19 Aralık 2016 Pazartesi

Kanlı Pençe

(Daha önce Kayıp Dünya'da yayınlanmıştır)

(Tarihsel olaylar, tarihte geçen kişiler gerçekten alınmışsa da birçoğu hayal ürünüdür.)

“Gizemcilik konusunda kitapları ile tanınan Fransız Roland de Villeneuve Kurt Adamları ve Vampirleri araştıran bir çalışmasında 1542’de İstanbul’da sürü halinde gezen Kurt Adamlardan söz ediyor. Villenevue, 17.yüzyıl yazarı Jacques d’Autun’un “Sihirbazlar ve Büyücüler Konusunda Bilimsel İnançsızlık ve Cahil Saflık” adlı çalışmasından aşağıdaki alıntıyı veriyor. “Sultan, has askerleri ile birlikte, silahlanıp saraydan çıktı; Kurt Adamlardan yüz elli kadarını surlara dizdi fakat bunlar, toplanan halkın gözleri önünde, surlardan atlayıp kayboldular.”
Giovanni Scognamillo’nun “İstanbul Gizemleri” adlı eserinden…


(30 Zilhicce 948 – 16 Nisan 1542)
 (Kostantiniyye - Devlet-i Al-i Osmaniyye’nin Payitahtı)

1. Karanlık ve Kanlı Sokaklar
            Gecenin uğursuz karanlığında bedbaht bir adam, şehirde ilk doğanların artık doksanlık kocalar ve kocakarılar olduğu Kostantiniyye’nin kadim sokaklarında koşturuyordu. Henüz taşlarla döşenmemiş toprak yolda, fethinden sonra Sultan Mehmed Han’ın emriyle yaptırılan iki katlı ahşap evlerin arasından arkasından geçip kendisini kovalayanlardan kaçıyordu. Arkasından koşturmakta olan üç gölge vardı. Adımları toprak yolda sanki dolu yağmuru misali işitiliyordu. Sokak köşelerinde yanan fenerlerden görüldüğü kadarıyla başlarındaki keçe börklerden ve o dönemde kentte silah taşımasını yasak eden Sultan Mehmed Han’dan beridir hançer taşıdıklarından yeniçeri oldukları anlaşılıyordu. En önlerinde koşan ilerlemiş yaşına rağmen hala dinç sayılabilecek olan ellilik Başkarakullukçu (Başçavuş) İsmail Beşe’ydi. Sultan Bayezid-i Sâni (İkinci) Han zamanında ihdas edilen Ağa Bölüklerine mensup 19. Bekçi Ortası’nın başkarakullukçusuydu (başçavuş). Peşinden aynı ortaya mensup iki yeniçeri takipteydi.
            Adam çıkmaz bir sokağa saptığında yolunu kestiler. Hepsi soluk soluğa kalmıştı. Adamı ay ışığının altında gördüklerinde neredeyse sıtmaya tutulmuş gibi titremekte olduğunu fark ettiler. Gözlerinin feri solmuştu. Başkarakullukçu yanındakilere söylenmekteydi:
            “İllallah yetişir artık bu yeni devşirmelerden bre! Bizim zamanımızda bokumuza kadar bakarlardı. Havaleli mi eserekli mi ne olduğunu bilmeden tutup atmışlar taşodaya!”
            Başkarakullukçu tam ona yaklaşacağı sırada havaleli gibi olduğu yerde titreyip silkinmekte olan adam gökte duran dolunaya bakarak acı acı ulumaya başladı. Titremesi ve kasılması artarak yere kapaklandı ve yerde titremeye başladı. Tekrar dört ayağı üzerindeymişçesine kalkarak yine ulumaya başladı. İsmail Beşe öfkeyle üzerine yürüyerek ağzına okkalı bir tokat yerleştirip adamı yere yıktı. Yerde sıtmalı titremekte olan adama gürledi:
            “Çorbacı ağa öğrensin bir hele! Ocakta bir gün bile tutmazlar seni!”
            O anda başkarakullukçu ve yanındaki iki yeniçerinin gözleri önünde tuhaf şeyler vuku bulmaya başladı. Adamın bedeni sanki genişliyordu da derisi yırtılıyordu, acıyla iki büklüm yere kapandığında kollarında ve ayaklarında elbisesinin parçalandığını ve kıllarının garip bir şekilde hızla uzamaya başladığını gördüler. Teni kapkara kesilmiş gibiydi. Başını kaldırdığında uzamakta olan dişlerini ve ateş kızılı gözlerini gördüler. Köpüklü ağzından korkunç hırıltılar gelmekteydi. Yeniçerilerden biri hançerini sıyırarak haykırdı:
            “Pir aşkına! Erenler aşkına! Uğramış bu uğramış!”
            Başkarakullukçu ona bakarak kafasını salladı. Hançerini çekerek adama döndü. Son gördüğü şey, burnunun hemen dibinde biten lağım kadar kötü kokan bir nefes ve cehennemden çıkma kızıl gözlerdi.
           
2. Bir Tuhaf Cinayet
            Saraçhane içerisinde ve şehri Kostantiniyye’de dehşetli bir haber yayılmıştı sabahtan. Daha cinayetin hikâyesi kahvelere ve dükkânlara düşmeden, bir kalabalık kafile Bizans’tan kalma Yedikule’ye uzanan meşhur Meşe Yolu üzerinden gelerek İstanbul’un ilk semti Saraçhane’ye, İstanbul’u sallayan korkunç cinayetin vuku bulduğu yere doğru yaklaşmaktaydı. Takribi 880’de (1475) Sultan Mehmed’in emriyle buraya kurulan büyük saraç imalathaneleri açılmış, burada çalışan usta ve kalfaların torunlarıyla birlikte bu mahalle oluşmuştu.
            Nisan ayının ortasında, kıştan kalma hafif bir sabah sisi sarmıştı ortalığı. Ziyadesiyle esrarlı ve korkutucu bir hava sokağa hâkimdi.
Sokakta çınlayan sesler maiyetiyle birlikte Sultan Süleyman Han’ın oraya doğru geldiğini haber veriyordu. Koşturarak sokağa giren solaklar ahaliyi uzaklaştırıp her biri bir ev kapısını ve sokak başlarını tutarak beklemeye başladılar. İnsanlar evlerinin pencerelerine, cumbalarına çıkarak sokağa doluşan kalabalığı seyrediyordu. Sokağa iki kişinin koşar adım girdiğini gördüler. Birisinin üstünde kurt postu vardı, altına deriden mamul bir tür yamçı giymişti ki onun da altında zincir zırh sarkıyordu. Belinden ucu eğik Tatarî bir kılıç sallanıyordu. Kuburluğu ok doluydu, yayı da Tatarî’ydi. Kenarı kürklü, ucu mücevher sorguçlu, demirden bir miğfer takıyordu. Orta boylu, esmer tenli, çekik gözlü, Tatar tipli, ince bıyıklı bir adamdı. Onun yanındaki ise biraz daha yaşlıca, ama oldukça iri görünümlü, sırtına Bosna sancağının Deli alaylarının erleri gibi kaplan postu geçirmiş, başına da keçe külah takmış pazu ve pençe sahibi bir adamdı. Sağ belinden büyükçe, Avrupai bir meç sarkıyor, irili ufaklı birçok bıçak ve kama deriden avcı zırhının orasında burasında asılı duruyordu. Kendi boyunun yarısı büyüklüğünde bir topuz taşımaktaydı.
            O sırada evlerin birinde pencere önünde oturan iki ihtiyar gelenleri tanımış gibi kafalarını bilgiççe sallamaya başlamışlardı. İkisi de doksanına merdiven dayamış bu ihtiyarlar şehr-i İstanbul’un en yaşlı birkaç sakininden biriydi. Babaları Feth-i Mübin de denilen Feth-i Kostantiniyye’ye katılmış Karesi vilayetinden gelme gönüllerdendi ki, fetihten sonra ailelerini alıp şehre yerleşerek, bu ilk semtin saraç esnafları arasına karışmışlardı. Bir müddet orducu esnafından olup, Ordu-yu Hümayun’un ardından nice sefer yolları teptikten sonra baba yadigârı bu eve geri dönmüşlerdi. O nedenle bu iki adam sokağa girer girmez, büyük bir merakla sokağı seyreden hane ahalisine dönüp bakmadan kendi aralarında konuşmaya başlamışlardı zira o senelerden tanıyorlardı ikisini de:
            “Fedailer geldi! Ben sana dedim büyük iş bu diye. Sultan bile sarayından çıkıp geldiğine göre…”
            “Yahu Sultanımız tabii ki gelecek, şehr-i Kostantiniyye’de kaç kere böyle vaka görülmüş? Adamlar gecenin ortasında çığlık çığlığa üç yeniçeriyi parçalamış. Canımız tehlikede. Saraya bile girilmez artık.”
            “Sen öyle san. Fedaileri bilmezmiş gibi konuşma. Sultanın eli ayağıdır bunlar, uzandıkları başı da kesmeye muktedirdirler!”
            “Bilmez miyim? Na şu kurt postuyla gezen namlı yiğitlerden Kırımlı Sinan değil mi? Atadan dededen akıncıdır, ok çeker Nogay süvarilerindendir. Nemçe Seferi’nde yiğitliğiyle küffarı bile sindirdi. Bir gece Sultan’dan destur alıp serdengeçti yoldaşlarıyla baskın verdi küffar ordugâhına. O Nemçelilerin namlı yiğitlerinden şövalyelerinden karşısına kimse çıkamadı, donlarını bırakıp kaçtılar. “Kırım’dan gelirim adım da Sinan’dır, Gizlenme Nemçeli meydan da burdadır” diye adına türkü yaktılar.”
            “Ya öteki, ya öteki? Bosna Sancakbeyinin kapularından, Deliler Ocağı’ndan çıkma Matlı Fehim’e ne demeli? Bosna’dan orduya katılıp Sultan’la birlikte Rodos’ta savaşıyorlar. Bir bölük Cermen şövalyesi Sultan’ın çadırına girende ne yeniçeri sağlam kalıyor ne silahdar. Matlı durur mu? Baba yadigârı meçi sıyırıyor kınından dalıyor Cermen keferesinin arasına. Sekizinin kellesini alıyor, kalan üçü yaralarından bitap düşüyor. Babası da akıncı taifesinden derlerdi…”
            İhtiyarlar anılarını tazeledikten sonra iki fedainin sokağa girişini seyretmeye devam ettiler.
            Kırımlı Sinan cesetlerden geriye kalanların olduğu kanlı çıkmaz sokağa koşar adım girerek etrafa bakındı. 19. Bekçi ortasının Çorbacısı Ayı Osman’ın durgun bir halde yeniçerilerin kopartılmış uzuvlarını seyrettiğini gördü. Ayı Osman, Kırım’ın kuzeyindeki Rutenya bozkırlarında yaşarken çocuk yaşta ailesinden koparılmış ve hediye olarak birkaç köle ile birlikte Sultan Bayezid-i Sani’nin huzuruna çıkan Moskova Knezliği elçileriyle birlikte İstanbul’a gelmişti. Sağlam yapısı ile kısa sürede acemoğlanlığından yeniçeriliğe girmiş, Yavuz devrinden beri bir nice sefere katılmış bir koca kurttu. Lakabı görünüşünden ziyade densiz sayılabilecek yapısından kaynaklanıyordu. Birisine sinirlendiği zaman kim olduğuna bakmadan kamçıyla girişip en sunturlu küfürleri sıralayacak kadar patavatsızdı. Sessiz sakinken aniden vuku bulan sinir kriziyle esip gürleyen bir deli yiğitti. Aslında kethüdalığa hatta ağalığa kadar yükselebilecekken, Alman Seferi sırasında askeri yanlış yönettiği gerekçesiyle yeniçeri ağasıyla tartışınca araya girenlere rağmen rütbesi çorbacıda kalmıştı. Padişah’ın ve ordunun İstanbul’a dönüşünün ardından apar topar asıl kılıç salladığı 29. Orta’dan çıkarılarak Kostantiniyye’nin asayişinden sorumlu 19. Bekçi ortasına sürülmüştü. Kostantiniyye’de ve karşısındaki Pera’da on yıldır it uğursuz takımını kovalamaktaydı. Gerginliğini belli etmeden yerdeki kan izlerine bakıyordu.
Çevredeki birkaç yeniçeri de hem korku hem de intikam isteyen bakışlarla yoldaşlarının canını alanları parçaladıklarını hayal ediyorlar. Yumruklar sıkılı vaziyette beklemektelerdi. Kırımlı sokaktan çıkarak sokağın başında bekleyen Matlı Fehim’e el sallayınca Fehim arkasına dönerek Sultan’a gerekli işareti verdi. Üç kıta yedi düvelde at oynatan şahbazların ve mamur karyelerin hâkimi cihan padişahı Sultan Süleyman Han, türlü çeşit mücevherle süslü at koşumunu solaklardan bir askere bıraktıktan sonra atından inerek altı solakın muhafızlığında sokağa girdi. Kırımlı Sinan’la Matlı Fehim çıkmaz sokağın bir köşesine giderek el pençe divan beklemeye başladılar. Sultan Süleyman çıkmaz sokağa girer girmez tiksinerek yeniçeri kullarından arta kalanlara baktı.
            Sultan, Çorbacı Osman’a bakmadan sertçe sordu:
            “Kullarımın bu ahvali nedir? Nice iblisin işidir bu?”
            Çorbacı Osman sesinde hiçbir titreme olmaksızın el pençe divan cevapladı:
            “Belli değil sultanım. Kaç kişilermiş veya tek kişi miymiş bilmiyoruz. Ezan vaktine yakın, sabaha karşı fenerleri söndürmeye gelen fenerciler görmüşler. Haber gelir gelmez sokaklara kollar saldık, yabancıları, şüphelendiklerini topluyorlar. Biz gelir gelmez sokaktaki evleri tek tek gezdik. Gece bazı sesler duymuşlar. Çığlıklar ve böğürtüler varmış. Sokak o kadar karanlıkmış ki hiçbiri bir şey görememiş.”
            “Şehri Kostantiniyye çalkalanıyor. Böyle vahşet görülmüş müdür? Benim kullarım katledilmiş siz burada eğleşir misiniz?”
            “Affedin hünkârım. Karındaşlarımızın kanı yerde kalmayacaktır. Evelallah yapanları bulup kadı karşısına koyacağız.”
            Tam o sırada bazı ayak sesleri duydular. Ardında birkaç nefer olduğu halde 5. Ağa Bölüğü ortasının Başkarakullukçusu Kara Şaban gelmişti. Ortası gibi geçmişi de netameliydi. Çorbacı Osman’la yaşıt olmasına rağmen, 1525’teki yeniçeri isyanına karıştığı için önce yoldaşlarıyla birlikte idam edilecekken, rica ile rüşvet ile kendilerini affettirmiş ama sürgün misali göz önünde dursunlar diye kâffesi 5. Orta’ya gönderilmişti. Birçoğu seferlerde baş vermiş, onlardan yadigâr Kara Şaban tek kalarak ortanın başına geçmişti ama isyandan dolayı rütbesi başkarakullukçu rütbesinden öteye geçmemişti. Yeniçeri Ocağı içerisinde ne kadar netameli adam varsa, göz önünde bulunup icabında halledilebilmeleri için bu ocağa toplanmıştı. İstanbul’un en korkulu adamları ve ilk kabadayıları bir şekilde bu ortayla bağlantılı işlerini yürütüyordu. Kara Şaban sicilli olmasına rağmen, şehirde azabilmesi muhtemel haydut namzetlerini kontrol ettiği için yaptığı ufak tefek işlere göz yumuluyordu. Üstelik bu yükselişinde, 1523’te Kanuni’nin Yahudi sarrafların alacaklarını tahsil etmeleri karşılığında yeniçerilerin maaşlarını işletme hakkını vermesinde etkili oluşu ve bizzat Pera bölgesindeki Yahudi sarrafların eli kolu olması da etkiliydi. Cinayetin haberini ve Sultan’ın intikalini haber alır almaz adamlarıyla cinayet mahalline gelmişti.
Sultan Süleyman Han, fedailerine:
            “Vakayı 19. orta soruşturacak. Çorbacı mesuldür. Sizi de onun yanına verdim, bu vahşeti yapanın hakkından gelmesini bilirsiniz. Katili bulursanız yakalamadan önce bana tez haber edesiniz.” dedikten sonra arkasına döndü. El etek öpüp el pençe divan bekleyen Başkarakullukçu Kara Şaban’a:
            “Kostantiniyye’nin it uğursuz takımını iyi bilirsin. Karındaşlarınızın maktulünü bulmada, sen de aynı şekilde mesulsün.”
            “Emredersiniz hünkârım!” dedi Kara Şaban Ağa başı eğik vaziyette. Sultan Süleyman Han bir hışımla geldiği gibi çıkmaz sokaktan çıkarak atına binip solakların korumasında, muhafız alayıyla birlikte mahalleden çekildi. Çorbacı, başkarakullukçu, fedailer, 15. Bekçi ortasının ve 5. Ağa Bölüğü ortasının neferleri, yoldaşlarından arta kalanların çevresinde akbabalar misali dikiliyorlardı. Onların gergin bekleyişinden ürken ahali, pencerelerinin ardına çekilerek sessizliği dinlemeye başlamışlardı.
            Kara Şaban kafasını iki yana sallayıp ceset parçalarına bakarak kabak dumanından kesikleşmiş sesiyle:
            “Yazık! O kadar savaş meydanı gezdim, yetmiş iki buçuk milletten adamla cenk edip kılıç tokuşturdum, böyle vahşet görmedim. Hangi ortadan?”
            Ayı Osman:
            “Bizimkilerden. Üç kişi, bir karakullukçu iki nefer. Sayılarını yerdeki hançerlerden tespit ettik. Bir de dün gece ocaktan firar eden bir acemoğlanının peşinden gidenleri biliyorduk. Firariyi buldular mı bilmem ama ecellerini bulmuşlar.”
            Kırımlı Sinan ile Matlı Fehim ceset parçalarında arta kalanların üzerine eğilerek incelemeye başladılar. Tatar sordu:
            “Peşinden gittikleri firarinin işi olmasın?”
            “Daha neler!” diye gürledi Kara Şaban. “Acemoğlanının teki, civelek başına iki neferiyle koca karakullukçuyu haklayacak. Hak yazdıysa bozsun cihan görmüş mü duymuş mu?” diyerek cesetleri inceleyen Tatar’a ters ters bakmaya başladı. Ayı Osman sıkıntıyla ensesini sıvazlayarak söylendi:
            “Onu bilmem ama bu iş Kostantiniyye’de ilk.”
            Kara Şaban kaşlarını çattı:
            “Nasıl ilk? İstediğin cinayet olsun. Sen bana desdur ver ben gidip ne kadar katil varsa getireyim dikeyim karşına!”
            “Adi cinayet değil bu. Pera’daki gemicilerin karı cinayetine, Sulukule’dekilerin mal kavgasına, Yedikule çayırındaki keşlerin birbirini kesmesine benziyor mu bir bak? Bu muhitte böyle şeyler olmazdı. Benim şehrimi tanımaz mıyım? Benden önce Mehmed Han’dan bu yana on dört bekçi çorbacısı eskitti bu sokaklar. Tam on dört! Al bak kaydı kuydu bizim ortada duruyor! Kostantiniyye’nin Pera’nın iti uğursuzu, katili, orospusu hepsi orada. Ben böyle cinayet görmedim. On dört tanesinde o kadar isyan oldu, suikast oldu, bu boktan katliam geldi on beşincisi buldu anasını satıyım!” diye gürledi Çorbacı Osman. Bu sırada Kara Şaban ve diğer neferler, ocak dışından fedaileri gergin bakışlarla süzmekteydiler. Kara Şaban evlere bakındıktan sonra sordu:
            “Bu karakullukçu veya neferler nereden devşirildi?”
            Neferler, fedailer, Çorbacı Osman hemen dönüp çehresinde garip bir şey görmüşler gibi baktılar Kara Şaban’a. Çorbacı Osman sordu:
            “-Ne alakası var?”
            “-Karakullukçu Arnavutsa veya Kafkas kabilelerinden devşirilmişse kan davası olabilir.”
            “-Gürcü, Çerkez taifesinden kul devşirilmez töredir. Bizim ortanın ekserisi Arnavut devşirmesidir. Bugüne kadar da kan davası diye bir tanesi vurulmamıştır.”
            Matlı Fehim ağır Arnavut aksanıyla konuştu:
            “-Arnavutlar kindardır more lakin vardır kan davasının da türesı. Kafkas kabileleri gibı aileler arasına girmişse kan, çekılırler vadilerdeki kulelerina. Aralarında savaşırlar more. Aileler eğer başka yere giderlerse gitmezler peşinden. Arnavut memleketinde kalırlarsa ne pahasına olursa olsun bırakmazlar sağ. Olsun gerek Lek Dukakin’e ve Arnavut töresine binaen. Olsa kin besleyen bir düşmani, sanmam işlesın böyle cinayet.  İnsan işi değil pek bu…”
            “Tağm üğstüne bastığnız mösyö!” sesini duyar duymaz geldiği tarafa baktı cinayet mahallindekiler. İlginç görünümlü bir adam sokağın başında dikilmiş yeniçerileri seyrediyordu. Kahverengi kadifeden bir pelerin, mavi renkte kenarı siperlikli ve tüylü frenk serpuşu kuşanmış, baştan ayağa frenk kıyafetlerine bürünmüştü. Belinden tığ gibi uzun bir şövalye meçi sarkıyor, iki belinde gümüş hançerler parlıyor, sırtında asılı bir tatar yayı ve siyah deriden kolluklu bir çanta duruyordu. Sırtına kadar uzanan saçları, kara kuru sıfatı, karga burnunun altından fırlayan ucu ince ve kıvrık siyah bıyıklarıyla her haliyle bir Frenk’ti. Çorbacı Osman üzerine yürürken gürledi:
            “Surların içinde silah taşımak yasak bre gavur, bu ne böyle avcı taburu gibi?”
            Frenk görünüşlü adam koynundan iki parşömen çıkardı. Parşömenlerden birinde hem Frenk dilinde hem de Türkçe yazılar yazılmıştı. Françe eyaletiyle yapılan ahitnameye binaen, bir Frenk paşasının Osmanlı topraklarında söz konusu şahsın gezebilmesi için kapitülasyon hükümlerince izin verdiği yazıyordu. İkincisinde ise Türkçe olarak bu kişinin Fransız sefirinin güvenliğinden sorumlu olarak şehirde silahlı gezebilmesine dair verilen izniydi. O tarihlerde İstanbul’da şehirde silah taşımak yasaktı, yeniçeriler bile sur içinde hançerden gayrı silah taşımazlardı ki kadılık iznine tabi tutulurdu silah taşıma.
            Frenk parşömenleri geri alıp koynuna soktuktan sonra başıyla hafifçe kefere selamı vererek:
            “Bendeniğz Jean Jacques de Montegeu. Sizin deyiminizle Françe vilayetinden geliyoruğm. Françe Kralı’nın okültistiyim. Siz nasığl diyoğr müneccimbaşı. Ama astrologie yok, ben daha çok gizli ilimleri araştırıyoğrum. »
            Kara Şaban önce Frenk’e bakarak: “Üfürükçü müsün birader? diye sordu. Ardından Çorbacı’ya dönerek: “Frenkin bizim kurşuncu karılar gibi muska yazanını da ilk kez görüyorum ha!” dedi. Frenk kafasını iki yana sallayarak:
            “-Hayığr mösyö! Ben biliyoğrum sizi, ne üfüğrük ne muskacı değil ben. Ben daha çok havvas ve gizli ilimleri araştırıyorum, müellif diyoğr siz. Kitaplağrı topluyor, olaylağrı inceliğyorum.”
            Çorbacı Ayı Osman dövecekmiş gibi sordu:
            “Françe elçisinin konağında görevin varsa burada ne işin var? İşimiz gücümüz var gavur, eğlenme buralarda!”
            “-Mösyö size tam anlağtmadım pardonez mua! Venediğk balyoğsunun (elçisinin) sağrayındaydım, is janissaireslerin başına gelenler duyulduğ. Dehşeteğ düştüğnüzün farkındağyım.”
            “Bu Venedik balyosu da bize meslek bıraktıracak yakında. Sadrazam azledilse, azilden önce git haberini balyostan al. Ne tez duymuşlar?”
            Kara Şaban:
            “Öyle deme Çorbacı ağa, bir Yahudi bankerler birde bu Venedik keferesi, şehr-i Kostantiniyye’nin cümle gizli saklı işini duyarlar. Bunlarla ahbaplık eden bir şey duymadığını iddia edemez.”
            Frenk Jean:
            “Mösyöğ lafınızığ böldüğm. Kusurağ bakmayınğ ama buraya gelme nedenğim, bu yaşadığnız olayın ilginçliğidir. Kralımın verdiği yetkiğ ile cihanığ geziyor ve bir nice garip olay örneği topluyorum. Şu anda kesin bir şey söyleyemeğm ama bunu yapan şeyin insan olmadığı kesin.”
            Kırımlı Sinan cesetleri göstererek konuştu:
            “Frenk haklı Çorbacı ağa. Yara izleri hem derin hem de tırtıklı. Köpek ya da aslan dişi gibi. Sağlam kalan yerlerinde pençe izleri var. Bir de et parçaları eksilmiş. Yani bunu yapan ya bunları yemiş ya da yanında götürmüş. Hançerlerde bazı kanlı tüyler var. Keferenin dediği gibi insan işi değil. Köpeklerle saldırmış olabilirler.”
            Çorbacı Osman:
            “Birkaç kere uluma sesi duymuşlar bağrışma arasında. Ama köpek olacağını sanmam. Burası Saraçhane. Yan tarafı bizim kışlalar hemen. Bu muhitin köpekleri bizimkileri tanır. Yabancı yerden saldırıya mahsus köpek getirebilirler belki, Sırpların evvelden yetiştirdiği gibi. Lakin bu izler köpek parçalaması değil. Kurt desen o da burada gezinmez, Haramidere ya da Istranca taraflarına bakacaksın. Kurt sürüsü olsa iz miz bulurduk, hem böyle parçalamaz. Daha büyük bir şey olmalı siz de hayvan diyorsanız.”
            Matlı Fehim:  
            “Aslan, kaplan diyecegım, ama ne gezsın Kostantiniyye’de. Ama izler olsun büyük bir şeye ait more…”
            Kara Şaban:
            “Bizans dehlizlerinden fırlayıp gelen bir ejderha parçalamıştır belki. Yahu görmüyor musunuz? Bu boku kim yediyse sırf kafa karıştırmak için kasten yapmış bunları. İnsan değil diyorsunuz, hayvan değil diyorsunuz ecinniler mi gelip üç yeniçeriyi tepeledi!”
            Frenk Jean sırtındaki çantasını yere indirdikten sonra açtı. İçinden bir bez birde içi boş cam bir şişe çıkardı. Yeniçerilerden arta kalanların başına giderek baltada kalan kılları şişeye atarken, kanlı baltalardan birine beze sardı. Neferlerin ve başların garip bakışlarıyla karşılaşınca:
            “Ben çoğk yer gezdiğm mösyö. Bu olay alelade bir cinağyet değil. Beğn her türlüğ bu olayığ çözeğbilirim. Ama takdir edersiniğz ki pek çoğk yaratığk ve canavağr mevcut. Bunuğ çözmek için bu konulağrdan daha iyi anlayan biri lağzım. O teşhis edeğrse ben de katletmeğe muktediğr olabiliğrim!”
            Çorbacı Ayı Osman, çaresiz bir şekilde Kara Şaban’a ve fedailere baktı. Kara Şaban çıkışa yönelerek:
            “Sizinkiler mevtalardan kalanları kaldırsınlar artık. Biz de Peralı Panayot’a gidelim.”
            Çorbacı Ayı Osman:
            “Panayot kim?”
            “Pera’nın gavurlarından. Asıl namı Vladic, Prag memleketinin simyacılarından ders almış, Cermen vilayetinin Yahudi sihiribazlarından da feyz almıştır. Enigizisyon bokuna memleketinden buraya kaçmış zamanında.”
            “Engizisyon nedir bre? Kafirin beglerinden midir de Panayot gavurun peşine düşmüştür?”
            “Ne begdir ne paşadır ama diyarı küffarda kıranlardan, kırallardan büyüktür! Frenk vilayetlerinde bir tarikat vardır derler, cadı büyücü dediklerini ateşe verip adam yakıyorlar. Onlar işte. Burada Panayot ismini aldı bu Vladic. Pera’nın en namlı büyücüsüdür. Üfürükçüden muskacıdan farklıdır, sanatını daha iyi bilir. Lakin bize muavenet etmek isteyen Frenk Jean’e sormalı… Koca Frenk de hele! Sen şimdi Katoliksin, bu adam engizisyondan kaçmış, Heretik falan diyormuşsunuz onlara rahatsız olmayasın?”
            Frank Jean aldıklarını çantasına yerleştirirken kafasını hayır manasında salladı. Çorbacı Ayı Osman, adamlarına cesetleri kaldırmasını söyledikten sonra Kara Şaban, Frenk Jean, fedailer ve 5. Ortanın neferleri, çıkmaz sokaktan ayrılarak Pera’ya vasıl olmak için sahil tarafına doğru yürüdüler.
3. Peralı Panayot, Sulukuleli Kurşuncu Kör Satiye…
            Cinayeti araştıran kafile kafalarında bin bir soru karşıya geçmek üzere vakti zamanında Cebe Ali Bey’in sancağını diktiği sur kapısını geçerek o muhitin kayıkhanelerinden birine yanaştılar. Çorbacı Ayı Osman, Kara Şaban, Frenk Jean, Kırımlı Sinan ve Matlı Fehim koca kayığa bindiler. Beşinci Ortanın neferleri kıyıda kalmışlardı.
            “Karşıya!” diye gürledi Kara Şaban. Ta Bizans’tan beridir ya Pera ya Karşı derlerdi ki Pera da Bizans keferesinin lisanında “karşı” demekti. Julianopolis ismi ise çoktan tarih sayfalarında unutulmuştu. Gerçi Galata ismi daha yaygındı, İtalyan keferesinin taktığı isimdi ama oranın ahalisinden ötürü yeniçeriler gibi emniyet taifesi de Pera’yı alışkanlık haline getirmişti.
            Kayığa doluşmuşlardı, içlerinde tuhaf ve esrarlı olaylara dair bir emare olmasa da yine bir şeyler bulunur diye umuyorlardı. İnsan işi değilse, hayvan işi değilse cinlerin perilerin işi miydi? Kara Şaban, ocakta toyluk zamanlarında akranlarının kimisinden öğrenikleri Sırp lisanında Frenk’e bir şeyler sordu. Frenk cevap veremeyince onun Sırpça bilmediğine kanaat getirerek Ayı Osman’a dönerek Sırpça:
            “Frenk anlamaz. Sırpça konuş. Sence bu keferenin bu olayı çözmek için böyle çıkıp gelmesi normal midir?”
            “Ne bileyim? Bana da tuhaf geldi. Gerçi gelmesi iyi oldu. Adam böyle işlerden anlıyor gibi.”
            “İyi de neden bizim yoldaşlarımızın derdine düştü?”
            “Bizim münneccimbaşılar ve hüddamlar nasıl cinlerin, yıldızların, ifritlerin sırrını arıyorsa bu da onları kurcalıyor. Kendi krallarının emriyle cihanı dolaştığına göre aradığı bir şey var.”
            “İşte birazdan öğreneceğiz. Adam tekin değil. Saraçhane’den beri bizi takip eden üç kişi var. Denizci taifesinin kılıkları var ama belli uzaktan bu adamı korurlar. Keferenin cinle periyle ne işi olsun başka bir şey var kesin. Bekle hele kayık bir sislerin içine girsin!”
            Hafif sabah sisi halen kentin üzerinde asılıydı. Minareler, evler, surlar, kuleler, tepeler ve köşkler hafif siluetlerle seçiliyordu. Yeniçeri taifesinin devşirilmeden önce nenelerinden dinledikleri ‘upir’li, ‘kukudhi’li, ‘krvopijac’lı, ‘vrolok’lu, ‘volkoslak’lı, ‘stregoika’lı, ‘moroi’li, ‘nosferatu’lu, ‘ordoğ’lu korku masalları bu sisli esrarengiz Kostantiniyye manzarasında ve şahit oldukları kanlı cinayetin kalıntıları hal gözlerinin önünden gitmediğinden tuhaf duygular uyandırmıştı. Kayık Haliç suyunun ortasına gelip sisler dört bir yanı sardığında Kara Şaban kayıkçıya durmasını söyledikten sonra kuşağından çektiği hançeri Frenk’in gırtlağına dayayarak tıslar gibi sordu:
            “Anlat bakalım kefere maksadın nedir?”
            “Mösyöğ ne yapıyoğrsunuz? Bu şekildeğ hareğket edemezsiniz kralğın fermanı var!”
            “Bak a gavur burası Haliç. Çok deyusu çuvala koyup taş bağlayıp bu suların dibine gönderdik. Burada ferman geçmez! Seni takip edenler kim? Neden yoldaşlarımızın katli meselesine burnunu soktun?”
            “Oh mösyö! Bunuğ size söyleyemem bu devleğt sırrıdır!”
            “Bre başlarım senin sırrına sadrazam mı seçiyorsun ne sırrı? Sen kalk cin peri davasına ta Frenk vilayetlerinden buraya gel...”
            “-Mösyöğ aradığım şey siziğ hiç ilgilendirmeğz. Bu yaptığınız yanlış! Ben kralın korumağsı altındağyım! Françe tebaasındanım!”
            “Françe dediğine bizde vilayet diyorlar bre ne kralı ne hükümdarı. Söyle çabuk neden bu cinayetin peşine düştün!”
            “Mösyöğ size bunuğ anlatamam benim de hayatım tehlikeğ altında! Ama sizeğ şu kadarınığ söyleyeğbilirim. Aradığım şey, sizin arkadaşlağrınızı öldüren şey olabilir. Bir canavarın peşindeğyim. Ama size anlatamam.”
            “Ne canavarı?”
            “Bu herkezeğ anlatılağmaz. İnanmayağbilirsiniz amağ dinledikten sonrağ bir dahağ dünyaya aynı gözle bakamazsınız. Gece yatağnızağ gidemezsinizğ!”
            “Sen anlat hele yatağı yorganı bize kalsın…”
            “-Pekalağ size anlatığrım ama inanıp inanmamak sizin elinizdeğ. Françeğ kralının kızınağ bir vampiğr siz nasılğ diyor musallat oldu.”
            “-Vampiğr ne?”
            “Görüp görebileceğiniz canavarların en korkuncu mösyöğ. Gece olunca mezarından çıkarak ölümlülerin kanlarını içen bir iblis! İlk başta kimseğler anlamadı. Boynunda yaralar vardığ. Böcek sandığlar. Sonra kâbuslar ve kan kaybı başladığ mösyö. Bir gün öldü ve mezara koyduğk. Üç gece sonra oradaki nöbetçilerin saçlarığ beyazladı. Mezarından bu dünyaya ağit olmayan sesler geliyordu mösyö. Lahiti açtığımızda gördüğümüz şey prenses değildiğ mösyö. Gözlerini, sivri dişlerini, pençelerini görseydiniz kâbuslarınızdan çıkmazdığ!”
            Kayıktakiler o tuhaf sabah sisinde istemsizce titrediler. Tüyleri diken diken oldu ayazda. Kırımlı ağır ağır konuştu:
            “Bizim Kırım’da obur derler. Arnavutlar kukudi yahut lugat derler. Hortlak, hortlak…”
            Frenk:
            “Kralın kızığ vampir olduğ. Zindanda tutuluyoğ. Onu düzeltmenin tek yolu onu bu haleğ getiren vampiğri bulmak ve kafasını keseğrek külleriniğ bir suyun içinde prensese tekrar içirmek. Başkağ türlü değişmez. Tam on yıldığr onun peşindeğyim mösyöğ. Cihanığ gezdim. Başkağ canavarlar, gariplikler gördüm. Umarım peşindeğ olduğumuz şey o katildir mösyöğ. Bu biğr devlet sırrıdığr. Umağrım saklığ tutarsınız.”
            “Niye sır peki?”
            “Vatikan. Eğer prensesğin vampiğr olduğu öğreniliğrse rahipler onu sağ bırakmazlağr.”
            “Ya bizi takip edenler?”
            “-Venediğk balyosunun adamlarığ. Olayığ onlardağ merağk ediyoğr benle alakalarığ yok.”
            “Türki lisanı nerede öğrendin?”
            “-Altı yıl evvel İstanbul’ğa geldim mösyö. Ama çok kalmadım. Dört yıl önce yolum İzmir’e düştü oradağ altı ay kadar kaldığımda Rumca ile birlikte öğrendim.”
            Kara Şaban hançerini Frenk’in gırtlağından çekerek sustu. Eliyle kürekçiye yola devam etmesini belirtti.
            Kürek suda şıpırdarken, sis gözlerini bulandırmışken her birinin sağdan soldan işittiği hortlak hikâyeleri akıllarına üşüştü. Balkan seferlerinin birinde dinledikleri Canik sipahilerinden Reşit Ağa’nın Eflak ecinnilerinden bir kızın peşine düşüp kayıplara karışması, kırk gün sonra Ordu-yu Hümayun seferden dönerken bir grup akıncının beti benzi atmış bir şekilde sipahiyi kanlı kefenle Erdel (Transilvanya) ormanlarında gördüklerine yemin etmelerini düşündü Kara Şaban. Ayı Osman’ın aklına Macar Seferi sırasında bir dağ yolunda denk geldikleri kara suretli yıkık şato düştü. Dağ çingeneleri orada geceleri ecinnilerin ışıklar yakıp şarkılar söylediklerine yeminler etmişlerdi korkunç hikâyelerini anlatırken. Kırımlı Sinan’ın aklına düşmüştü, Akmescit’in köylerinden birine musallat olan, sevdiği kızı dağa kaldıran uğursuz bir obur hikâyesi. Köyün ihtiyar imamı oburun kızın cesedini dişleyerek kanını çektiğini, kızın na’şını mezarlıkta bulduklarını anlatmıştı gözlerinin önünde. Matlı Fehim’in yâdına düştü Bosna sancağının delilerini bile korkudan yüz geri eden Volkoslak Duşan’ın öyküsü. Volkoslağın kellesini almaya gitmiş ama ormandan çıkan cadının okuyup üflemesiyle atları çıldırmış kendi gözlerinin feri kaybolmuş o koca yiğitlerin ağlaşmalarını anımsadı.
            Her biri aklında birbirinden korkunç ve uğursuz hikâyelerle, dibi yosunlu üstü baykuşlu Pera surlarının rıhtımına yanaştılar. Kara Şaban’ın bir iki mangırı kayıkçıya bırakmasından sonra rıhtıma çıkarak Pera’ya girdiler. Denizcilerin, hamalların, kürekçilerin, tüccarların, ayyaşların, keşlerin, dilencilerin, fahişelerin ve hırsız uğursuz takımının aralarından sıyrılarak Galata kulesinin dibindeki surlara doğru yürüdüler. Kulenin dibindeki surlardan birine bitişik durur gibi, Cenevizlilerden kalma iki katlı ahşap bir binanın bahçesinden içeri girdiler. Kara Şaban evin eşiğine varır varmaz evi sarsarcasına kapıyı yumrukladı. Bir süre sonra kapı hafif aralandı. Kapıyı açan karşısında iki yeniçeri zabitiyle, üç silahlı kimse görünce ardına kadar araladı. Kıvırcık saçlı, köse sayılabilecek denli tüysüz ve beyaz suratlı, ince yapılı Peralı Panayot, Frenk’in göğsündeki Katolik haçını görür görmez korkuyla diz çökerek yalvarmaya başladı:
            “Sonunda buldular e? Lütfen beni bu engizisyonzuya teslim etmeyin ağalar, vergimi öderim, kimsenin tavuğuna kis demem ben vre!”
            Kara Şaban şaşkınlıkla sordu:
            “Ne oldu be adam betin benzin attı ne engizisyoncusu?”
            “Yanındakini görmezsin vre? Boynunda istavrozla durur?”
            “Hay Allah iyiliğini vermesin şaşkın gâvur kalk ayağa kalk! Ne engizisyonu, Françe kralının bendelerindendir.”
            Panayot ayağa kalkarken:
            “Oh efharisto poli! Ben de böyle silahli külahli görünze engizisyonzu sandım vre!”
            “-Tabi Panayot gâvur tabi. Koca Vatikan işi gücü bıraktı, Papa hazretlerinin gönlü soğusun diye ta anasının nikâhından engizisyoncu gönderdi. Fesupanallah! İşimiz düştü be adam çekil de geçelim, kapıyı ardımızdan kapat fevkalade mühim bir iştir.”
            “Basimin üstüne vre paşamu, gesin içeri!”
            Panayot’un çekilmesiyle birlikte önce fedailer ardından yeniçeri zabitleri girdiler içeri. Frenk Jean girmeden Panayot’a bakarak sordu:
            “Mösyöğ sizin Prag’dan geldiğinizi söylediğler. Ama siz Grekler gibi konuşuyorsuğnuz?
            “Beyimu benim aile Türklerin buraya geldiği sene kasmis, ta Prag’a yerlesmis. Simyazidir babam, alsimi elixir ustasidir. Bizim ailede hep böyle konustuk. Engizisyon cadi diye yakazakti beni kastim geri dönüp buraya yerleştim.”
            “Sormayığn mösyöğ kralın koruması olmasa beni de yakağrlar! Ben değ occultistim mösyöğ. Prag’a gittim zamağnında. Simyağ biliriğm ben.”
            “Katalava. Prag’ta kabalazilari tanirsin o zaman. Loew Ben Bezalel’i tanir misin?”
            “Tanığmam mı mösyöğ! Ama kitaplarından tanığrım. Şağnını çok duydum. Kilden bir golem yapan kişiymiş, tüm mistiğkler öyle diyoğr.”
            “Doğri diyorlar vre, ben gözlerimle görmüsümdür heyula gibi bir sey.”
            Kara Şaban kapıdan kafasını uzatarak gürledi:
            “Avrat gezmesindeymiş gibi kapı önünde dedikodu yapacağınıza içeri geçin içeri!”
            İki gizli ilim meraklısı bu uyarıyla irkilerek içeriye girdiler. Duvarlar raflarla, kalan boşluklar envai çeşit gâvur işi masalarla sehpalarla doluydu. Üstlerinde tip tip kavanozlar, hendese ve cebir aletleri, feylesofların kullandığı cinsten edevat, müneccimlerin kullandığı bir nice çeşit usturlab, kum saati, güneş saati ve sair tuhaf cihaz, bitki ot parçaları, kök parçaları, formül kazınmış duvarlar ve tuhaf ecinnilerin resmedildiği kâğıtlarla, acayip ve gizli ilimlere ait korkulu büyü kitaplarından cinlerin isimlerinin yazıldığı davet kitaplarına bir nice sihirbazlık edevatıyla doluydu. Kazanlar ve imbikler fokurduyor, şişeler içinde renk renk sıvılar duruyor, bazı şişelerde ve kafeslerde canlı hayvanlar korkulu gözlerle gelen ziyaretçilere bakıyordu. Ebat ebat cam kapların içinde türlü çeşit, yılanlar, akrepler, çıyanlar, her nevi mahlûkat, böcekler, su dolu kaplarda kıskaçlı kollu püsküllü deniz mahlûkları dolanıyordu. Evin görülmedik kısımlarında da kafes içinde baykuşlar, maymunlar, insana, hortlaklara, cinlere ve deniz kızlarına ait mumyalar, bir nice bulunmuş tılsımat ve sihirli eşya duruyordu. Frenk Jean şaşkınlıkla sordu:
            “Osmanlı’da büyüğ yasak değil?”
            Panayot:
            “Efendimu yasak değildir ama günahi vardir derler. Lakin saray ahalisinden, konaklardan ve hanelerden büyü bozmaya, kısmet açmaya çağiranlar vardir, üfürenler muskaziler vardir. Ben simya ilmini bilirim, onlarin isine karismam.”
            “Günah ama yasğak değil?”
            Kara Şaban:
            “Bizde işler başkadır Frenk. İbadet de kabahat de gizlidir. Vergini verdikçe, padişaha isyan etmedikçe, yaramaz işlere sapmadıkça, kafanı yerden kaldırmadıkça kimseye ilişmezler. Ha bir de rüşvet var. Bu kefere misal bizimkilere haracını eksik göndersin, mezardan ceset yürütür diye tuttuğum gibi Galata’daki Frenk kilisesinin avlusuna atarım, cadı diye yakarlar. Değil mi Panayot?”
            “Neler diyorsun pasamu ne rüsveti? Koruma isin veririz it kopuktan yoksa ne rüsveti ne hirsizliği efaristo pasamu.”
            Kırımlı Sinan:
            “Saraya çok üfürükçü girip çıkar. Seni hiç görmedim ama namını duymuşluğum var.”
            “Ah vre pasamu demek saray halkindansiniz? Demin ki rüşvet müsvet konusmalarımiz sizi yanlis dusunzelere sevk etmesin vre! Koruma üzreti.”
            “Simyacıyım dedin. Altın yapabiliyor musun?”
            Kara Şaban:
            “Ohoo bir altın yapar değme Yahudi tüccar anlayamaz. Ama yeminli hem de ipi bana bağlı. İstanbul’da bu işi en iyi yapabilen o ve deneme amaçlı yaparsa yapar, başka yapmaz, yapamaz. Piyasayı bozdu diye Yahudi tüccarlar bunu yaşatmaz. Bir de devlet nezdinde sahte akçe yasak malumunuz.”
            Ayı Osman bir anda gürledi:
            “Çene çalmayı bırakın da meseleyi soruşturalım!”
            Panayot:
            “Emredin pasamu, emredin!”
            “Saraçhane cinayetinden haberin var mı?”
            “Sabaha karsi bizim karsida oturan Mois’in evine gelen bir adam söyledi bir seyler, paramparça edilmis bir sürü insan naasi bulunmus. Ama o kadar. Gerisini duyamadim.”
            “İki nefer bir zabit üç yeniçeri öldürüldü. Cesetler paramparça edilmiş. İnsan işi değil dediler. Bu Frenk de sizin meslektenmiş, kendisi söyledi. Bu işin ustasına danışmak gerek dedi, sana geldik. Bu nice canavarın işidir?”
            “Ah efendimu anladim. Hep bu merakli komsularimin laf sıkarmasi. Efendimu bir dedikodu sıkarmisler neymis ben evimin komürlüğünde zanavar saklarmisim. Vre malaka kendim zor siğiyorum bir de koynuma ejderiya mi alazayim?”
            “Ateş olmayan yerden duman tütmez derler sen yine de bir bakın kömürlükten kaçan çıkan olmuş mu diye.”
            “Pasamu inan ki ben zanavar felan beslemem, ceneleri sekilesi kozakarilerin uydurmasidir. Kömürlükte sadece bir kac insan mumyasi var o kadar. Bir de ecinnilerle deniz kızlarinin mumyaları bir iki tane, öyle canavar filan yok. Olan da soktan ölmüstür kale.”
            “Ceset yürütüyormuşsun yasak değil midir? Belki taze insan etine ihtiyaç duydun?”
            “Pasamu Saban Ağamu sadece latife yapmistir. Ben simyaziyim, benim isim madenle mumya ile ne isim olur cesetle, nekromansi üstadi miyim ben vre? Ama zehirden yaradan anlarim pasamu.”
            “Kostantiniyye’de hayli iri, üç yeniçeriyi parçalayabilecek denli vahşi cinsten bir mahlûkat bulunur mu?”
            “Vre pasamu Kostantiniyye’de zanavar eski dönemlerde varmis ama artik pek kalmadi. En son Ahirkapi zivarında, babamlar muhasara zamani büyük bir ejderiya görmüsler, dev bir yilan kafasinda horoz ibiği varmis. Ondan baska görmemisler. Ama ilim sahipleri der ki pasamu Kostantiniyye’nin altında dev dehlizlerde hala vardir.”
            Kara Şaban:
            “Ben biliyorum. Upuzun dehlizler. Bir ucu bizim sarayın altındaki Rum kayserinin sarayının dehlizlerine, bir ucu Ayasofya’ya, Molla Zeyrek Camii’ne Fatih Camii’ne uzanan dehlizler. Adalarla Sarıyar’a kadar uzandığı rivayet edilir. Kadim dönemde isyanlarda kâfir krallarıyla melikleri saklanırlarmış. Bizim gençlikte isyan ettiğimiz zaman bazı kâtipler Ayasofya’nın altından Yerebatan sarnıcına geçerek birkaç gece saklanmışlar onlardan duymuştum.”
            “Ohi vre pasamu benim bahsettiğim Kostantantin ve Rum kayserliği dönemindeki dehlizler değildir. Kostantiniyye’nin en diplerinde, arzin merkezine dek uzanan dev tüneller ve yeraltı sehirleri vardir. Gören yokur ama anlatilir, insan elinden sikmadıği belli dev kapilar, sütunlar vardir derler. Sehrin zümle yaratiği, hortlaği, cadisi, büyücüsi o yeraltı sehrinde yasarlar vre pasamu. Daha da gerisini bilmem, görmedim. Zanavar ararsaniz oradadir. Yeryüzünde gezinenlerden, okidiğim kitaplardan yegane bildiğim, tek insan parsalayabilezek yaratik çöl bozkir gulyabanisidir. O da Kostantiniyye’de gezmez.”
            “Biz kurt veya köpek olarak tahmin ettik. Aslan bile olabilir. Frenk bazı kalıntılar getirdi. Biri insan parçasına benzemeyen bir tutam tüy. Bir de yaratığın kanı diye tahmin ettiğimiz kanlı bir balta, karakullukçunun…”
            Frenk Jean çantasına aldığı emanetleri çıkartarak Panayot Usta’ya bıraktı. Esrarlı işlerin piri olan Panayot onları masalarından birine dikkatlice koyduktan sonra raflara uzandı. Ufak bir cam şişenin içine birkaç kutudan birkaç farklı sıvı ekledi. Karıştırdıktan sonra tüylerden bir parçayı içine atıp tekrar karıştırdı. Alnını buluşturdu:
            “Koyulasiyor. Koyulastiğina göre bu hayvana aittir vre. İnsan tüyüne benzemez. Simdi bir de kana bakazağiz.”
            Panayot elindeki şişeyi masaya bıraktıktan sonra raflara uzanarak kafes içinde bekler irice bir yarasa indirdi. Kapağını açarak baltayı kafesin içine uzattı. Yarasanın diliyle bir süre sonra kanı yaladığını gördüler. Hayvan bir süre sonra kudurmuş gibi çırpınmaya başladı kafesin içinde. Panayot güç bela kafesin kapağını kapatarak rafların üstüne kaldırdı. Sonra diğerlerine dönerek:
            “-Sok garip vre pasamu! Yaratik koklayip yaladiğine göre insan kanidir. Ama tadina bakinca delirmistir. Bu korkulu bir canavar olduğuna isarettir!”
            Kara Şaban gürledi:
            “Dünyanın işine bak! Koca koca adamlar anlayamadı afedersin kıç kadar yarasa mı çözdü vakayı?”
            “Pasamu bu normal yarasa değildir vre. İnsana saldirir vampir yarasa derler ben buni ta Yeni Dünya’dan getirttim kale. Ama ben de anlamadım pasamu bu mahlûkat nedir? Hem hayvan hem insan kani tasiyorsa bu kesin hortlak olmalidir.”
            Frenk Jean:
            “Mösyöğ ben de ondan şüpheleniyoğrum. Çok köy gördüğm vampiğr ya da hortlağk saldırmış ama hiç birindeğ parçalamağ göğrmedim!”
            “Normaldir pasamu, hortlak dedim ama hortlak kismi et yemez ki adam parsalasin! Süphelendiğiniz birisi var mi? Bu yeniseriler bir ziveleğin pesindelermis diye duydum vre kasmis odalardan!”
            Ayı Osman:
            “Kaçan hala kayıp, o olabilir. Hastalıklı bir şey. Aldea mı Valdea mı ne adı. Eflak’ın dağlarından gelmiş bir oğlan. Yaşı geçkindi Türk’e de veremedik. Köle pazarına geri koyacaktık. Kaçtı birden, yoldaşlarımız da peşine düştü, akçe eder diye. Gidiş o gidiş.”
            “Pasamu ben simyaciyim. Zanavardan hortlaktan pek anlamam. Her türlü ilaci bilirim ancak…”
            “Mösyöğ bir şey sorağcaktım. Birisini vampiğr yahut hortlağk ısırdığında o kişide hortlak oldu ise nasğıl düzğeltilebilir sağlığına kavuğşur?”
            “-İki yoli vardir pasamu. Ya oni öldiren vampirin kalbini yakip küllerini bir suda isireceksin o kişiye. Ya da kalbine kaziği cakazaksin kurtulus yoktur vre.”
            Frenk’in suratında belli belirsiz bir hüzün gölgesi oluştu. Yeniçerilerin dikkatinden kaçmadı bu ruh halinin değişimi. Panayot Usta diğerlerine bakarak:
            “Bu kasan pensik oglaninda bir maraz olmali. Bu ise ruhlar karisir artik. Tüyleri ve baltayi alin. Buradan doğruca Sulukule’ye gidesiniz. Orada Kursunzu Kör Satiye vardir, selamimi söylersiniz. Böyle esrarli seyleri iyi bilir.”
            Kara Şaban:
            “Allah o yoldaşlarımızı parçalayan canavarın canını alsın, tahtalara gelsin inşallah! Kaynanasının ağzını bağlamaya çalışan yeni gelin gibi kocakarıların falcıların eline kaldık. Sağ yakalarsam, and olsun ben bu iblise etek giydirir Kasımpaşa çayırında oynatır karşısına geçip âlem yaparım!”
            Ayı Osman, Kara Şaban, Matlı Fehim, Kırımlı Sinan ve Frenk Jean, Panayot’un evinden çıkarak bu kez yokuş aşağı geldikleri sahile doğru yürümeye başladılar. Şaban usulca Frenk’in yanına sokularak sordu:
            “Senin bize anlatmadığın şeyler var Frenk söyle bana. Bak sen bize yardımcı oluyorsun biz de sana yardım ederiz. Buraya geldiğine göre aradığın bir şey var. Bu şehir benim sayılır. Sen hikâyeni anlat ben sana aradığını bulayım.”
            “Şaban aga canınızı sıkmağk için anlatmadığm. Şimdiğ işler vardır. İşler bitsin, durulup oturduğumuzdağ anlağtırım.”
            Kara Şaban sadece sırıtmakla karşılık verdi. İçinden kendi kendine konuştu: “Ulan Frenk sen istediğin kadar sus. Ben seni bir içki sofrasına oturturum. Dayadıkça rakıyı açılırsın kefere!”
            Cinayeti araştıran kafile sahile vardıktan sonra koca kayıkla sisler arasında yeniden İstanbul yakasına geçti. Saraçhane üzerinden asırlık Meşe Yolu’na saparak Sulukule semtinin yolunu tuttular. Halkı ta Rum kayserleri döneminden beridir bu civarda meskûn bulunan Romanlardı. Rivayet oydu ki, asırlar evvel Hind diyarından gelen Romanlar büyü ve sihirle uğraştıkları için kara surlarının dışında bu mevkie yerleştirilmişlerdi. Fetihten sonra da bir kısım Roman dışarıdan gelerek bu mıntıkaya yerleşmişti. İşte Panayot’un verdiği tarife bu yüzden gönülden inanıyorlardı. Bu karışık meseleyi çözebilmelerinde yardımcı olabilecek, esrar âleminin kapılarını aralayabilecek birileri varsa bunlar ancak namları sarayı tutmuş Roman bakıcıları ve falcıları olabilirdi.
            Sulukule’ye yaklaştıkça belli başlı değişiklikler gözlerine çarptı. Çeşitli dönemlerden kalma, renkli, alacalı bulacalı irili ufaklı ahşap evler ve kulübelerle bitişik bahçeler vardı. Kâh sepet ören, kâh kalay satan bir iki tane de ayı tutan bir sürü esnaf vardı. Kalanlar ise çalgıcı takımından kimselerdi. İçlerinde mehteran kıyafeti giymiş, kösler ve zurnalarla genç mehteranları talim eden kimseler vardı. Çoğunluğu darbukalarla, def ve zillerle, zurnalarla neşeli havalar çalıyor, kimi bu havanın demine uyarak çabuk adımlarla hora tepiyor, göbek atıyordu. Her tipten her cinsten âdem geliyor gidiyordu, sokaklardan geçiyordu. Ama bunlar şehrin sonradan sur içi kısmında inşa edilen yakasındaki Sulukule’ydi.
            Panayot’un tarifine göre Kurşuncu Kör Satiye surların ötesinde kalan ve gayri Müslim Kıptilerin yaşadığı Eski Sulukule’deydi. Sulukule’nin yanındaki geniş kapıları geçtikten sonra bambaşka bir dünyaya adım attılar. Bizans döneminden kalma bina yıkıntılarının üzerinde yükselen eğri büğrü kulübeler ve bazı ahşap binalar vardı. Diğer mahalleye göre daha karanlık ve kasvetli bir görüntüsü vardı. Bazı çalgıcı ve elekçi esnafı gelip gidiyordu ama sokakların genelinde köşe başlarında oturup tekinsiz bakışlarla yeniçerileri kesen gençler hâkim gibiydi. Kara Şaban:
            “Bunlar eski Sulukule ahalisi. Fetihten beridir pek uyuşmazlar sur içiyle. Kimseye gözlerinizi dikip bakmayın, pek tehlikeden çekinmezler!”
            Panayot’un tarifine göre yolun köşesinde üç katlı, ahşap daracık kule benzeri, ufak bahçesi olan bir evde oturmaktaydı. Bir müddet ilerledikten sonra tarife uyan bir yapı gördüler. İki taraftaki binalara yaslanmış, upuzun kule gibi, temel kısımları Bizans yadigârı çöktü çökecek bir binaydı. Çalılarla kaplı, demir parmaklıklı ufak bir bahçesi de vardı. Kapının önüne geldikten sonra Kara Şaban neredeyse yıkacakmış gibi yumrukladı kapıyı. Kapı kulak tırmalayan bir gıcırtıyla kendiliğinden açıldığında ardında kimseyi göremediler. Her biri kendi lisanlarında içlerinden birbiri ardına dualar okudu. Evin yukarı katlarından boğuk ve ihtiyar bir ses geldi:
            “Yukarı çıkasınız! Yukarı!”
            Ayı Osman, Kara Şaban, Kırımlı Sinan, Matlı Fehim ve Frenk Jean ihtiyatlı bir şekilde tozlu merdivenlere adım atıp kapıyı arkalarından kapattılar. Merdivenlerin en tepesinde tavan arasına açıldığını tahmin ettikleri bir odaya girdiler. Yarı karanlık odada bir köşede dev anası benzeri, kara suretli ihtiyar bir kadın oturmaktaydı. Duvarlarında tuhaf yazı ve resimlerin çizilmiş olduğu, kadının oturduğu döşekle yanındaki sandıktan başka bir eşyası olmayan ürkütücü bir odaydı. Kadın oldukça yaşlı görünüyor, dağınık beyaz saçları başörtüsünün altından zemine kadar uzanıyor, bir dudağı yerde bir dudağı gökte bir tuhaf duruyordu. Koca çakır gözleriyle adeta etrafa nazar okları saçıyordu. Kalın boğumlu parmaklarında bakırdan gümüşten envai çeşit yüzük, üstünde bir sürü deli işi düğme, incik boncuk asılıydı. Tek gözü bembeyazdı ki lakabı buradan gelirdi. İhtiyar kadın:
            “Sabah sülediler bana, gelecek kapına kanun diye. Duğru sülerlermiş ‘er zaman ki gibi!”
            Frenk Jean saf bir şekilde Kara Şaban’a dönerek sordu:
            “Mösyöğ Şağban, ben anlamadığm madama geleceğimizi kimler söyleğmiş?”
            “Fazla deşeleme Frenk, iyi saatte olsunlar söylemiştir. Panayot usta gönderdi bizi ana.”
            Kurşuncu Kör Satiye:
            “Galatalı simyacı olanı mı dersin?”
            “O işte. Belki seninkiler söylemiştir, sabaha karşı Saraçhane’de bir cinayet vuku buldu.”
            “-Sülediler bana. Şehre gelen musibetin dokundukları. Bir yerde kan döküldü, musibet kan döktü dediler ama güremedim. Benim gürebileceğim şeylerin sınırı vardır. Yaşım geçmiş yüzü. Sultan Mehmed şehri aldığında geldim arabalan kondum surların dibine. Sordu bana “Şehir ne zaman düşecek” diye, dedim “Senin torunların çıkıp te bu şehri sattığında”. O zamanlar genç kız idim.  O gün bugündür buracıkta fal bakarım, bana söylerler ben size anlatırım.”
            “-Ana biz o musibeti arıyoruz. Sana bir im, bir işaret getirdik. Frenk, musibetin tüylerini versin sana.”
            Frenk ihtiyar kadına çantasından çıkardığı tüyleri uzatır uzatmaz kadın ihtiyatla aldığı tüyleri avcunda sıkı sıkı tuttu. Yanındaki eskimiş ceviz ağacından sandığı açarak içinden orta boyda bir örtü çıkardı. Bu yamalı alacalı bulacalı örtüyü tam önünde yere açıp serdikten sonra sandıktan orta boy bir bakır çömlek çıkardı. Çömleğin içindeki bakla, pirinç, kırıntı, kemik, zincir, yılan dişi, kıl tüy, incik boncuk, eski para, iğne ve bir sürü zımbırtının bulunduğu şeyi bir anda örtüye gelişi güzel fırlatarak bakla falını açtı. Sonrada avucundaki tüyleri yığına gelişi güzel fırlattı. Gören tek gözünün karardığını gören, ötelerden gelen fısıltıları işiten yeniçeriler, fedailer ve Frenk tüylerinin diken diken olduğunu hissettiler.
            Kurşuncu Kör Satiye uzun tırnaklı, kalın boğumlu parmaklarını örtünün üzerine gezdirerek konuşmaya başladı:
            “-Bir vakit önce gelmiş… Getirmişler onu, ellerinde zincir varımış… Musibet kaçmış, aramışlar, bulduklarında eceli görmüşler… Musibet çok azgın… Musibet çok öfkeli… Musibet saklanıyor… Kendisi gibi olanları yanına çekmeyi bekler… Musibeti şimdi gördüm…”
            Frenk Jean atıldı:
            “Hortlağk?”
            “-Bu değil ‘ortlak. Buna eskiler adamcıl kurt derler. Kurt suretinde gezer ‘erif bu.”
            Kara Şaban:
            “İn midir cin midir?”
            Kurşuncu Kör Satiye:
            “-Aslı insandır. Ama bu bir çeşit musibettir, lanettir. Derler ki ya bir ulu kişinin bedduası alına ya’ut başka bir kurt âdemin ısırmasına uğraya lanet ona geçer. Kalbi temiz, namazında niyazında biri bile dolunay zamanı te bu lanetin tesiriyle yarı kurt yarı insan bu acayip mahlûka dönüşür. Bunlar insan etine aç mezarlık gulyabanilerine benzerler ve sürü gezerler. Buraya getirdiğiniz kızancık daha önceden ısırılmış ve lanet ona sirayet etmiş. Onu ısıran ise en güçlülerinden biriymiş. Kurt postuna bürünebilen, ecinni soyundan bir sihirbazın ısırmasıyla bu hale gelmiş.”
            “Peki nerede bulabiliriz?”
            “Önce gümüş silahlar bulasınız. Bunlara sarımsak süresiniz. Sonra geceyi bekleyesiniz. Yeditepe’nin birinden acayip, dehşetli bir uluma gelecek. Tüm adamcıl kurtlar onu takip edecek. Sesin kaynağını bulursanız o musibeti de bulursunuz.”
            Kırımlı Sinan:
            “Bunu Sultan’a nasıl anlatacağız. İnanmayacaktır kesin, kurt âdem desek ecinni desek bizi Edirne Darüşşifasındaki delilerin yanına gönderir!”
            Kurşuncu Kör Satiye:
            “Sultan’a büyük dedesinin Eflak seferini ‘atırlatasınız. Deyin ki o seferden yadigâr silahlarla yeniden ihtiyacımız var. O zaman size inanacaktır.”
            Satiye örtünün içindekileri toplamaya başlarken Kara Şaban adet olduğu üzere birkaç mangırı yaşlı kadının önüne bıraktı. Cinayetin sırrını araştıranlar dışarı çıktıklarında, hala etkisini sürdüren sisin kasvetinde mezarlık gulyabanilerinin ve kurda dönüşenlerin tuhaf gerçekliğini bilmenin huzursuzluğunda yollarına devam ettiler. Yolda giderken Frenk Jean birden söze girdi.:
            “Benim aradığım canavağr çıkmadığ mösyö. Ama bu şehirdeğ biliyoğrum. Sizeğ katığlamayacağım için üzgünüm.”
            Kara Şaban o esnada yolda surdaki nöbetlerinden dönerken rastladığı iki yeniçeriyi çağırdıktan sonra Fren Jean’a karşılık verdi:
            “Hiçbir yere gidemezsin!”
            “Mösyöğ bu ne demek oluğyor?”
            “-Frenk! Bizimle sabahtan beri taban tepiyorsun. Seni gözüm hiç tutmadı. Alın bunu silahlarına el koyun, kimseye görünmeden bizim odaların dehlizlerinden birine kapatın. Şu işler bitsin gelip bizzat sorguya çekeceğim!”
            “Mösyöğ silahlarımı almağyın, istediğiniz yereğ kapağtın ama bunuğ yapmayın! Hayağtım söz konusuğ!”
            “Senin gibileri çok gördük. Dediğimi yapın götürün bunu!”
            Yoldan geçen iki yeniçeri daha Frenk’in derdestine iştirak etti. Silahlarını ve tılsımlı dediği eşyalarını alarak Frenk’in çantasına tıktıktan sonra, ellerini arkadan bağlayıp kafasına çuval geçirerek Frenk Jean’ı hızlı bir şekilde Saraçhane’ne yönüne doğru sürüklediler. Yeniçeri zabitleri ve fedailer de çoktan sarayın yolunu tutmuşlardı.

5. Sultan’ın Gümüş Kılıçları
            Kanuni Sultan Süleyman Han’ın önünde el pençe divan bekleyen kullarının söylediklerini dinledikten sonra ağzından çıkan ilk cümle, fedaileri ve yeniçerileri bir hayli şaşırtmıştı:
            “Cazu karı, benim ecdadımın gizli cebehanesini nereden biliyor?”
            Ayı Osman olayı araştıranların başında geldiği için gözünü yerden kaldırmadan konuştu:
            “Haşmetlü ve devletlü hünkârım! Kurşuncu cazuyu gözümüzle gördük kendisi yüz yaşı aşkındır. Genç kızlığımda rahmetli atanız cennetmekân Sultan Mehmed Han-ı Sani’yi gördüğünü söylemişti. Şu meşhur kehaneti söyleyen falcı kendisiymiş. Şehri Kostantiniyye’de her falcı kadın buna binaen yaşını büyük gösterir, ahali arasında bir itikattır. O falcı kadın benim der çoğu. Rivayette Fatih Han’ın gördüğü falcı kocakarıdır denildiği halde!”
            “Bir garip acuze Fatih Han’ın cebehanesini ne bilir o halde? Rahmetli ceddim fi tarihinde Eflak seferine çıktığında gümüşten yapılma kılıçlara ve zırhlara gerek duymuş, bazı akıncı kullarına mahsus yaptırmış. Maksadını bilmiyorum ama o silahlar ve cebehane halen saklanmaktadır. Yirmi takım kadar var. Bu iş çok uzamadan hallolunsun. Bana on beş adam getirin. Beş yeniçeri, beş Arnavut kullarımdan beş de Tatar kullarımdan. Birde biz beşimiz. Tam yirmi cengâver o iblislerin başını tepeleyip kökünü kurutacağız!”
            Fedailer ve yeniçeriler hep bir ağızdan “Emir sultanımızındır!” dedikten sonra Kanuni’nin verdiği desturla arz odasından ayrıldılar. Ayı Osman’la Kara Şaban sarayın dışında görev yapan yeniçerilerden beş tanesini yanlarına aldılar. Matlı Fehim sarayın bostancılar ocağına giderek bekçilikte mahir zebella timsali Arnavutluk’tan devşirilme beş bostancıyı yanına aldı. Kırımlı Sinan da Kırım hanlarının Sultan’a gönderdiği maiyet askerlerinden olan hem ok çeker hem kılıç sallar beş Nogay çerisini yanına aldı. Beraberindekilerle sultanın arz odasına girip el pençe divan durdular.
            Sultan’ın emriyle gizli mahzenden çıkarılan göğüs zırhları, miğfer, kalkan ve çeşitli sayılarda ok ucu, kılıç, hançer, gürz, topuz, balta olarak yapılmış gümüşten silahlar çıkartılarak yeniden elden geçirtildi. Akşama doğru avluda bostancılarla birlikte taam eden bu takım, yine sultanın emriyle silahlarını ve cebelerini kuşandıktan sonra Bab’üs-Saade kapısının önünde beklemeye başladılar. Hava karardığında eli meşaleli çeriler sokaklara dağıldı. Uluma sesi ne yandan gelirse haber vereceklerdi. Sultan ve beraberindeki on dokuz kişi sarayın en yağız atlarına binerek, sultanın ardı sıra saraydan çıktılar. Çoluk çocuk tüm Kostantiniyye ahalisi ve dedikoduları duyup Galata ve Üsküdar’dan gelenler dahi çoktan yollara dökülmüş, insanlar evlerin pencerelerine, çatılara yayılmışlardı. Dolunayın göğe yükseldiği sırada neferler pür dikkat geceye kulak kesildi.
            Yatsı ezanından sonra, ahalinin artık gelen giden olmaz diye uyukladığı esnada, gecenin karanlığında duydukları tüyleri diken diken eden, uğursuz bir uluma sesi sarayın önündeki atları neredeyse çıldırtacaktı. Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvana ait olmayan, yabancı ve korkutucu bir ses Kostantiniyye sokaklarından yankılanıyordu. Gümüş silahı kuşananlar atlarını son anda toparlayarak seslerin geldiği yere doğru koşan meşaleli yeniçerilerin ardından Saraçhane’ye doğru at sürdüler. En önde padişah at sürüyordu. Onlar dörtnala ilerlerken, İstanbul ahalisi ağızlarında dualarla bekleşiyordu. Şehrin başka başka noktalarında aynı uğursuz tonlamalarda ulumalar başlamıştı. Mahalle köpekleri kulak tırmalayan seslerle uluyor, atlar oldukları yerde tepinerek ahır kapılarını toynaklarıyla dövüp delice kişniyor, tımarhanelerdeki deliler daha da çıldırmış bir halde kendilerini duvardan duvara vuruyorlardı.
            Saraçhane’ye giden yokuşlardan birinin başında Sultan ve beraberindekiler canavarı görmüştü. Siyah suretli, kıllı tüylü, uzun pençeli ve sivri dişli, ateş kızılı gözlü bir tuhaf hilkat garibesiydi. Sultan’ın emri üzerine atlardan inen yiğitler kenarlarda korkuyla bekleşen yeniçerilere gemleri verdikten sonra silahlanarak saf oluşturdular. Kurt âdem denilen acayip mahlûkun etrafında birkaç tane daha kendi gibi yaratık toplanmıştı ama hiç biri onun kadar iri ve korkutucu değildi. Sultan’ın emriyle oku olanlar yaratıkları oklamaya başladılar. Gümüş uçlu oklar ejderha zehri gibi ıslık çalarak birkaç kurt âdemin derisini delerek zayi ettiler.
            Acıdan deliren kurt âdemler önderleriyle birlikte gümüş zırhlı çerilerin üstüne atıldılar. Kılıçlarını çeken yiğitler, naralar savurarak içlerindeki korkuya rağmen gümüşten yapılma tılsımlı silahların verdiği güvenle onları karşıladılar. Gümüşe dokunan yahut darbesini alan yaratıklar dumanlar çıkararak ve uluyarak yere düşüyordu. Yere düşüp ölenler eski insan hallerine dönüşüyordu ki her biri esnaf yahut garibandan kimselerdi. Onları gören ahali kendi hallerine şükrederek durumlarına şaştılar.
            Kurt âdemleri en azılısı gümüş kalkanlara rağmen vurduğunu yere yıkıyor, zerre darbe almıyordu. Kara Şaban Ağa erlerden birinden kaptığı gümüş mızrağı mahlûkun tam sırtından saplayarak duvara doğru mıhlamaya muvaffak olunca iş değişti. Kırımlı Sinan gümüşten bir kılıçla yaratığın kollarından birini kesince yaratık o acıyla yürek titreten iğrenç bir tıslama saldı ortalığa. Acıdan kudurmuş bir halde mızraktan kurtularak üç ayağı üzerinde surlara doğru kaçmaya başladı. Kırımlı Sinan okçu Nogay erlerine oklarını çekmelerini emredince yaratık sırtından giren üç beş gümüş uçlu okla yaralandı. Ayı Osman o esnada mahlûkun durmasından yararlanıp elindeki gümüş uçlu baltayı koşarak yaratığın kafasına indirdi. Canavarın kafası boydan yaydı.
            Kalan kurt âdemler liderlerinin düşmesiyle birlikte korkuya kapılarak ahalinin gözü önünde surlara doğru kaçtılar. Sultan Süleyman Han çerileriyle peşlerine düşerek bir iki tanesini daha zayi eyledi. Kalanlar surlardan aşağı atlayarak gözden kayboldular. Kurt âdemlerin başının cesedini yeniçeri odalarının girişinde bir ağaca alınan öçlerinin bir işareti olarak astılar. Sultan cesur adamlarına ihsanlarına bulunduktan sonra, daha sonra yine gerekir diye gümüş cebeleri ve silahları sarayın odacılarına teslim ettirdi.
            Olaylardan sonra sabaha doğru Kara Şaban Ağa’nın aklına Frenk Jean geldi. Sanki onu rüyasında korkulu bir düşte görmüştü. Yerinden kalkar kalkmaz giyinip adamlarına Frenk Jean’ı emrettiğini söyledi. Yeniçeri neferleri süklüm püklüm Frenk Jean’ı kollarından bağlı olduğu halde Kara Şaban’ın huzuruna getirdiler. Kara Şaban Frenk’e kendilerinden sakladığı olayı sordu. Eğer söylemezse Frenk Jean’ı öldürteceğini söyleyerek tehdit etti. Frenk Jean gerçeği söyleyemeyeceğini, anlattığı halde ona zaten inanmayacaklarını söyledi.
            “Şaban aga! Sanağ anlağtırım, ama ya inanmazsın yahut bu gerçek karşısındağ kafayığ yersin!”
            Kurt âdemlerin paşasına mızrak saplamış Kara Şaban oturduğu yerde kurumlanarak hiçbir şeyden korkmadığını söyledi. Frenk Jean, Kara Şaban’ın isteği üzerine çantasının getirilmesini söyledi. Yüzünde sinsi bir sırıtma vardı. Kara Şaban işkillenmesine rağmen çantayı istetti.
            Frenk Jean çantayı açtıktan sonra içinden orta boyda bakırdan bir kutu çıkardı. Sonra anlatmaya başladı:
            “Mösyöğ kralınğ kızı hikayesiğ uyduğmadır. Ama aramızdağ kalmasınığ temenniğ ediğyorum! Zaten anlatsanız da kimse inanmağz! Ben hayağtın ve ölümğün sığrlarının peşindeğyim! Büyü ve tılsım adınağ dünyadağ ne varsa arağştırıyorum. Üzerindeğ çalıştığım büyülerden biri için bir malzeme eksiktiğ. O yüzden bir kuğrt insan aradığm. Canlığ bir kuğrt insan! Onun taze kanığ işimeğ yarayacaktığ. Aradığımı buldum da! Kanlığ baltayı benden alamadığnız. Çantama koyağrken bu kutudaki şeye verdiğm.”
            “Bizden niye sakladın, hangi felaketin peşindesin?”
            “Soylulardan birinin kızığ hortlağk olmuştu eskiden. Ölümsüzlüğü arayan ben bunu isteğdim ama çok güçsüzdüğ. Balkan hikayeleriğ duydum. Kurt insan kanı içen vampirin güçlü olacağı söylenirdiğ. Bu kutudağ bir vampiğrin ruhu var, hortlağk, yarasağ kılığında. Beni serbest bırakın, bu büyüyü başka yerdeğ yapayığm size zarar gelmesin!”
            “Hortlak gördük mü bir ağızdan dua okuruz helak olursun! Aç şu kutuyu da göster şeytanlığ…”
            Ağa sözünü tamamlayamadan Frenk kutuyu açarak içindeki pis kokulu yeşil sıvıyı bir dikişte içti. Yeniçerilerin şaşkın bakışları altında adamın küçülüp ufaldığını gördüler. Elbiselerinin içinde kaybolacak denli ufalmıştı. Şaban ağa bu olay karşısında hayretini gizleyemedi. Yanlış büyü sonucu yok olduğuna kanaat getirerek eşyaları ve elbiseleriyle birlikte cellat mezadına götürüp satabileceklerini söyledi.
            Yeniçerilerin yağmalarcasına kapışıp dışarıya götürdükleri eşyalar arasında fark etmedikleri şey elbise yığının arasından fırlayarak tavan döşemelerindeki yarıklardan birine gizlenen ufak bir yarasaydı. Kızıl gözleri ateş gibi parlayan yarasa, kana olan susuzluğunu dindirmek için geceyi beklemek zorunda olduğunu biliyordu.
            Rivayet edilir ki, o tarihten itibaren Kostantiniyye’de pek az kurt âdem gördüler. Ama yine Balkan köylülerinden bir söylenti yayıldı. Ölen kurt âdemlerin vampir olarak hortladıklarını söylüyorlardı. Kışlalar civarında insanlara musallat olan kan emen bir varlığın hikâyesini buna dayandırıyorlardı. Şaban Ağa’nın “Bizim Frenk bizi atlattı vampir olup hortladı teres!” sözlerini de bir tek yeniçeriler duymuş ama onlar da akıl sır erdirememişlerdi.

SON
Mehmet Berk Yaltırık

15 Eylül 2011 – İstanbul