(Def-i Hacet dergisi için "Zindan Masalcısı" adıyla yazdığım ikinci öykü. Sakal Fanzin'in 2. sayısında Aralık 2013'te yayınlandı.)
Gecenin
kör bir saatindeydim. Zaman ve mekanın da kör bir noktasında. Saatten geçtim
hangi yıl aralığında bile olduğumu bilmiyordum. Birkaç eski arkadaşla barda
başlayan bir alkol seansı, ardından her nasılsa dolaşılmaya çıkılmış yaşlı bir sınır
kentinin sokakları. Tarihin gençliğinden kalma ahşap konakların, kıyıda köşede
kalmış yosunlu mezar taşlarından oluşma harabelerin arasından geçtik. Tam da o
malum ve bence fazla arabesk duvar yazısındaki “Bugün yeni bir meyhane
keşfettim tam mezarlığın karşısında. Bir gün beni arar da bulamazsan ya o
meyhanedeyim ya da meyhanenin karşısındaki mezarlıktayım” dizelerini
andırırcasına onca eski şeyin arasında yeni bir meyhane keşfetmiştik. O küçük
şehirde böyle bir ayrıntıyı nasıl yakalayamadığımızı tartıştık çakır keyif
halde. Küçük şehir diyerek her yerini bilirim zannediyorsun ama illa ki gözden
kaçan bir şeyler oluyor.
Üstelik bu meyhane pek yeni gibi görünmüyor. Ahşap,
asır devirmiş koca karı gibi iki büklüm bir eski evin dışında kapalı camlar. Tepesinde
paslanmış eski bir levha: “Samatyalı
Kirkor ve Mahdumları, Zincirli Meyhane, 1906’dan beri” Oldum olası severdik
nostaljiyi. Sonuçta sözde folklorik döşemeleri olan çakma kafelerde kafaya fes
takıp meyveli nargile içmekle tarihe geri döndüğümüzü sanan, fotoğrafını çeken
genç bünyelerdik. Böyle bir mekan
zannetmiştik ama girdiğimizde hakikaten eski dokusunu tuhaf bir şekilde korumuş
gerçek bir meyhane ile karşı karşıyaydık. İnsanlar garip görünüyordu, sanki bu
zaman ait değillerdi. Dev bira fıçıları, toprak küplerde rakılar, şaraplar ve
tavandaki kör lambalardan sarkan tozlar, örümcek ağları. Kasvetli duvarlar,
içerisinde her bir masada dağılmış, plaktan Tatyos Efendi’nin “Gamzedeyim”ini
dinleyen kasvetli, bedbaht insanlar. O kadar eski bir mekandı ki mahzenindeki
boş şarap fıçılarında II.Abdülhamit devrinden kalma örümcekler olduğuna
kalıbımı basardım.
Tuhaf bir çekiciliği olan o mekanda ne kadar kaldım
bilmiyorum. Arkadaşlarım da kalkıp gitmişti. Kah masadakilerin eşlik ettiği kah
sadece plaktan gelenleri dinlediği o mekanda biraz durup, o kasvetli ortamın
isli duvarlarında kendi hayatımın muhasebesini yaptıktan sonra kalktım.
Meyhaneciye parasını öderken arabam olup olmadığını sordu. Olmadığını
söyleyince, yürüyerek gideceksem caddeyi takip etmem gerektiğini söyledi.
Mezarlık tarafından ayrılmadan devam etmeliymişim, gölge felan görürsem
korkmamalıymışım felan. Eski meyhaneciler böyledir yeni müşterisinin bile
hatırını hoş tutar ki ayağını kesmesin.
Çıktım mekandan alkollü kafaya bana
upuzun görünen, gecenin tüm karanlığını sanki tepesine toplamış, hışırdayan
servi ağaçları ve eski yeni mezar taşlarıyla dolu o mezarlığın dibinden
dibinden yürümeye başladım. Havada ağır bir sis tabakası vardı böyle 1930’larda
geçen gangster filmleri gibi. Neredeyse sislerin içinden eski model bir araba
gelip geçecek, eski tip silahlarla meyhaneyi tarayacaklar.
