19 Ağustos 2012 Pazar

Kan Banyosu

(Def-i Hacet dergisi için "Zindan Masalcısı" adıyla yazdığım ikinci öykü. Sakal Fanzin'in 2. sayısında Aralık 2013'te yayınlandı.)



Gecenin kör bir saatindeydim. Zaman ve mekanın da kör bir noktasında. Saatten geçtim hangi yıl aralığında bile olduğumu bilmiyordum. Birkaç eski arkadaşla barda başlayan bir alkol seansı, ardından her nasılsa dolaşılmaya çıkılmış yaşlı bir sınır kentinin sokakları. Tarihin gençliğinden kalma ahşap konakların, kıyıda köşede kalmış yosunlu mezar taşlarından oluşma harabelerin arasından geçtik. Tam da o malum ve bence fazla arabesk duvar yazısındaki “Bugün yeni bir meyhane keşfettim tam mezarlığın karşısında. Bir gün beni arar da bulamazsan ya o meyhanedeyim ya da meyhanenin karşısındaki mezarlıktayım” dizelerini andırırcasına onca eski şeyin arasında yeni bir meyhane keşfetmiştik. O küçük şehirde böyle bir ayrıntıyı nasıl yakalayamadığımızı tartıştık çakır keyif halde. Küçük şehir diyerek her yerini bilirim zannediyorsun ama illa ki gözden kaçan bir şeyler oluyor.


Üstelik bu meyhane pek yeni gibi görünmüyor. Ahşap, asır devirmiş koca karı gibi iki büklüm bir eski evin dışında kapalı camlar. Tepesinde paslanmış eski bir levha: “Samatyalı Kirkor ve Mahdumları, Zincirli Meyhane, 1906’dan beri” Oldum olası severdik nostaljiyi. Sonuçta sözde folklorik döşemeleri olan çakma kafelerde kafaya fes takıp meyveli nargile içmekle tarihe geri döndüğümüzü sanan, fotoğrafını çeken genç bünyelerdik.  Böyle bir mekan zannetmiştik ama girdiğimizde hakikaten eski dokusunu tuhaf bir şekilde korumuş gerçek bir meyhane ile karşı karşıyaydık. İnsanlar garip görünüyordu, sanki bu zaman ait değillerdi. Dev bira fıçıları, toprak küplerde rakılar, şaraplar ve tavandaki kör lambalardan sarkan tozlar, örümcek ağları. Kasvetli duvarlar, içerisinde her bir masada dağılmış, plaktan Tatyos Efendi’nin “Gamzedeyim”ini dinleyen kasvetli, bedbaht insanlar. O kadar eski bir mekandı ki mahzenindeki boş şarap fıçılarında II.Abdülhamit devrinden kalma örümcekler olduğuna kalıbımı basardım.

Tuhaf bir çekiciliği olan o mekanda ne kadar kaldım bilmiyorum. Arkadaşlarım da kalkıp gitmişti. Kah masadakilerin eşlik ettiği kah sadece plaktan gelenleri dinlediği o mekanda biraz durup, o kasvetli ortamın isli duvarlarında kendi hayatımın muhasebesini yaptıktan sonra kalktım. Meyhaneciye parasını öderken arabam olup olmadığını sordu. Olmadığını söyleyince, yürüyerek gideceksem caddeyi takip etmem gerektiğini söyledi. Mezarlık tarafından ayrılmadan devam etmeliymişim, gölge felan görürsem korkmamalıymışım felan. Eski meyhaneciler böyledir yeni müşterisinin bile hatırını hoş tutar ki ayağını kesmesin.

Çıktım mekandan alkollü kafaya bana upuzun görünen, gecenin tüm karanlığını sanki tepesine toplamış, hışırdayan servi ağaçları ve eski yeni mezar taşlarıyla dolu o mezarlığın dibinden dibinden yürümeye başladım. Havada ağır bir sis tabakası vardı böyle 1930’larda geçen gangster filmleri gibi. Neredeyse sislerin içinden eski model bir araba gelip geçecek, eski tip silahlarla meyhaneyi tarayacaklar.

Yüksek alkolün verdiği etkiyle o sisli havayı her şeye yorabilirdim. Öyle tuhaf bir havaydı ki, o ağır sis tabakasına rağmen bazen sanki sisler inceliyor ve tepede parlayan ay ışığı tuhaf ışık oyunları sahneliyordu gözlerimde. Sisli havada ay olur mu, ay ışığı varsa sis niye kesif gibi duruyor kafam meteorolojik mevzuları anlayamayacak kadar bulanık. Bir yandan da meyhaneci korkma morkma diye kafama tuhaf düşünceler sokmuş, inceden tırsıyorum. Tamam uyarıyorsun da birader, durduk yere aklıma gecenin bu saatinde “üç harfli” hayaller, hikayeler getirmenin manası ne?

Sallana sallana yürüyorken ben, aklıma gelen gözlerimin önüne düşüyor. Mezarlığın içinden, çıkış kapısına doğru ilerleyen bir siluet var. Alkolün bulandırdığı zihnimle ne olduğunu algılamaya çalışıyorum. Meyhaneye gelen sakin mi, mezar hırsızı kovalayan bekçi mi, yolunu şaşırmış tinerci mi? Öyle ya normal bir insanın bu saatte mezarlıkta ne işi olur?

Silueti seçmeye başladığımda bunun bir kadına ait olduğunu gördüm. Genç gibi görünüyordu. Bu saatte ne işi olabilirdi? Saldırıya mı uğramıştı, delirmiş miydi? Kaybettiği bir yakının hasretine mi dayanamamıştı. Aklıma gelenler normal ihtimallerdi. Ama karşımdaki şey normal bir ihtimal olamazdı. O sisin seyreldiği ve selvi dallarının ay ışığına izin verdiği ölçüde gördüğüm kadarıyla üstü başı kan içerisindeydi. Yaralanmış gibi yürümüyordu. Sakin bir şekilde, bu tekinsiz mekanı gezmeye gelmiş gibi kendi halinde, aheste bir şekilde kapıya doğru yürüyordu. Kanlar sanki bir tiyatro ya da balo için özel olarak hazırlanmış gibi duran sade görünümlü, beyaz renkli basit elbisesinin üstüne sıçramış gibiydi.

Söylencelerdeki kanlı kefeniyle kabrinden fırlamış hortlakları andırıyordu. İnsanın aklına o saatte o mekanda öyle tuhaf fikirler geliyordu ki. Yıllar öncesinin televizyon haberlerinden aklımda yer etmiş mezarlıkta ayin yapan, kedi kanı içen satanist gençler, cinnet geçirip kocasını karısını doğrayan reality şov manyakları, birde son dönemde edebiyat ve müzik dünyasındaki ehlileştirilmiş pembe gotizm soslu karanlık aşklara yelken açan gençler. Korku unsurlarını ateş etrafında canavar ve iblis tasvir eden şamanlardan değil, ekrandan televizyondan internetten öğrenen tuhaf bir zamanda yaşıyorduk, her şey olabilirdi.
Genç kadın mezarlığın paslı demir kapısından geçerek kaldırıma oturdu. Durup onu seyretmeye başladım. Solgun görünümüne rağmen oldukça etkileyici görünüyordu. Sırtına kadar uzanan parlak siyah saçları, tuhaf görünümlü gözleri ve duruşu bu saatlerde yalnız gezmesini gerektirmeyecek kadar farklı kılıyordu onu. Ama öyle bir detay vardı ki hiçbir tecavüzcü ya da gaspçı ona yaklaşamazdı. Kanların geldiği yer onun ağzıydı. Beyaz ten, koyu kan ve siyah saçlar, tezat oluşturuyordu. Korku filmlerinden çıkıp gelmiş gibi. Acaba insan mı? Yoksa üç harfli mi? Zihnim hayal mi gördürüyor bana?

Diyelim ki insan bu saatte ağzından akan kanlarla mezarlıkta işi ne? Diyelim ki cin-peri neden kalkıp kaldırım taşına oturuyor? Diyelim ki hayal aldatması, neden bu kadar gerçekçi duruyor?  Bana dönüp baktığında tüylerimin ürpermesi neden bu kadar gerçek? O buz mavisi gözlerindeki korkutuculuk neden? Suratında hem yorgunluk hem de dehşet alametleri taşıyan bu genç kadının sırrı ne?

Suskunluğunu sürdürdü. Önüne baktı bir an, sonra dönüp: “Tabutuma bir el atar mısın?” diye soruverdi. Benim mi kafam güzel, kadın mı ne dediğinin farkında değil? Tabut mu dedi? Tabutuma el atar mısın şifre miydi? Sarhoş olunca insanın soruları artıyor, doğru cevap sayısı kadeh sayısıyla orantılı hale geliyor, ben daha birine cevap yetiştiremeden binbir soru geliyor aklıma. Soruyu tekrarladı: “Mezarlığın içinde tabutum var, taşımama yardım eder misin?”

Tövbe bismillah! Kamera şakası desen değil, pembe mezarlı pembe iskeletli gotik klip çeken üniversite öğrencisi değil, nedir bu kadının esbabımucibesi? Suratına salak salak bakmayı sürdürünce: “Korkma organ hırsızı değilim. Sana bir kötülüğüm dokunmaz. Bana ait bir tabutu, mezarlığın ortasındaki eski evin mahzenine taşır mısın?”

Tüm gücümü toplayıp mezarlık levazımatçısı olup olmadığını sordum. Boğazından elbisesine kanlar bulaşmış, tabutlu bir kadına sorulabilecek en mantıklı soruymuş gibi! Kadın bir süre suskun kaldıktan sonra: “Vampirim ben…” diyerek merakımı gidermesi pekte beklediğim bir cevap değildi. Şaka mı bu? “Sahici vampirim. Dişlerime bakabilirsin.”

Deli bu deli! Ulan kanlı kanlı mezarlıklarda geziyorsun, tabut var dişin var vampir sanıyorsun kendini! Ama bu tepkimi dışa yansıtmamalıyım. Eskiler deli kısmının suyuna gitmeli, ne dese “he” demeli derler ya, ben de kadının suyuna gidiyorum. Deli, oyuncu, hayal, ya da hiçbir şey insansız bu mekanda başıma ne kötülük gelebilir ki? Bir şey olursa anında kaçarım hem. Ama önce deli peşime takılmasın diye değini yapmalı. Ben suratına bakarken birden ayağa kalkıp ağzını açtı. Boyu fazla uzun değildi ama ay ışığında parlayan sivri dişlerini görebiliyordum. Protez olmalı, plastik olamayacak kadar sahici duruyordu.
Delinin peşinden girdim mezarlığa. Hakikaten dediği gibi büyük, parlak siyah renkli bir tabut var girişte. Baş tarafındaki pirinçten yapılma tutma sapına kirli bir urgan bağlanmış. Urgandan tuttum, içi boş olduğu için fazla ağır olmayan tabutu sırtlandım o kanlı kadının ardından mezarlığın karanlıklarına daldım. Alkollü bir zihne her şey mubah ve makul gelebiliyordu, biri çıkıp “Sırtında tabutla işin ne be adam?” dese cevap veremezdim ama öyle bir kafa benimkisi. Yürürken bir yandan sırf laf olsun diye muhabbete girdim kadınla:
“Kaç yaşındasın?”
“Henüz genç sayılırım. Sizin ölçülerinize göre bile.”
“Nasıl düştün?”
“Efendim?”
“Nasıl vampir oldun yani. Bir gece vakti odandan içeri Doğu Avrupalı bir soylu mu girdi, etliye sütlüye karışmaz vejetaryen bir vampir mi buldun kendine?”
“Ben de şans olsa mezarlık köşelerinde sürter miydim? Lordmuş, ideal sevgiliymiş, kontmuş hikaye bunlar. Pek filmlerdeki gibi değil hayat.”
“Hayat?”
“Kısmen hayat. Isırılmayla vampir olunmuyor. Öyle olsa koloni kurardım kendime. Çok az insan ısırıldıktan sonra dönüşebilir galiba. Tek başımayım o yüzden. Biraz önce beslendim, tabutu buraya taşıyana kadar pek gücüm kalmadı doğrusu.”
“Nasıl vampir oldun peki?”
“Gençken çok bakımlı birisi değildim. Yani güzeldim ama içime kapalı biriydim, ailemin muhafazakar yapısı da var tabi. Sonra güzelliğimi keşfettim. Bunu kullanabileceğimi. Üniversitede popüler bir dünya kurdum kendime. Notlarını sömürdüm insanların ellerimi tutabilmeleri karşılığında. Kendimden daha aşağı seviyelerde olanlarla çıktım, onların o imkansız aşkı yaşayan duygularını sömürebilmek ve egomu beslemek için. Daha popüler olanlarla takıldım ve aniden ayrıldım. Başarılı öğrenci kisvesiyle hem ailemi hem okulumu sömürmeye başladım. Vampirliğim ta o yıllara kadar gidiyor yani. Bir gün benden daha güzel birini görünce, yerimi korumak için çareler aradım. Bu sefer beni elde etmelerine karşın, yaşlı ve zengin erkeklerin paralarını sömürdüm. Baharatlardan, otlardan yapılma kremler, güzellik merkezleri, dünyanın bir ucundan getirilen zayıflama ilaçları vesaire.”
“Ohoo! Sana bakarsak bu hayatta yanımız yöremiz vampir kaynıyor desene?”
“O zavallılardan hiç biri benim içimdeki hırsı, karanlığa kapılmada gösterdiğim cesareti anlayamaz! Ben içimdeki hırsı takip ettikçe daha farklı bir yol keşfettim güzellik için. Tarih araştırdım. Güzellikleriyle imparatorları padişahları parmaklarında oynatan, makyajın yahut kadınlığın sırrına ermiş kadınları okudum. Kleopatra, Hürrem Sultan, Mata Hari!”
“İzlediğiniz tarihi dizilerden, okuduğunuz tarihi romanlardan belli. Ya aşk ya entrika seversiniz. Hakaret olarak algılama ama ne tabut taşımak, ne vampir olduğunu söylemen garip gelmezdi de, kalkıp Cevdet Paşa’nın “Osmanlı Tarihi”ni okudum desen dünyada inanmazdım doğrusu.”
“Kadın düşmanıyız galiba?”
“Sana mahsus bir şey değil, şahsi algılama. Maalesef hayatımda senden öncede bazı vampirler tanıdım da.”
“Neyse dediğim gibi tarih okurken bir güzellik formülü elde ettim. Elizabeth Bathory diye bir Macar soylusu. Beş yüze yakın genç bakireyi öldürüp onların kanlarında banyo yapan, onların kanlarını içen kanlı kontes. Bu şekilde gençliğini koruyabileceğini düşünüyordu.”
“Sende buna inandın?”
“Araştırdım öncelikle. Kimya ve tıp kitaplarına daldım. Kanın yapısını ve güzellik verip vermeyeceğini.”
“İşte izafiyet teorisini bu yüzden bir erkek buldu zaten.”
“Seni bir kadın çok mu üzdü?”
“Vampirlerden bahsediyorum ben daha çok. Ama tabi, deneyleriyle insanlığı aydınlatırken radyasyona maruz kalarak hayatını kaybeden Marie Curie ve kütüphanesinden alınarak hunharca öldürülen kadın filozof Hypatia’yı ayrı tutmalı. Curie’nin defterlerinde bile öyle yoğun radyasyon varmış ki bugün bile belli bir koruma altında incelenebiliyormuş. Parfüm kokusu yerine radyasyonu yeğlemek.”
“Kendi hayatında çok mu ideal şeyler yaptın ki kadınları suçluyorsun? Futbol maçlarını takip etmek yerine deneysel kimya ile mi uğraşıyorsun, halı saha yahut Fashion Tv gibi aktiviteler yerine felsefe ile mi uğraşıyorsun.”
“Ehm. Her neyse vampirlerden bahsediyorduk.”
“Deneylere başladım. Kan banyosunu denedim. Hayvan kanıyla yaptım önce. Bir işe yaramadı. İnsan kanı lazımdı, temin edebildim. İşe yaramadı. Taze kan lazımdı. Bunu bile buldum.”
“Ooo serde katillikte var?”
“Sonunda buldum ebedi gençliği ve güzelliği. Kan içmek. Doğrudan taze kanla beslenmek. İlk etapta bıçakla zor oluyordu, üstüm başım kirleniyordu ama zamanla alıştım buna. Öyle bir zaman geldi ki beslenme biçimim değişti. Geceleri gezer oldum. Vücudumda dolaşan ayrı bir hayat kaynağı vardı sanki. Bir gün tuhaf bir şey oldu. Kalbim durdu. Nefesim kesildi. Ölü sandılar beni. Daha geçen gün sabah gömdüler. Vampirlerin fiziksel gücü sadece ellerindedir, topraktan rahat çıkabilmek için! Öyle sert toprak vardı ki üzerimde mezarımdan kefenimle çıkıp orta yaşlı ama zengin sevgilimin rüyasına girdim. O öyle sandı en azından. Yıldırımlı bir gecede gözüne göründüm. Toprak gözlerime doldu göremiyorum! Toprak ağzıma doldu nefes alamıyorum gel çıkar beni aşkım! İnanmamasına rağmen geldi. Toprağımı kazdı ve beni çıkardı. Mükafaatını buldu. Bu kanlar ona ait. Sivri dişlerimle taze kanın kokusunu, kalp atışlarının gürültüsünü hissederek beslendim. Dünyada daha tatlı bir zevk yoktur. En kuvvetli bağımlılık bile bizim susuzluğumuz yanında bir hiçtir. Sadece insan kanıyla bastırılan tuhaf bir dürtü. Sonra cesedi mezarlık bekçisinden kalma eski ahşap evin dehlizine saklayıp kendime bir tabut buldum. Buraya taşıyabildim ancak. Bana yardım edecek birilerine bakıyordum ki seni görünce kapıya çıktım.”
“Bir şey soracağım. Madem vampirsin, o kaldırıma oturma, bana bakma tripleri neydi peki?”
“Mezarlıktan kanlar içinde çıkıp gelmem seni ürkütebilirdi.”
“Sarhoşum ben. Kabrinden büyük dedem çıkıp gelse makul karşılarım. Ayık olabilirdim.”
“Meyhaneden başka yerleşim yoktur burada. Ben görmedim en azından. Bu evler en az benim kadar ölü.”
“Belim kopacak neredeyse. Ev ne tarafta?”
“Bak hemen ileride, geldik işte.”
Söylediği şeyler deli saçması bile olsa bana korkutucu geliyor. Anlattığı hikaye, kanlar içinde deli bir kadın, ve mezarlığın huzursuz edici varlığı, o mezarlığın ortasında dehlizli mehlizli boş bir ahşap ev. Yeterince ürkütücüydü benim için herşey. Alkol zihnimden uçup giderken tabut sanki daha ağır geliyordu.

Ahşap evin açık kapısından geçtim. Ay ışından başka ışık yoktu. Kadının ardından karanlıklara girdim. Adımlarıma dikkat ederek mahzene girdim. Sadece ufak bir camdan içeriye ay ışığı süzülen, zifiri karanlıkta sağda solda ancak eski püskü eşyaların varlığı seçilen korkutucu, küf kokan, tarihin genç günlerinden kalma, taşlık bir mahzendi. Sırtımdaki yükü mahzenin karanlık bir tarafına gelişigüzel indirdikten sonra etrafıma bakındım. Kadın yok olmuştu sanki. Benden önce girdiğine emindim, onu takip ediyordum. Ay ışığının izin verdiği ölçüde etrafa bakarak onu görmeye çalıştım bu zift karanlığında.

İlk gördüğüm şey korkudan yüreğimi ağzıma getirmeye yetmişti. Boğazı parçalanmış bir adamın cesedi, ay ışığının vurduğu zeminde kanlı bir halde sırt üstü yatıyordu. Yüzünde sanki korkunç bir şeylere şahit olmuş gibi çarpılmış bir ifade vardı. Ben merdivenlere doğru dönüp mahzenden çıkacağım sırada ise gördüğüm son şey o beyazlı kadının daha da uzamış sivri dişleri, uzun siyah tırnakları ve kırmızı gözleriyle, cehennem zebanilerini andıran bir surette, tıslayarak boğazıma doğru hamle yapmasıydı.

SON
Mehmet Berk Yaltırık, “Zindan Masalcısı”

21 Ocak 2012 - İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder