamanın tahtı evin önüne çıkarılıp
tüm muhafızlar ve gözcüler hazırlandı. Mahkemenin kâtibi dahi uyandırılıp
genişçe bir masanın başına okka ve divit takımı ile oturtuldu. İstihkâmın
kapıları açılınca eli meşaleli güruh tahtın önüne kadar atamanın adamlarının
nezaretinde ilerledi. İvan Sirko tüm haşmetiyle kapıda görünüp tahtına oturduğu
esnada güruh saygıyla eğildi.
“Beni bu vakitte uyandırmaya cesaret
edişinizi cezalandırmalı mı ödüllendirmeli mi? Kapıma neden geldiniz?”
Atamanın ordusunda da savaşmış
gedikli Kozak savaşçılarından birisi öne çıktı: “Çocuklarımıza musallat olan,
Hristiyanların kanını döken habis opiri yakaladık Yüce Ataman.”
“Bunun için mi uyandırdınız beni?
Töre bilmez misiniz? Kafasını neden kesip, kalbine kazık çaktıktan sonra cesedi
yakmadınız?”
“Yüce Ataman biz buna niyetlendik
ama rahip efendi durum biraz karışık olduğundan senin emrin olmadan böyle bir
işe kalkışmamızın suç olabileceğini söyledi. Biz Kozaklar senin sözün üstüne
yemin ettik. Senin sözüne aykırı hareket etmek istemedik!”
O esnada kalabalığın önüne çıkan
rahip ellerini göğe uzattı: “Hristiyanlık âlemi bizim bu gece yakaladığımız
iblis misali bir kötülüğü daha önce görmemiştir. Açılın! Açılın da o iblisi
Yüce Ataman da görsün!”
Kalabalık açılmaya başlayınca
rahiplerden ve keşişlerden oluşma bir çember meşalelilerin arasında kaldı.
Rahipler ellerinde tuttukları urganlara asılarak Sirko’nun huzuruna kadar
yaklaşmışlardı. İki-üç tanesi kenara çekilince İvan Sirko rahiplerin urganlarla
sıkıya bağlayıp aralarında tuttukları şeye şaşkınlıkla baktı. Tahtından
fırlayan ataman rahiplere yaklaşarak sordu: “Yakaladığınız opir bu mu? Bir
motanka bebeği mi? Hangi köylüden yağmalandığı meçhul bir motanka bebeği için
mi beni uyandırdınız?”
Sözlerindeki alaycılık ve öfke
adamlarına da sirayet etmişti. Ukrainlerin eski zamanlardan beri taşıya
geldikleri inanışları gereği saz parçalarından ve artık giysi bezlerinden
yapılan bu bebekler yeni evli çiftlere yahut çocuklara hediye edilirdi. Rahip
atamana durmasını işaret ederek elindeki haçı motanka bebeğine doğru uzattı.
Oyuncak bebeğin olduğu yerde canlıymış gibi kıpırdandığına ve yarığa benzer
ağzından çıkan sivri dişlerine şahitlik eden ataman elini kılıcına götürdü.
Motanka bebeğinin üzerindeki lekelerin kan lekesi olduğunu, o ürkütücü ağzı
gördüğü zaman idrak etti.
“Rahip efendi bu nice iştir? Bir
motanka bebeği hem cana gelsin, hem can alsın olacak iş mi?”
“Bunları Ukrainler yeni gelinlere
çabuk çocuk sahibi olması için hediye ederler. Çocuklara hediye edilmesindeki
maksat başkadır. Bir çocuk hasta olursa kukla çocuğun hasta yatağına yatırılır çocuğun
üstündeki hastalığı kendi üstüne çeksin diye. Ukrainler buna inanırlar.”
“Nasıl yakaladınız bu kötülüğü?”
“Üç gündür çocuklarımızın ölmesinden
Tatarlar şüpheye düşmüşlerdi. Aralarında hem Kırım’ı hem Eflak ormanları daha
önce görenler de var, bir opir musallatını daha başlangıcında tanıyan kimseler
neticede. Ahali huzursuzlanmasın diye hep birlikte sokakta dualarla devriye
gezdiğimiz esnada yakaladık bu motanka bebeğini. Bize de saldırmaya kalktı ki
dualarımız olmasa hepimiz ölebilirdik! Onu zapt edince Tatarlar böylesine bir
şey görmediklerini söylediler ama ben ne olduğunu anladım. Ukrain muhacirlerden
birisinin, daha önce bulunduğu yerde opir musallatına uğramış bir çocuğu olmalı.
Çocuğun hastalığı bu motankanın bedenine yerleşti. Ardından geceleri tıpkı bir
opir gibi dolaşmaya başladı!”
“Bana getirmenizin nedeni nedir?”
“İnsan olsa kanunlarımızda yeri
belli. Ama kanunlarımızın görmediği bir varlık bu. Günahlarımız ve asiliğimiz
başka kötü ruhları da buraya celp etmesin diye senin mahkemeni diliyoruz Yüce
Ataman!”
İvan Sirko hala olduğu yerde
kımıldanıp hırıldayan motanka bebeğini seyretti bir süre. Ardından aklına bir
şey gelmiş gibi evinde hazırlanırken kemerine sıkıştırdığı name-i hümayunu
çıkardı. Bir süre muzaffer bir ifadeyle hem nameye hem motanka bebeğine
baktıktan sonra adamlarına boş bir fıçı getirmelerini diledi. Dualı urganlar,
ayin cüppesi ve birkaç haç ile bezenmiş motankayı boş fıçının içine hapsederek
çiviletti. Yan yatmış fıçı kıpırdanmasın diye adamlarından biri fıçının üzerine
yattı.
Ataman masa başına yürüyüp kâtibin
omuz başına tüneyince diğer Kozaklar da merakla onun yanına doluşup masayı
seyretmeye başladılar. İvan Sirko onlara hitaben haykırdı: “Türklerin Sultanı
teslim olmamızı emrediyor. Madem kulları olarak görüyor bizi o halde sultana
layık bir hediye göndermemizi de garipsemez!” Bu sözleri duyan Kozaklar ilkin
hiçbir şey anlayamadılar ancak fıçıya hapsedilen şeyi göz önünde bulundurunca
keyifle gülüp kahkaha attılar. Osmanlı sarayının koridorlarında dolaşacak
dehşeti hayal ettiler bir anlığına.
Hava inceden alacakaranlığa
bürünmekteyken İvan Sirko kâtibin sırtına vurdu: “Sadece hediye göndermek
Kozaklara yakışmaz. Bize yazdığı nameye karşılık bir nameyle cevap vermeli
Sultan’a! Haydi yazmaya başla! Aynen şu şekilde: Seni Türk şeytanı…”
(Not: İlya Repin’in “Türk Sultanına
Mektup Yazan Zaporojya Kazakları” adlı ünlü tablosu ve Ukrayna halk
inançlarından ilham alınarak yazıldı. MBY)
SON
Mehmet Berk Yaltırık, 12 Eylül 2016 – Edirne