Yüksek alkolün
verdiği etkiyle o sisli havayı her şeye yorabilirdim. Öyle tuhaf bir havaydı
ki, o ağır sis tabakasına rağmen bazen sanki sisler inceliyor ve tepede parlayan
ay ışığı tuhaf ışık oyunları sahneliyordu gözlerimde. Sisli havada ay olur mu,
ay ışığı varsa sis niye kesif gibi duruyor kafam meteorolojik mevzuları
anlayamayacak kadar bulanık. Bir yandan da meyhaneci korkma morkma diye kafama
tuhaf düşünceler sokmuş, inceden tırsıyorum. Tamam uyarıyorsun da birader,
durduk yere aklıma gecenin bu saatinde “üç harfli” hayaller, hikayeler
getirmenin manası ne?
Sallana sallana yürüyorken ben, aklıma gelen gözlerimin
önüne düşüyor. Mezarlığın içinden, çıkış kapısına doğru ilerleyen bir siluet
var. Alkolün bulandırdığı zihnimle ne olduğunu algılamaya çalışıyorum.
Meyhaneye gelen sakin mi, mezar hırsızı kovalayan bekçi mi, yolunu şaşırmış
tinerci mi? Öyle ya normal bir insanın bu saatte mezarlıkta ne işi olur?
Silueti seçmeye başladığımda bunun bir kadına ait olduğunu gördüm. Genç gibi
görünüyordu. Bu saatte ne işi olabilirdi? Saldırıya mı uğramıştı, delirmiş
miydi? Kaybettiği bir yakının hasretine mi dayanamamıştı. Aklıma gelenler
normal ihtimallerdi. Ama karşımdaki şey normal bir ihtimal olamazdı. O sisin
seyreldiği ve selvi dallarının ay ışığına izin verdiği ölçüde gördüğüm
kadarıyla üstü başı kan içerisindeydi. Yaralanmış gibi yürümüyordu. Sakin bir
şekilde, bu tekinsiz mekanı gezmeye gelmiş gibi kendi halinde, aheste bir
şekilde kapıya doğru yürüyordu. Kanlar sanki bir tiyatro ya da balo için özel
olarak hazırlanmış gibi duran sade görünümlü, beyaz renkli basit elbisesinin
üstüne sıçramış gibiydi.
Söylencelerdeki kanlı kefeniyle kabrinden fırlamış hortlakları
andırıyordu. İnsanın aklına o saatte o mekanda öyle tuhaf fikirler geliyordu
ki. Yıllar öncesinin televizyon haberlerinden aklımda yer etmiş mezarlıkta ayin
yapan, kedi kanı içen satanist gençler, cinnet geçirip kocasını karısını
doğrayan reality şov manyakları, birde son dönemde edebiyat ve müzik
dünyasındaki ehlileştirilmiş pembe gotizm soslu karanlık aşklara yelken açan
gençler. Korku unsurlarını ateş etrafında canavar ve iblis tasvir eden
şamanlardan değil, ekrandan televizyondan internetten öğrenen tuhaf bir zamanda
yaşıyorduk, her şey olabilirdi.
Genç
kadın mezarlığın paslı demir kapısından geçerek kaldırıma oturdu. Durup onu
seyretmeye başladım. Solgun görünümüne rağmen oldukça etkileyici görünüyordu.
Sırtına kadar uzanan parlak siyah saçları, tuhaf görünümlü gözleri ve duruşu bu
saatlerde yalnız gezmesini gerektirmeyecek kadar farklı kılıyordu onu. Ama öyle
bir detay vardı ki hiçbir tecavüzcü ya da gaspçı ona yaklaşamazdı. Kanların
geldiği yer onun ağzıydı. Beyaz ten, koyu kan ve siyah saçlar, tezat oluşturuyordu.
Korku filmlerinden çıkıp gelmiş gibi. Acaba insan mı? Yoksa üç harfli mi?
Zihnim hayal mi gördürüyor bana?
Diyelim ki insan bu saatte ağzından akan
kanlarla mezarlıkta işi ne? Diyelim ki cin-peri neden kalkıp kaldırım taşına
oturuyor? Diyelim ki hayal aldatması, neden bu kadar gerçekçi duruyor? Bana dönüp baktığında tüylerimin ürpermesi
neden bu kadar gerçek? O buz mavisi gözlerindeki korkutuculuk neden? Suratında
hem yorgunluk hem de dehşet alametleri taşıyan bu genç kadının sırrı ne?
Suskunluğunu sürdürdü. Önüne baktı bir an, sonra dönüp: “Tabutuma bir el atar mısın?” diye soruverdi. Benim mi kafam
güzel, kadın mı ne dediğinin farkında değil? Tabut mu dedi? Tabutuma el atar
mısın şifre miydi? Sarhoş olunca insanın soruları artıyor, doğru cevap sayısı
kadeh sayısıyla orantılı hale geliyor, ben daha birine cevap yetiştiremeden
binbir soru geliyor aklıma. Soruyu tekrarladı: “Mezarlığın içinde tabutum var, taşımama yardım eder misin?”
Tövbe
bismillah! Kamera şakası desen değil, pembe mezarlı pembe iskeletli gotik klip
çeken üniversite öğrencisi değil, nedir bu kadının esbabımucibesi? Suratına
salak salak bakmayı sürdürünce: “Korkma
organ hırsızı değilim. Sana bir kötülüğüm dokunmaz. Bana ait bir tabutu,
mezarlığın ortasındaki eski evin mahzenine taşır mısın?”
Tüm gücümü
toplayıp mezarlık levazımatçısı olup olmadığını sordum. Boğazından elbisesine
kanlar bulaşmış, tabutlu bir kadına sorulabilecek en mantıklı soruymuş gibi!
Kadın bir süre suskun kaldıktan sonra: “Vampirim
ben…” diyerek merakımı gidermesi pekte beklediğim bir cevap değildi. Şaka
mı bu? “Sahici vampirim. Dişlerime
bakabilirsin.”
Deli bu deli! Ulan kanlı kanlı mezarlıklarda geziyorsun,
tabut var dişin var vampir sanıyorsun kendini! Ama bu tepkimi dışa
yansıtmamalıyım. Eskiler deli kısmının suyuna gitmeli, ne dese “he” demeli
derler ya, ben de kadının suyuna gidiyorum. Deli, oyuncu, hayal, ya da hiçbir
şey insansız bu mekanda başıma ne kötülük gelebilir ki? Bir şey olursa anında
kaçarım hem. Ama önce deli peşime takılmasın diye değini yapmalı. Ben suratına
bakarken birden ayağa kalkıp ağzını açtı. Boyu fazla uzun değildi ama ay
ışığında parlayan sivri dişlerini görebiliyordum. Protez olmalı, plastik
olamayacak kadar sahici duruyordu.
Delinin
peşinden girdim mezarlığa. Hakikaten dediği gibi büyük, parlak siyah renkli bir
tabut var girişte. Baş tarafındaki pirinçten yapılma tutma sapına kirli bir
urgan bağlanmış. Urgandan tuttum, içi boş olduğu için fazla ağır olmayan tabutu
sırtlandım o kanlı kadının ardından mezarlığın karanlıklarına daldım. Alkollü
bir zihne her şey mubah ve makul gelebiliyordu, biri çıkıp “Sırtında tabutla işin ne be adam?” dese cevap veremezdim ama öyle
bir kafa benimkisi. Yürürken bir yandan sırf laf olsun diye muhabbete girdim
kadınla:
“Kaç yaşındasın?”
“Henüz genç sayılırım. Sizin ölçülerinize
göre bile.”
“Nasıl düştün?”
“Efendim?”
“Nasıl vampir oldun yani. Bir gece vakti
odandan içeri Doğu Avrupalı bir soylu mu girdi, etliye sütlüye karışmaz
vejetaryen bir vampir mi buldun kendine?”
“Ben de şans olsa mezarlık köşelerinde
sürter miydim? Lordmuş, ideal sevgiliymiş, kontmuş hikaye bunlar. Pek
filmlerdeki gibi değil hayat.”
“Hayat?”
“Kısmen hayat. Isırılmayla vampir
olunmuyor. Öyle olsa koloni kurardım kendime. Çok az insan ısırıldıktan sonra
dönüşebilir galiba. Tek başımayım o yüzden. Biraz önce beslendim, tabutu buraya
taşıyana kadar pek gücüm kalmadı doğrusu.”
“Nasıl vampir oldun peki?”
“Gençken çok bakımlı birisi değildim. Yani
güzeldim ama içime kapalı biriydim, ailemin muhafazakar yapısı da var tabi.
Sonra güzelliğimi keşfettim. Bunu kullanabileceğimi. Üniversitede popüler bir
dünya kurdum kendime. Notlarını sömürdüm insanların ellerimi tutabilmeleri
karşılığında. Kendimden daha aşağı seviyelerde olanlarla çıktım, onların o
imkansız aşkı yaşayan duygularını sömürebilmek ve egomu beslemek için. Daha
popüler olanlarla takıldım ve aniden ayrıldım. Başarılı öğrenci kisvesiyle hem
ailemi hem okulumu sömürmeye başladım. Vampirliğim ta o yıllara kadar gidiyor
yani. Bir gün benden daha güzel birini görünce, yerimi korumak için çareler
aradım. Bu sefer beni elde etmelerine karşın, yaşlı ve zengin erkeklerin
paralarını sömürdüm. Baharatlardan, otlardan yapılma kremler, güzellik
merkezleri, dünyanın bir ucundan getirilen zayıflama ilaçları vesaire.”
“Ohoo! Sana bakarsak bu hayatta yanımız
yöremiz vampir kaynıyor desene?”
“O zavallılardan hiç biri benim içimdeki
hırsı, karanlığa kapılmada gösterdiğim cesareti anlayamaz! Ben içimdeki hırsı
takip ettikçe daha farklı bir yol keşfettim güzellik için. Tarih araştırdım.
Güzellikleriyle imparatorları padişahları parmaklarında oynatan, makyajın yahut
kadınlığın sırrına ermiş kadınları okudum. Kleopatra, Hürrem Sultan, Mata
Hari!”
“İzlediğiniz tarihi dizilerden, okuduğunuz
tarihi romanlardan belli. Ya aşk ya entrika seversiniz. Hakaret olarak algılama
ama ne tabut taşımak, ne vampir olduğunu söylemen garip gelmezdi de, kalkıp
Cevdet Paşa’nın “Osmanlı Tarihi”ni okudum desen dünyada inanmazdım doğrusu.”
“Kadın düşmanıyız galiba?”
“Sana mahsus bir şey değil, şahsi algılama.
Maalesef hayatımda senden öncede bazı vampirler tanıdım da.”
“Neyse dediğim gibi tarih okurken bir
güzellik formülü elde ettim. Elizabeth Bathory diye bir Macar soylusu. Beş yüze
yakın genç bakireyi öldürüp onların kanlarında banyo yapan, onların kanlarını
içen kanlı kontes. Bu şekilde gençliğini koruyabileceğini düşünüyordu.”
“Sende buna inandın?”
“Araştırdım öncelikle. Kimya ve tıp
kitaplarına daldım. Kanın yapısını ve güzellik verip vermeyeceğini.”
“İşte izafiyet teorisini bu yüzden bir
erkek buldu zaten.”
“Seni bir kadın çok mu üzdü?”
“Vampirlerden bahsediyorum ben daha çok.
Ama tabi, deneyleriyle insanlığı aydınlatırken radyasyona maruz kalarak
hayatını kaybeden Marie Curie ve kütüphanesinden alınarak hunharca öldürülen
kadın filozof Hypatia’yı ayrı tutmalı. Curie’nin defterlerinde bile öyle yoğun
radyasyon varmış ki bugün bile belli bir koruma altında incelenebiliyormuş.
Parfüm kokusu yerine radyasyonu yeğlemek.”
“Kendi hayatında çok mu ideal şeyler yaptın
ki kadınları suçluyorsun? Futbol maçlarını takip etmek yerine deneysel kimya
ile mi uğraşıyorsun, halı saha yahut Fashion Tv gibi aktiviteler yerine felsefe
ile mi uğraşıyorsun.”
“Ehm. Her neyse vampirlerden
bahsediyorduk.”
“Deneylere başladım. Kan banyosunu denedim.
Hayvan kanıyla yaptım önce. Bir işe yaramadı. İnsan kanı lazımdı, temin
edebildim. İşe yaramadı. Taze kan lazımdı. Bunu bile buldum.”
“Ooo serde katillikte var?”
“Sonunda buldum ebedi gençliği ve
güzelliği. Kan içmek. Doğrudan taze kanla beslenmek. İlk etapta bıçakla zor
oluyordu, üstüm başım kirleniyordu ama zamanla alıştım buna. Öyle bir zaman
geldi ki beslenme biçimim değişti. Geceleri gezer oldum. Vücudumda dolaşan ayrı
bir hayat kaynağı vardı sanki. Bir gün tuhaf bir şey oldu. Kalbim durdu.
Nefesim kesildi. Ölü sandılar beni. Daha geçen gün sabah gömdüler. Vampirlerin
fiziksel gücü sadece ellerindedir, topraktan rahat çıkabilmek için! Öyle sert
toprak vardı ki üzerimde mezarımdan kefenimle çıkıp orta yaşlı ama zengin
sevgilimin rüyasına girdim. O öyle sandı en azından. Yıldırımlı bir gecede
gözüne göründüm. Toprak gözlerime doldu göremiyorum! Toprak ağzıma doldu nefes
alamıyorum gel çıkar beni aşkım! İnanmamasına rağmen geldi. Toprağımı kazdı ve
beni çıkardı. Mükafaatını buldu. Bu kanlar ona ait. Sivri dişlerimle taze kanın
kokusunu, kalp atışlarının gürültüsünü hissederek beslendim. Dünyada daha tatlı
bir zevk yoktur. En kuvvetli bağımlılık bile bizim susuzluğumuz yanında bir
hiçtir. Sadece insan kanıyla bastırılan tuhaf bir dürtü. Sonra cesedi mezarlık
bekçisinden kalma eski ahşap evin dehlizine saklayıp kendime bir tabut buldum.
Buraya taşıyabildim ancak. Bana yardım edecek birilerine bakıyordum ki seni
görünce kapıya çıktım.”
“Bir şey soracağım. Madem vampirsin, o
kaldırıma oturma, bana bakma tripleri neydi peki?”
“Mezarlıktan kanlar içinde çıkıp gelmem
seni ürkütebilirdi.”
“Sarhoşum ben. Kabrinden büyük dedem çıkıp
gelse makul karşılarım. Ayık olabilirdim.”
“Meyhaneden başka yerleşim yoktur burada.
Ben görmedim en azından. Bu evler en az benim kadar ölü.”
“Belim kopacak neredeyse. Ev ne tarafta?”
“Bak hemen ileride, geldik işte.”
Söylediği
şeyler deli saçması bile olsa bana korkutucu geliyor. Anlattığı hikaye, kanlar
içinde deli bir kadın, ve mezarlığın huzursuz edici varlığı, o mezarlığın
ortasında dehlizli mehlizli boş bir ahşap ev. Yeterince ürkütücüydü benim için
herşey. Alkol zihnimden uçup giderken tabut sanki daha ağır geliyordu.
Ahşap
evin açık kapısından geçtim. Ay ışından başka ışık yoktu. Kadının ardından
karanlıklara girdim. Adımlarıma dikkat ederek mahzene girdim. Sadece ufak bir
camdan içeriye ay ışığı süzülen, zifiri karanlıkta sağda solda ancak eski püskü
eşyaların varlığı seçilen korkutucu, küf kokan, tarihin genç günlerinden kalma,
taşlık bir mahzendi. Sırtımdaki yükü mahzenin karanlık bir tarafına gelişigüzel
indirdikten sonra etrafıma bakındım. Kadın yok olmuştu sanki. Benden önce
girdiğine emindim, onu takip ediyordum. Ay ışığının izin verdiği ölçüde etrafa
bakarak onu görmeye çalıştım bu zift karanlığında.
İlk gördüğüm şey korkudan
yüreğimi ağzıma getirmeye yetmişti. Boğazı parçalanmış bir adamın cesedi, ay
ışığının vurduğu zeminde kanlı bir halde sırt üstü yatıyordu. Yüzünde sanki
korkunç bir şeylere şahit olmuş gibi çarpılmış bir ifade vardı. Ben
merdivenlere doğru dönüp mahzenden çıkacağım sırada ise gördüğüm son şey o
beyazlı kadının daha da uzamış sivri dişleri, uzun siyah tırnakları ve kırmızı
gözleriyle, cehennem zebanilerini andıran bir surette, tıslayarak boğazıma
doğru hamle yapmasıydı.
SON
Mehmet Berk Yaltırık,
“Zindan Masalcısı”
21 Ocak 2012 - İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder