2 Mart 2012 Cuma

Harekât-ı Eskalibor (Beridçiler)

(İlk Yayınlanış: Harekât-ı Eskalibor, Kayıp Rıhtım, Ekim – 2010, Kılıç,
http://oyku.kayiprihtim.org/harekat-i-eskalibor-wyern/)

(Tarihsel olaylar, tarihte geçen kişiler gerçekten alınmışsa da bir çoğu hayal ürünüdür.) (Hikayenin bazı yerlerinde küfür geçmektedir.)

(15 Muharrem 641 - 5 Temmuz 1243)
(Selçuklu Ordusunun, Moğollara karşı Kösedağ Savaşı’nı kaybetmesinden beş gün sonra)
(Konya-Selçuklu Payitahtı*)

1.Münhi, Berid*, Gulâm*, Subaşı ve Bezirgan*

            Gecenin kör saatinde, Konya sokaklarında meşalesiz, fenersiz üç adam hızlı adımlarla gavurlar mahallesinin olduğu yöne doğru ilerlemekteydi.  Gece vakti olmasına rağmen halkın bir kısmı uykusunu defetmiş, evinin dışına tahtalar çakmak için yahut değerli eşyalarını bahçesine gömmek için ayaktaydı. Bir kısmıda korkudan ve endişeden uyuyamıyor, yataklarında bir o yana bir bu yana dönerek uykunun şefkatli kollarından kaçarlarken, bazısıda göçerler misali atlı, öküzlü kağnılara, arabalara eşleri ve çocuklarıyla doluşarak sultanlar ve melikler şehri Konya’dan kaçmaktaydı. Gecenin ortasında üstündekilerin fenerleriyle aydınlanan, meşalelerle aydınlanan yerlerden geçerken gölgeleri evlere düşen kağnılar, yüzyıl önceki Haçlı istilası zamanındaki gibi doğuya doğru değil, vaizlerin söylediği üzere Tanrı’nın bir gazabı olarak İslam memleketlerine musallat ettiği Yecüc-ü Mecüc sıfatlı Tatar*ordularının geliş yönünün tersine batıyaydı. Kimi kağnı kimi yaya çeşitli yolcular ya kuzeydeki dağlara, ya batıya Bizans sınırındaki Diyar-ı Uç Türkmenlerinin at koşturduğu havaliye, yahut Toros dağlarının kendilerini saklayacaklarına inandıkları güneye doğru kaçıyorlardı.
            Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev’in Konya’ya kaçıp idareyi yöre beylerine ve Tatar ordularının insafına bıraktığı, geride kalan ahalinin efsanevi direnişlerine rağmen savaşta kimsenin onlara galip gelemeyeceğine inanılan Tatar ordularının Erzurum, Kayseri ve Sivas’ta yaptıkları kulaktan kulağa yayılan ve korkuya kapılan halkın dört bir yana savrulduğu uğursuz bir zamandı. Şehirde kalan askerler, aldıkları emirler doğrultusunda asayişi sağlamaya devam ediyorlardı, ama kan dökücülükte binbir çeşit rivayetlerin ortalığı kasıp kavurduğu Moğol ordusu şehrin kapılarına dayanmaları durumunda, hiçbirisinde direnebilecek cesaret ve moral yoktu. Kaçanlar, firar etmeye yer arayanlar, mallarını kaçırmaya çalışan tüccarlar, evlerini ve geleceklerini düşünen askerlerle tüm ülkenin yalnızlığa itildiği, büyük bir korkunun yürekleri kapladığı bir kabusun içine düşmüşlerdi.
            Bu hengameli vakitte üç adam, koyu gölgeler misali ilerliyor, kaçanların aksine şehrin merkezine doğru yürüyorlardı. Sırtlarına örttükleri kahverengi keçeden pelerinlerle kim oldukları anlaşılamıyordu, ama üstlerinden gelen zincir ve silah şakırtılarından, arada bir meşalelerin aleviyle parıldayan zırh zincirlerinden ve başlarındaki tolgalardan asker oldukları anlaşılıyordu. Ama bu üçlünün yüzünde öyle bir nursuzluk, öyle bir kem ifade vardı ki, onları görenler yollarını değiştiriyor, askerler korkuyla bakıyorlardı. Adımlarında ve bakışlarında, yürüyüşlerinde, devletin derinliklerinden çıkma insanlar olduklarını gösteren emareler taşıyan bu üç adama, askerler dahi kim olduklarını sormaya cesaret edemiyordu.
            Üç adamdan birisi daha zayıf ve ince yapıdaydı, sessiz, sakin kedi adımı gibi gürültüsüz yürüyor, bir casusun fısıltısı gibi ilerliyordu. Onun yanında oldukça iri yapılı ve uzun boylu, kara suratlı, ejderha suretli bir adam, avının üzerine giden aslanlar gibi heybetle ilerliyordu. Onların önünde bir elinde sarılı bir betig*taşıyor, göğsü ileride, adımları gururlu, heybetli, ortaboylu yapısıyla meydan savaşı kazanmış melikler gibi ilerliyor, aceleci, soru sorulmasını istemeyen bakışlarıyla tam anlamıyla “devlet adamı” halini yansıtıyordu.
            Üç adam, gavur mahallesinin olduğu yere yaklaştıklarında birkaç kişinin koşar adımla üzerlerine yaklaştıklarını gördü. Üçlünün önünde yürüyen eli betigli olanı onlara dönerek fısıldar gibi Türkmen aksanında durmalarını emretti. Bulundukları köşebaşındaki açıklık alana yaklaşan grup, meşalelerin altına geldiğinde kim oldukları anlaşılıyordu. Gelenler Konya Sarayı’nın muhafız gulamlarındandı. Üzerlerindeki zincirli zırhın parıltısı, tolgalarının görkemi ve kollarındaki pazubentlerinde ve küpelerindeki nişanlarıyla, bir ellerinde topuzları diğer ellerinde kalkanlarıyla koşar adım üçlünün üzerine yürüyorlardı. Gulamların başında, deriden zırhını kuşanmış olmasına rağmen üzerindeki hilatlardan saray adamlarından olduğu belli olan Konya subaşısı* Malik Aba vardı. Bu sırım yapılı, silah kullanmadaki mahareti Anadolu’yu tutmuş ünlü silahşör, bir eli kılıcının kabzasında, askerleriyle birlikte üçlüye yaklaşmaktaydı.
            Malik Aba’nın gulamları üçlünün etrafını sardığında, subaşı adamlara yüzlerini açmalarını emretti. Elinde betig taşıyan, Farsça kendilerinin önemli bir işi olduğun, önlerini kesmemelerini söylediğinde, subaşı sinirle kendisine kimsenin emredemeyeceğini söyleyerek yeniden yüzlerini açmalarını söyledi. Diğer ikili başlarındaki eli betiglinin başındaki tolgayı tutup boynundaki poşuyu indirmesiyle yüzlerini açtılar. Üçlünün yüzleri ayan beyan ortaya çıktı. Yabancı yüzlerdi şehir için ama saray çevresinden gelme askerler ve subaşı bu yüzleri çok iyi tanıyordu. Rum Selçuklu Devleti’nin* berid teşkilatının en tepesindeki isimleri, saltanatın derin yüzü, derin mevzulara vakıf olanların münhi ve beridlerin amirleri olarak bildikleri, halk arasında ise “Üç Zebaniler” olarak nam yapmış kanlı canlı korku suretleriydi bunlar.
            Elinde betig taşıyan, devletin en önemli münhilerinden Celaleddin Zahid’di. Diyar-ı Uç Türkmenlerinden asi gelen bir boyun cezalandırılması sırasında Sultan’ın ordusuna esir düşerek gulam olmak üzere devşirilmiş, Konya Sarayı’nın hassa gulamlığından yetişip habercilik ve beridlik işinde kendini kanıtlayarak en üst mertebelere ulaşmıştı. Malik Aba’yla aynı dönemde gulam eğitimi görmüştü. Kısa sürede bağlantıları ve kabiliyeti, onu devletin en derinindeki şahıs yapmış, beylerin saraylarından sipahi kışlalarına, dağ konaklarından limanlara her yere eli kolu uzanır hale getirmişti. Özellikle Sultan Gıyaseddin’in, eski vezir Saadettin Köpek’in Sivas Subaşısı Hüsamettin Karaca eliyle tasfiye edilmesi harekatında başrol oynamıştı.
            İnce yapılı, kuru yüzlü, tilki suretli olanı ise İsfahan* Acemlerinden gelme Behram Büzürg’dü. İran saraylarının asırlık Fars bürokrasisinden yetişmiş, atadan dededen beridçi olmuş, Celaleddin’in emrinde ona bağlı beridleri ve muhbirleri yönetmişti. Hırsızdan hırsız, casusdan casustu ki o dönemde istihbarat mesleğinin piri derecesinde isim yapmıştı. Giremeyeceği kılık, sızamayacağı yer yoktu. Bürokrasiden yetiştiğinden Arapça, Farsça, Türkçe, İbranca, Frenkçe, Rumca, Tatarca, Uygurca bilir, her yörenin şivesine kabile diline kadar bilir, iyi belge taklit eder bir sanat sahibiydi. Büzürg lakabının ona verilmesi iyi bir kara mizah örneğiydi. Kadim alimlerden Farabi’ye göre on iki ayrı müzik makamının insanlara verdiği duygular, hissettirdiği şeyler farklıydı. Büzürg makamı büyüklük anlamına geliyor, aynı zamanda korku ve geceyi çağrıştırırdı. Behram’ın yüzünü görenlerin, sarayına sızdıklarının ölümleri ve kaybolmaları, bu tekinsiz adamın böyle bir lakapla anılmasına neden olmuştu.
            İri yapılı, kara suratlı, korkunç duruşlu olan ise  Deylemli* Ehirmen Selman’dı. Haşhaşi fedailerinin mesken tuttuğu Deylem dağlarında, Alamut civarındaki bir dağ köyünden gelmeydi. Dedelerinden birisi, eski Alamut şeyhi Hasan Sabbah’a Fatimi halifesinin hediye olarak gönderdiği on iki Sudan’lı zenciden oluşma, devlere benzeyen korumalarından birsiydi. Devlet adına Haşhaşi fedailerinin içine sızmış, onların yöntemlerine göre yetişmiş, her kalelerine girmişti. İri yapısı ve korkunç görünümü nedeniyle eski İranlıların kötülük tanrısı Dev Ehirmen’e benzetilerek, Ehirmen lakabıyla anılırdı. Koca topuzları, baltaları ince kılıçmışçasına taşır ve maharetle kullanır, ucu topuzlu zincirler sallayanda düşmanı helak eder, attığı bıçakla yiğidi zayi eder, tuttuğunu tek eliyle yerlere savurur bir deli kişiydi. Haşhaşiler arasında uzun süre kaldığından adam öldürmeye alışmış, cinayetten çekinmeyen, herkesi boğazlayabilecek bir gaddarlığa sahipti. Celaleddin korumalığını ve cellatlığını yapıyordu.
            Subaşı Malik Aba, Celaleddin’in yüzünü görünce olduğu yerde dondu kaldı. Gulamhane’den aynı dönemlerde yetişme arkadaşını gecenin bir vaktinde gören adamın şaşkınlığından ziyade “yine neyin peşinde bunlar” duygusunun merakını körüklediği bir şaşırma durumuydu. Celaleddin sinirle haykırdı:
            -“Al açtık al!”
            -“Celaleddin?”
            -“Kimi bekliyordun Sultan Gıyaseddin’i mi?”
            -“Sipahilerden ve bir takım muhbirden şehirde Tatar casuslarının dolaştıklarını duyduk, kol gezer* sizi arardık. Tatar casusu sandık sizi.”
            -“Tabi, tabi savaş haline rağmen Meram bağlarında gezer gibi çıkıp geziyorduk casus olduğumuz halde. Bizim casus olmadığımızı gördüğüne göre yolumuzdan çekilebilirsin artık.”
            -“Şehrin idaresi bende. Gecenin köründe uğru* gibi ne geziyorsunuz bilmem lazım.”
            -“Devlet işi, seni alakadar etmez. Birini alacağız buralardan.”
            -“Yakalama emriniz var mı?”
            Celaleddin bu soruyu duyar duymaz, bir hışımla elindeki betigi açıp Malik Aba’ya uzattı. Malik Aba, sultanın tuğrasına baktıktan sonra oldukça gizli bir emirle, olağanüstü yetkiyle Celaleddin’in görevlendirildiğini, Tatarların aradığı Eskalibor isimli tılsımlı bir kılıcın bulunması için ne gerekiyorsa yapılması gerektiği yazıyordu. Melik Aba gülmekle ağlamak arası bir ruh halinde, toy sultanın bu zor zamanda efsanelerden ve tılsımlardan medet ummasına şaşırmıyor değildi ama içindende kızıyordu. Celaleddin’e bakarak küfredermişçesine söylendi:
            -“ Ulan Celal sende şeye sürülecek akıl yok! Tatarlar kapıya dayanmış götümüzü kesecekler siz neyin peşindesiniz!”
            -“Ne oldu bre?”
-“ Hayır tılsımla efsunla işiniz varsa istihbarata kocakarılarla, şaman Babai babaları alın bari işiniz kolay olur. Hatta tanıdığım bir Babai var, keramet sahibi bir konuşayım istersen?”
            -“Malik, meddahlık eder gibi bir halimiz mi varda alaylı konuşursun? Sultanın emri açık, yazıyor orada her şey.”
            -“Ulan bu işin içinde bir iş var. Sana hiç güvenmiyorum! Nereden geçseniz ardınızdan bir sahte ferman bir cinayet bir ayak oyunu çıkıyor. Neyin peşindesiniz lan yine?”
            -“Malik, koca sultanın fermanını görmüyorsun kör karanlıkta git meşale altında oku!”
            -“Benim gözlerim sağlam merak etme. Ferman gerçek diyelim, ama bu hengameli ortamda tılsımla mılsımla ne işiniz olur lan salak mı sandınız beni?”
            -“Madem fermanı görürsün, neden hala bizi lafa tutuyorsun? İşimiz acele.”
            -“İşin aslını söylemeden hiçbir yere gidemezsiniz!”
            -“Sen Sultan’ın emrine karşı mı geliyorsun? Başın vücuduna ağır geliyor herhalde. Sultan bize olağanüstü yetki verdi. Kafamın tasını attırma seni çektiririm Beridhane*’ye ananın karanfilinden kafanı çıkardığın güne lanet edersin!”
            -“Saray şu tarafta, bir seslen bakalım Sultan duyacak mı sesini? Ulan Sultan Antalya’ya kaçmış, şehir idareleri subaşılara kadar düşmüş, Tatarlar Kayseri’ye girmiş belki de şimdi buraya geliyorlar şafak vakti burayı da cehenneme çevirecekler. Savaş halindeyiz, ortalık karışık, bu şehirdeki tüm gulamlar, sipahiler benim bir emrimle sizi delik deşik ederde cesedinizi lağıma manda tezeği gibi yığarlar, ne Sultan duyar ne Tatar hanı!”
            -“Silleli Rum çengileri aklını bozmuş,, ağzından çıkanı kulağın duymuyor. Sultan’ın emri burada! Askerlerin yanında tartışmayalım. Bizde ilkin inanmadık, garip buldukta bizim sailerden* birisi Tatar casuslarının birinin üzerinde bir betig bulmuş. Siz burnunuzu şehirden çıkarmadığınız için bilmezsiniz bu Tatarlar’ın katipleri Uygurî olduğundan, Uygurca yazarlar. Bizim Behram’a tercüme ettirdik. Tatar Han’ı emretmiş, Konya’da Abramın Mois diye bir bezirgan bu tılsımın yerini biliyormuş, Ermeni rahibin birinden öğrenmişler. Sultan gidin Tatarlardan önce alın dedi.”
            -“Demek öyle. Bir şartla izin veririm. Bende sizinle geleceğim.”
            -“Malik, demin Tatarlar götümüzü kesecek boş işler peşindesin diyordun, ne işin olur bizimle? Git devriyelerini denetle kardeşim, demin gördüm beş sipahi Alaaddin Türbesinin kümbetinin içinde  uyuyordu!”
            -“Size zerre güvenim yok! Düşün önüme!”
            Celaleddin sinirden yumruklarını sıkıyordu. Etrafındaki gulamlara baktı. Bir göz işaretiyle birlikte Ehirmen bıçaklarıyla, Behram kılıcıyla hepsini tepeleyebilirdi. Üçü de kah Bizans şövalyesiyle, kah Tatar nökeriyle, kah Eyyubi kölemeniyle cenklere giripte sağ çıkmış adamlardı. Bu yol kesmeye hiç şaşırmamıştı. Kadınlara para yedirmekle ünlenmiş, rüşvet dedikoduları ayyuka çıkmış Malik Aba’nın kendisine yeni fırsatları getirecek bir hazinenin varlığı onun ister istemez dikkatini çekmişti. Elinden gelse Konya hazinesine bile çökebilecek bu adamın aklında hesaplar bambaşkaydı. Çöküşe yaklaşmış Selçuklunun sonunu getiren ayak oyunlarına yakından şahit olmuş Malik Aba, Sultan Gıyaseddin’in Sadettin Köpek’i tasfiyesinden sonra Anadolu beylerinin güvenini kaybettiğini biliyordu. Tüm hazineyi eğlencelerde yediği ve son kalanlarla Frenklerden paralı asker kiralayıp Babai İsyanı’na karışan Türkmenleri Kırşehir’deki Malya ovasında tepelemeye harcadığı herkes kadar onunda malumuydu. Beyleri etrafına çekmek ve yeni bir ordu kurmak için hazine lazım olacağından Sultan muhakkak bir hazine yahut gömünün yerini öğrenmiş, tılsım yalanıyla onu ele geçirmeye çalışıyordu. Kafasında kirli çarkların döndüğü, tilkilerin dolandığı Malik Aba’nın işin peşini bırakmaya niyeti yoktu. Zaten şehirdeki gayrimüslimlerin ellerinde avuçlarında ne varsa her bir şeyi vergi bahanesiyle toplamış, tüm bu servet şarabın çeşme gibi aktığı eğlencelerde erimiş bitmişti. Bir hazinenin varlığı düşlerini şimdiden süslemeye başlamıştı.
            Celaleddin arkasına dönüp adamlarına kendisini takip etmelerine söyledikten sonra gavur mahallesinin girişine doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Malik Aba gulamlarına kaş göz işareti yaparak kendisiyle gelmelerini söyledikten sonra Celaleddin’in ardına takıldı.
            Taş evlerle çevrili sokaklardan onlar hızlı adımlarla yürüyerek Abramınoğlu Mois’in evinin önüne geldiklerinde Celaleddin demir kapıyı sertçe yumrukladı. İçeriden bir ses gelmesi üzerine tekrar yumrukladı. Tekrar yumrukladıktan sonra Malik Aba’ya dönerek:
            -“Adam ölmüş olmasın?”diye sordu. Malik Aba, alaycı bir yüz ifadesiyle Celaleddin’e:
            -“Üçünüzde gözümün önündesiniz, bir bok olmamıştır adama.”
            -“Benim devriyelerim uyuduğuna göre katil, uğursuz tayfası benim yüzümden girip öldürmüştür adamı belki değil mi?”
            -“Sizden beter uğursuz, katil çıkmaz merak etme. Bir daha çal uyuyorlardır bu saatte.”
            -“Koca şehir bu saatte ayakta, uyuyabileni ara ki  bulasın. Yoldan geçerken tahta gıcırtıları geliyordu kulağıma milletin huzursuzca bir o yana bir bu yana dönüp durmasından. Tatarlar gelip hepimizi kesecek diye millet kıyamet görmüş kafir gibi geziniyor ortalıkta.”
            -“Ulan şehir madem  ayakta benim devriyelerime niye uyudu diye bok atıyorsun?”
            -“Şarap içtikten sonra sızmıştır onlar. Tatar lafını duyan askeri efkar basar efkar uyutmaz. Efkarı unutsun diye şaraba rakıya vurmuşlardı kendilerini.”
            -“Yok artık içip içip sultanın türbesinde sızacak halleri yok ya?”
            -“Vallahi Tatarın bizleri kara toprağa gömeceği şu günlerde, devletin bu hale gelmesine bakarak söyleyebilirim ki sultanın dirisini takmayıp savaş alanından kaçan adam ölüsünü hiç takmaz. Senin askerin değil mi Malya ovasında Frenklere erleri tepeletip, kendin yiğitmiş gibi kadınlara çocuklara kılıç çalan?”
            -“Senin suçun! Ben mi dedim git Baba Resul’u Amasya surlarına astırması için Mübbarizüddin Armağanşah’ı gaza getir, şehrin önüne gelen Baba İshak ve Türkmen sürüsü savaş için şevke gelsin diye? Adamların arasına Baba Resul göğe çekildi, vurun Selçukluya diye adamları isyana teşvik eden, önceden de Baba İshak’ı isyan çıkartsın diye Baba Resul’u göreve getirten ben miyim?”
            -“Ne yapayım kardeş devlet işi sen biliyorsun. Sadettin Köpek para verdirdi Baba İshak’a sultanı devirsinler ben Sultan olayım diye, sultan erken davrandı bana emir verdi Köpek’i hallettik ama isyan çıktı bir kere. Adamların gözü dönmüş, Baba Resul ölümsüz, ona bir şey olmaz diye. Amasya hisarının önüne kadınlı çocuklu elde sopalar kılıçlar toplaşmışlar. Bende Mübarizüddin’e dedim ki bunların kafası iyi gözleri kara, surlara karşı ipe çek şu Baba Resul’u, kim ölümsüz görsünler. Ben nereden tahmin edeyim adamların bu harekete gaza gelip taşlarla sopalarla şehre dalıp askerleri tarumar edeceklerini. Biz orada savaşmadık, bildiğin sokak kavgasına girdik. Sonra isyan büyüdü tabi. Aman neyse her istihbarat harekatı başarılı olacak değil ya?”
            Atışmaları sürerken demir kapının büyük bir gürültüyle açıldığını duydular. Abramın Mois, gecenin köründe ölüm korkusuna oturup düşünürken kapısının önünde siyaset tartışan adamlara İbrani dilinde dede yadigarı küfürlerini sarfederken kapısının önünde şehrin subaşısını ve cellat kılıklı üç uğursuz adamla, bir o kadar gulamı görünce korkudan küçük dilini yutacak oldu. Adam dili döndüğünce vergisini ödediğini anlatmaya çalıştı. Malik Aba sözünü keserek:
            -“Vergi için gelmedik korkma. Sadece bir mesele için bizimle Beridhane’ye kadar geleceksin o kadar.”
            -“Beridhane mi? Beyim ben ne günah işledim? Vallahi billahi vergimi öderim, haraç ve cizye ödüyoruz gerçi, siz dileyin şeriata aykırı olsa bile Müslümanların mükellef olduğu öşür vergisini bile veririm!”
            -“Kes sesini! Bir mesele var. Sana danışacağız. Beridhane’ye geleceksin, konuşacaksın, dinleyeceğiz, sonra seni salacağız.”
            Abramın Mois, korku fışkıran beyazlamış suratıyla geleceğini söyledi. Ayakkabılarını giyip, sırtına bir aba aldıktan sonra karısına bir şeyler söyleyip kapıyı kapattı. Askerlerin ve Üç Zebani’nin arasında ilerleyerek yolları hızlı adımlarla arşınlamaya başladı. Behram, Mois’e yaklaşarak İbrani dilinde, İbranca bildiğini ve söylediği kelimelere bir daha dikkat etmezse dilini keseceğini söyleyince eliyle ağzını kapatarak önüne döndü. Korku içinde giderken içinden Tevrat’tan dualarını okuyordu.
            O sırada en geride kalmış, meyhane uleması iki gulam çavuşu kafa kafaya vermiş durumun dedikodusunu yapıyorlardı. Uzun boylu olanı bilmiş bir şekilde yanındakine en sarih ilimsel mevzuyu açıklarmış gibi:
            -“Tatar gelmiş kapıya, gecenin bir saati yahudisi, subaşısı, istihbaratçısı ayakta. Tılsım mılsım yalan lan kesin gizli bir parola felandır, bunların işine akıl sır ermez. Memlekette görüp görebileceğin en tekinsiz, en netameli adamları bunlar. Koca memleket, onca hazineye askere rağmen sırf bunların hokkabazlığı yüzünden bu hallere geldi. Baksana adam Babai İsyanı’nı nasıl anlattı? Koca devlet bunlara oyuncak oldu.”
            -“Ya Uzun Çavuş. Bizde gulamız, onlarda gulamdan gelme. Nasıl oldu da böyle yükseldi bunlar?”
            -“Bunların işine akıl sır mı erer birader rüşvet, cinayet, korkutma, yıldırma, zehirleme hepsi bunlarda. Sultan bile oyuncak bunların elinde.”

