14 Temmuz 2021 Çarşamba

Türk Sultanına Mektup (Tarihi-Fantastik Öykü)

 (Daha önce 2017'de Getik Fanzin'de yayımlanmıştır. MBY)

             Sayısız yıldızın gökyüzünü şenlik alanına çevirdiği sıradan bir bozkır gecesinde, Zaporojya Siç’inin kalbi olan Khortitsia adasında, arasına toprak doldurulmuş tahtadan tabyaların ardındaki Kozaklar kısmen huzurlu bir uykudaydı. Kulelerde çubuk tüttüren gözcülerle esir aldıkları kadınları kovalayanların haricindekilerin ayık olmadığı bu hengâmede duyulan yegâne ses yarı ayık bir kobzarın tıngırdattığı tellerden yükselen yanık bir ezgiydi. Gecenin ahengini bozmadığından kimsenin susturmaya el vermediği bu ses, sağdan soldan yükselen cırcır böceklerinin sesi kadar doğal sayılıyordu.

            Tüfek elde bekleyen gözcüleri huzursuz eden bir sessizlik vardı. Gürültüsü patırtısı eksik olmayan bozkırın bu gece susmasını baskın alameti sayıyor, Tatar atlılarının olası kıpırtılarını sezebilmek için gözlerini çayırlardan ayıramıyorlardı. Derken her birisini “ölüm sessizliği” korkusundan kurtaracak bir vaveyla koptu. Khortitsia’nın öte ucundan ayaklanıp merkeze doğru yürümekte olan bir güruh peyda olmuştu. Ellerindeki meşaleleri savurarak, tüfeklerini, piştovlarını ateşleyerek, bağıra çağıra yürüyorlardı. Kimi Kozakça, çok azı Tatarca ve Kalmuk dilinde yankılanan: “Yakaladık! Yakaladık!” sesleri eşliğinde tufan misali ilerleyen kalabalığın geçtiği yerde ışıklar yanıyor, pencere ve çatılardan karşılıklı küfürler savruluyordu.

            Birkaç kişi yumruk sallayarak kalabalığa saldırsa da sonradan onlar da güruhun ardına takıldı, böylece dehşetli bir kalabalık atamanın kaldığı iç istihkâmın kapılarına dayandı. Nöbetçiler hayır mı şer mi olduklarını bilmedikleri kalabalığı görünce tüfeklerini kalabalığa doğrultup haykırdılar:

            “Ne istersiniz? Atamanın kapısına dayanmanız nedendir?”

            “Mahkeme isteriz! Katili yakaladık! Ataman Sirko yargılasın, onun adaletine güveniriz!”

            Kozakların töresince her türlü karar atamanların ağzına baktığından nöbetçiler çaresiz birbirlerine baktılar. Kozakların muhtemelen bir içki yahut kadın kavgasında cinayet işlemiş birini tutup getirdiklerini düşündüler ama böylesine bir kalabalığın adi cinayet için toplanmayacağı açık olduğundan başka bir Kozak beyinin, atamanı ele geçirmek için tuzak kurabileceğini düşünüp kapıları tutmaya devam ettiler. Kapıdakilerin huzursuz hali iç istihkâmın kulelerinde, duvarlarında bekleyen diğer gözcüleri de tedirgin etmiş, tüfekleri ve piştovlarıyla birlikte küçük metris toplarını dahi kalabalığa doğru çevirmişlerdi. Gözcü kalabalığa seslendi:

            “Bu hangi katildir ki gecenin köründe Kozakların yarısını hem de birbirlerinin lisanına yabancı Tatarlarla Kalmukları peşine takıp atamanın kapısına getirsin?”

            Kalabalığın içinden yaşını başını almış bir Kozak küfrederek gözcüye bağırdı: “Bu kadar insan alelade bir kadın cinayeti için toplanmadı ya! Siç’e musallat olan, çocukların canını alan katili yakaladık!”

            “Kozak çocuklarının canına kastedilmişse yurtlarından uzakta Tatarların, Kalmukların sıkıntısı ne ola?”

            “Bizi onlar harekete geçirdi. İlk onlar fark edip yakalamamızı sağladı opiri!”

            Tatarlardan biri de üstüne vazife gibi kendi lisanında haykırdı: “Yakalagan! Oburı biz yakalagan!”

            Gözcüler “opir” kelimesini duyunca tekrar dönüp birbirlerine baktılar. Rusların “upir”, Ukrainlerin ve Kozakların “opir” dediği şey bozkırın sayısız kocakarı masallarından biriydi. Bozkırların da ötesinde Eflaklıların, Boğdanlıların, Lehlerin hatta Nemselilerin topraklarında farklı isimlerle zikredip veba vurmuş köylerin, sebepsiz ölülerin kaynağı sayarlardı. Toplu tüfekli Osmanlı askerlerinden hatta atlarıyla ölüm saçan Tatarlardan yüz geri etmediklerinden, böylesine bir batıl itikat karşısında ne yapacaklarını şaşırmışlardı.

            Gözcülerden biri güldü: “Ataman Sirko’yu bu vakitte kocakarı lakırdıları için ayağa kaldırırsanız yatana değin hepimizi kılıçtan geçirir söylemedi demeyin!”

            Kalabalığın ortasından bir yerden rahiplerin ve keşişlerin öfkeli homurdanmaları duyuldu: “Duamıza halel getirmeyeceğini bilsek yüz bin kere sövmüştük gelmişine geçmişine! Kutsal suya batırılmış iplerle, ayin cüppesiyle biz zapt ettik habisi. Var söyle Ataman Sirko’ya! Cesareti var ise görsün ve versin kararını. Yalanımız varsa topumuz birden Tatarın kılıcına gelelim!”

            Muhafızlar homurdanmalar ve küfürler karşısında çaresiz kalmışlardı. Olası bir baskına karşı iç istihkâmda uyumakta olan diğer Kozakları da uyandırıp silahlandırarak Ataman’ın kaldığı eve giden yolda öbek öbek dizildiler.

            O esnada Kozak Atamanlığı’nın asıl atamanı Ivan Samoylovych’i Kırım yolunda esir aldığı için dolaylı olarak atamanlığını ilan etmiş olan Kosh Atamanı İvan Sirko, sabık atamanın evindeydi. Esir aldığı atamanın yatağında Kırım Seferi esnasında mirzalardan birinin köşklerinden kaçırdığı iki Kafkasyalı dilberin arasında uzanmış tavanı seyrediyordu. Kollarını bir anlığına dilberlerden çekerek yatağın kenarında duran sehpaya uzandı. Sehpanın üzerindeki Arap harfleriyle yazılmış name-i hümayunu alarak öfkeli gözlerle seyretti.

            Osmanlı Sultanı IV. Mehmed Han, gönderdiği name-i hümayunda Osmanlı’ya tâbi olmasını istiyordu. Teslimiyet ibaresini okuyan Sirko’nun öfkesi her seferinde katlanarak artıyordu. Bir önceki sene Zaporojya Siç’ini zapt etmek üzere gönderilmiş Osmanlı birliğinin tamamını katledip ta Kırım’a kadar inen, Bahçesaray ve Akmescit’i vurup geri çekilen, Kırım Han’ını geri çekilmeye zorlayan kendisiydi. Kılıç zoruyla aldığı atamanlığı Türklerin eline teslim etmesi isteniyordu. Odasının kapısı vurulup kendisine seslenilince yattığı yerden gürledi:

            “Ne var?”

            “Siç ahalisi huzurunuza çıkmayı diler Yüce Ataman. Sizden mahkeme talep ediyorlar.”

            “Sabahı bekleyemiyorlar mı?”

            “Yakaladıkları opiri yargılamanızı istiyorlar.”

            İvan Sirko’nun mevcut öfkesi bu sözü duyunca en yüksek raddesine çıktı. Kafkasyalı dilberlerin uykusunu hiçe sayıp baş ucunda asılı duran kılıcını duvardan indirdi. Bir sıçrayışta yataktan çıkıp kapıyı açtı. Karşısında çaresizce bekleyen gözcünün yakasına yapıştı:

            “Benimle alay mı ediyorsun?”

            “Israr ediyorlar Yüce Ataman. Biz de ihtarda bulunduk ancak sizin huzurunuzda yargılama istediler.”

            “Adamları sağlı sollu dizip silahları hazır ettikten sonra içeri alın. Tahtımı da kapının önüne çıkarın. Eğer bir tuzaksa yahut Ukrain köylülerinin safsatasıysa bedenlerini kana ve baruta doyuralım!”

            İvan Sirko’nun uyanması iç istihkâmdaki hazırlıkları hızlandırmıştı. Atamanın tahtı evin önüne çıkarılıp tüm muhafızlar ve gözcüler hazırlandı. Mahkemenin kâtibi dahi uyandırılıp genişçe bir masanın başına okka ve divit takımı ile oturtuldu. İstihkâmın kapıları açılınca eli meşaleli güruh tahtın önüne kadar atamanın adamlarının nezaretinde ilerledi. İvan Sirko tüm haşmetiyle kapıda görünüp tahtına oturduğu esnada güruh saygıyla eğildi.

            “Beni bu vakitte uyandırmaya cesaret edişinizi cezalandırmalı mı ödüllendirmeli mi? Kapıma neden geldiniz?”

            Atamanın ordusunda da savaşmış gedikli Kozak savaşçılarından birisi öne çıktı: “Çocuklarımıza musallat olan, Hristiyanların kanını döken habis opiri yakaladık Yüce Ataman.”

            “Bunun için mi uyandırdınız beni? Töre bilmez misiniz? Kafasını neden kesip, kalbine kazık çaktıktan sonra cesedi yakmadınız?”

            “Yüce Ataman biz buna niyetlendik ama rahip efendi durum biraz karışık olduğundan senin emrin olmadan böyle bir işe kalkışmamızın suç olabileceğini söyledi. Biz Kozaklar senin sözün üstüne yemin ettik. Senin sözüne aykırı hareket etmek istemedik!”

            O esnada kalabalığın önüne çıkan rahip ellerini göğe uzattı: “Hristiyanlık âlemi bizim bu gece yakaladığımız iblis misali bir kötülüğü daha önce görmemiştir. Açılın! Açılın da o iblisi Yüce Ataman da görsün!”

            Kalabalık açılmaya başlayınca rahiplerden ve keşişlerden oluşma bir çember meşalelilerin arasında kaldı. Rahipler ellerinde tuttukları urganlara asılarak Sirko’nun huzuruna kadar yaklaşmışlardı. İki-üç tanesi kenara çekilince İvan Sirko rahiplerin urganlarla sıkıya bağlayıp aralarında tuttukları şeye şaşkınlıkla baktı. Tahtından fırlayan ataman rahiplere yaklaşarak sordu: “Yakaladığınız opir bu mu? Bir motanka bebeği mi? Hangi köylüden yağmalandığı meçhul bir motanka bebeği için mi beni uyandırdınız?”

            Sözlerindeki alaycılık ve öfke adamlarına da sirayet etmişti. Ukrainlerin eski zamanlardan beri taşıya geldikleri inanışları gereği saz parçalarından ve artık giysi bezlerinden yapılan bu bebekler yeni evli çiftlere yahut çocuklara hediye edilirdi. Rahip atamana durmasını işaret ederek elindeki haçı motanka bebeğine doğru uzattı. Oyuncak bebeğin olduğu yerde canlıymış gibi kıpırdandığına ve yarığa benzer ağzından çıkan sivri dişlerine şahitlik eden ataman elini kılıcına götürdü. Motanka bebeğinin üzerindeki lekelerin kan lekesi olduğunu, o ürkütücü ağzı gördüğü zaman idrak etti.

            “Rahip efendi bu nice iştir? Bir motanka bebeği hem cana gelsin, hem can alsın olacak iş mi?”

            “Bunları Ukrainler yeni gelinlere çabuk çocuk sahibi olması için hediye ederler. Çocuklara hediye edilmesindeki maksat başkadır. Bir çocuk hasta olursa kukla çocuğun hasta yatağına yatırılır çocuğun üstündeki hastalığı kendi üstüne çeksin diye. Ukrainler buna inanırlar.”

            “Nasıl yakaladınız bu kötülüğü?”

            “Üç gündür çocuklarımızın ölmesinden Tatarlar şüpheye düşmüşlerdi. Aralarında hem Kırım’ı hem Eflak ormanları daha önce görenler de var, bir opir musallatını daha başlangıcında tanıyan kimseler neticede. Ahali huzursuzlanmasın diye hep birlikte sokakta dualarla devriye gezdiğimiz esnada yakaladık bu motanka bebeğini. Bize de saldırmaya kalktı ki dualarımız olmasa hepimiz ölebilirdik! Onu zapt edince Tatarlar böylesine bir şey görmediklerini söylediler ama ben ne olduğunu anladım. Ukrain muhacirlerden birisinin, daha önce bulunduğu yerde opir musallatına uğramış bir çocuğu olmalı. Çocuğun hastalığı bu motankanın bedenine yerleşti. Ardından geceleri tıpkı bir opir gibi dolaşmaya başladı!”

            “Bana getirmenizin nedeni nedir?”

            “İnsan olsa kanunlarımızda yeri belli. Ama kanunlarımızın görmediği bir varlık bu. Günahlarımız ve asiliğimiz başka kötü ruhları da buraya celp etmesin diye senin mahkemeni diliyoruz Yüce Ataman!”

            İvan Sirko hala olduğu yerde kımıldanıp hırıldayan motanka bebeğini seyretti bir süre. Ardından aklına bir şey gelmiş gibi evinde hazırlanırken kemerine sıkıştırdığı name-i hümayunu çıkardı. Bir süre muzaffer bir ifadeyle hem nameye hem motanka bebeğine baktıktan sonra adamlarına boş bir fıçı getirmelerini diledi. Dualı urganlar, ayin cüppesi ve birkaç haç ile bezenmiş motankayı boş fıçının içine hapsederek çiviletti. Yan yatmış fıçı kıpırdanmasın diye adamlarından biri fıçının üzerine yattı.

            Ataman masa başına yürüyüp kâtibin omuz başına tüneyince diğer Kozaklar da merakla onun yanına doluşup masayı seyretmeye başladılar. İvan Sirko onlara hitaben haykırdı: “Türklerin Sultanı teslim olmamızı emrediyor. Madem kulları olarak görüyor bizi o halde sultana layık bir hediye göndermemizi de garipsemez!” Bu sözleri duyan Kozaklar ilkin hiçbir şey anlayamadılar ancak fıçıya hapsedilen şeyi göz önünde bulundurunca keyifle gülüp kahkaha attılar. Osmanlı sarayının koridorlarında dolaşacak dehşeti hayal ettiler bir anlığına.

            Hava inceden alacakaranlığa bürünmekteyken İvan Sirko kâtibin sırtına vurdu: “Sadece hediye göndermek Kozaklara yakışmaz. Bize yazdığı nameye karşılık bir nameyle cevap vermeli Sultan’a! Haydi yazmaya başla! Aynen şu şekilde: Seni Türk şeytanı…”

(Not: İlya Repin’in “Türk Sultanına Mektup Yazan Zaporojya Kazakları” adlı ünlü tablosu ve Ukrayna halk inançlarından ilham alınarak yazıldı. MBY)

SON

Mehmet Berk Yaltırık, 12 Eylül 2016 – Edirne