![]() |
Stenka Razin, Sailing in the Caspian Sea, Vasily Surikov, 1906. |
(İlk olarak 23 Ekim 2013'te, "Ölümsüz Öyküler" sitesinde yayımlandı. MBY)
1670-Astrahan Şehri)
(Stefan “Stenka” Razin[1] İsyanı esnasında)
1
Korsanların ve sair serüvencilerin ömrünün pek uzun
olduğu söylenemez. Ancak ister uzun ister kısa bir ömür sürsünler, serüvenciler
namlarıyla yaşadıklarından ötürü ne kadar yaşadıklarına pek dikkat etmezler.
Onlar için önemli olan nasıl yaşadıklarıdır. Bu nedenle en korkulu serüvenlere
gözü kapalı atlarlar, en tehlikeli seferlere girişmekten çekinmezler. Kimisi
ilk seferinde açlıktan feleği şaşmış bir deniz canavarının midesinde bulurken
kendisini, bir diğeri arkasında zafer naraları atan denizciler ve haydutlarla
görkemli şehirleri yağmalardı. Hele ki insanların hayat gailesine daha bir sıkı
sarıldığı, dünyanın henüz tam anlamıyla bilinmediği o günlerde, savaşçılık bir maharet
ve hayatta kalmanın ikinci yoluyken (ilki nefes alabilmekti), nam saldığınız
derecede korku saçardınız. Güngörmüşler dehşetli hikâyelerinizi anlatırken
yeniyetmeler sizlere özenirdi. O dönemlerde kuşkusuz yüksek ve camdan binaların
içinde oturup çalışmak, denizde ölümü beklemekten daha az tehlikesizdi ancak
sıkıcı olduğu kesindi. İşte o yüzden o devrin delikanlıları baba yadigarı
yatağanlarıyla, babalarının kılıcıyla kendi talihlerini arayan Vikingler ve
dedelerinin yaylarıyla dünyanın dört yanına at süren Oğuzlar misali maceradan
maceraya koşarlardı.
Destanların kan ve mürekkeple, kılıç ve baltalarla,
oklar, top ve tüfek gülleleriyle yazıldığı o karanlık ancak ihtişamlı günlerde…
Hazar Denizi’nin batısında Kafkas Dağları’nın yüce
zirveleri, güneyinde ise Elburz’un mızrak misali göğe dönük sivri tepeleri
yükselirdi. Doğusunda Türkistan bozkırları uzanırken kuzeyinde Rusların Volga
dediği İdil ile Ural dediği Yayık nehirlerinin hırçın denize döküldüğü liman
şehirlerinin ve kayıkhanelerin bulunduğu geniş araziler bulunurdu.
Padişahların, çarların, sultanların, şahların, emirlerin ve mirzaların
gölgesinde bir nice kavmin kanlarını döktüğü Hazar kıyılarında, kervanlardan ve
gemilerden taşan zenginliğin haddi hesabı bulunmazdı. Rus, Gürcü, Lezgi,
Kabardey, Çeçen, İnguş, Oset, Alan, Kalmuk, Kazak, Kazan Tatarı, Kırımtatar,
Nogay, Çinli, Hiveli, Ermeni, Azeri, İranlı, Hintli, Osmanlı, Türkmen, Slav,
Bulgar, Rum bir nice kavimden ve devletten gelme tüccarın, bezirganın, korsanın
ve eşkıyanın eksik olmadığı bu topraklarda ve sularda kah at sırtında kah şayka
denilen uzun tekneler üzerinde gidip ok çekip mızrak savurur, tüfeng atar bir
nice netameli ve namlı yiğit vardı.
Hazar’ın deli suları üzerine şaykaların, firkatelerin,
kadırgaların, kalyonların, kalyataların, baştardelerin, mavnaların,
üstüaçıkların, aktarmaların, kancabaşların ve dahi sair teknenin, sefinenin
sayısı hesaba gelmezdi ki yine hesap kitap tutmaz miktarda da haydudu, korsanı
mevcuttu.
İşte bu korsanlardan biri de Orakoğlu Nogaylarından
gelme Küçük Mirza kabilesinden Batırgazi oğlu Arslanbek idi. Nam-ı diğer Ataman
Arslanbek. Ömrü bir oradan bir buraya savrulmakla geçmiş, maceralı, olaylı ve
fırtınalı bir hayat sürmüş, haklı bir şöhret edinmişti. İşte bu şöhrete binaen
aslında bir ataman olmamasına rağmen bir atamanmışçasına nam saldığı için
meslektaşları, hasımları ve hısımları tarafından bu lakapla anılagelmişti. Genç
yaşında Kırım Hanlığı’na bağlı Nogay süvarilerinin arasında ömür sürdürmekteyken
kan davası nedeniyle önce Kabardey Nogaylarına katılmış, katıldığı çapul
çetesinin reisiyle ganimet yüzünden kavga edince onların da yanından ayrılarak
Don Kazaklarının ülkesine sığınmıştı. Onların çapullarında pişmiş, onlar gibi
kafasını kazıtıp bir ecel perçemi bırakarak dolaşmaya başlamış, ancak onların
aksine okunu ve yayını bırakmamıştı. Kâh esir düşmüş kâh firar etmiş, Zaporogye
Kazaklarının arasında da bir süre bulunmuştu. En son Don bölgesine doğru
hareket eden Rus ve Kazak köylüleriyle birlikte yeniden Aşağı Don taraflarına
gelmişti. Böylece ünlü Kazak Atamanı Stenka Razin’in askerleri arasına
katılmış, onun hesabına yağmalara ve cenklere girişmişti. 1667’de 2000 kişilik
bir filo ile Aşağı Volga’dan önce Derbend’e, ardından Mazenderan tarafındaki
Ferahabad’a saldırarak buraları darmadağın etmişler, kışı Bakü yakınlarında
geçirmişlerdi. İran Şahı I. Hüseyin bunların cüretkâr saldırıları üzerine
alelacele bir donanma hazırlatmıştı. Çoğu Acem ve dağlı Türklerden, gelişigüzel
toplanma bu filo 4000 kişi de olsa elbette ki ömrü nehir ve deniz üzerinde
savaşlarda geçmiş Kazak ve Tatarlarla başa çıkmak için yeterli olmamıştı.
Haziran 1669’da İranlıları tarumar ederek Şah’ın Hazar Denizi’ndeki
faaliyetlerine son veren Kazaklar, Stenka Razin’in önderliğinde bu sefer
kuzeye, Ejderhan da denilen Astrahan şehrine doğru kürek çekmişlerdi.
Ancak bu alelade bir yağma seferi değildi. Bozkır
halklarının, Kazakların, Tatarların ve başka kimselerin, şehirlerde oturan
zengin Ruslara karşı başlattığı bir köylü isyanına dönüşmüştü. İsveç ve
Lehistan savaşlarının ağır vergi yükü altında ezilen köylüler, topraklarını
bırakıp güneye, Kazakların topraklarına iltica etmişlerdi. Bunları ardına alan,
hatta Kazan Tatarlarından ve bunların mirzalarından katılanlarla birlikte güçlerini
7000 kişiye çıkaran Stenka Razin, Astrahan kapılarına dayanarak şehre
girdiğinde Ataman Arslanbek de onların yanındaydı. İşte şimdi gece vakti nehre
bakan bir meyhanede, kendisinin yanında savaşmış olan, kafaları güzel bir
şekilde birbirlerine yağmalarını anlatan Kazakların, neşelerinden kaytarma
oynayan birkaç Kırımtatarın ve mirzalarının yiğitliğiyle övünen bir-iki Kazan
Tatarının arasında, eline geçen birkaç yüz sikkenin hesabını yapmaktaydı.
Çoğunu güzel bir Slav kızını evinden kaçırıp işini gördükten sonra yanlarında
gezen Kırım Yahudilerinden köle tüccarlarından birine satarak kazanmıştı. Astrahanlı
bir zenginin mahzeninden aldığı Kırım bağlarından gelme şarabı, Astrahan
yağmasından hayatta kalan buradaki son ayaktaşlarıyla paylaşırken, bir yandan
da bahçelerden birinden aşırıp meyhaneciye pişirttikleri, nar gibi kızarmış
hindileri ve yine bir zenginin mahzeninden aldıkları Frenk peynirini midelerine
indirmekle meşgullerdi. Arada bir dönüp kendi lisanlarınca “Savbolasın Arslanbek akay!”, “Spasiba
Hetman!” diyorlar, naralar savuruyorlardı. Birer ikişer şehirli kız kaçıran diğer
adamları ise şehrin kim bilir hangi ıssız köşelerine doğru savuşup gitmişti.
Meyhanedeki bu hengâme meyhanenin kapısının
açılmasıyla bir anlığına son bulmuştu. Kapıda beliren bir gölge üzerine, her
biri küfreder gibi dönüp o yana bakmıştı. Meyhanenin önünde Arslanbek’in
İranlılardan yağmaladığı süslü bir kilim parçasının ucuna sarılarak bir nevi
sancak haline getirdiği mızrağı saplı durmaktaydı. Bozkırların töresine göre bu
oranın sahipli olduğunu, başka bir Kazağın ya da kimsenin oraya böylesine
dalamayacağı anlamına geliyordu. Böyle bir durumda düşmanlarına sataşmayı
bırakıp kendi aralarında hır gür çıkarmaları pek sık görülmüş bir şeydi.
Kapının dışındaki karanlığın içinde dikilip duran gölge Kazakların lisanında
içeriye: “Ye Hetman Arslanbek?” diye
seslendiğinde içeridekiler gayri ihtiyarı kıllanmıştı ama Arslanbek sesin
sahibini tanımıştı. Müstehzi bir sırıtmayla kapıya dönüp Osmanlıların ve
Yalıboyu Kırmlıların konuştukları lisanda seslendi: “Vay Kopuk! Sen mi geldin?” Kapıdaki gölge Arslanbek’in sesini
duyunca heyecanlı adımlarla meyhaneye girip etrafı kontrol edip kapıyı
örttükten sonra içeriye yürüyerek kollarını açıp bağırmıştı: “Ataman Arslanbek! Eski dostum!” Adamın
tuhaf bir giyinişi vardı. Osmanlı denizlerindeki baldırı çıplak Cezayir
korsanlarının kılığı, belinde çifte yatağanı ve piştovu, kulağında ve
sakallarındaki inci boncukları ve küpeleri, başındaki sarıklı külahı, suratında
tuhaf denilebilecek bir yüz ifadesi ve hafif topallayarak yürümesiyle bu
taraflarda pek de rastlanılmayacak tipte biriydi. Arslanbek’in üzerine
sarılacak gibi yürüdüğünde Arslanbek bir anlığına yerinden fırlayıp belinden
çektiği kılıcın namlusunu adamın gırtlağına dayayarak olduğu yere mıhlamıştı.
Ardından kılıcını beline sokup kahkahalarla adama sarılıp masasına buyur edip
bir testi şarap da ona doldurmuştu.
“Bir an için
gırtlağımı acımadan keseceksin zannettim!”
“Zaten
kesecektim de… Attığın son kazıktan sonra!”
“Ne kazığı? Sana
kazık atmadım, tamamen talih…”
“Manastırdan
yağmaladıklarım bana yeterdi, tuttun koca altın haçı çalmamı istedin! Senin
yüzünden Zaporojye’ye götürülüp bir buçuk sene Zaporog Kazaklarından işkence ve
hakaret gördüm!”
“Zaporog
Kazaklarının dini hassasiyetlerini nereden bilebilirdim ki? Ben bile kendi
dinimle fazla ilgilenemiyorum. Hem sana sikke kazandırdığım da olmuştur, yalan
mı? Sana bir kötülüğüm dokunsa buralara kadar gelip karşına çıkabilir miyim?”
“Doğru, yalan
yok bana sikke kazandırdığın da olmuştur. Ancak bir çıkarın olmasa kalkıp
gelmezsin. Kopuk Süleyman! Yediğin haltlar yüzünden Osmanlı sularında gezinmen
yasaklanmalı!”
“Zaten başıma
gelen de aşağı yukarı aynı şey. Kader beni öyle yerlerden öyle yerlere
sürükledi ki… Hayatımı sen biliyorsun! Kostantiniyye’de Galata rıhtımının
yamaklarından biriyken öldürdüğüm bir kaptan yüzünden Trabzon’a kaçmamla
başladı her şey!”
“Kaptanı kumar
borcu yüzünden öldürmedin mi? Kumar hastalığı var sende, en olmayacak
maceralara kalkışman da bundan! Trabzona’a geldin yine kumar-bahis meseleleri
ve kanlı olaylar yüzünden kalkıp Kırım’a göçtün. Orada da rahat durmayınca
Kabardey topraklarına gittin. Sonra çok gereğin varmış gibi benim peşime
takıldın. Birlikte yağmaladık, saldırdık, vurduk, oradan Don Kazaklarına ve
Zaporoglara birlikte katıldık, gerçekten memnundum ama ben hapse düştüğümde sen
çekip gitmiştin! Beni kaçıracağını söyleyip Tuna’ya gittin!”
“Ne yapayım
fırsatım olmadı?”
“Tuna’ya çekip
gitseydin! Ne diye mahpusa gelip kurtaracağını ama önce Tuna boylarına gitmen
gerektiğini söylüyorsun? Bir buçuk sene seni bekledim be! En sonunda içeriye
bir başka, gerçek ataman atmışlardı da adamları isyan çıkarıp mahpusu ele
geçirince firar edebildim!”
“Tuna boylarında
istemediğim şeyler oldu. İnce donanma deneyimi sayesinde korsanlığa başladım
neticede ama Eflaklı bir tüccarın kızı yüzünden oralarda da pek tutunamazdım
tabi. Adam peşime kiralık katillerini salmıştı! Her limana adamlarını
göndermişti, Karadeniz’e hemen geçemezdim. O yüzden Kostantiniyye’ye geri
döndüm, iki yıl kadar orada kaldım sonra havasını sevmedim İzmir’e geçtim. Gerçi
yine kumar ve karı belasına İzmir’e gelmiştim ama orada da pek rahat duramadım
tabi. Oradan Cezayir korsanlarına iltica ettim. Gayet güzeldi, korsanlık
iyiydi. Ta ki Cezayir’deki yeniçerilerden birine kumarda borçlanıncaya kadar,
onlar da borçlarını kanla yahut sikkeyle almak konusunda pek ısrarcıydı… Oradan
geçip Tunus dayısına sığındım. Birkaç seferin ardından bir gemi çalıp, Napoli
prenseslerinden birini kaçırıp fidye istemek gibi son derece mükemmel bir fikir
bulmuştum. Tunus dayısına ait bir gemiyi kaçırdığımdan en başta battım tabi.
Sonra gemi gerçekten battı ve Tunus dayısının cellatlarıyla yüzleşmektense
Trablusgarp’a kaçayım dedim. Orası daha uzaktı yani göz önünde değildim, arada
Mısır ve Suriye’ye gidebiliyordum.”
“Orada kumar
oynayıp kayıplara karışmak daha kolay tabi…”
“Aksine şansım
açıktı ama parayı Lübnanlı güzellerin elinde çarçur ettim. Bu sefer de kumarda
yendiklerim peşine takıldı. Hile yaptığımı iddia ediyorlardı. Tamam, Trablusgarp
çöllerinde bir Berberi hokkabazdan birtakım hileler öğrenmiş olabilirim ama her
oyunda kazanmam bununla açıklanamaz tabi! Trablusgarp defterdarı kumardaki
ünümü duyunca benimle kapışmak istedi. Koca ocağın hazinesini kumarda kazanmamı
hazmedemeyince oradan da kaçmak zorunda kaldım!”
“Anadolu’ya mı
gittin?”
“Nereden bildin?
Ama tabi önce bir Fas mevzuu var…”
“Kâhin değilim
ya, kaçabileceğin başka neresi kaldı ki?”
“Fas’a kaçtım. Oradan
da yeni kıtaya geçecektim. Şansımı Yeni Dünya’da deneyecektim. Bindiğim geminin
Cezayir’de durası tuttu. Gök gözlü bir Cezayir güzelinin peşinden sokaklara
dalmıştım ki tüm Akdeniz’de arandığımı öğrendim. Karadeniz gibi orası da bana
kapalıydı, aranan bir suçluydum. Oradan kaça kaça Anadolu’ya geldim tabi.”
“Oradan ne için
kovuldun? Hem eşkıyalık da yapabilirdin seni kimse bulamazdı kolay kolay?”
“Elime
geçirdiğim bir şey beni bu yana getirdi. Sonra Astrahan’ı Kazakların ele
geçirdiğini duyunca buraya geldim sabahtan. Bazı işlerimi hallettim ve burada
olduğunu öğrendim!
“Beni bulaştırma!
Başımı belaya sokmak istemiyorum var yoluna dön!”
“Elimdeki şeyi
öğrendikten sonra öyle demeyeceksin ama. Artık yağmalara, akınlara koşmamıza
gerek kalmayacak…” Kopuk Süleyman,
etrafını kolaçan ederek kuşağından bir deri parçası çıkarıp gösterdi: “Bu haritanın ucunda ne altınlar ne
mücevherler var bir bilsen!”
Arslanbek gülüp geçmişti: “Ulan ömrüm o haritalarla geçti be! Kırım Yahudilerinin sarhoş
Kazaklara kakaladığı sayısız define haritası gördüm böyle! Bunun için mi ta
buraya dek taban teptin?”
“Bu sefer gerçek…
Adım gibi eminim!”
“Kesin üzerinde
yazıyordur! Hem ben senin adından da emin değilim, sürekli kaçtığın için gerçek
adını sen de unutmuşsundur!”
“Dinle
be Batırgazi Oğlu! Ben haybe işle uğraşır mıyım? Tamam. Kumar falan onların haricinde
haybe işlerle uğraşır mıyım? Meselenin önünü ardını bilmiyorsun. Harezmşah
Hazinesini hiç duydun mu?”
“Hiç
işitmişliğim yok. Ama Harezmşah adı hiç yabancı gelmiyor. Lakin nerede duydum
hiç hatırlamıyorum.”
“Sultan
Muhammed Harezmşah diye birine ait. Eski bir hükümdar, ta Cengiz Han
zamanlarından. Cengiz Han’ın ordularına yenilince tüm hazinesini alıp Hazar
Denizi’nde bir adaya saklamış.”
“Ve
bunca sene bulunamamış öyle mi?”
“Haritada
yazanlar böyleydi. İlk gördüğümde aslı astarı var mı bilmek istedim.
Kostantiniyye’de okumuş yazmış birkaç medrese talebesine sordum, böyle bir
hükümdar gerçekten varmış. Dahası Hazar Denizi civarında Abaskun’a yakın bir
adada öldüğü biliniyormuş. Ama hazinesinin bahsi bilinmiyormuş. Haritayı
asırlar önce bir Ermeni papaz hazırlamış ama kadim Rus yazısıyla yazmış aslını
kimse anlamasın diye. Sadece açıklamayı Ermenice yazmış ve dediğine göre
haritanın asıl halini firari bir eşkıyadan satın almış. Konuştuğum medrese
talebeleri Muhammed Harezmşah’ın oğlu Celaleddin’in bir eşkıya tarafından
öldürüldüğünü anlatmışlardı. Bu da haritanın gerçek olduğunu gösterir.”
“Tut
ki gerçek, okuyamadığın bir haritayla nasıl define bulacaksın?”
“Kadim
Rus yazısını okutabilmek için Moskova’ya dek gittim. Bir kilise talebesine
okuttum. O kadar sarhoştu ki yazılanları çoktan unutmuştur bile! Söylediklerini
de oracıkta kafama yazdım! Okumam yazmam pek yok ama şekilleri çıkarabiliyorum.
Sultan Harezmşah hazinesini tılsımlı bir adaya saklamış. Ada belli bir rota
üzerinden gidildiğinde açığa çıkıyor.”
“Bunu
niye Moskova’ya dek götürdün ki şekillerden ve haritadan yerini ben bile
anlardım bunu?”
“Bazı
açıklamalar vardı. Bunun için önemliydi. Sonra zaten hemen buraya dek kâh at
sırtında kâh kürek çekerek geldim.”
“Benimle
ne alakası var?”
“Bana
gemi ve adam lazım. Bir de iyi bir denizci. Aslında seni aramıyordum bunları
arıyordum ve biraz para toplamaya çalıştım ama başarılı olamadım. Sonra şehre
girenler arasında dedikoduları dinlerken adını duyar duymaz sora sora buraya
geldim! Aklıma senden yardım alabileceğim düşüncesi geldi.”
“Paramı
böyle bir işe harcayabileceğimi kim söyledi?”
“Haydi
bre Arslanbek! Sen de bir Tatarsın, ruhen Kazaksın, Çıfıtlar gibi hazine
biriktirmek huyunu nereden kaptın?”
“Senin
gibi yanar döner bir adama neden güvenmeliyim? Yanlış anlama, gel bana katıl
birlikte yağmalayalım, kadınlara ve altınlara sahip olalım. Ama gerçekliği
şüpheli bir define için neden paramı ve hayatımı hiçe sayayım?”
“Dünya
giderek eskiyor ve ihtiyarlıyor Arslanbek. Stenka Razin ve adamları dün İran
şahını mağlup ettiler, bugün Rus çarına meydan okuyorlar. Yarın belki
Kostantiniyye kapılarına dayanacaklar kim bilir? Ama bizler Stenka Razin
değiliz, çar veya sultan da değiliz. Kendi kesemizi ve geleceğimizi düşünmemiz
lazım. Bu hazine de bizim geleceğimizin teminatı. Benim de param var, fazla
olmasa da ortaya koyuyorum çünkü geleceğimizi düşünüyorum. Hem sana olan
borcumu da kazık atmamış olsam bile ödemiş olurum!”
Kapının gürültüyle açılması ve
biranda içeriye birkaç kişinin girmesiyle konuşmaları bölünmüştü. Birkaç Kazak
ve Tatardan oluşma çetesinin başında, Kazak kılıklı bir adam içeridekileri
süzüyordu. Kapıdaki saplı mızrağa rağmen bunu yapabilmeleri Kazak töresince
savaş manasına gelmekteydi ancak çoğu sarhoş olduğundan meselenin inceliğini
kavrayamamıştı. Arslanbek adamları şöyle bir süzdükten sonra Süleyman’a
eğilerek: “Beni bulmadan önce burada da
kumar oynamaya kalkmadın değil mi?” diye sormştu. Süleyman sırıtarak: “Ne kumarı? Sadece gemi ve adamlar için
sermaye topladım o kadar!” demişti.
Kazak giysili adam Süleyman’ı görür
görmez üzerine yürümeye kalkınca Arslanbek bir hışımla ayağa kalkıp adamın
önüne geçmişti. Kazak, saç tıraşına rağmen belinde ok kuburluğu, sırtında yayı
ve ucu eğik Tatar kılıcıyla arz-ı endam eden Arslanbek’i görür görmez
tanımıştı. Arslanbek’in bu hareketi üzerine adamları da içmeyi bırakarak ayağa
kalkıp içeriye girenlerin etraflarını sarmışlardı. Kazak sinirden titreyen
sesiyle, Kazak aksanlı Tatar lisanıyla konuşmaya başladı:
“Ataman
Arslanbek. Meselem senlen tüvildir, qarşında oturgan şu ergele Türknen!”
(Meselem seninlen değil, karşında oturan şu hergele Türk ile!)
“Kazak
töresini menden kop aruv bilesin Danilo. Qapu öni mızragım tigili bolduğu alde
içerige bulay talduğına köre başına kelecekleri de bilesin…” (Kazak töresini benden daha iyi bilirsin Danilo.
Kapı önünde mızrağım dikili olduğu halde içeriğe böyle daldığına göre, başına
gelecekleri de bilirsin…)
“Ataman,
senlen bir alıp beremediğmiz yok. Sağa saygıda kusur etmeymiz, ataman bolmadığın
alde birkop Kazak ve Tatar seni ataman dep ayta, biz seni ayrı körmeymiz. Biz mınav
namıssızı isteymiz!” (Seninle bir alım veremediğimiz yok. Sana saygıda
kusur etmeyiz, ataman olmadığın halde birçok Kazak ve Tatar seni ataman diye
anar, biz seni ayrı görmeyiz. Biz bu namussuzu istiyoruz!)
“Elini
kolunu sallap mınav akaya tiymek ne addine?” (Elini
kolunu sallayarak bu adama dokunmak ne haddine?)
“Mına
akay meni ve batırlarmı kandıra! Zar oynaydık. Birdenbirge qazanmağa başlap,
epimizi soyup soganga şevire!” (Bu
adam beni ve yiğitlerimi kandırdı! Zar oynardık. Birdenbire kazanmaya başlayıp
hepimizi soyup soğana çevirdi!)
“Akay
bileginin akkıyla qazana, kumarda coyttuysannız sesinnizi kesip kabul etesinniz,
bileginize küvenmiysenniz neşin oynaysınnız?” (Adam bileğinin hakkıyla kazanmış, kumarda
kaybettiyseniz sesinizi kesip kabul edesiniz, bileğinize güvenmiyorsanız neden
oynarsınız?)
Tam o sırada hanın içine başka bir
grup girmişti. Bunlar Kazanlılardan ve Kırımlılardan oluşma, Nogay çetelerinden
olup neyden sonra Stenka Razin’in adamlarına arasına karışmış gruplardan
biriydi. Başlarındaki kişi Süleyman’ı göstererek: “Aha! Puştı yakalagan!” diye haykırdı. Ardından Arslanbek’e
dönerek: “Batırlarnın batırı Ataman
Arslanbek! Mınav puştı mağa beresin! İlekâr erip, kumar oynap talanımızga köz
tikip er bir akşamıznı şalga!” (Yiğitlerin yiğidi! Bu puştu bana veresin!
Hilekâr herif, kumar oynayıp talanımıza göz dikip her bir akçemizi çaldı!)
Arslanbek adama bakıp: “Mınav akay sizni
kumara zorlamagan, o alde siz neşin zar atmağı sürdüresiz?” (Bu adam sizi
kumara zorlamamış, o halde siz neden zar atmayı sürdürdünüz?) diye tersledi. Adam,
Arslanbek’in sert çıkmasından ötürü sinirlense de metanetini koruyup: “Arslanbek, biz sağa itimat etemiz. Em men
seni tanayım, cigit Orakoglı ahfadını bileyim. Özüm Nogay balasıyman. Ormembekoglıymız.”
(Biz sana güveniriz. Hem ben seni tanırım, yiğit Orakoğlu soyundan gelenleri
bilirim. Ben de Nogay çocuğuyum, Ormembekoğlu’yuz) diyerek yaltaklanmaya
çalıştı.
Arslanbek, Süleyman’a dönüp: “Beni arayana kadar başını bunlardan başkalarıyla da belaya sokmadın
değil mi?” diye sordu. Süleyman’ın yine sırıtarak: “Pek sayılmaz…” dediği sırada bu sefer içeriye kendilerine has
lisanlarıyla konuşan, baştan ayağa kürklere bürünmüş, Kalmuklar girdi.
Kalmukların başında duran, sorguçlu bir börk giymiş olan reisleri Süleyman’a
doğru anlaşılmaz seslerle bağırmaya (muhtemelen sövmekteydi) başlayınca
Arslanbek bir kere daha Süleyman’a dönüp: “Ulan
Kalmukları da mı kazıkladın?” diye sormuştu. Süleyman yine sinir bozucu sırıtmasını
takınıp ayağa kalkıp: “Lisanlarını pek
anlamıyordum ama zar sayıları ve para miktarını parmak hesabıyla anlatabiliyorlar…”
demişti.
Kopuk Süleyman bu gergin ortamın
raconunu pek de iyi biliyordu, defalarca maruz kalmıştı. Defalarca da paçasını
kurtarmıştı. Masa duran şarap dolu testiyi bir hamlede kapıp Kalmukların
reislerinin kafasına fırlatınca kızılca kıyamet kopmuştu. Birçok dilden küfür
ve tehdit ortalığı kaplayıp yumruklar ve silleler savrulmaya başlamıştı.
Arslanbek, içinden pek gelmediği halde Nogay reisin suratına yumruğu sallayınca
kavga daha da kızışmıştı. Kalmuklar, reisleri baygın düşünce kinlenip Süleyman’ın
üzerine yürüdükleri esnada Arslanbek’e bağlı Kazaklar ve Tatarların
silleleriyle karşı karşıya gelmişler, Nogaylar da Arslanbek’in yumruklarından
nasibini almışlardı. Kırımtatarları, durumdan istifade yağma konusunda
kayırıldıklarını düşündüklerinden Süleyman’ın davasını bırakıp Kazaklara
saldırmaya başlayınca ortalık cenk sahrasına dönmüştü.
Arslanbek, en son Kazakların reisi
Danilo ile yumruklaşırken, Süleyman saklandığı masa altından çıkarak Danilo’nun
yakasına yapışarak Kostantiniyye sokaklarındaki külhanilerden öğrendiği şık bir
hareketle suratının ortasına kafa atmış, koca Kazak ağzı burnu kan içerisinde
yere yıkılırken Arslanbek’in koluna yapışıp: “Tez vakitte buradan çıkalım!” diye haykırmış, hanın arka kapısına
doğru hamle etmişlerdi. Arkalarından gelenler olunca, onları oyalasın diye
şarap fıçılarının arasına saklanmış şişman hancıyı yerinden kaldıran Süleyman,
koca adamı bir tekmeyle üzerlerine yuvarlayarak adamları kapının olduğu yere
mıhlamıştı. Arslanbek’le birlikte omuz vurdukları ahşap, zincirli kapıyı
kırarak kendilerini sokağa atmışlar, karanlık sokaklara saparak handan
uzaklaşmışlardı. Astrahanlılardan kalma kadim bir camii harabesinin dibine
geldiklerinde soluklanmak için durmuşlardı. Tömbeki dumanından ciğerleri harap
olmuş Süleyman aksıra tıksıra olduğu yere çöküp nefes almaya çalışırken,
Arslanbek kılıcını tekrar çekip Süleyman’ın gırtlağına dayayarak onu camii
duvarına yapıştırmıştı. Süleyman güç bela nefes alarak konuşabildi:
“Niye
kılıç çektin, istemeden seninle de mi kumar oynadım?”
“Başımı
durduk yere belaya soktun! Stenka Razin’in ordusunun neredeyse yarısını peşine
takıp geldin!”
“O
halde beni neden o adamlardan kurtardın?”
“Sen
asla bu kadar çok kişiyi soyacak denli hile yapmazsın. Diyelim ki yaptın
gideceğin ilk yer bir kerhane olurdu. Mal biriktirmeye çalıştığın belli, daha
fazla altın ve gümüş topluyorsun. Bunu da boşuna yapmıyorsun. Hazine gerçek
demek ki…”
“Hazineyi
bulmak için nasıl gemi ve tayfa ayarlayabilirdim ki? Yine de sana ihtiyacım
var. Sadece altın ve gümüş bulmakla alakalı değil, iyi bir savaşçısın ve
denizcilik deneyimin var.”
“Beni
de kandırmak istiyorsun, ilk fırsatta bunları alıp tüymeyeceğini nereden
bileyim?”
“Tüyecek
olsam seni neden sefere ikna etmeye çalışayım? Hayatımızın hazinesi olacak bu.
Ele geçirdikten sonra gidip kendi çiftliğimizi kurabiliriz, hatta kendi
ordumuzu kurup sultanlığımızı bile ilan edebiliriz!”
Arslanbek kılıcını kınına soktuktan
sonra etrafına bakınarak: “Limana
ineceğiz. Her kaptanla ve her gemiyle anlaşamayız. Bize kısa yoldan iyi bir
gemi, iyi bir kaptan ve iyi adamlar lazım. Trabzonlu Selim Reis ve akrabaları
var. Cinayet bokuna ailesiyle birlikte seneler evvel buralara yerleşmiş, birkaç
kere görmüşlüğüm vardır. Eğer hala yaşıyorsa ve yeğenleri de yanındaysa bizi
hazinenin saklı olduğu yere götürebilir. Hazineden iyi bir paya ve topladığımız
altınlara ikna olacaktır. Yürü gidelim!”
Süleyman ve Arslanbek hızlı
adımlarla oradan uzaklaştıkları sırada, harabenin köşesinden iki karaltının
kendilerini takip ettiklerinden habersizlerdi. Handaki kavgadan sıyrılıp
kendilerini takip eden dört Kazanlı, muzaffer bir sırıtışla birbirlerine
baktılar. Adamlardan birisi: “Define
lapını eşitgende Aybulatoglı[2] kop süyüne!”
(Define sözünü işittiğinde Aybulatoğlu çok sevinecek) demiş, iki tanesi
Arslanbek ile Süleyman’ın peşine takılırken diğer iki tanesi bağlı oldukları
başbuğlarına onları ihbar etmek üzere şehrin içlerine doğru koşturmuşlardı. O
sırada merkeze yönelmiş Kazanlıların gözleri bir anlığına asırlık nehirden
geçmekte olan ve Razin’in sancağını açmış, Kazak giysili ve Rusça konuşan
tayfalarla dolu esrarengiz, koca bir firkateye takılmıştı. Ancak çok
oyalanmayarak yeniden şehrin merkezine doğru koşmaya başlamışlardı. O sırada
gemideki Kazak kılıklı tayfalardan birisi kıyıdaki meyhanelerde içip içip nara
atan Kazaklara tiksintiyle bakarak yanındaki tayfalara usulca fısıldamıştı: “Oryol byl potoplen! No yego syn budet zhit’
vechno!” (Oryol batırıldı. Fakat oğlu sonsuza dek yaşayacak!) Henüz sarhoş
olmamış bazı Kazaklar, şehri ele geçirdikleri sırada batırdıkları efsanevi Rus
firkatesi Oryol’un[3] hayaletini gördüklerini
zannederek ürpermişler, işgüzar birkaç Kırımlı ise bilmiş bir şekilde Stenka
Razin’in emriyle yeniden yapılmış olup olmayacağı üzerine bahse girmişlerdi…
2
Ataman Arslanbek ve Kopuk Süleyman,
sarhoşluktan yollara yıkılan, kavgaya tutuşmuş Kazakların arasından sıyrılıp
Astrahan’ın kadimden kalma surlarından çıkıp ay ışığı altında parıldayan tılsımlı
nehrin kıyısına varmışlardı. Kimi sazlardan kimi ahşaptan yapılma balıkçı
kulübeleri ve tekne rıhtımlarına dek gelip, tuzlanmış balık kokularını
soluyarak ve duvar diplerinde kafayı çeken balıkçıların fısıltılarını
dinleyerek Trabzonlu Selim Reis’in ve akrabalarının kaldığı barakayı
aramaktalardı. Önündeki rıhtımda sekiz sıra kürekli sağlam görünümlü bir
karamürselin bulunduğu çift katlı, ahşap bir evin önüne geldiklerinde Arslanbek
evin kapısının önüne gidip kapıyı yumruklamıştı. Dört bir yanı kamışlarla yamanmış
kapı hafifçe aralanıp kapının ardından aksanlı bir ses Rusça “Kto eta?” (Bu kimdir?) diye sorduğunda
Arslanbek: “Aç kapıyı Selim Reis! Benim
Arslanbek!” demiş, kapı yeniden örtülmüştü. İçeriden birkaç adamın: “Emice!”, “Emice!” diye bağrıştığını duydular. Süleyman, şaşkınca sordu: “Burası olduğunu nereden anladın?” Arslanbek,
müstehzi bir ifadeyle burnunu çekerek kokuyu işaret etti. Süleyman burnuna
çarpan kesif balık kokusunun tiksintiyle karşıladı: “Ne? Balık mı? Balık kokusuna mı bakmalıyım? Balık kokusundan nefret
ederim! Hatta balığın kendisinden de nefret ederim.” diye gürledi.
Arslanbek şaşkınlıkla: “Balıktan nefret
eden korsan da ilk defa görüyorum.” deyince Süleyman denizi işaret ederek: “Ömrüm denizlerde geçtiği için tiksiniyor
olamaz mıyım?” diye sitem etti. Ardından yeniden kokudan tiksindiğini
göstererek: “Ulan hem buranın her yeri
balık kokuyor be! Neyi koklayıp neyi anladın?” diye de ekledi. Arslanbek
gülerek: “Yuh senin burnuna bir de
Kostantiniyyeli olacaksın. Bu kokuyu bilmen lazım…” deyince Süleyman belli
belirsiz sırıtarak: “Hamsi! Burada da
çıkarılıyor demek?” diye sordu. Arslanbek yeniden havayı koklayarak: “Pilavla birlikte yiyen yoktur pek. Ben
Trabzon’dan Kırım’a çalışmaya gelenlerin yediğini görürdüm, denizci olmadığım
halde burnum iyi koku alır. Pilav ve hamsi kokusu sayesinde buldum, hamsili
pilav pişirmişler!” dedi. Bir süre sonra kapıyı, Süleyman’ın Boğaz Kalesi
yamaklarının üzerinden aşina olduğu giysilere bürünmüş bir adam açıp onları
içeriye buyur etti.
İçeride yuvarlak, bakır sinilere
oturmuş, hamsili pilavı kaşıklayan, kimisi şerbet kimisi şarap içen, kimi Laz
kimi Çepni uşağı birçok Karadenizlinin aralarında buldular kendilerini.
Adamlardan en yaşlı olanı ve başındaki siyah abayla en dikkat çekeni yerinden
kalkarak Arslanbek’e doğru yürüyerek karşıladı: “Goca Ataman Arslanbek gelmuş, sefa geturmuş…” Süleyman, Arslanbek’e
dönerek: “İnsanlar sana hakikaten saygı
gösteriyor…” deyince, Arslanbek müstehzi bir ifadeyle: “Epeydir kumar oynamıyorum ondandır…” diye karşılık verdi. İhtiyar
her ikisine birden sofrayı gösterip: “Ha
soframuza buyurun…” dediğinde Arslanbek, sağ yumruğunu derviş selamı gibi
göğsüne götürüp: “Eyvallah Selim Reis.
Yemiş kadar olduk. Seninle hususi bir mevzuda hasbihal etmemiz iktiza eder...”
dedi. Selim Reis, kafasını sallayarak, kendisini takip etmelerini söyleyerek
ahşap merdivenleri çıkmaya başladı. Selim Reis’in kaldığı anlaşılan, çifte
kandillerle aydınlanan büyükçe bir yere geldiler. Selim Reis merdivenlerin
çıktığı yerin kapısını örterek Süleyman ile Arslanbek’i yatağının dibindeki
divana buyur etti. Ardından divanın başköşesine çökerek Arslanbek’e sordu:
“Hayurdur
Arslanbek, Ataman Stenka Acemlere sefer ettuğu vakitten beridur görmeduk seni?
Gelmen hayir midur şer midur?”
“Hayırdır
Selim Reis hayırdır. Hem deniz üstadısın hem de itimat edilir, sözünün eri
adamsın. Senden başka bize kimsenin faydası dokunmaz.”
“Eyvallah.
Sen de hele gecenun görinde ne diye çikup geldun?”
“Reis
ayıptır söylemesi, bizim bir define meselesi vardır.”
“Deryanun
dibunde midur? Hiç mesele etmeyun oni. Bizum uşaklar, Süleyman Aleyhisselamun
deryaya dalar ifrutleri gibidur. Dalıp çıkaruruk ha o defuneyi!”
“Yok
reis, cezirededir define. Ama bu cezire deryanın ortasındadır, onun da yerini
bilse bilse senin gibi kurt bir denizci bilir, sağ salim götürür getirir. Onun
için sana geldik. Haritaya ayan beyan resmedilmiş. Süleyman, çıkar haritayı…”
Selim Reis, Süleyman’ın kuşağından çıkarıp
kendisine uzattığı haritayı besmeleyle açıp inceledi. Sanki kötü bir şey görmüş
gibi yüzü asıldı. Haritayı divana bırakıp: “Ha
bu defune işinu unutun. Gimseya hayir etmez!”
Arslanbek sordu: “Niye reis? Ne var haritada?”
“Defunenin
oldiği yer, ta deryanun ortasi. Ama oldiği adayi dılsımladuklarından buradaki
istikamedu dakip etmeden başka yerden varamayuk, tovbe billah varilmaz! Türki
lisanda yazayi…”
“Gösterilen
istikametin nesi vardır?”
“Ha
bu haritaya canavar suretleri nagşedilmuş. Yani deyiler ki bu istikamet
canavarlarla dolidir. Bizu uğursuzluk bekleyi!”
Süleyman müstehzi bir ifadeyle
gülerek: “Aman reis! Kaç asırlık harita
bu. O zamandan bu zamana canavar mı kalır? Sen de bir şeyler söyle Arslanbek,
ta İran’a kadar gittin Hazar Deryası’nı aştın hiç canavar gördün mü?”
Arslanbek: “Buradaki istikamet farklı. Biz kıyıdan gitmiştik. Reisin gösterdiğine
göre bu doğrudan doğruya Hazar’ın ortasından geçiyor.”
Selim Reis kafasını sallayarak: “Doğru dedun ha oni. Bu mindıga belalidur.
Girdabun akintinun haddi hesabu yoktur, canavarlardan gurtulsak akınti anamizi
beller!” dedi. “Hadi ben girdabi
akintiyi geçerum, onda mesele yok. Hadi canavarlarun da çaresine bakaruk. Ama
görü görüne ne diye hayatumizi hiçe sayalum!” diye de ekledi. Süleyman,
kuşağındaki akçe ve gümüş dolu keseleri reisin önüne bırakıp birkaç tanesini
açıp içindekileri ayakucuna boşaltınca, Reis’in çehresi değişmişti. “Tamamdur. Yarun gün doğmadan yeğenlerumlen
silahlanur yola çıkaruk, Allahun iznuyle defunenin yolini tutaruk.” deyivermişti.
O esnada pencereye tırmanarak kendilerini seyredip şehre doğru aceleyle
koşturan Kazanlı adamdan hiçbirinin haberi yoktu. Arslanbek’le Süleyman da o
gece Selim Reis’in evinde kaldılar. Güneş hiçbirinin üzerine vurmadan uyanıp,
Selim Reis’in yeğenlerinin Osmanlı topraklarından getirdikleri üzerinde kartal
kanadı asılı deli kalkanlarından sipahi bozdoğanlarına, yeniçeri ve sekban
tüfeklerine kadar çeşit çeşit silahlarını kuşanmalarıyla birlikte Selim Reis’in
karamürseliyle yola çıkmışlardı. Kara gözden kaybolup uçsuz bucaksız deryaya
karıştıkları esnada gün doğmaya başlamış, karamürseli sallayan dalgaların
arasında akıbeti belirsiz bir maceraya atılmışlardı.
Bir süre kürekleri denize indirmeden
sade yelkenle seyrederlerken, Selim Reis’in haritada işaretli kuvvetli bir
akıntı noktasından geçileceğini söylemesiyle birlikte kürekleri de denize
indirmişler, “heyamola” naralarıyla kâh kürek çekmişler kâh yelken iplerine
asılmışlardı. Bir vakit öyle bir fırtınaya denk gelmişlerdi ki Selim Reis’in elinde
olmasalar tarumar olup deryanın dibini boylamaları işten bile değildi. Derya
sakinleşir gibi olduğunda yeniden kürekleri bırakıp kendilerini yelkeni şişiren
rüzgârın koynuna bıraktıklarında yanlarındaki kayıntılarla karınlarını
doyurmuşlar, fırtına sonrasının verdiği rehavet duygusuyla çoğu kestirmeye
başlamıştı. Arslanbek ile Süleyman, serdümenlik eden Selim Reis’in yanına
çökmüşlerdi. Bir müddet daha böyle gittikten sonra Selim Reis, haritaya korku
içerisinde bakarak yeğenlerine: “Ha gendunuze
mukayyet olun! Derya ademlerunun mindıgasina gireyruz!” diye bağırmıştı.
Yeğenleri amcalarının sözüyle şöyle böyle silkindilerse de pek efsanevi
mahiyette bir mevzu olduğundan çok da dikkatte almamışlardı. Arslanbek
şaşkınlıkla Selim Reis’e dönerek sordu:
“Deniz
âdemleri mi? Hiç duymadım in midir cin midir?”
“Ben
ne bilirum ha bu hartada nagşedilmiş bir sürü balik gibi âdem! Âdem deduklerine
göre cin değildur. Duymuşliğim vardur ama deryada yaşarlarmiş, arada gören var
imiş. Bana kalursa ha bu sarhoş balikçuların uydurmasi!”
Süleyman: “Ben de duydum bir vakit. Kimi Hz. Süleyman’a asi olduğu için
deryanın ortasına sürülen ifritlerle deniz perilerinin dölü olduklarını, kimi
de Şeytan’ın derya ortasındaki ceziresindeki kabilelerinden gelme iblisler
olduklarını söyler. Derya üzerinde yürüdükleri, gemilere saldırıp cenk
edebildikleri söylenir.” deyince gemideki herkes belli belirsiz
huzursuzlanmıştı. Arslanbek ise daha ziyade huzursuzdu. Süleyman birçok yer
gezip gördüğünden, sayısız rivayeti ve efsaneyi öğrenmiş, pek çok acayip
bilgiye vakıf birisiydi. Haritada böyle bir tehlikenin varlığından bahsedilmesi
de cabasıydı.
Gemi usulca ilerlerken, adamlardan birinin: “Gıbleye bakın!” diye haykırmasıyla
üzerlerine çöken rehavetten sıyrılıp ayağa fırlayarak o tarafa baktılar.
Uzaklarda belli belirsiz insan siluetleri görüp onların sanki karada gider gibi
deryada yürüdüklerini fark edince korkudan ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Beş-altı
siluet gemiye yaklaştıkça suretleri ayan beyan ortaya çıkmıştı. Soluk tenleriyle,
balıklara benzer başları ve insana benzer vücutlarıyla bir acayip kimselerdi. Ellerinde
mızrak niyetine tuttukları kılıç balıkları ve kalkan niyetine taşıdıkları koca
vatoz balıklarıyla, cenk sahrasına yürüyen pehlivanlar misali heybetle
ilerliyorlardı. Onlara benzer sayıca fazla deniz âdeminin de su üzerinden
yürüyerek karamürsele yaklaştıklarını görmüşlerdi. Selim Reis: “Tüfeng atun! Denk durun! Ceng başlayi!”
diye gürleyince yeğenleri tüfenkleriyle piştovlarını hazır ederek karamürsele
yanaşan balık âdemleri gözlemeye başlamışlardı.
Süleyman birden güverteye atlayarak “Durun! Durun! Tüfenk atmayın! Cebehaneyi
ziyan edersiniz!” diye bağırınca kızgın gözlerle hepsi ona baktı. Selim
Reis, dümenin başından: “Ula got kafali!
Tüfenk atmayup da ne edeceğuk?” diye gürleyince sırtararak Arslanbek’in
yanına koşmuş, okla yayını gösterdikten sonra karga yuvasını[4]
işaret ederek: “Ok ile kâffesini zebun
ederiz reis!” dedi. Selim Reis alaycı alaycı gülerek: “Ha buradan oraya ok mu atacağuk?” diye sorunca karşılık vermişti: “Hele hele! Sen aklını mı yitirdin reis!
Burada hala nefes alan bir Tatar var! Yayını sadağından çekende duman eder kâffesini
duman!”
Arslanbek direkten yukarıya tırmanıp karga yuvasına
çıktığını rüzgârı şöyle böyle yoklayıp, bir mesafe kestirerek okunu hazır edip
derya âdemlerine nişan alıp gönderdi. Tatarın oku havayı yarıp adamlardan
birinin kalkan niyetine taşıdığı vatoz balığını vurunca okkalı bir küfür
savurup adamların üzerine yine bir ok savurup bir tanesini kafasından vurup
deryanın dibine göndermeye muvaffak oldu. Ancak bu sefer derya âdemleri bebe
zırıldaması gibi bir sesle türkü çığırmaya başlayıp denizin dibinden başka
başka müsellah derya âdemleri peyda olunca mahlûku vurduğuna pişman oldu. “Canını seven tüfenk atsın!” diye
haykırarak kendi de denk getirdikçe mahlûkları oklamaya başladı. Selim Reis’in
yeğenleri de hazır ettikleri tüfenkleri ve piştovları birer birer gemiye
yaklaşıp çepeçevre saran derya âdemlerine ateş etmeye başladı ancak vurmakla
tükenecek gibi görünmüyorlardı. Birkaç tanesi güverteye çıkmaya muvaffak olunca
bu sefer kılıçlar, şeşperler, bozdoğanlar ve gürzler, hançerler ve yatağanlar kılıflarından
çıkarılınca acayip mahlûklarla kıyasıya bir cenk başladı. Arslanbek de kılıcını
çekip güverteye henüz çıkmış irice bir derya âdeminin üzerine atılarak yere
yıkıp, kılıcıyla karnını deşip üzerine gelen öbür deniz âdemlerine çala kılıç saldırdı.
Bu cenk esnasında Kopuk Süleyman’ın dikkatini Selim
Reis’in gemiyi aceleyle batı yönüne çevirerek rotadan çıkması çekti.
Yatağanlarıyla bir-iki deniz âdeminin canını ısmarladıktan sonra öfkeyle
dümenin olduğu yere çıkıp Selim Reis’e haykırdı:
“Gözün mü korktu
Selim Reis? Ne diye saparsın rotadan?”
“Kim gorkayi?
Burada galursak ha bu bokyiyenun uşaklari bizum uşaklari bastiracak! Haritada
bak ne nagşedilmuş? Derya kizlari! Bunlarla aralarında cenk olsa gerektur, nagşeden
kizlarla âdemleru cenk eder gibi nagşedeyi! Tez o yana varalum!”
Süleyman: “Hay
aklınla bin yaşa reis!” diyerek Selim Reis ile birlikte dümenin sapına
asıldığında gemi ağır ağır deniz kızlarının mıntıkasına doğru seyretmekteydi.
Derya âdemlerinden bazıları gittikleri mıntıkanın ne olduğunu anlayıp
gerisingeri suya atlamışlardı ama inatla vuruşmaya devam edenler de vardı. Çok
kısa bir süre sonra, ne olduğunu kimse anlayamadan deryanın içinden derya
âdemlerine atılan denizkestanesi dikeninden ufak okları fark ettiklerinde Selim
Reis’in yeğenleri bulabildikleri kalkanın ve yükün ardına saklanarak kendilerince
tabyaya girdiler. Açıkta kalan derya âdemlerinin de kimi bu siyah oklarca
vurulup titreye titreye yere yıkıldı, kimi de kendini denize attı. Deryada
rengârenk kuyrukları ve süt beniz bedenleriyle, kimi kara kimi sarı kimi kızıl
saçlarıyla arz-ı endam eden deniz kızlarının ellerinde yabaya benzer çatallı
mızraklarla derya âdemlerine hücum etmeleri gördükleri son şey olmuştu. Birkaç
tane deniz kızı geri dönüp gemiye baktığında Kopuk Süleyman’ın hovardaca
kendilerini seyredip bıyık burduğunu görünce denizin diplerine doğru dalıp
kayboldular…
Hengâme sona erince yaralananları bir köşeye getirip
yaralarını tımar edip epeyce soluklandılar. Reis, rotayı yeniden güneye doğru
çevirip tılsımlı adaya yönlendiği sırada: “Feraha
erduk sanmayun! Daha fenasuna gelduk!” diye gürledi. Arslanbek, Reis’in
yanına gelip meraklı meraklı baktığında da haritayı göstermişti. Parmağıyla
gösterdiği iki kadın siluetine baktılar. Biri küpe biri araba tekerleğine
binmiş iki şişmanca, korkunç görünüşlü, ellerinde yılanlar ve asalar taşıyan
kadınlar nakşedilmişti. Reis küfreder gibi: “Cazularin
mindıgasi…” dediğinde hem kendinin hem yeğenlerinin beti benzi atmıştı.
Kopuk Süleyman bıyıklarını düzelterek: “Ben
Kostantiniyye’de iken hovarda mirasyedinin birisi bize geceleri meyhanede
Evliya Çelebi nam bir seyyahtan meseller okurdu. Yedi düveli dolaşmış,
girmediği derya, gitmediği diyar kalmamış bir kişi! Yolu Kaf Dağı taraflarına
düştüğünde bir uyuzlar cengine tanık olmuş. Uyuzu bilir misiniz bilmem Çerkez
ile Abaza kavminin obıra taktığı isimdir. Obır da Rutenlerle Moskof keferesinin
hortlak cadı taifesine taktıkları ad! Orada bir Çerkez köyünde bu cadıların
cengine tanıklık etmiş, fırtınalarla geldiklerini, birbirlerine ellerinde asa
ve topuzlarla yılanlarla saldırıp devirebildiklerinin kanlarını içtiklerinden,
ortalığa saçılan küp ve araba tekeri parçalarından falan bahsetmişti de
dişlerimiz takırdayarak dinlemiştik beyzadeyi! Nakşedilen suretler o cazılara
ziyadesiyle benzer!” deyince adamların yüreğine daha beter bir korku
yerleşmişti. Ancak beterin de beteri vardı ki Selim Reis söyleyivermişti: “Çergezun Garadenuzun cazisini ben de
bilirum. Ha bu başgadur, buralarin cazisine benzemeyi! Bu hartada nakşedulen
Hazar’un firdina cazisidur! Yalansuz hilafsuz derum, ha bizum yeğenler de
şahit, alti bahar evvelunde Astrahan’un köylerundan birune düğüne gittuk,
güzelce bir kizi gelun etmuşler. Ha ne oldi bitti havada bir gara duman peyda
oldi, içunden bir Hazar cazisi çıktı kivrum kivrum bir goca yilana binmuş da
öyle havada uçayi! Tüfeng atmaya elimuz varmadi korkidan, fırdinasi ilen hepimizi
yikti mahvetti geluni aldi gaçirdi! Bu mindıga iki uci bokli değnek. Eğer ha bu
bokyiyenin garilari gendu aralarunda ceng ederlerse fırdinadan bataruk! Yok,
ceng etmezlerse genduleruylen gelur bizum başimiza bela olurlar! Tek durun!
Yaralilari ambara daşiyun. Cazilar gelurse güverdede gendunizi bir yerlere
sikica bağlayup gureklere asulun, yelgen melgen birakmaz ha bu goduğumin cazi
karılari!”
Her biri yüreklerinde korkuyla geminin diğer
işlerine koşmuş, fırtına cadılarına yakalanmadan geçmek için duaya durmuşlardı.
Hatta “Ada tılsımlıdır, istikametten
ayrılmadan yakından yakından varırız karşımıza çıkar nasıl olsa! Suyu buluruz!”
diyerek temiz suyun bir kısmıyla abdest alıp nafile namazına bile durmuşlardı.
Arada bir gerilerinde bir görünüp bir kaybolan hayalet siluetli bir gemiden
ziyadesiyle çekindilerse de yolunu kaybetmiş gemilerden biri olduğuna
hükmederek pek de kafalarına takmamışlardı. Böyle sakin sakin dört gün üç gece
kadar seyretmişler bir sıkıntı yaşamamışlardı. Hatta yaralı adamlar da iyileşip
güçlerini toplayıp çalışmaya başlamışlardı. Ancak dördüncü günün öğle vakti,
reise göre adaya yarım günlük bir mesafe kala kıble istikametinde buluta benzer
büyükçe bir dumanın peyda olduğunu görünce adamlar da dehşetli bir korku
meydana geldi. O derece ki amcalarına önce yalvararak sonra tehditle geri
dönmek istediler, ancak Selim Reis: “Bizi
muhaggak yakalar, üstümüze geleyi! Ben on gider isem bu yüz geleyi! Yelgenu
toplayun, kendunuzi emun yerlere bağlayun, küreklere asulun. Cazi karilara
çattuk!” diye bağırınca ister istemez emrine uymuşlardı. Yelkeni toplayıp
kendilerini sıkı sıkıya kürek sıralarına bağlamışlar, Süleyman ile Arslanbek de
kendilerini Selim Reis ile birlikte dümenin sapına bağlamışlardı. Kara kara
bulutlar tepelerine çöreklendiği vakit ortalık gece gibi kararmış, dünyaları
zindana dönmüştü. Gök gürleyip yıldırımlar şavkıyorken tepelerinde uçuşan
cazuları gözleriyle seçmeye başlamışlardı. Kimisi küplere, kimisi araba
tekerleklerine kimisi de kıvrım kıvrım yılanlara, ejderlere binmiş, şiş
göbekli, ateş bakışlı, dişleri taşra çıkmış korkunç cazular, öte âlemlerin
korkulu lisanıyla birbirlerine meydan okuyarak kanlı bir cenge tutuşmuşlardı. Üç-beş
tanesi bir cazunun tepesine atlayıp denize doğru düşürürken sivri dişleriyle
kanlarını içiyor, ardından öbürlerine saldırıyorlardı. Onların savurdukları
tılsımların şiddetinden ve zincirlerinden salıverdikleri fırtınalardan deniz
kudurmuş, dağlar boyu yükselen dalgalar karamürselin tahtalarını gıcırdatır
olmuştu. Bazı adamlar halatların kopmasıyla Hazar’ın derinliklerine karışırken
ötekiler küreklere var güçleriyle asılmaya devam etmektelerdi. Arslanbek ile
Süleyman, Selim Reis ile birlikte dümene asılarak bu hengâmeden çıkmaya
çabalıyorlardı. Reis: “Dayanun! Adaya
varduk! Dayanun!” diye gürleyince küreklere daha bir hırsla asılır
olmuşlardı. Cazulardan bazısı Selim Reis’in yeğenlerinden birini kaptığında o
yana doğru güç getirebilenler tüfenk atmışlardı ama geminin sallantısından
cazıya denk getirememişlerdi. Derken ne olmuş bitmiş hem cazuları hem fırtınayı
geride bırakmış, güneşin yüzünü yeniden görerek selamete ermişlerdi. Deniz
sakinlediğinden yelkenleri açıp ufuk çizgisinde görülen büyükçe bir yükseltiye
doğru ilerlemeye başladıklarında kalplerinde hem kayıplarının üzüntüsü hem de
selamete ermelerinin sevinci olduğu halde ne olur ne olmaz diye heyecana
kapılmadan küreklere asılmaya devam etmişler, ancak bellerindeki urganları
çözmüşlerdi.
Selim Reis haritaya açıp baktığında, Süleyman
sırıtarak: “Adaya vardık işte, daha ne
bakarsın?” diye sordu. Selim Reis, şüpheci bir ifadeyle haritaya
nakşedilmiş, adayı çepeçevre saran bir ejderha suretini gösterip: “Ha buraya ejderha nagşedilmuş. Lakin bir
tuhaflik varidur, ejderhanin yarisini varla yok arasi nagşetmuşler. Beri tarafi
kasten böyle yapilmuş. Ama manasini çikaramadum?” deyince Arslanbek ile
birlikte haritanın üzerine eğilmişti. Arslanbek, kendisine bakan Süleyman’a
çıkıştı: “Bana ne bakarsın, okumam yazmam
var mıdır ki haritayı okuyayım?” diye. Süleyman adaya dönüp şöyle bir
baktıktan sonra: “Ejderhanın baş kısmı
silik kuyruk kısmı bir tamam nakşedilmiş, bu bir işaret olabilir.”
Arslanbek ona alaycı alaycı baktı: “Senin
define işaretlerinden illallah geldi! Seneler önce de kapısında kırık kazma
için define işareti olduğunu iddia ettiğin bir madene soktuğunda başımıza
gelenleri biliyorsun. Az kalsın mağara başımıza çöküyordu!” Süleyman adayı
göstererek: “Bu sefer hakiki bir define işareti görmektesin ataman! Bu
definenin bekçisinin işareti olsa gerektir. Cazudan kurtulduk, derya âdemlerinden
sıyrıldık, inşallah bizi hakiki bir ejderha beklemez!” Selim Reis haritaya
tekrar bakıp etrafına bakındı: “Ejder
üzerumuze gelurse anlaruk ha oni, nihayet goca hayvan! Biz yine tek duralum,
rüzgari argamuza alduk mi ağa babasi gelse yagalayamaz bizi!”
Karamürsel adaya yaklaştığında gün batımı vakti de
yaklaşmıştı. Karaya oturmaması için adaya belli bir mesafe kala çapa atmışlar,
ateşli silahlarını ve barutluklarını ıslanmasın diye başları üzerinde tutarak
göğüs hizalarına dek gelen suya girerek adaya çıkmışlardı. Etrafta
palmiyelerden başka iki tane harap gemi iskeletinin ve bazı kılıçlı pusatlı
insan iskeletlerinin olduğunu görünce Süleyman belli belirsiz: “Harezmşah çerisi…” diye söylendi.
İskeletlerin ellerinde yay olması ve karşı karşıya dizilmiş olmaları,
bedenlerine saplı oklarla birleşince burada vazifelerini tamamladıktan sonra
adanın yerini gizli tutmak için birbirlerini öldürdüklerine delaletti. Adanın
ortasındaki bir tepenin üzerinde görünen kümbet benzeri bir binanın olduğu yere
doğru yürüdüler. Arada bir tuzak var mıdır diye kâh ağaç diplerini kâh üstü
yaprakla örtülü yerleri yoklayarak tepeye vardılar. Hiçbir dua yahut nakışla
süslenmemiş orta büyüklükte bir kümbetin etrafına saçılmış iskeletleri
gördüklerinde korkmadan edemediler. Bunların bedenlerinde de oklar
görüldüğünden askerlerin bina biter bitmez işçileri de öldürdüğü
anlaşılmaktaydı. Selim Reis: “Şu cemil
cümle mefdanun hordlağina çatmadan adadan hayirlisiyla bir ayrulsak iyidur…”
diye söylendi. Kümbetin etrafını dolaştıklarında sadece bir kapısının olduğunu
görmüşlerdi. Hiçbir iz ve işaret taşımayan dökme demirden kapının etrafını
yokladıklarında herhangi bir tuzak emaresine rastlamayınca iyiden iyiye şüpheye
düşmüşlerdi. Selim Reis: “Ha bu adada
tuzak yok, ha bu gapuda tuzak yok, goca hazineyi bu gümbete bırakup gitmişler
he? Vardir bir alicengiz bokyiyende…” diyerek bu sefer iskeletlerin üzerini
aramaya girişmişti. Kopuk Süleyman, kapıyı eliyle şöyle bir yokladıktan sonra belindeki
yatağanlarından birini çekip kapının kenarına sokup açmıştı. Selim Reis: “Ula uşak ne ettun? Yatun ha yere yatun!”
diye haykırınca Süleyman haricindeki herkes kümbetten uzaklaşıp kendini yere
atmıştı. Süleyman onlara şöyle bir bakıp hiçbir şeyi iplemeden kapıyı ardına
kadar açıp içeriye bakmıştı. İçeride aşağıya doğru uzanan dibi karanlık bir
merdivene denk gelince dışarıya çıkıp adamların yanında fazladan taşıdığı sönük
durumdaki meşalelerden birini kapıp takkesinin altında taşıdığı bir keseden çakmaktaşı
çıkarıp ateşe verip yanan meşaleyle merdivenlerin indiği karanlığa daldı.
Merdivenden indikten sonra uçsuz bucaksız gibi görünen bir dehlize geldikten
sonra dehlizin başlangıcından karanlığa kadar suyolu gibi yapılmış yağ dolu bir
bölme görmüştü. Meşaleyi bölmeye yaklaştırınca o bölmeden itibaren ateşin bir
yol izleyerek büyüdüğünü en sonunda ta dehlizin ucundaki odayı aydınlattığını
görmüştü. Dehlizin ucundan gelen sarı parıltıları nerede olsa tanırdı…
Temkini elden bırakmadan etrafı yoklayarak ilerleyeceği
sıra merdivenlerin başından Arslanbek’in “Sağ
mısın Kopuk?” diye bağırdığını işitti. “Altınları
ta buradan görüyorum. Adamları da al gel! Ben tuzakları yokluyorum!” diye
bağırarak bıraktığı işe devam etti. Duvarlarda ne bir kesinti, ne bir yarık, ne
ince bir ip yahut tel, ne de hava sızıntısı gibi bir tuzak emaresi
görünmüyordu. Hazinenin olduğu odaya vardığında da altınların içinde
uyandırdığı şehveti bastırmaya çalışıp ve hazinenin içi hoş eden detaylarını
görmezden gelmeye çalışarak odada şöyle bir dolaşıp sandıkları ve heykelleri
kurcalamıştı. “Tuhaf. Hiçbir tuzak
koyulmamış. Bir bokluk var ama dur bakalım…” diye söylenerek dehlize geri
döndü. Arslanbek ve diğerlerine rastlayınca defineyi göstererek: “Yedi ceddimiz mirasyedi olsa tükenmez bu.
Osmanlı’nın bilmem kaç senelik vergilerini karşılamazsa gelin yüzüme tükürün!”
demişti. Adamlar üç büyük sandıktan taşan altınları, zümrütleri, gümüş eşyaları
ve yine altından ziynet eşyalarını, firuze ve akikle bezeli silahları, karat
karat elmasları, kan kırmızı yakutları ve safirleri görerek kendilerinden
geçmişlerdi. Yere saçılan altınları da tekrar sandıklara doldurarak bir çul
bırakmamacasına odayı boşaltıp sandıklardan birine yüklenip güç bela dışarıya
taşımışlardı. Sonuncu sandığı taşıdıkları sıra sandığın altında gördükleri bir
işaret her birinde yeniden tuzak düşüncesini uyandırmıştı. Bir taşın üzerine
nakşedilmiş yarım ejderha suretini görür görmez akıllarına haritadaki yarısı
olmayan ejderha sureti gelmişti. Selim Reis haritayı açtığında haritadaki
şeklin taştaki şekli kısmen tamamladığını görünce: “Bu neye alamettur?” diye sordu. Süleyman taşa vurarak: “Tuzak değil. Olsa sandık kalkarken harekete
geçerdi. Vurunca da işlemiyor. Demek ki haritanın bahsettiği bekçi başka bir
şey…” deyince sandığı yeniden yüklenip dışarıya çıkardılar. Hava iyiden
iyiye kararmıştı. Sandıklara ipler bağlayarak kumların üzerinden sahile
indirerek büyükçe bir ateş yakıp etrafına dizilmişlerdi.
Yanlarında getirdikleri azıklardaki balık ve
ekmekleri yedikten sonra sabahı beklemek üzere uykuya dalmışlardı. Yorgunluktan
uyanmamacasına bir gaflete düşmüşlerdi. Bir süre kendilerini seyreden
gölgelerden habersizlerdi. Kazak Tatarlarına benzer kıyafetler giymiş birkaç
kişi ve birkaç Kazak onları çepeçevre sararak tüfeklerini onlara
doğrultmuşlardı. İçlerinden iyi giyimli kurnaz görünümlü birisi adamlara
yanaşıp belindeki silahı çekip havaya ateş ettiğinde Süleyman, Arslanbek, Selim
Reis ve yeğenleri hep birden ayağa fırlayıp silahlarına davranmışlardı ancak
etraflarının çepeçevre sarıldığını görünce ister istemez ellerini çekmişlerdi.
Ataman Arslanbek havaya silah atanı görür görmez tanıyıp: “Aybulatoğlu İsak! Kazangın sürgün başbuğlarından İsak! Sen ne ara
tüştın peşimizge? Ataman Stenka seni Kazanga cibermedi mi orduya batır koşasın
dep?” (Aybulatoğlu İshak! Kazan’ın sürgün başbuğlarından İshak! Sen ne ara
düştün peşimize? Ataman Stenka seni Kazan’a göndermedi mi orduya savaşçı alasın
diye?) gürlemişti. Aybulatoğlu İshak, Arslanbek’e yaklaşarak, Kırımlara benzer
bir aksanda konuştu: “Er lapı ortalık
cerde etgensiz, azine lakırduvınızı menim batırlar eşite, sora kelip mağa
aytalar. Koca azineyi öz başınızga yimek bar mı? Siz mınav cezirede mınav
iskeletlerdiy ölür eken dülberlernen aşayman!” (Her lafı ortalık yerde
söylersiniz, hazine konuşmalarınızı savaşçılarım duymuş bana gelip söylediler.
Koca hazineyi tek başınıza yemek var mı? Siz bu adada bu iskeletler gibi
ölürken ben dilberlerle yiyeceğim!)
Süleyman onun bu sözlerini duyar duymaz Selim
Reis’in koynunda duran haritayı kapıp herkesin şaşkın bakışları altında ateşe
attı. Muzaffer bir edayla Aybulatoğlu İshak’a bakıp: “Sen öyle san Kazanlı! Bu harita olmadan bu tılsımlı adayı nah terk
edersin! Dönüş yolunu bir biz biliriz bir de Selim Reis! Haydi, şimdi öldür!” diye
bağırdı. Aybulatoğlu İshak sinirle çenesini sıvazlayarak etrafına bakındıktan
sonra: “Aruv. Sizni öldürmeyecekmiz. Ama
endi azineyi siznin geminizge taşıyın!” diye karşılık verdi. Arslanbek
şaşkınlıkla sordu: “Gemisiz mi keldiniz?
Kayda geminiz?” Aybulatoğlu adanın bir diğer ucunda belli belirsiz hayalet
gemi gibi görünen harap olmuş bir çektiriyi göstererek: “Kuday belalarınnı bersin, kahpe cazılar gemiye zeval bere!”
deyince Süleyman belli belirsiz söylenmişti: “Tüh! Yedi silsilesine tükürdüğümün cazuları! Bizim o kadar adamımız
alana kadar na bunu alsalardı ya?”
3
Aybulatoğlu İsak, adadan kestirdiği kütüklerle
yaptırdığı tekneler marifetiyle sandıkları güç bela karamürsele taşıyıp,
Arslanbek ve diğerlerini kürek sıralarına urganlarla bağlattıktan sonra gecenin
körüne bakmadan denize açılmıştı. Arslanbek ile Süleyman bir yandan küreklere
asılırken diğer yandan da aralarında fısıldaşıyorlardı:
“Ataman, bunun
hazineyi öğrenmesine imkân yok. Nasıl geldi buldu bizi?”
“Takip etmiştir.
Demek arada bir ardımız sıra seyreder o hayalet gemi bunların batası
çektirisiymiş!”
“İyi de niye
peşimize takılsın?”
“Define bahsini
gidip buna da açtıysan niye takılmasın?”
“Şuradan şuraya
yatağan çekmek nasip olmasın ki haritayı bilmez bu. Dahası yüzünü tanımam
namını bilmem nereden bulayım? Yalnız şu adamı tanıdım. Bizim handa kavga
ettiğimiz gece o da vardı. Kumar oynadığım Kazanlılar arasındaydı. Demek ki
peşimize takılıp cami arkasındaki o konuşmamıza kulak misafiri oldu hatta bizi
reisin evine kadar takip etti. Ama anlamadığım bunun çetesinde değildi ki başka
bir Kazanlının adamıydı bu.”
“Tüm Kazanlı
atamanların başbuğu Aybulatoğlu İshak’tır. Koca Stenka’nın emriyle Kazanlılara
mektup yazıp tüm Kazan beylerini Moskof’a karşı cenge çağıracak denli bir
nüfuzu vardır. Say ki Kazanlı say ki bunun adamı fark etmez…”
“Hazineyi nasıl
elden çıkaracak ya? Razin Bey buna yedirmez ya?”
“Bizimki gibi
yapacaktır herhalde. Ben Astrahan’a dönmeden Derbent’e varalım diye düşündüm.
Oradan bir başka gemi uydur vur kendini İdil’e kimseye görünmeden geçerdik…”
“Yukarıda Moskof
aşağıda Kazak nehri tutar, üç koca sandığı nasıl geçireceksin?”
“Kuban’a dek
kervan da mı gitmez? Derbent’tin Acem devecilerine bastırdık mı birkaç gümüş
avadanlık…”
“Üç koca sandık
be ataman, ne kervanı? Eşkıyanın önünü ardını alamayız, uyuz firariler bile
“Hani ya bizim kısmetimiz, cırmık kadar da olsa isteriz!” diye başımıza
üşüşmeyen kalmaz!”
“Sen ne yapacaktın
ki?”
“Astrahan’a
gelmeden taksimat yapacaktık. Bir sandık reislerde kalsın o sorun olmaz hatta
ikisini alsınlar bizde biri kalsın o bile yeter! Emin bir yere gömecektik bir
kısmını yanımıza alacaktık. Sonra o sandığın kalanını ortalık sakinleyince ufak
ufak tabak dolu çuvallara koyup deri ziyadesiyle kokacağından eşkıyayı da
kaçırtacağından fakir derviş kılığında ta Kefe’ye dek gidecektik. Orada yalı
boyunda iki konak alıp sultanlar gibi yaşayacaktık!”
“Helal olsun be
Kopuk! Sendeki bu akıl Osmanlı serdar-ı ekreminde bulunmaz ha!”
Tam o esnada Selim Reis, bileklerine bağlı urganı
Kopuk Süleyman’ın başından hızla geçirip boğazını sıkarak kendine çekti. Hafif
irice burnunu kafasına bastırarak sinirle konuştu: “Ha ben bunun aklina sıçayum! Got kafali! Cenabet heruf, elalem beşumuze
ha bu zizilin yüzinden düşti!” Süleyman güç bela nefes alarak konuşabildi: “Hayatını kurtardım reis, bana ne
kızıyorsun?” Selim Reis ipleri daha da sıkarak gürledi: “Ula gafasiz! Senin yüzünden gendu gemumde
forsa oldim daha ne olsin? Aklina siçtiğum!” İshak’ın adamlarından birkaç
tanesi onları ayırıp yeniden kürek çekmeye zorlayınca sakinleştiler.
Aybulatoğlu İshak, mağrur bir edayla Arslanbek’in karşısına dikilip, onlar gibi
Yalıboyu ağzına yakın ancak aksanlı olduğu anlaşılır bir şekilde sordu: “Yazık Arslanbek yazık! Sen Ataman
Stenka’nın başbuğlarından sayılırsın. Yağmada payın da büyüktür, bu sefillerle
aç korsan gibi define kovalamak akıl kârı mı?”
Arslanbek sırıtarak cevapladı: “Sen ne anlarsın? Biz cihanın hazinelerini de vursak yine başkası için
yola çıkmaktan gocunmayız. Cimrilik edip elde de tutmayız, o günde harcarız hem
de. Senin gözün korktu diye herkes sergüzeştten korkacak değil ya?”
Aybulatoğlu öfkeyle karşılık verdi: “Ben hiçbir şeyden korkmam! Rus Çarı’na bile
eyvallah etmeyip Don Kazaklarının isyan bayrağı altına girdim ben! Defineyi
bulayım, ömrüm boyu sefasını süreyim de demem. Ben kılıçla yaşadım kılıçla
ölürüm akay!”
“Madem kılıçla
yaşarsın, bizi defineci aç korsan olarak itham edersin. Söyle hele sen niye peşine
düştün definenin?”
“Definenin
peşine düşen ben değilim. Ataman Stenka emretti! Ondan emir almasam kafama göre
Astrahan’dan buraya nasıl gelebilirdim? Sizin define sohbetinizi duyunca
kapısına gittim hemen. Alıp getirmemi emretti. Bu hazine sayesinde Moskof’un
canına ot tıkayacağız!”
Selim Reis’in Kopuk’un kafasına vurarak: “Akilsiz zizil! Defuneyi duymayan kalmamiş!”
diye söylendiği sıra acıyla feryat eden Süleyman, reise dönecekken bir anda
donup kalmış gözleri denizde bir noktaya kilitlenmişti. Epey uzaktan belli
belirsiz muazzam bir karaltının denizin üzerinde ilerlediğini görmekteydi. Bir
anda ayağa kalkıp haykırmıştı: “İskele
tarafına bakın! Üzerimize gelen şeye bakın!” Gemideki herkes Süleyman’ın
bağırtısıyla üzerlerine doğru gelen karaltıya dikkat kesilmişti. Karaltının bir
müddet sonra üç yelkenli bir firkate olduğu anlaşıldıktan sonra Süleyman
haricindeki herkesin korkudan beti benzi atmıştı. Süleyman hiçbir şey
anlayamadan şaşkınca onları seyrederken: “Niye
böyle oldunuz? Gelenleri tanıyor musunuz?” diye sordu. Arslanbek
yutkunduktan sonra: “Gelenleri değil
geleni tanıyoruz. Bu Oryol! Moskofun İdil Nehri’ne bekçi bıraktıkları efsanevi
koca firkate!” demişti. Süleyman bir şey anlayamamıştı: “Peki şaşırdığınız şey ne?” Aybulatoğlu gözlerini firkateden
ayırmadan konuşmuştu: “Oryol’un
batırılmış olması.” Süleyman yine anlayamıştı: “Belki batırılmamıştır?” diye sordu. Arslanbek: “Yakılırken oradaydık. Ataman Razin,
Astrahan’a girdiğinde Oryol’u da ele geçirip yaktık, küle dönüşüp batarken
gözlerimizle gördük.” deyince Süleyman’ın da beti benzi atmıştı. Selim Reis
oturduğu kürek sırasından kalkıp onların yanına gelerek firkateyi uzaktan uzağa
süzdü: “Ha bu garaltuda bile görüleyi.
İdul suyuna gelişinu da yanmasini da hep seyrettuk. Bu hayalet gemidur.
Hordlayip peşumuze düşmüşidur!” Aybulatoğlu İshak gözlerini kıstı: “Oryol olmasına imkân yok. Gelirken takip
etmiş olmalı, hayalet gemi olsa daha önce görürdük. Bu uğursuz denizin bu
lanetli kısmında hangi yolunu şaşırmış yolcu acaba?”
Süleyman firkateye şöyle bir baktıktan sonra
Aybulatoğlu’na ellerini uzatarak bileğindeki ipleri gösterdi: “Karadeniz’den ta Akdeniz’e dek hem forsalık
hem korsanlık yaptım. Hep beni karga yuvasında gözcü yaparlardı gözlerim
keskindir.” Arslanbek sözünü kesip: “Seni
neden hep gözcü yapıyorlardı?” diye müstehzi bir ifadeyle sordu. Süleyman
ona dönüp: “Aslında tayfalardan uzak
tutmak için. Kumar oynamamı başka türlü engelleyemiyorlardı…” dedikten
sonra Aybulatoğlu’na döndü: “Gemiyi ve
donanımı tepeden görebilirim.” Aybulatoğlu belinden çıkardığı çift ağızlı
bir Kafkas kamasıyla Süleyman’ın iplerini kesti ancak Süleyman bileklerini
ovuşturarak: “Arslanbek’i de çözmen
lazım. Ben senelerdir buradan uzaktayım. Tayfayı tanısa tanısa o tanır, hem gözleri
de keskin ikimiz çıkacağız karga yuvasına…” dedi. Aybulatoğlu bir süre
sinirle suratına baktıktan sonra Arslanbek’in de iplerini keserek karga
yuvasını gösterdi. Arslanbek ile Süleyman, karga yuvasına tırmanıp gemiye
tırmanıp firkateye baktılar. Arslanbek adamların Kazak giysisiyle gezindiğini
ancak geminin benzemesine rağmen birebir Oryol olmadığını anlayınca aşağıya
seslendi: “Oryol değil bu! Sadece
andırıyormuş!”
Aybulatoğlu: “Kime
ait?”
Arslanbek: “Razin’in
sancağı var tepesinde. Tayfalarda da Kazak kılığı var. Ancak tipleri hiç
tanıdık değil.”
Aybulatoğlu: “Zaporojye’den
gelen gönüllülerdir!”
Arslanbek: “Direğin
yanında Zaporojye atamanının sancağı yok. Hem Zaporojyeli tipi de yok, bunların
hepsinin suratı traşlı! Hatta içlerinden biri Moskof beyzadesi gibi giyinmiş!”
Süleyman: “Topları
sürü çeşit, ateşe hazır. Üç tanesi ya zencirli gülle yahut humbara atmaya yarar
cinsten. Adamların hepsi silahlı, nizami tüfenk ve kılıç var. Hiçbir fark yok,
say ki asker!”
Arslanbek, bir eliyle Süleyman’ın yakasına yapışıp
gürledi: “Bunlar Moskof! Moskofların
burada işi ne?”
Aşağıdan seslendi Selim Reis: “Gesun ha bu bokyiyen söylemişidur. Cümle âlemi peşumuze takti got
gafali!”
Süleyman kendinden emin bir şekilde: “Ben kimseye bir şey söylemedim! Ama dur…”
dedi ve bir anlığına duraksadı. Sonra hatırlamış gibi: “Buldum! Ben bir tek Moskova’da bu haritayı tercüme ettirip üzerine
notlar alırken yanımda sarhoş bir manastır öğrencisi vardı. Tek o biliyordur.
Ama o da sarhoştu, hatırlayamaz, hatırlasa bile kim bir sarhoşun sözüne inanır
ki?”
Selim Reis adeta haykırıyordu: “Ben dedum ha oni! Ben dedum! Ula zizil! Madem inanmadilar ne bok
yemeya peşumuze firkate saldular he?”
Süleyman aşağıya bağırdı: “Belki başka bir sebeple gelmişlerdir! Defineyi bildiklerini nereden
biliyoruz?”
Tam o sırada firkateden iki top patlayarak
burunlarının dibine düşüp güverteyi ıslattı. Aybulatoğlu: “Batıracak bizi!” diye bağırdığı sıra Süleyman ile Arslanbek de
güverteye inmişti. Arslanbek yanına gelip: “Hayır.
Niyeti batırmak değil. İkaz etmek için atış yaptılar, definenin peşindeler.
Bunlar bir şekilde İdil’in Moskof tarafından gelmiş olmalı, Razin’in sancağını
görünce kimse şüphelenmemiştir.” Aybulatoğlu adamlarına: “Hepsini çözün!” diye bağırdı. Ardından: “Herkes silah başına! Ataman Razin’in definesini Moskof’a
vermeyeceğiz! Öleceksek de canımızı pahalıya satacağız! Onlara Kazakla Tatarla
savaşmanın ne olduğunu göstereceğiz!” diye gürledi. Süleyman müstehzi bir
ifadeyle firkateyi işaret etti: “Sayıları
bizden iki-üç kat fazla. İsterlerse zencirli güllelerle küreklerimizi ve
yelkenimizi parçalayıp öyle ele geçirirler. Hem hazineden hem canımızdan
oluruz!” Aybulatoğlu belindeki piştovu alelacele doldurup Süleyman’ın
suratına doğrulttu: “Ben bu hazineyi kendi
elimle teslim edeceğime ölürüm daha iyi! Savaştan kaçmam ben…” Süleyman hiç
istifini bozmadı: “Ölmeyi o kadar
istiyorsan kendine doğru tut! Bu kadar insanın hayatına kastın mı var? Sen savaştan
kaçmazsın da ben kaçar mıyım? Tuna’dan Cezayir’e dek Hristiyan korsanlarla
savaştım ben, batan gemiden kaçıp kurtulduğum bile oldu. Deryada cenk etmek
karada çarpışmaya benzemez! Ben iyi kötü kurtulurum, Kazak taifesi, Selim Reis
ve yeğenleri de kurtulur… Ama kaçınız denizde sağ kalabilirsiniz? Defineyi
onlara vermemiz kaybetmemiz demek değil ki. Bunlar haritayı tam bilmiyorlardır,
bilseler bizi izlemezlerdi. Defineyi alıp geldikleri istikametten savuşsunlar.
Biz de öğrendiğimiz öbür istikametten tılsımlı bölgeyi terk edelim. Bunların
istikameti en az üç-dört günlük yol, bizim istikamet ise bizi iki gün kadar
yakın çıkartır Hazar’ın güvenli mıntıkasına. Astrahan’a tezden varıp nehir
ağzını kapattırırız…”
Aybulatoğlu istemeye istemeye ikna olarak yelkenleri
toplatıp firkateye doğru kürek çektirtti. Arslanbek adamlara silahlarını ayakuçlarına
bırakıp tek durmalarını söyleyince ona da uydular. Firkateye yanaşınca
firkateden karamürsele kancalar atılarak kendilerine bağladılar. Geniş bir
tahta köprü indirip doğrulttukları tüfeklerle karamürselin güvertesine inen Rus
tayfalar her birini ambar kapağının oraya doğru iterek etraflarını sardılar.
Tam o esnada denizin dibinden gelen muazzam bir uğultu her birini korkuya
düşürdü. Selim Reis kendi kendine söylendi: “Ha
bir bu eksikidu! Bokyiyenin ejderhasi geç uyandi ama tam vaktinde uyandi.”
Süleyman ona fısıldadı: “Reis hiç belli
etme. Belki başka hayvandır. Eğer bu hazinenin bekçisi olan o nakşedilen ejderhaysa
da bırak bu domuzları yanında götürsün!”
Firkateden karamürsele en son beyzade giysili,
insanlara tepeden bakan bir Rus beyi indi. Karamürseldekileri şöyle bir
süzdükten sonra, Yalıboyu ağzına yakın bir aksanla konuştu: “Tatar çölünde olmanız gerekirken denizlerde
işiniz ne? Denizler çarların harcıdır, ne vakit korsanların ve kazakların harcı
olmuş? Sizde bize ait olan bir şey var. Size lazım olmayacak bir hazine. İçip
içip sızmaktan, yağmacılıktan başka bir şey bilmeyen, at sırtında yaşayan sizin
gibi sefiller için fazla bir hazine… Çar hazretlerine layık…” Tam
Aybulatoğlu konuşacakken Süleyman öne çıktı: “Hazine bizde ama bizim de bir şartımız var.” Hızla Aybulatoğlu’nun
elinde gizliden beklettiği çakmak taşıyla ayakucundaki urganlardan birini
kaparak yaktı ki bunun Berberi hokkabazlardan öğrendiği numaralardan sadece
biri olduğunu söylerdi. Yanan urganı ambar kapağına yaklaştırarak: “Defineyi alıp gidebilirsiniz. Ama bize
dokunursanız karamürseli na bu barutlukla havaya uçururum! Siz de yanarsınız,
firkateniz de yanar!” Selim Reis tam: “Ula
anasını belleduğum her boki yedun sıra gemume mi geldi?” diye söylenip
üzerine atlayacakken Arslanbek tam zamanında tutarak engel olmuştu.
Rus beyzadesi omuz silkeleme jestiyle: “Sizi öldürmekle neden uğraşayım? Defineyi
alıp gideri tabi…” diye konuştu. Ambar kapağını açtırarak: “Altınları firkateye taşıyın!” diye
emretti. Rus tayfalar da gemidekileri zorlayıp sandıkları güverteye çıkartarak
firkateye taşıttılar. Selim Reis sonuncu sandığı taşırken yine sövüyordu: “Bacağuna sıçtiğimun kopiği! Ha bu bok
yiyenun yüzünden ikidur sandik taşiyrum hamal gibi! Kendu gemumde amele etti
beni zizil! Seni doğurdan ebenun elune edeyum!” Hazinelerin taşınması
esnasında deniz dibindeki uğultunun miktarı artmış üstelik kulakları rahatsız
edecek denli yakınlaşmıştı. Rus tayfalar pek bir anlam vermeden karamürseladan
hazineyi taşıyanlar firkateden indikten sonra köprüye çıkıp geri bindiler. Rus
beyzade de köprüden çıkarken Aybulatoğlu: “Moskof
bir bak!” diye seslendi. Beyzade ona dönüp: “Konuşmayı bilen bir bozkır sıçanı! Ne diyeceksin kaybettiğin hazineye
mi ağlayacaksın?” diye müstehzi bir ifadeyle karşılık verdi. Aybulatoğlu
ona tepeden bakarak konuşmaya başladı:
“Şehirlerin ve
güya medenilerin temsilcisi! Şimdi sana bu hazine ölüm getirecek desem
vazgeçmezsin. Hazinenle ölmeyi tercih edersin! Ben üzülmem. Bizler, Kazaklar ve
Tatarlar, biz bozkır ahalisi; bizler bir hazine için ölmeyiz bile! Hazineler
için yaşarız! Yağmalanacak hazineler hep vardır, yağmalarız ve harcarız! Siz
şehirlilerin altınları ne güne duruyor değil mi?”
Beyzade soğuk ifadesini koruyarak karşılık verdi: “Sizin zamanınız eskide kaldı. Artık
bambaşka bir dünya var, başka yollar, zengin kaynaklar var. Devir
imparatorlukların devri. Razin gibi birkaç çapulcu yüzünden çarlar hâkimiyetini
yitirmez. Atlar, bozkır, mızraklılar ve oklular… Siz Türkler nasıl diyor?
Tencere tava hep aynı hava! Sizin çağınız artık sona eriyor… Efsaneler ve
masallarla birlikte tarihe karışacaksınız yakında!”
Aybulatoğlu, hem karamürseldekilerin hem
firkatedekilerin tüylerini diken diken eden muzaffer bir ifadeyle: “Bilemedin Moskof. Asıl işte o yüzden
Kazakların ve Tatarların çağı bitmez. Bir elinde mızrağı bir elinde yayı bir
başka yiğit her zaman çıkıp gelir o bozkırdan!” diye gürledi. Tam o esnada
sanki zelzele olmuşçasına deniz üzerinde sallandıklarını hissettiler. Bir
müddet sonra dalgaların ayan beyan gemileri neredeyse yıkacak denli salladığına
şahit olup korkudan oldukları yerde mıh gibi kaldılar. Rus beyzadesi kendini
suya düşen köprüden güç bela firkateye atıp kancaların kesilmesini emretti.
Firkate başka yana doğru kayarcasına ilerlerken Selim Reis’in yeğenleriyle
Aybulatoğlu’nun adamları hem yelkeni açıp hem küreklere asılarak firkateden
uzaklaştılar. Aybulatoğlu, Arslanbek’i kolundan tutup sordu: “Bu sesler, zelzele nedir?” Arslanbek: “Firkateye doğru bak öğrenirsin şimdi…”
diye sırıttı.
Karamürseldekiler firkateye dönüp
baktıklarında ilkin hiçbir şey göremediler. Sonra denizden muazzam büyüklükte
bir ejderin su yüzüne çıkıp balık misali yüzgeçleriyle suları yara yara
firkateye doğru ilerlediğini gördüler. Ay ışığının yemyeşil ve gümüşi pulları
üzerinde parıldadığı ejderha, kocaman ağzını açar açmaz firkatedekilerin tüfeng
ve top atmaya bile cesaret edemeden çığlık çığlığa denize atladığını
görmüşlerdi. Ejderha firkateyi tam ortasından parçalayarak kendisiyle birlikte
denizin dibine doğru sürüklemişti. Arslanbek belli belirsiz: “Geldiği gibi gitti…” diye söylendi.
Aybulatoğlu ona dönüp: “Sen şimdi gel de
Ataman Razin’e laf anlat. Define olmadan dönersek biz tövbe inanmaz! Her
halükarda ölüm var…”
O esnada Süleyman’ın manalı manalı
güldüğünü fark edince hepsi gayri ihtiyari ona dönmüştü: “Ölüm falan yoktur Aybulatoğlu! Hiç tasalanmayın!” O böyle deyince
Selim Reis dönüp söver gibi karşılık vermişti: “Hayirdur zizil? Ezrail ilen anlaşman mi vardur yoksam ortak
misundur? Tovbe tovbe… Adami apur sapur konuşturayisun!” Arslanbek de ona
arka çıkmıştı: “Bir de gevrek gevrek
güler. Ataman Razin hepimizi Koca Kilise meydanında kazığa geçirsin de leşimize
üşüşen kargalarla da bir olup böyle gülersin!” Kopuk Süleyman sinir bozucu
bir sırıtmayla: “Yahu ne Azrail’i ne
ölmesi? Biz Stenka Razin’e illa bu defineyi mi vermeliyiz? Başka define olsa:
“Hani ya Harezmşah definesi!” diye tutturacak değil ya?” Selim Reis iyiden
iyiye sövmeye başlamıştı: “Ula zizil,
gökten ha buraya define mu yağayi da alip götürelum Ataman Razin’e?” Kopuk
Süleyman başındaki takkeye sarılı sarığın arasından bir deri parçası çıkartıp
hepsinin gözünün önünde ayan beyan açıp acayip bir haritayı gösterdi. Selim
Reis şaşkınlıkla: “Ha bu got kafa davuğun
yımırda sıçmasi gibi harta mi sıçayi?” diye söylendi. Süleyman eğlenmeyi bırakıp haritayı anlattı:
“Bunu Kefe’de bir İtalyan kumarda kaybetti. Herudot diye bir gavur müverrih
varmış, eski tarihleri yazarmış bu ta cahiliye döneminde. İşte orada geçen bir
mesel varmış. Kadim İranlılardan bir padişah varmış ya Keyhüsrev diye. Tamiris
yahut Tomaris diye bir kadın padişah bunun ordusunu basıp kellesini kesmiş,
definesini de ta Kivok Nehri’nin bir ucundaki dağlara saklamış. İtalyan bunu
vermek istemeyip hır gür çıkardı, Yalı ağası tutup zindana koymasa gebertirdi
de namussuz! Yalnız bir mesele var. Nehri bununla zor aşarız illa ki kayık
lazım, nehirlerin dilinden anlayan bir kimse lazım…”
Arslanbek: “O mesele değil. Simbat’ı bulduk mu hallederiz…”
Süleyman müstehzi bir ifadeyle: “Amma yaptın ha Arslanbek! Senin o dediğin
asırlar evvel ta Abbasi Saltanatının halifesi Harun Reşid zamanında yaşamış bir
deli korsan, hikâyelerini kahvelerden meyhanelere herkes anlatır. Kaç asır
olmuştur öleli…” Arslanbek güldü: “Asıl
sen amma yaptın be Kopuk! Sen Basralı Sinbad’ı dersin. Benim dediğim Simbat,
Simbat. Ermeni bu, Şirvan’dan kaçıp Şarkî Ulu Nogaylarının memleketinde, Kalmuk
memleketinin hududundaki nehrin ağzında bir balıkçı köyüne yerleşmiş. Niyesini
bilmem. Namlı bir kayıkçıdır en azgın nehirde selamete erdirir adamı.
Denizciliği de bilir ama bize kayıkçılığı lazım.”
Selim Reis: “Öyleyse oldu ha bu iş… Ulu Nogay yalısuna gideyruz uşaklar! Vira!”
Herkes geminin bir işine koştururken
Aybulatoğlu sıkkın sıkkın etrafına bakındı. Sonra Arslanbek ile Süleyman’a
döndü: “O kadar sene Kazanlılara
başbuğluk et gel denize düş şimdi…” diye söylendi. Süleyman ona dönüp: “Sıra korsanlığa geldi başbuğ!” diye
karşılık verdi. Aybulatoğlu beline asılı gümüş savatlı kamçıyı gösterdi: “Ben atadan deden at sırtında cenk ederim,
Kazan’da oturmak bile nasip olmadı kendimi bildim bileli kırda yazıda,
ormanlarda gezerim. Korsanlıktan ne anlarım?” dedi. Süleyman o zaman
boynundaki ok ucu kolyesini çıkarıp gösterdi: “Ben de atadan deden korsan değilim ya? Anadolu’nun göçeriyken babam
nasıl etmişse etmiş Kostantiniyye’ye gelmiş işte. Korsanlarla düşe kalka ben de
korsan olup çıktım. Arslanbek de esaslı süvaridir ama yeri gelmiştir teknelerde
yatıp kalktığı da olmuştur. Hem gözünü korkutmasın deniz. Ha bizim bozkır ha bu
deniz… Altındaki gemiyi say ki küheylan! Suratını yalayan rüzgârdan tepende
ışıldayan yıldızlara aynı...”
Aybulatoğlu gülerek: “Desene şimdi korsan olduk biz de…”
deyince, Süleyman da gülerek şu karşılığı vermişti: “Evet akay. Hem de Hazar korsanları! Bu denizler bizden sorulsun
artık!” Ardından bir süre durakladıktan sonra şunu da ekledi: “Hele şu defineyi bir bulalım da...”
SON
Mehmet Berk Yaltırık
23 Ekim 2013 – İstanbul
[1] 1670’li yıllarda çıkardığı
isyanla bir müddet Rus Çarlığı’na meydan okuyan, hakkında pek çok halk hikayesi
ve türküsü yazıldığı ifade edilen Don Kazaklarının efsanevi atamanı, tarihte
yaşamış bir kişidir.
[2] Tarihte gerçekten yaşadığı
bilinen ama akibeti bilinmeyen, Stenka Razin’in başbuğları arasında zikredilen
bir Kazan mirzası. Asak yahut İshak Aybulatoğlu olarak bilinir. Kendisinin
teşvikiyle Stenka Razin, Kazan Tatarlarına bir name yollayarak ayaklanmaya
katılmalarını istemiştir.
[3] Tarihte var olmuş, ancak 1670’de
Astrahan’ı ele geçiren Razin’in ordusu tarafından yok edildiği düşünülen,
Avrupa usülünde yapılmış 22 toplu bir firkate.
[4] Gemilerde gözetlemeye yarayan,
en yüksek direğin tepesindeki yer.
Teşekkürler güzel bir öykü olmuş , kaleminize sağlık
YanıtlaSil