2.Beridhane’nin Zindanlarında, Anadolu’nun Bozkırlarında

            Abramınoğlu Mois, hızlı adımlarla Üç Zebani’nin ve gulamların arasında ilerlerlerken şehrin bir diğer ucunda, iki katlı evlerin arasından kara bir siluet gibi sırıtan uğursuz Beridhane’ye yaklaştıklarını gördü.
Bu karanlık bina, şehrin Haçlılardan geri alınması sırasında yapılmakta olan bir kiliseyken yapımı yarım kalmış, uzun yıllar boş kalmıştı. Eski sahib-i beridlerden* birinin isteğiyle bu bina istihbarat için kullanılan ribatların* Konya konağı haline getirilmişti. Ama ne zaman ki Celaleddin başa geçmiş, kısa sürede bu karanlık ve kasvetli yapıyı değerlendirerek altındaki dehlizleri işkencehane haline getirerek kendi karargahını oluşturmuştu.
Şehrin üzerine bir gölge gibi düşen, Celaleddin’in konağı haline gelmiş olan bu yapıya halk arasında sürekli casusların muhbirlerin girip çıkmasından ötürü Beridhane denilmişti. Normalde böyle bir yapı teşkilatlanmada yoktu ama halk doğrudan işkencehane diyemediğinden Beridhane diye isimlendirmiş, bu ismin işkence yerinden daha korkutucu anlamlar uyandırdığını, Beridhane ismini fısıldarken bile korkudan nefesi kesilenleri gören Celaleddin’de böyle isimlendirmeye karar vermişti karargahını. İçinde sayısız dehliz ve sorgu odaları, tahta kazıklar, dev zincirler, tekerlekler, kemik kırma aletleri, çeşit çeşit bıçaklar ve sayısız işkence aleti mevcuttu. Ama en meşhuru Celaleddin’in icadı olan “Bağıran Kule”ydi. Kiliseden bozma binanın kulesinin kenarına arada bir buçuk metre boşluk kalacak şekilde bir kat duvar daha çekilmiş tepeye kadar yükseltilmişti. İdam edilmesi gerekenler bu boş, kapısız, havasız yere üst üste atılıyor ve can çekişerek ölene kadar inlemeleri bekleniyordu ki kuleden gelen inlemeler, binanın şöhretini ikiye katlıyordu. Öyle ki bu binanın yakınından geçenler, kuleden gelen insan çığlıklarına karışan baykuş seslerini duyup, kara siluetli varlığı karşısında selam verip öyle geçiyorlardı.
            Kafile tekinsiz yapıya yaklaştıkça “Bağıran Kule”den gelen inleme sesleri duyulmaya başlamıştı. Üst üste yığılan, daracık boşlukta sıkışıp kalan, nefes almaya çalışan, acısından inleyen beceriksiz casusların ve muhbirlerin sesleri yankılanıyordu. Beridhane’nin bulunduğu tepeye çıkarlarken Malik Aba: “Sesler dayanılmaz olduğunda ne yapıyorsun?”diye sordu. Celaleddin yüzünde korkutucu bir sırıtmayla ona bakarak şöyle dedi:“Seslerden rahatsız olduğum pek söylenemez. Ama bazen sayıları artınca gerçekten dayanılmaz olduklarında tepeden aralıklara kızgın yağları boca edip hepsini haşlayarak öldürtüyorum, gerisini sıçanlar ve böcekler hallediyor.” dedi. Celaleddin’in cümlesinin ardından Malik Aba’yla birlikte tiksindirici bir kahkaha koyverdiler. Mois bir kabusun içindeymişte uyanmak istermişçesine gözlerini ovalıyordu. Ama karanlık gecenin ortasında, en dehşetli gulyabanileri ve perileri bağrında saklayan cinli kalelere benzeyen uğursuz yapıyı görmeye, baykuş seslerine karışan insan çığlıklarını duymaya devam ediyor, içinden ettiği duaların netice vermesi için bir duada önceden okuduğu duanın ardından okuyordu.
            Beridhane’nin ağır demirden, siyah boyalı çift kanatlı kapısının önüne geldiklerinde, kapının önünde nöbet tutan iki muhafızı gören Abramınoğlu Mois ile birlikte, daha önce uzaktan görseler de hiç gitmedikleri bu binayı ilk kez yakından gören gulamlar korkudan nefeslerini tuttular. Kapının iki yanında, adeta korkunç masal devlerine benzeyen iki siyahi savaşçı beklemekteydi. Koca vücutlu, koca uzuvlu kölelerin ellerinde neredeyse bir insan boyuna yakın büyüklükte topuzlar duruyordu. Korku ve dehşet saçan gözleriyle, nursuz suratlarıyla cehennem zebanilerini andırıyorlardı. Gece karanlığında korkunç masal gulyabanileri gibi dimdik duruyorlardı. Amirleri Celaleddin’i görür görmez esas duruşa geçtiler. Sağ tarafta duran siyahi köle, kocaman yumruğuyla demir kapıya birkaç kere vurdu. Demir kapının her iki kanadı da kulak tırmalayıcı bir gıcırtı sesiyle birlikte ardına dek açıldı.
            Bina eski kilise olduğu için meşalelerle aydınlanmakta olan geniş bir salon gelenleri karşılıyordu. Salonun bir köşesinde kulenin kapısı vardı, diğer ucunda ise zindanlara inen merdivenler duruyordu. Salonun duvarlarını, çeşitli kılıç, kalkan ve balta gibi ganimetler süslerken, üzerinde kime ait olduğu yazan çeşitli kurukafalar ve kurumakta olan üzeri sinekli insan başları duruyordu. Birkaç yerde de ayı ve kurt postları asılı duruyordu. Geniş tavana meşaleli avizeler asılı duruyordu. Salonun çeşitli yerlerinde masalar ve dolaplar vardı. Üzerleri bir yığın evrakla doluydu ki bunların başında bulunun münhiler, memleketin dört bir yanından gelen istihbarat raporlarını defterlere kaydediyorlardı.
            Kafile salona girer girmez istihbarat memurları amirleri Celaleddin’i görür görmez saygıyla ayağa kalktılar. Kilisenin mahzenleri olarak işlev görmesi için yapılmışken, zindan olarak kullanılan ve daha da genişletilen yere inen geniş taş merdivenlerin başına geldiklerinde Celaleddin, Malik Aba’ya dönerek: “Askerler burada kalsın onların gelmelerine gerek yok.” demesi üzerine Malik Aba: “Bizimle geliyorlar.” dedi emredercesine. Celaleddin yumruklarını sıkarak Malik Aba’ya: “O zaman dikkat etsinler, zindanın bazı yerleri kandan dolayı kaygandır. Düşüp kafanızı gözünüzü kırmayın!” diyerek karşılık verdi. Malik Aba:
            -“Kanlı mı?”
            -“O kadar söylüyorum adamlara kansız olsun, etraf batmasın. İşlerinde mahirdirler ama doğru dürüst ödenek alsak bunların yerine Bizans zindanlarından yetişme adamlar alırdım. Onlar bizimkilerden daha usta malum onlar yüzyıllarca on yılda bir imparator yandaşlarını, tahttan inenlerin yandaşlarını sürekli elden geçiriyorlar, ustalar bu konuda. Bir tane kanlı yer göremezsin!” dedikten sonra korkutucu bir kahkaha koyverdi.
            Kafile Celaleddin ve adamlarının ortasındaki Abramınoğlu Mois’in ardından dehlizlere indiler. Her iki tarafında da kimi parmaklıklı kimi demir kapılı, içindeki işkence aletlerinin başındaki zindancıların boş durmadığını kanıtlayan çığlık ve ağlama seslerinin, zincir ve çark gıcırtı seslerinin, kırılan kemik seslerinin eksik olmadığı, yerlerin kanlı duvarların envai tür börtü böcekli olduğu zindanların büyükçe koridorlarından geçtiler. Bir kat aşağıya inerek demir kapılı bir odaya girdiler. Diğer yerlerin karanlık olduğu, bir tek tepesinde iç yüzeye dönük aynalardan dev bir fenerin ortasındaki meşaleden ortadaki demirden koltuğu aydınlatan, oturanı uykusuz bırakacak korkudan titretebilecek, karanlıklardan korkmasını sağlayabilecek bir düzenekti. Gulamlar sağa sola geçerken, Celaleddin Mois’i koltuğa oturtup karanlıklardan bir ahşap sandalye alarak karşısına oturdu.
            Korkunç derecede soğuk gözlerini Mois’in gözlerine dikerek tek bir soru sordu:
            -“Eskalibor nerede?”
            -“Eskalibor ne ki?”
            -“İkinci soruyu, ilk soruma cevap alamadığım zaman sorgulanan kişinin kulaklarından birini keserek sorarım. Cevap versen iyi olur!”
            -“Eskalibor’u bilmem ama bildiğim bir Ekskalibur var, Latin keferesi Excalibur diye telaffuz eder onu mu soruyorsunuz?”
            -“Tatar casusları, Göksu yakınlarında bir Ermeni kilisesinde keşişlik yapan birini casus sanıp yakaladıklarında adama işkence yapmışlar konuşturmak için. İlkel yöntemleri kullanırlar ama işe yarar, uzuvlarını parça parça keserler. Adam ağzından Eskalibor isimli tılsımlı bir kılıcın var olduğunu, bunun için bir şövalye grubuyla birlikte nesiller önce kendinden öncekilere yemin ettirildiğini, yerinin saklı tutulduğunu söylemiş. Bilen tek kişi senmişsin, sende yemini içenlerdenmişsin. Seni bulmaları için Konya’ya casuslarını yollamışlardı, birini bulduk. Üzerinden çıkar emir seni bulmalarıyla ilgiliydi.”
            -“Yani şimdi memleketin yarısı talan oldu, siz tılsımlı bir kılıcın peşinde misiniz?”
            -“Devlete dair eleştirilerini sokakta yapta, burası Beridhane hatırlatayım, burada aleyhimize konuşan, çalışan çok adam var. Sen bize şu Eskalibor’u anlat.”
            -“Beyim, babam Abram vefat etmeden önce, benim bar mitzvah*olmamdan sonra bu sırrı açıkladı. Sırrı bilen dört ayrı dinden ve ulustan dört kişi seçmişler. Ben Yahudi olanmışım. Büyük dedem Aron zamanından beri gizli gelenekmiş. Diğerlerini tanımıyormuş ama biri Ermeniymiş, bu Tatarın işkencede konuşturduğu kişi olmalı. Diğerleri Latin ve Müslümanmış. Belli zamanlarda yeni gelenler yemine sadık kalmak için bir araya geliyorlarmış. En son bir araya gelmelerinden önce Latin ile Müslüman olanın sırrını aktaracak kimsesi kalmayınca, tamamen saklı kalsın sır diye babamlar hiç buluşmamışlar.”
            -“Gerçekten var mı?”
            -“Dediklerine göre var.”
            -“Peki tılsımı nedir? Nereden çıkmadır?”
            -“Yemini içerken babam anlatmıştı. Vakti zamanında Grek kafirinin Skitya dediği, Kırım’ın kuzeyinde Deşti Kıpçak bozkırlarında bir yere gökten bir cins kaya düşmüş. Demirden bir kutuymuş bu ve içinden bir ecinninin ölü bedeni çıkmış. Bu demirin sağlamlığını görünce bunun gökyüzünde yaşayan gök cinlerinin şeytan savar çeliğinden olduğunu anlamışlar. Bunu dövüp işleyip birde tılsımla işleyip muazzam bir kılıç yapmışlar. Bu kılıcı devrin hükümdarı Efrasiyab Kağan’a* hediye etmişler. Kağan kılıcın tılsımıyla dünyayı dize getirmiş. Kılıç birkaç hükümdar değiştirdikten sonra bir mezara gömülmüş. Asırlar sonra Atilla Han diye bir başka hükümdar bu kılıcı bulup Rum Padişahlığını*dize getirmiş. Ölümünden sonra kılıcı Uder Pendragon isimli bir Rum şövalyesi bulmuş. Bununla gidip batıdaki Britanya ceziresine*hakim olmuş ama bir okur üfler hokkabaz taifesinden Merlin nam bir keşiş bunu çalıp zalimliğine son verip bir kayaya saplamış. Kayadan zamanı gelince kılıcı çeken Uderin oğlu Artur isimli bir kafir kralı oranın padişahı olmuş. Kılıç bir şekilde elden ele kadimdeki Roma Cermen İmparatoru Frederik Barbarossa’nın eline geçmiş. Haçlı keferesiyle birlikte ordusunu alıp buraya kadar gelmiş. Dünyayı dize getirecekmiş. Ama Göksun nehrini geçerken boğulup ölmüş.
            -“Öldürüldü. Ama kimin yaptığı belli değil. Beridhanenin kayıtları arasında bir sürü rapor var olayla ilgili. Devrin beridçileri sultandan ihsan koparabilmek adına kimisi kah ben tuzak kurdum kah ben ip gerdim kah ben atı korkuttum kah ben zehirledim, kah ben vurdum öldü demişler. Sultan bakmış hikayenin bini bir para “Eceliyle öldü” diyeni kabul etmiş.
            -“Neyse beyim Barbarossa ölünce, bunun en muteber şövalyeleri kılıcı ve kendilerini bugün Antalya Konya yolunda bulunan Geyik Dağları’na saklanmışlar. Kimse ele geçirmesin diye. Dört kişi dışarıda sırrı korumuş. Zamanı gelince kılıcın varisine sırrı açıklasın diye. Kalanlar yemin içip orada kalmışlar.”
            -“Efrasiyab’ın kılıcıyken tekrar dövülen bir tılsımlı kılıcın hikayesini çocukluğumda duymuştum. Demek ki doğruymuş. Orada bizi bekliyor. Sultan’a götürünce bizi ihsana boğacağı kesin. Tez zamanda yola çıkalım.”
            -“Beni bırakacaksınız değil mi?”
            -“Kılıcı Sultan’a sununca yaptığın yardıma karşılık olarak ihsanları aldıktan sonra tabiî ki.”
            -“Sizinle mi geliyorum?”
            -“Biz defineci hoca değiliz ki gömüyü hazineyi bulalım. Yeri bilen sensin.”
            -“Beyim Allah rızası için beni öldürün ama oraya götürmeyin!”
            Celaleddin, Malik Aba ve diğerleri şaşkınca adamın yüzüne bakıyorlardı. Memleketin en tehlikeli adamlarına çekinmeden “Beni öldürün!” diye yalvartan korkunun sebebini arıyor gibiydiler. Yahudinin yüz bembeyaz kesilmişti.
            -“Neden? Ne var orada?”
            -“Babamdan dinlediklerim doğruysa o mezarı koruyanlar varmış. Cermen şövalyeleri ant içtikten sonra ölmüşler. Ölümlerinden kalkıp gece gezen hortlaklarından olmuşlar. Oraya yaklaşanı parçalayarak yedikleri söylenir.”
            -“Yıllar önce Antalya Konya yolu tarafında “Susığırlık” diye bir köyün üst tarafında Kabirtepe diye bir dağda hortlak var diye kulağıma çalınmıştı. Kurt, eşkıya masalı işte.”
            -“Kabir orada. Kılıçta. Ama beni götürmeyin. Babam gözleriyle görmüş o hortlaklar gerçek!”
            -“Hazineyi korumak için uydurmuşlardır. Tılsıma büyüye inanırımda bu yaşıma kadar ne ecinni ne hortlak gördüm! Zaten yanında biz varken hortlaklar en son korkacağın şey olsun. Alın bunu yukarıdan elbise verin, bizim arabayı hazırlasınlar.”
            Behram ve Ehirmen, emri alır almaz Mois’in kollarına girerek odadan çıkardılar. Celaleddin yerinden kalkarak kapıya yürürken Malik Aba kolundan tutarak gitmesine engel oldu:
            -“Adamın korkusu yüzünden okunuyor. Öyle böyle değil.”
            -“İnandığı için korkuyordur. Yoksa gerçek olduğundan değil. Bu halk cahildir her şeye inanır.”
            -“Tılsımlı bir kılıcın peşine düşüyorsunda hortlaklara mı inanmıyorsun?”
            -“Korkuyorsan burada kalabilirsin subaşım seni çağıran yok. Sen geldin peşimize takıldın. Kalıp şehri idare etmen gerek ama boşver, nasıl olsa Tatarlar yarın burada olur. Onlarla savaşmaktansa hortlaklarla yüzleşmek iyidir.”
            -“Adamları toplayın. Yirmi kişi daha alın! Harekat-ı Eskalibor başlamıştır. Gazamız mübarek olsun!”
            Birbirlerine müstehzi bir şekilde son kez bakan iki görevli, demir kapıdan çıktıklarında diğer gulamlarda peşlerinden odayı terk ettiler. Gulamların adımları taş zindanlarda çınlarken, oradan fersah fersah uzakta, uçsuz bucaksız Anadolu bozkırının kuru toprağında bir grup Moğol savaşçısının atlarının nal sesleri çınlamaktaydı. Moğol ordusunun girdiği yerlerde, Cengiz Han’ın buyurduğu üzere halkın büyük bir kısmı katledilirken 12 yaşın altındaki erkek çocukların devşirilerek orduya alınması usulüne riayet edilerek devşirilen çeşitli boyların ve aşiretlerin, şehirlerin ve beldelerin çocukları, her biri gök mavi üniformalı, parça zırhlı ve tolgalı, eğik kılıçlı demirden gürzlü, ucu kancalı zehirli oklarla mücehhez Moğol ordusunun bir parçasıydı. Bozkırda ilerleyen en genci 18 yaşında, Tatarlardan, Türkmenlerden, Horasan ve Harzem diyarlarından, Kıpçaklardan, Moğol aşiretlerinden ailelerinden koparılmış cehennemden gelme savaş ejderhalarını andıran cengaverlerdi.
            Bozkırda son hızla ilerleyen bu grup ise, Moğol ordularının keşif kolundan öte, bizzat Anadolu üzerine gönderilen Moğol ordusunun başbuğu Baycu Noyan’a bağlı gizli bir birimdi. Göksun’da istihbarat devriyesi tarafından yakalanan Ermeni keşişten öğrendikleri doğrultusunda Baycu Noyan, andası* Timur’a kendi seçtiği adamlardan gizli bir grup oluşturup kılıcı bulmasını emretmişti. Daha Cengiz Han yaşarken Tatarları baskına uğratması sırasında devşirilerek orduya genç yaşta katılan, Harzem seferlerinde ünlenen altmışlık koca savaş kurdu, kendisi gibi Tatar kabilelerinden ya da Kara Kitay bakiyelerinden kalma Kitan dili konuşanlardan ve Moğol kabilelerinden yetişme, avcılıkta ve savaşta maharetli, düşmanına aman vermeyen cinsten askerleri yanına alarak en iyi atlarla birlikte Sivas’tan Konya’ya doğru gizli dağ yollarından ve ovalardan geçmişlerdi.
Askerlerden birisi atıyla Timur’a yaklaşarak Tatar aksanıyla Ermeni rahibin yerini ağzından kaçırdığı Geyik Dağları’ndaki Kabirtepe dağında bulunduğu yere hala uzak olduklarını söyledi. İşkence sırasında aldıkları bu bilgiyle doğrudan Konya’ya gitmekten vazgeçerek kılıcın saklı tutulduğu Kabirtepe’ye doğru yola çıkmışlardı. Arada bir denk gelen boş köylere, rüzgar gibi geçtiklerinden kendilerini çıkaramayan köylülere ve kaçaklara takılmadan, kıraç bozkırın toprağını atlarının nallarıyla döve döve Moğol hakimiyetinin talihini belirlemek üzere ilerliyorlardı.
 Timur bir ara yayını çekerek biraz ileride gördüğü beş altı kişilik bir aileden oluşma kafileye doğru okunu yönelttiğinde, aldığı emir gereği diğer adamlarda hareketlerini bırakmadan aynı şeyi yaptılar.  Timur okunu hedefe gönderdiğinde onlarda oklarını serbest bıraktılar. Yaylarından kurtulan oklar ejderha zehri gibi tekinsiz ıslık sesleriyle ovayı velveleye vererek kafiledekilere saplandılar. Bir iki kişi hariç oklara hedef olanlar yürek parçalayıcı çığlıklarla feryat ettiler.  Timur aynı şeyi tekrar yaptığında yaralı olanların bir çoğu ölmüştü. O sırada içlerinden yaşlı bir adamın kalkıp onlara dönüp Türkçe olarak onlara bağırdığını duydu:
-“Lanet olsun size! Elleriniz, kollarınızı kurusun! Leşleriniz bozkırda kalsında, etinizi akbabalarla çakallar kemirsin! Kemiklerinizin üzerinde çıyanlar oynaşsın!
 Timur, adamlarından hızlı bir şekilde davranarak yayına yerleştirdiği okunu yaşlı adama gönderdiğinde adamın kanlar içinde yere yıkıldığını gördü. Moğol kafilesinin arka tarafındaki askerlerden birisi arkadaşına doğru eğilerek:
“-Bu hiç iyi değil! Lanetini okurken kanını döktük! Bu hiç iyi değil!” dedi. Sesi diğerlerinden duyanlar oldu ama her biri bozkırın tek hakimi olmuşken, onların zalimliklerini gören ifritlerin bile savaştan kaçacaklarına itimatları tamdı.

3.Geyik Dağları’nda Barbarossa’nın Mezarında

            Gecenin ayazında yirmi beş atlı, Konya bozkırında yıldırım hızında ilerliyordu. Ay ışığının parlak örme zırhlarını, pazubentlerini, tolgalarını ve silahlarını aydınlattığı gulamlar ile onların önünde ilerleyen her hallerinden esrar ve hüküm belli olan bir takım yüksek adamların olduğu kafile nereden geçerse geçsin halkın merakını çekiyor, aralarında sultan ve Tatar istilasına dair türlü dedikodular dolaşıyordu.
Gecenin ortasına doğru kafile Susığırlık köyüne yaklaşmıştı. Yöre halkı tarafından halen anlatılan bir efsanenin yaşandığına inanılan yerdi. Derlerdi ki, Rum Selçuklu Sultanlarından biri kafir üzerine sefere çıktığı sırada, askerleri susuzluktan kavrulmaktayken bu köye denk gelmişler. Köyde yaşayan ihtiyar bir kadın askerlerin susuzluğunu görünce onlara bir bakraç ayran getirerek hepsinin mataralarına ayranı paylaştırmaya başlamış. O an bir keramet olmuş, ayrana bereket gelmiş o bakraçtaki ayran hiç bitmeden tüm askerleri hem susuzluktan kurtarmış hem mataralarını doldurmuştu. İşte ona nispeten o kadının gömülü olduğuna inandıkları mezarın yanı başına bir çeşme yapmışlardı ki gelip geçen yolculara buradan yapılan ayranlar boşaltılarak bu gelenek yaşatılırdı. Gece gündüz nöbetleşe bir ayrancı beklerdi. Artık hikayenin etkisinden dolayı ayranın kerametine inandıklarından mı yoksa yaptıkları yoğurdun maharetinden mi bilinmez Susığırlık köyü ayranıyla ünlü bir yöre haline gelmişti.
Subaşı Malik Aba, Celaleddin’in yanına sürerek atını köyden geçerken mola vermeleri gerektiğini, meşhur ayrandan içtikten sonra yola devam edeceklerini söyledi. Celaleddin azarlar gibi haykırdı Malik’e:
-“Ulan madem canın ayran çekti yola çıkmadan içseydin?”
-“Susığırlık’ın ayranı meşhurdur, bir tas içip öyle devam edelim.”
-“Sultan bizden kılıcı bekliyor, Tatarlar sabaha karşı Konya’ya gelecek sen ayranın derdine mi düştün!”
-“Yahu biraz durup bir bilemedin iki tas ayran içeceğiz! Boğazımıza dizme! Ne kadar zamanımızı alır ki?”
-“Tatarın başbuğu Baycu Noyan’da kuşatmayı erteleyecek değil mi biz ayran içene kadar?”
            Subaşının adamlarına seslenmesiyle kafile dağlara doğru değil köye at sürmeye başladı. Kılıçlı tolgalı kalabalık bir kafilenin yaklaştığını gören ayrancı, yanındaki yardımcılarını kaldırarak bakraçlarla çeşmenin başına doğru koşmaya başladılar. Kafile köye girip çeşmenin önüne geldiğinde, çeşmedeki görevliler dağıttıkları tasları ayranlarla doldurmaya başladıklarında, Temmuz olmasına rağmen ortalık ayaza kesmişken içleri kavrulmuşçasına soğuk kuyu suyundan yapılma ayranları kısa sürede bitirip yenisini dolduruyorlardı. Ayrancılardan biri Mois’in bembeyaz yüzü ve titreyen haliyle karşılaşınca meraktan ne olduğunu sordu. Gulamların ters ters bakması üzerine ayran doldurmaya devam etti. Atlarının üzerinde ayranlarını içerlerken bir yandan dağları seyrediyorlardı. Ayrancılarda hem gulamları, hemde tuhaf görünüşlü üç esrarengiz adamı seyrediyorlardı. Az sonrada gerilerinden Celaleddin’in emriyle hazırlanan dört bir yanı kapalı dört atın çektiği bir araba geldi.
            Malik Aba köyün gerisindeki dağ silsilesine bakındı. Ayrancılardan birine dönerek Kabirtepe’nin hangi dağ olduğunu sordu. Adam silsiledeki en yakın dağı gösterek: “Oraya gitmek istemezsiniz beyim!” dedi. Malik Aba şaşırdı:
            -“Niye?”
            -“Beyim belki gülüp geçersin ama bu dağın hortlakları vardır.”
            -“Hortlak mı?”
            -“Hortlak beyim. Geceleri inlerinden çıkıp bebelerin, gelinlerin, hayvanların kanlarını içen, ciğerlerini söken hortlaklar. Zaten bu dağın adı o yüzden Kabirdağ. Buranın civarında kaç köy varsa hepsi toprak oldu, kalanlar kaçtı.”
            -“Siz buradasınız ama?”
            -“Burada yatan Dolu Ana’nın yüzü suyu hürmetine bizim köye ilişemezler. Köyün dışında gezerler. Görenler vardır, keferenin paralı Frenk askerleri esvaplarıyla gezinirler.”
Malik Aba Celaleddin’e baktı. Celaleddin umursamaz bir yüz ifadesi takınarak ayranını içmeye devam etti. Tasların içine koydukları mangırlarla beraber tasları köylülere verdikten sonra atlarıyla köyün dışına çıkarak Kabirtepe’ye doğru hızla ilerlemeye başladılar. Kısa süre içerisinde köyü geride bırakıp taşlarla kayalarla dolu dağa çıkmaya başlamıştılar. Bir müddet sonra eğim biraz fazla dikleşip kayaların sayısı artınca, ay ışığının aydınlatmasına rağmen meşalelerini yakarak atlarını yavaşlatıp öyle ilerlemeyi sürdürdüler. Mois’in titreyen eliyle işaret ettiği haç işareti resmedilmiş büyükçe bir kayadan sola dönerek tepeye çıkmaya devam ettiler. Kurt ulumaları ve baykuş sesleri kulaklarında çınlıyorken korkudan akıllarına hortlak söylentilerinin üşüştüğü gulamlar içlerinden dualar ediyordu. Mois ise çocukluğunda babasından dinlediği hikayelerden sonra kabuslarına giren dağda, gece yarısı bulunmasından dolayı artık bok yoluna gideceğine kesin inanmış bir şekilde dua etmekten vazgeçmişti.
Bir süre sonra Mois durmalarını söyleyip yine titreyen eliyle ilerideki mağara ağzına benzeyen geniş bir deliği işaret etti. Atlılar oraya doğru ilerlemeye başladılar. Ağzını ejderha başı gibi açmış mağaranın kenarlarına tuhaf şekilli yazılar ve haç işaretleri kazınmıştı. Behram askerlerden birinin elindeki meşaleyi alarak yazıların yanına yaklaştı ve okumaya başladı:
-“Latin lisanında yazılmış. “Ey yolu buraya düşen talihsiz ölümlü! Burada Roma’nın Büyük Kralı Frederik Barbarossa ve onun sadık şövalyeleri uyumaktadır! Onların huzurunu kaçıracak olanlar, ölümün soğuk nefesini hissedecekler!” Kenarlarına da üçer tane haç çizmişler.”
Celaleddin ve Malik Aba birbirlerine baktılar. Malik Aba kapıda yazanlara baktıktan sonra askerlere atlarından inmelerini emretti. İki askere dönerek atlara ve yolu tarif ettiği için görevi biten Mois’e göz kulak olmalarını söylediler. Celaleddin:
-“Hep birlikte mi gireceğiz? Bilseydim kışladan birkaç bölük daha alırdık yanımıza!”
-“Güvenlik amaçlı. İçeride bizi neyin beklediğini bilmiyoruz. Hadi bu Yahudi belki sizden korkuyordur da köylüleri gördün. Boşaltılmış köyleride.”
-“O köyler ta Sultan Kılıçarslan’ın Eskişehir’de Haçlı keferesiyle cenk ettiği dönemlerde boşaltıldı. O zamandan beri boş, hortlakla alakası yok.”
-“Sonradan neden iskan edilmedi?”
-“Ben ne bileyim kardeşim istihbaratçı mıyım vergi tahsildarı mıyım?O neyse de Mois’i nende hala yaşatıyoruz?”
-“Savaş sonsuza dek sürecek değil ya. Memleketin bezirganlara ihtiyacı var. Onlar ticaret yapıp gezecekler, devlet kazanacak.”
-“Ha anladım, rüşvet kaynağını kurutmak istemiyorsun. Kalsın bari.”
Atlı araba güç bela kafileye yetiştiğinde Celaleddin ve Malik Aba’nın ardından eli meşaleli adamları mağaraya adımlarını attılar. Kuru zeminde, tavanında yarasaların sarktığı tavanda bir iz bir işaret arayarak, en dipteki karanlığı görebilmek istermişçesine yuvalarında dönen gözler, bir o yana bir bu yana dönen meşalelerle birlikte hareket ediyordu. Bazı dönemeçlerden çıkıp, birkaç yokuşu geçtikten sonra tünelin ucunda bir ışık huzmesi gördüler. Hızlı adımlarla oraya doğru ilerlediler. Işık gittikçe büyümeye başladı. Gözleri bir başka mağara galerisine açılan doğal geçidi seçmeye başladı. Geçitten geçtikten sonra oldukça geniş bir açıklığa gelmişlerdi.
Tepedeki bir delikten ayışığı tüm odayı aydınlatıyordu. Işığın tam altında büyükçe, beyaz mermerden yapılma bir lahit vardı. Lahdin üstünde tüm haşmetiyle Frederik Barbarossa’ya ait zırhını kuşanmış ve altından bir taçlı miğfer taşıyan iskelet vardı. İskeletin ayaklarının üzerinde geniş bir kalkan duruyordu. Sarı bir zemin üzerinde kanatlarını iki yana açmış tek başlı siyah bir kartal simgesi, bunun tam ortasında da yine sarı zeminli bir kalkan şeklinin ortasında üç siyah leopar simgesi vardı. Ellerini göğsünde kavuşturmuş, fazla uzun olmayan, eski bozkır kılıçları gibi kısa kabzalı, demirden olduğu halde saf gümüşmüşçesine parlayan, kemik kabzalı bir kılıç tutuyordu. Bu hikayelerde anlatıldığının tersine basit görünen ama içindeki kudreti sıra dışı parıltısında gösteren efsanevi Ekskalibur’du. Bunun çevresinde de üstünde sadece kalkanlar ve miğferler bulunan on üç adet beyaz mermerden lahit vardı. Celaleddin boş lahitleri Malik Aba’ya göstererek alaycı bir şekilde: “Etraftaki ağlara bakılırsa buraya giren çıkan olmamış. Kılıcı değersiz diye çalan olmamış diyeceğim kralın yüzükleri bile duruyor. Ama şövalyeler kayıp. Demek ki o kadar sadık değilmişler ki burada ölmek yerine kaçıp gitmişler. Boş safsata olduğunu söylemiştim.”dedi. Malik Aba söylendi: “Hüküm kılıcı gerçekten varsa, efsane gerçektir!”
Celaleddin kralın lahdinin başına giderek iskeletin boş gözlerine baktı. İskeletin ellerini çekerek kılıcı eline aldı. Tam kaldıracakken Malik Aba’nın belinden kılıcını çekerek Celaleddin’in yanına gelip kılıcının ucunu onun gırtlağına dayadı. Celaleddin sinirli bir şekilde bağırdı:
-“Delirdin mi sen? Ne yaptığını zannediyorsun?”
-“Hüküm kılıcı Eskalibor bu demek. Efrasyab’ın kılıcı yani. Bunu alan dünyaya hükmediyorsa, benimde hükümdar olmamda hiçbir sakınca yoktur.”
-“Sultan’ın emrine karşı geliyorsun! Askerler sultan adına yakalayın!”
-“Onlar benim adamım, beni dinlerler sadece.”
-“İsyan lan bu! Düpedüz isyan! Yedi ceddinizi, eşiktekinizi beşiktekinizi Beridhane’ye çektirip karılarınızı kapıdaki Habeşli kölelere kerttireceğim gözünüzün önünde lan! Tatarlardan önce billurlarınız kesip şeftali niyetine yedirteceğim size!”
-“Yeni Sultan’a karşı saygısızlık etmiyor musun?”
-“Lan gulamlar kime söylüyorum! Lan Sultan Antalya’daysa ferman burada bu deli kavatı mı dinleyeceksiniz beni mi?”
-“Bana kılıç üşürmezler çünkü ben onları bey yapacağım!”
-“Hadi oradan aç köpek! Ne ara bey oldun da toprak dağıttın pezevenk! Sultan olacakmış! Lan bir kere hükümdar soyuyla alakan yok. Hadi Sultanın ceddi ana tarafından Efrasiyab neslinden, babası Türkmen beylerinden! Lan senin baban kim belli değil?”
-“Sultan Malik. Malikli Devleti’nin kurucusu. Yedi cihan’ın hakimi!”
O sırada Behram’ın çifte bıçaklarıyla onların yanına atılıp ikisinin gırtlağına bıçakları dayadı. Celaleddin haykırarak:
-“Lan bana değil buna daya!”
-“Demin düşündümde böyle bir babasızla Sultan gibi bir korkak yerine kadim Pers şahlarının soyundan gelme Behram’a yakışır taht diye düşündüm! Bunlarda beylerim olurlar hatta ne beyi satraplarım! Her birisi dünyayı yönetir değil mi aslanlarım! Pers Devleti’nin sadık askerleri olacaksınız değil mi?”
-“Ben böyle işin içine sıçayım biri sultan sanıyor biri Pers kavmiyetçisi çıktı. Lan siz Fars bürokratlarının alayı kafayı bununla bozmuş zaten, Büyük Selçuklu yıkıldı hala kin güdüyorsunuz bize!”
-“Önce siz sonra Tatarlar! Hepinizi bozkıra geri süreceğim!”
Behram’ın gözleri gelecek hayalleriyle parıldarken, Ehirmen’in çifte kılıcını Behram’la Celaleddin’in sırtına dayadıktan sonra haykırdı:
“-Şeyhimizin velayetiyle bu kılıca ben el koyuyorum?”
Malik Aba: “Şeyh mi? Ne şeyhi?” diye gürlerdi. Celaleddin alaycı bir şekilde:
-“Sultan sanan ve Pers kavmiyetçisi tamam. Bir Haşhaşi eksikti şimdi tam oldu. Zannedersem tek eksiğimiz Tatar!”
Celaleddin’in cümlesi ağzından çıkar çıkmaz kulağına ayak sesleri geldi. Geçidin gerisinden bir grup insan geliyor gibiydi. Bir anda içeriye ellerinde ok ve yaylarıyla çekik gözlü Moğol savaşçılarının girdiğini gördü. Hızlı bir şekilde gulamların etrafını sararak oklarının uçlarını onlara çevirdiler. Normal şartlarda yakın savaş eğitiminde eğitim almış gulamlar bu Tatar ve Kitay erleriyle kolaylıkla savaşabilirdi ama ellerinde ok bulunurken normalden hızlı bir şekilde ok kullanabilecekleri bilinen bu Moğol grubuna karşı yapabilecekleri hiçbir şey yoktu.
Moğol askerlerinin arasından altmış yaşlarına merdiven dayamasına rağmen hala dinç görünen uğursuz suratlı, askerleriyle aynı tipta gök üniforma içinde plakalı göğüs zırhı kuşanmış Borcu Timur öne çıktı. Lahdin olduğu yere doğru diğerlerinin şaşkın bakışlarının arasında kendinden emin adımlarla yürüyerek lahdin üstüne bir hamlede çıktı. Etrafına bakındıktan Celaleddin’in elinin üzerinde durduğu Ekskalibur’a eğildi. Sonra Malik Aba, Behram ve Celaleddin’in yüzlerine alaycı bir ifadeyle bakarak:
            -“Demek meşhur hükmeden kılıç bu ha. Eskalibor. Basit bir şey gibi görünüyor ama dünya dışı bir acayiplikle ay ışığında parlaması değerini gösteriyor. Yüce hanımız Ögeday Han’a götürünce, dünya hükmedici Moğol ulusunun tarihini yazarken, andam Baycu Noyan ve başbuğumuz Hülagu Han kadar benimde ismimden bahseder belki.”
            Malik Aba:
            -“Ne yani? Sen kendi elinde böyle bir imakn varken onu teperek köle yaşamına devam etmeyi mi seçiyorsun?”
            -“Devlete bakış açılarımız çok farklı. Bizler gücümüzü disiplin ve sadakatten alırız. Sizler ise en ufak çıkar için birbirinize sırt çevirirsiniz. Birlikte çalışmanız gerekirken kendiniz düşman bellersiniz. Kösedağ’da otuz bin kişiydik! Siz seksen bin kişiydiniz! Ama savaşı biz kazandık! Siz kaybettiniz! Birbirinize güvenemediniz! Başınıza gelen bu felaketler hep Tanrı’nın bir uyarısı!
            Celaleddin:
            -“Hah! Bir putperestin vaaz vermesi eksikti o da tamam oldu!”
            -“Sizi dağda bulmamız iyi oldu, yerini tam bilmiyorduk çünkü. Sizi takip ettik. Dahası şu ağır arabayı, hazine için hazırlattığınız arabayı! Bir taç birkaç yüzük var o kadar onlar para eder belki!”
            Borcu Timur etrafa bakındı. Sonra dörtlüye bakarak:
            -“Bu anlamsız Horasan açmazını* nereye kadar sürdüreceksiniz?İçimden on’a kadar sayıp emir vereceğim. Ya şimdi şu halde kendinizi öldürün ya da oklarımızla can vermenin şerefini tadın!”dedikten sonra eğilerek kılıcı eline aldı. Havaya kaldırarak yansımasına baktı. Ağırlığını kontrol edip birkaç kez boşluğa savurdu. Bu gergin ortamda dehlizden gelen bir başka koşma sesi hepsini şaşırttı. Gedikten içeri bu kez koşa koşa nefes nefese kalmış Abramınoğlu Mois girdi:
            -“Söylemem gereken bir şey var. Yolu kaybettiğimden buraya geldim ama son anda hatırladığım bir detay hepimizi buradan çıkartmaya yetecektir!” diye bağırdı.
            Celaleddin sinirle haykırdı:
            -“Birazdan hepimizin götünü kesecekler, bu dünya ile irtibatımız kopacak, Tatarlar hakimiyeti garantiledi. Söyle anasını satayım.”
            -“Babamın anlattığına göre, onlar buraya bir kere girmişler. Çok eskiden ama dedem sırrı açıkladıktan sonra. Onlarda girdiklerinde lahitleri boş görünce hortlakları yok zannetmişler!”
            -“Merak etme, yeni hortlak adayları olarak bizde onları aratmayacağız birazdan!”
            -“Hatırladım beyim! Hortlaklar var ama lahitte yatmıyorlar. Tavana bakın!”
            -“Tavana mı?”
            Gulamlardan birisi tavana başını hızla çevirdiğinde gördüğü manzara karşısında korkudan küçük dilini yutabilirdi. Okkalı bir küfür etmesiyle diğerleri de kafalarını yukarı kaldırdılar. Ağızlarından Türk, Tatar ve Moğol ağızlarında küfürler döküldü. Karanlığa alışmış gözleri, tavana asılmış yarasa sürülerinin aralarında, baş aşağı asılmış Haçlı şövalyelerinin giydiği armalı siyah, sarı desenli kıyafetlere bürünmüş on iki insan gördüler. Cehennem ateşlerinin korlarını andıran kızıl gözleri, keskinliği şüphe götürmez sivri dişleri ve siyah tırnaklı uzun parmaklarıyla korkunç ifritleri andırıyorlardı. Tavanda asılı duran korkunç hortlaklar yürekleri korkudan donduran insan dışı tıslamalarıyla askerlerin üzerine uçtuklarında ortalık birbirine girdi. Askerlerden kimisi okla kimisi meşaleyle kimisi kılıçlarını topuzlarını savurarak direnmeye çalışıyorlardı. Ama ne Haçlıları püskürtmüş gulamlar, ne de dünyayı titreten Moğol ve Tatar savaşçıları bu hortlakların pençelerine kapılarak tavana çekilip boğazlarının dişlenip kanlarının çekilmesine engel olamıyorlardı.
            Hortlaklardan birisi lahdin üzerinde elinde Ekskalibur’la dikilmekte olan Borcu Timur’un tam önüne atladı. Askerlerinden daha fazla deneyime ve yaşa sahip olmasının yanında, önüne çıkana çatabilecek dengesizlikte biri olan Borcu Timur boşta kalan eliyle hortlağın yakasına yapışarak burnun ortasına doğru hızlı ve sert bir şekilde kafa attı. Hortlağın bu sert darbeye rağmen kendisine halen tıslamakta olduğunu görünce elindeki Ekskalibur’u hızla hortlağa doğru savurarak bir hamlede kafasını kesti. Hortlağın kafasıyla bedeni farklı yönlere doğru düşerken, Borcu Timur bir sıçrayışta lahitten atlayarak askerlerin arasından sıyrıldı ve geçice doğru koşmaya başladı.
            Malik Aba askerlere dönerek: “Kafalarını kesin kafalarını!” diye bağırdı. Celaleddin, Malik Aba’yı kolundan sürükleyerek: “Hortlağa denk getirebildilerde kafalarını kesmeleri kaldı! Kılıcı ondan alalım!” dedi.  İkisi askerlerin arasından sıyrılarak Borcu Timur’un ardından geçide girerken Behram’la Ehirmen, onların ardından koşmaya başladılar. Son anda Malik Aba geçitten geri gelerek kralın iskeletinin parmaklarındaki yüzükleri, boynundaki madalyonu ve başındaki altından miğferi alarak aldıklarını üzerine takıp miğferi başına geçirdikten sonra, yeniden koşarak geçide daldı. Abramınoğlu Mois’de o hengamede çöktüğü yerden kalkarak onların arkasından geçide girdi. Hortlaklardan birisi yanındaki iki hortlağa dönüp Cermence bir şeyler söyledikten sonra geçide doğru uçarak kaçanların ardına takıldılar.
            Borcu Timur keskin nişancı gözleriyle her türlü ayrıntısını rahatlıkla görebildiği zifiri karanlık mağaradan kolaylıkla çıkarak atlara doğru koştu. Fakat o sırada arkasından çıkan bir hortlak atların yerdeki kazıklarından kurtularak kaçmalarına neden oldu. Elinde Ekskalibur’la hortlağa dönen Borcu Timur tepesinde dikilmekte olan heyulaya bakarken mağaradan çıkan Ehirmen’in elindeki koca hançeri hortlağın boynuna fırlatmasıyla hançerin yaratığın boynuna saplanması bir oldu. Bir sıçrayışta hortlağı ayaklarından yakalayarak yanına çeken Ehirmen hançeriyle dev gibi ellerinin arasında debelenen hortlağın kafasını kesti.
            Borcu Timur etrafına bakınarak bir at ararken az ileride, büyükçe bir uçurumun kenarında duran siyah demirden at arabasını gördü. Hızla arabaya doğru koşarak sürücü koltuğuna atlayacaktı. Kendi atlarını tutan iki Moğol askerinin kendisine doğru koştuğunu gördüğünde onlara geride duran Ehirmen’e saldırmalarını söyledi. Moğol askerleri Ehirmen’e doğru hücuma geçtiği sırada Malik Aba, Celaleddin, Behram ve Mois’in mağaradan iki hortlakla birlikte fırladıklarını gördü. Celaleddin atları göremeyince o hengame içinde: “Arabanın orada!” diye bağırdı.
            Belki hayatında ilk kez panikleyen Borcu Timur, yanlış bir zamanda heyecana kapıldığını anlayamadan o hislerle arabanın kapısını  açarak içine atladı. Celaleddin ve Malik Aba’nın da içine atlamasıyla bir yanı havaya kalkan araba, Behram’la Mois’in atlamasıyla iyice havaya kalktı. Durumun vehametini anlayan ama hızını kesemediği için duramayan koca cüsseli Ehirmen’in arabaya çarpmasıyla araba uçuruma doğru devrildi. Behram ve Mois’in düşmemek için kemerine yapışması da Ehirmen’i arabadakilerle birlikte uçuruma çekti.  Koca araba, uçurumun ayaklarında bulunan köyün yakınlarına doğru düşmeye başladı. İçindekilerin son dualarını etmeye vakti bile olmadı.
            Selçuklu’nun ve Moğolların geleceklerinin bağlı olduğu bu insanların düşünebildikleri yegane şey, korkudan ziyade ne olduğunu anlayamamanın verdiği bir hiçlik duygusuydu. Ne olduğunu anlayamadan düşmeye başlamışlardı. Siyah demirden araba, atlar ve içindekilerle, üzerindekilerle birlikte sertçe toprağa çarptığında  etrafa büyük bir gürültü yayıldı. İçindekiler ruhlarını Azrail’e çoktan teslim ettiği halde köydeki insanlar bu gürültüye rağmen camdan dışarı bakmaktansa, korkularından dolayı battaniyeleri kafalarına çekip duymamayı, görmemeyi tercih ettiler. Meraklarının üzerini korku toprağıyla örterlerken güneşin doğmasını beklemeye koyuldular. Geceyi dağ tepelerinde yankılanan hortlakların sesleri ve kovaladıkları askerlerin çığlıkları sarıyordu ama bunlar bile meraklarını yenmiş korkularına galip gelemedi. Zaten gecenin bitmesine şunun şurasında ne kalmıştı ki? Sabahın getireceklerini bilmekten uzak bir halde kendilerini çoktan uykunun kollarına bırakmışlardı.
4.Karanlık İşler Bunlar

            Günün yeni yeni ağardığı, hala gece ayazının soğukluğunu taşımasına rağmen güneşin doğmasıyla yeniden yanıp kavrulacak havada kuşların salındığı bir sabah vaktinde, Susığırlık köyüne doğru üç atlı yaklaşmaktaydı. Diyarı Uç Türkmenleri gibi kenarı kürklü keçe börkler giymiş, üstlerinde kırmızılı beyazlı esvaplar olan, sırtlarında okları ve yayları, bellerinde kılıçları, serdengeçti tipleriyle Kayı boyunun beyi Ertuğrul ile iki yoldaşı, gözcülerinin haber verdikleri bir gariplik üzerine obadan ayrılarak bu yana gelmişlerdi. Kader onları daha batıya, uçlara taşımadan önce bu tür bir alametin belirmesini neye yoracaklarını bilememişlerdi.
             Atlılar sanki bir devin eğip büktüğü siyah demirden bir at arabasının yanına gelmişlerdi. Arabanın içinde ve yanında bazı cesetle duruyordu. Atlılardan birisi, Ertuğrul Bey’e dönerek ganimet olarak arabadan bir şeyler alıp almayacaklarını sordu. Ertuğrul Gazi atının burnunu yoldaşlarına çevirerek gür bir sesle: “Ölü soymak bize yakışmaz! Vuruşsak ganimet olurdu!” dedi. O sırada gözüne az ilerde toprağa saplı duran eski tip kemik saplı, ama ışığın altında gümüşçesine parlayan bir kılıç çarptı. Atını kılıcın yanına sürerek kılıcı eline aldı. Yoldaşlarına gösterip: “Çelik ve kılıç ta ceddimizden bize işarettir, kuttur. Bu kılıç burada saplıysa bu bize bir kısmettir, bir işarettir. Bu bize armağan sayılır.” dedikten sonra atını oba yönüne çevirerek oraya doğru hızla sürdü. Yoldaşları da ardından sürdüler atları.
            Onların gitmelerinden bir süre sonra evlerinden çıkan köylüler hatta nöbet sırası gelmiş ayrancılar, evlerinden birer birer çıkarak kaza alanına geldiler. Eğri büğrü olmuş arabaya, parçaları görünen cesetlere ve atların leşlerine fazla yaklaşamadan durup bakmaya başladılar. Hepsinin aklında kafasında bir sürü soru işareti vardı. O sıralarda iki atlının kalabalığa yaklaştığı göründü. Konya şehrinin gulamlarından Uzun Çavuş ile onun yanındaki sohbet ihvanı askerini, uzaktan parlak zincir zırhlarını ve tolgalarını gören askerler tanıdılar.
            Gulamlar köye gelir gelmez atlarından inerek kalabalığa yaklaştılar. Uzun Çavuş’la askerin karşısına diğerlerine göre giyimi daha düzgün birisi çıktı. Köyün sipahisi olduğunu söyleyerek bu sene mahsül olmadığını, bu yüzden emrindeki tımarlı sipahileri kendilerine gönderemediklerinden yakındı. Uzun Çavuş:
            -“Ağa hepiniz sözleştinizde asker göndermediniz onu biliyoruz. Bu kalabalık niye toplandı?”
            -“Kusura bakma asker ağa birden öyle gelince…”
            -“Sana mı geliyoruz? Moğollar Konya’ya yaklaştı, kuşatma eli kulağında diye Sultan’a haberci saldık bizde ne olur ne olmaz diye peşinden giderdik. Ne oldu burada?”
            -“Gulam ağa  dün gece buraya sizinkilerden gelenler oldu siyah bir at arabasıyla.”
            -“Bizimkiler kim?”
            -“Gulamlar. Başlarında subaşılar felan vardı herhalde. Sabaha arabayı ve ölenleri bu halde bulduk. Uçurumdan düştüler herhalde.”dedi.
            Uzun Çavuş ve asker, kalabalığı yararak arabanın olduğu alana yaklaştılar. Cesetlere baktıktan sonra Uzun Çavuş şaşkınlıkla askere:
            -“Bunlar bizimkiler! Biri Behram, İranlı beridçi. Ötekisi Ehirmen. Arabadakiler kim öyleyse?”
            Uzun Çavuş arabaya çıkıp içine baktığında şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı. Askere dönerek bağırdı: “Dün gece bana sır ne diye soruyordun. Ortaya çıktı şimdi. Gel de bak.” Asker ve köyün sipahisi de arabaya çıkarak içindekilere baktılar. Uzun Çavuş hepsini teker teker göstererek:
            -“Münhi Celaleddin. İstihbaratın başı. Bu dün gece aldıkları Yahudi bezirgan. Bu da bizim subaşı Malik Aba. Haçlı kolye takmış, haçlı miğfer takmış demek ki gizli din değiştirenmiş. Şu adamı ilk kez gördüm ama üstündeki mavi esvap ve nişanları bunun Tatar bölük beylerinden biri olduğunu gösterir.” dedi. Sipahi:”Eee sır ne?” diye sordu.

            Uzun Çavuş kah askere, kah sipahiye kah köylülere dönerek bağıra bağıra anlatmaya başladı:
            -“Bunlar Sultan’a ihtilal tertip etmek isterlerdi. Harekat-ı Eskalibor dediler. Esatiri* bir Frenk kılıcı olan Eskalibor’un adı. Dün gece yahudinin karısından öğrendim. İstihbaratın başı, Konya subaşısı gecenin bir vakti Tatar komutanlarından biriyle irtibata geçtiler. Yanlarına pazarlık edebilmeleri için parası bol bir bezirganı aldılar. Subaşı muhtemelen gizli bir Ermeni, bey felan herhalde haçlı altın miğfer felan. Çıktılar dağda buluştular ama Allah’ın gazabına uğrayıp uçurumdan yuvarlandılar. Ama bunlar bir hiç. Bunların arkasındakiler var.”
            Uzun Çavuş ve asker arabadan inerek köylülere doğru yürüdüler:
            -“Bunlar kendi başlarına yapamazlar. Bunları bir kısım bey ve sipahi desteklemiştir. Artık sizin hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”
            -“Ne demek istersin gulam ağa?”
            -“Sizin köy bugüne kadar ayranıyla meşhurdu ya, bundan sonra bu kazayla meşhur olacak. Susığırlık Vakası yada Harekat-ı Eskalibor. Sultan Moğol kafiriyle birlikte sizinde kellenizi alacak! Beylerin ve sipahilerin!”
            Uzun Çavuş ve asker köyden çıkarken sipahi onlara yalvarmakla meşguldü.
            Hepinizce malumdur ki, tarih gerçekleri anlatır efsanelere yalan gözüyle bakar, Ekskalibur’da böyle oldu. Bir kılıç bir imparatorluğun hayatını değiştirdi. Kendi yorumuna inanıp Eskalibor Harekatı diye, bir kılıçtan ihtilal örgütü bulan Uzun Çavuş yeni subaşı atanırken, zaten beyleri kendi emrine almak için onları tepelemeye fırsat arayan Sultan Gıyaseddin’in de eline bir tutamak geçmişti. Olmayan bir ihtilal örgütü yüzünden Selçuklu bürokrasisi ve eyalet yönetimi, Moğol’a birleşecekleri yerde birbirlerine düştüler. Bir devletin kaderi böyle sonuçlanırken, yenisinin kaderi belki de kim bilir babasından kendisine kalan bu basit kılıçla halkının kaderini değiştirecek olan henüz doğmamış oğlu Osman Bey’in ellerinde yeniden şekillendirilecekti kim bilir?
           

SON

Mehmet Berk Yaltırık
5 Ekim 2010 – Edirne


* Payitaht: Başkent.
* Münhi ve Berid: Klasik dönem Türk İslam devletlerinde istihbarat ve haberleşme görevlilerine verilen isim.
* Gulâm: Selçuklu devlet teşkilatında sultanın, meliklerin ve vilayet beylerinin emrinde bulunan kapıkulu askerleri.
* Bezirgan: Uzun mesafeli ticaretle uğraşan tüccar.
* Tatar: 13.yüzyıl İslam kaynaklarında ve  dönemin İslam coğrafyasında, Moğollara içindeki Türk, Tatar ve Moğol kabilelerinin farkları gözetilmeksizin Tatar denilmiştir. Moğol İstilası yerine Tatar İstilası tabiri kullanılır.
* Betig: Ferman.
* Subaşı: Bölgenin askeri amiri.
* Rum Selçuklu Devleti: Anadolu Selçuklu Devleti’nin dönemin belgelerindeki resmi adı.
* İsfahan: İran’da bulunan o dönemde ünü dünyayı tutmuş sayılı şehirlerden birisi.
* Deylem: İran’ın kuzeyinde, Hazar denizinin güneyinde, Tabaristan ile Gilan bölgesinin arasında bulunan dağlık bölge.
* Kol gezmek: Devriyeye çıkmak.
* Uğru: Hırsız.
* Beridhane: Ne Selçuklularda nede diğer Müslüman devletlerinde beridler varsa da beridhane diye bir yapı yoktur, eserdeki beridhane sadece bir mekan isimlendirmesidir.
* Sai: Selçuklu ve İlk İslam Türk Devletleri istihbarat teşkilatında, Divan-ı Berid’e bağlı Sahib-i Haberlere, yani bölgelerde görevli saha istihbaratçılarına bağlı, derviş kılığında haber, rapor taşıyan, gözlem ve takip yapan piyade unsurları.
* Sahib-i Berid: Divan-ı Berid’in reisi, tüm beridlerin ve haberleşme görevlilerinin amiri.
* Ribat: İslam devletleri teşkilatlanmasında sınırlara kurulan gözlem karakolları. Gazilerin sürekli kaldığı bu yerler, Selçuklu istihbarat teşkilatında habercilerin ve casusların yolculuk ettikleri konak sisteminin bir parçasıydı.
* Bar Mitzvah: Yahudi erkek çocuklarının 13 yaşına geldiklerinde, dinsel yükümlülüklerini taşımaya başlamalarına dair yapılan dinsel törenden sonra aldıkları sıfat.
* Efrasiyab: Türk mitolojisinde adı geçen, Farsların Efrasiyab, Türklerin Alp Er Tunga, Yunanlıların Madyas dediği efsanevi hükümdar.
* Rum Padişahlığı: Roma İmparatorluğu kastedilmektedir.
* Cezire: Ada.
* Anda: Eski Türklerde, iki kişinin birbirlerine hediye sunarak kanlarını akıtıp kan kardeşi etmelerinden sonra yeminli kan kardeşi olma töreni. Birisi birine andam yahut andası diyorsa kan kardeşi demektir.
* Horasan Açmazı: O yüzyılda ve o coğrafyada Meksika Açmazı anlamsız geleceğinden ve saçma kaçacağından onun yerine o devirde hareketli bir sınır şehri olan Horasan’a gönderme olması açısından bu ismi seçtim. (Y.N)
* Esatiri: Mitik.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder