8 Kasım 2012 Perşembe

Cadıyla Boğuşmak

(Tımarhane e-Dergi'nin Nisan sayısında daha önce yayınlanmıştı. Üzerinde belli bir düzenleme yapıldıktan sonra buraya alınmıştır.)

Luis Royo'dan Drakula'nın Gelinleri...


Ellerine geçen tuhaf bir define haritası, onları Rumeli’nin bu bölgelerine sürüklemişti. Yaptıkları bu iş akıl kârı mıydı? Gerçi yaptıkları hangi iş akıl kârıydı ki? Her biri ömrünü Balkan dağlarında eşkıyalıkla geçirmiş, köy basan yol kesen, haydut kere haydut, eli kanlı zalim adamlardı. Güç yetirebildikleri mezraları, köyleri basar, yolcuları soyar, zenginleri dağa kaldırıp haraç isterlerdi.
Topladıkları ganimeti yedi köyün en namlı orospularıyla oturak alemlerinde yerler, bitleri kan çekince yeniden bir elde tüfek bir elde kama gariban fukara tepesine çökmek üzere, başı dumanlı dağlardan mor yaylalara inerlerdi. Bir yanda eli tüfekli taifesine para yediren kafasında kırk tilki dolanır derebeyleriyle, diğer yanda bir ellerinde ferman bir ellerinde Kur’an, bellerinde kama padişahtan destur alıp eşkıya kellesi almadan Dersaadet’e dönmemeye yeminli paşalarla tepişen, ömürleri daima sürekle, takiple geçip, ya jandarma kurşunuyla ya rakip çetenin kıstırmasıyla cavlağı çekecek olan bu adamların yaptıkları hangi iş akıl kârıydı ki?  İşte şimdi de her biri kılık değiştirmiş, ellerinde kazma kürek, bellerinde ip, tarla ırgatı kılığında, bir hazine söylentisi uğruna buralara düşmemişler miydi?
Kendilerine "Gegalı çetesi" derlerdi. Başlarında Gega Arnavutlarından gelme, kan davasından zindana, zindandan Balkan dağlarına yol almış, namlusunda seksen, kamasında elli kişinin kanı olduğu rivayet edilen Gega Niyazi Kaptan bulunuyordu. Kah tecavüzden, kah cinayetten, kah haramilikten ötürü firari olup dağlarda gezen korkunç görünüşlü adamların toplandığı, Balkan dağlarını mesken tutmuş sayısız çeteden biriydiler.
Lofça taraflarındaki zengin bir ağadan elde ettikleri hazine haritasının peşinde, kılık değiştirerek hiç isimlerinin duyulmadığı, İstanbul’un burnunun dibi sayılabilecek Istranca Dağları'na kadar gelmişlerdi. Neredeyse yüz senelik olduğunu düşündükleri bir hazine haritasıydı ki, bunu evinin zulasında saklayan Lofçalı Salim Ağa’nın demesine göre haritayı yakın zamanda bir defineciden satın almış, defineci ise bu haritayı babasına Vaka-i Hayriye kıyımından kaçmış bir yeniçerinin sattığını söylemişti. Salim Ağa, Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa’nın yeni ordu kurmak için yanında taşıdığı hazinesi olduğunu ya da Kabakçı Mustafa’nın kellesini alıp Kabakçı'nın İstanbul’dan yağmaladığı hazineye konan Kırcaali çetelerinin baş baskıncısı Hacı Ali’nin gizli definesi olabileceğini söylemişti. Ardında bu denli söylentilerin olduğunu işiten Gega Niyazi ve  adamları, üstlerine başlarına ırgat kılıklarını geçirip, tabancalarını kamalarını gizleyip, silahlarını tilki gezmez ıssız yerlere gömerek Rodop Dağları'ndan düze inerek Istranca Dağları'na dek gelmişti.
Haritayı okutmak için dağa kaldırmadıkları papaz, imam, kalem efendisi kalmamış, haritayı okuyamayanlar, sırrı mezarda saklamaya devam etsinler diye kesik başlarıyla birlikte uçurum diplerini boylamışlardı. Neyden sonra hangi aklı evvel bilinmez, adamın biri haritanın kenarına ayna koyarak yazılan yazıları okumayı akıl etmiş böylece haritayı çözmüştü. Istranca Dağları'nın göbeğinde "Karabat” isminde bir köyün yerini göstermekte, köyün dibinde binaların sureti bulunmaktaydı. Suretin tepesine haç işareti çizilmişti ki definenin köy civarında olduğunun işareti olduğunu düşünmüşlerdi.
Haritayı okuyabilen aklı evveli, sırrı korumak adına bir uçurum dibine kesik başıyla birlikte yolladıktan sonra define işaretlerini okuyabilen usta definecileri gizlice el altından aratmaya başlamışlardı. Onların aradıkları iyi bir define ustasıyken genelde karşılaştıkları eski define meraklıları, ejderha gördüğünü söyleyen çok eski defineciler ve define bulsalar dünyayı satın alabilecekleri hayaliyle yaşayan fuzuli insanlar oluyordu.
Sonunda köyün birinde define işaretleri okumasıyla ünlü, para karşılığı kiralanabilen bir define ustası olan Mümtaz Osman'ı bulmuşlar, hazinenin belli bir hissesi karşılığında onunla anlaşmışlardı. Define ustası, sadece defineler konusunda değil "başka şeyler" konusunda da uzmandı. Hazine tılsımları ve koruyucu cinler hakkında bilgisi olduğunu söylemişti ki bu metafizik bilgi üstünlüğüne dayanarak eşkıyalarda “kanını dökmeleri halinde onlara uğursuzluğunu bulaştırabileceği" gibi bir intiba uyandırabilmişti. Eşkıyalar, normal şartlarda ölümle oynadıklarından inançları zayıf olurdu ve dünya hayatına pek düşkün olduklarından dinsel öncelikleri pek olmazdı. Metafizik söz konusu olduğunda, onlar daha pratik şeylerden korkardı –kemik kemiren mezar gulyabanileri, terk edilmiş köylerde yaşayan cinler, toprak altından gelen kan içen cadılar gibi. Bu korkuyu iyi bilen usta define avcısı Mümtaz Osman, eşkıyaların bu yönünü deşeleyerek hem canını hem de hazineden alacağı iyi bir hisseyi garantilemişti.
Ahalinin ve kolcuların dikkatini çekmemek için yirmi kişilik bu çete, beşerli gruplar halinde Istranca Dağları'na farklı yollardan geçip, Karabat’ın bulunduğu yerin yakınlarında, düzlükte yer alan bir köy olan Sofular köyüne gelemeye ve orada toplandıktan sonra Karabat köyüne çıkmaya karar vermişlerdi.
Sayısız çatışmalara girdikleri kolculara ve evlerini bastıkları köylülere yakalanmamak adına binbir kılığa girmiş bulunan eşkıyalar, tilki geçmez baykuş ötmez ıssızlardan geçerek Sofular köyüne varmışlardı. İstanbul’a mal almaya giden zengin Rumelili tüccarlar gibi gelerek köyün yakınlarındaki bir hanı ellerindeki bir kısım parayla kapatmışlar, civarın en namlı pezevengine para saçıp hana getirttikleri rakkaseleri sinilerde oynatıp çalgı çaldırarak günlerini gün ederek gelecek olan diğer çete mensuplarını beklemeye başlamışlardı.
Köye en önce Gega Kaptan ile Defineci Mümtaz Osman’ın bulunduğu grup geldiğinden, diğer grupların kısa süre içerisinde gelmesini beklemektelerdi. Gega Niyazi, adamlar döneklik etmesin diye,harita ile define ustasını yanında tutmuştu, böylece eğer biri bir madrabazlık yaparsa haritayı kimseye kaptırmamak için imha edebilecekti. Kaptan tez zamanda bu hazineyi alıp oralardan savuşmayı düşünmekteydi zira köylülerin  kendilerinden işkillenmeye başladığını fark etmişti. Bunda sadece ölümle kol kola gezen bu adamların altıncı hislerinin gelişmiş olmasının payı yoktu. Geceleri sinilerde kadınlar göbek atıp zurnalar öterken, havaya tabanca atıp naralarla birlikte en sunturlu küfürleri savurursanız insanlar kısa sürede sizin tüccardan ziyade bir külhanbeyi yahut haydut olduğunuzu anlayabilirdi o dönemlerde. Üstüne üstlük adamlarınızdan biri köy kabadayılarından biriyle kavga edip öldüresiye dövebiliyorsa insanlar sizin tüccardan başka her şey olabileceğiniz konusunda hem fikir olabilirdi.
İşte Gega Niyazi, böyle sabırsızca beklerken çetenin geri kalanı da kısa sürede hana gelmişti. Sabah ezanından önce yola çıkmak üzere karar almışlar, geceyi beklemeye başlamışlardı. Aksilik olacağı varsa olur derler, köyün kahvesine gidip gelen eşkıyalardan birisi akşama doğru beti benzi atmış bir şekilde dönmüştü hana. Onun bu suskun ve durgun hali diğer eşkıyaları da huzursuz etmişti ki bu tip durgunluk ve yılgınlık hali haydut arasında hemen fark edilirdi. Gega Niyazi durumdan işkillenerek tabancasını çekip adamın kafasına dayayıp suratının halini sorduğunda koca haydut ağlayarak olduğu yere çöküp, diğerlerinin şaşkın bakışları altında hazine işinden vazgeçtiğini söylemişti. Eşkıyalar, adamın Niyazi Kaptan’ı bu yoldan vazgeçirmek için yana yakıla çırpındığını görünce bir hayli şaşırmışlardı. Haydutu hisseden vazgeçiren şey neydi? Neden beti benzi atmıştı? Bir eşkıyayı altından defineden vazgeçirebildiğine göre hiç birisi bunu hayra alamet bir şey olduğunu iddia edemezdi.
Gega Niyazi, adamı ağzından bir şey kaçırma ihtimaline karşı uyarıp namluyu alnına dayayıp ne olduğunu tekrar sorduğunda adamın korkudan konuşamadığını görünce rakı getirmelerini emretti. Adamın gırtlağından aşağı yarım testi boğma rakıyı döktükten sonra konuşturmaya muvaffak olmuştu. Adam köy kahvesinde bazı gençlerin konuşmalarına kulak misafiri olmuş, gençler kurt muhabbeti, kuş muhabbeti, puşt muhabbetinden sonra haydut lakırdılarına geçmişler ardından cin-peri menkıbelerini konuşmaya başlamışlardı. Karabat köyünün bahsini duymuş, gençlerin ağzından köyün yıllar önce terk edildiğini, geceleri cin-peri alaylarının düğün dernek yaptıklarını, sakallı cücelerin cirit oynadığını, kesik başlarının sisli sabahlarda ortalıkta yürüdüğünü dinlemişti. Gençlerin anlattığına göre çok önceden de o köyden kaçırılıp gaibe karışan gelinleri, boğazları yarılmış ve kanlı ciğerleri ağızlarından dışarıya doğru sökülmüş insancıkları, beşiğinden kaçırılarak sabahına kanı çekilere bulunmuş bebekleri bulmuşlar ve kalan ahali orayı yıllar önce terk etmişti.
Gega Niyazi bunu duyunca namluyu adamlarına çevirip define olayını birinin ağzından kaçırdığını, bu nedenle gençlerin kendilerini korkutmak için bunu uydurabileceğini söyleyince herkes yemin vermiş kimse bu olayı kendi aralarında bile konuşmadıklarını söylemişlerdi. O vakitten sonra her birinin içine korku tohumu düşmüş, definenin başında bağlı cinlerin varlığıyla birlikte gidecekleri köyün perili olması da korkularının üzerine adeta tüy dikmişti.
Sabah ezanı okunmazdan çok vakit evvel tilki uykularından kalkan eşkıyalar, eşyalarını hazırlayıp alelacele hanı terk etmişlerdi. Mavi karanlığın hakim olduğu bir vakitte terk edilmiş Karabat köyüne girmişlerdi. Defineci Mümtaz Osman, mesleği gereğince adamları köyün dört bir tarafına gönderterek işaret aramalarını söylemişti. Haç, hilal, yılan, yıldız, köpek, bıçak, sayı yahut harf, gördükleri her işareti kendisine bildirmelerini söylemişti. Ayrıca yerdeki taşlara, garip şekillere, hayvan kemiklerine, varsa tuhaf nesnelere dikkat etmelerini söylemişti.
Eşkıyalar köye dağılarak ay ışığı altında, görebildikleri ölçüde işaretler ararken, Mümtaz Osman orada burada dolanırken çete reisi Gega Niyazi, bir ağacın altına çökmüş yanındaki kırbadan rakısını içmekteydi. Neyden sonra adamlardan birinin “Sandık buldum! Sandık!” diye bağırması üzerine herkes elindeki işi bırakıp sesin geldiği yere seğirtmişti. Boş evlerden birinin içinde pencereden vuran ay ışığı altında, upuzun bir sandukanın bulunduğunu gören haydutların tüyleri diken olmuştu. Gega Niyazi ayağıyla vurduğu zaman içinin dolu olduğunu anlamıştı. İçinden bir ses tabutu açmasını istiyor gibiydi.
Gega Niyazi, adamlarına dönerek sandukayı açmalarını emrettiğinde sandukanın içinde boylu boyunca uzanmış, çürümüş, kara kuru bir ölünün olduğunu gördüler. Haydutların her biri alışkın olmadıkları halde içlerinden türlü çeşit dualar okumaya başlamışlar, en ufak bir mevzuda anında dışarıya kaçmayı bekler hale gelmişlerdi. İçlerinden bir tek Mümtaz Osman korku belirtisi göstermemiş, metanetini korumuştu. Mümtaz Osman, bunca senenin tılsımlı definelerini kovalaya kovalaya metafizik durumlara alıştığından ifrit görse “Ne olmuş işte define ve başında bağlı olan ifrit” diyebilecek tıynette biriydi.
Ancak Rumeli’nin hortlaklı cadılı söylentileriyle büyümüş Gega Niyazi ve avanesi, bu tür ölülü, cinli, perili mevzulardan hiç hazzetmezlerdi. Gega Niyazi adamlarının gözünün önünde korkak görünmemek adına ve namına halel getirmemek için belinden tabancasını çıkarıp cesede ateş etmiş, ölüde gözle görülür bir kıpırdama olmayınca defineciye dönüp bu cesedin neden bu şekilde bırakıldığını sormuştu.

Mümtaz Osman’a göre üç ihtimal vardı. Birinci ihtimal bu cesedin bir tür nazarlık olduğuydu ki, kendisi bazı eski paşa saraylarında uğur olsun diye Mısır’dan ve sair memleketlerden böyle nazarlık amaçlı tahnitli cesetler, mumyalar getirtildiğini duymuştu. Tabi “boşaltılmış köyde neyi neyden koruyacaklar da nazarlık bırakacaklar” düşüncesiyle bu ihtimali es geçmişti. İkinci ihtimal ise definenin cesedin altına gömüldüğü yer olup, koruma amaçlı olarak gelen korksun diye buraya kasten bırakılmış olabileceğiydi. Ancak cahil köylülerin böyle kurnazca bir şeyi kolayca akıl edemeyeceğini, en azından koca definenin önceleri köy olan böyle bir yerde, ev altına gömülemeyeceği ihtimalini düşünerek bundan da vazgeçmişti. Geriye tek bir ihtimal kalıyordu. Hazineye dair bir işaret olmasıydı. Ya etrafında ya sanduka içinde bir işaret taşımaktaydı ki dikkat çekmesin diye böyle tuhaf bir yol izlemiş olabilirlerdi. Belki de köyde defineyi bulmak için kasten böyle bir söylenti çıkarılmış, sonra defineyi bulmak için önceden biri gelip işaret felan bırakmış olabilirdi. İşte bu düşüncelerle eşkıyalara meşale yaktırarak cesedin sağını solunu kurcalayacağını söylemişti. Definecilik töresine aşina olanların bilebileceği gibi çizilmiş bir işaret kadar, ölünün kesik parmak sayısı, elinin gösterdiği yer veya üzerinden çıkabilecek gizli bir pusula, her türlü define işareti olarak yorumlanabilirdi.

Eşkıyalar meşaleleri yakıp cesedin üzerine eğildiklerinde gördükleri şey karşısında bir kez daha dehşete düşmüşlerdi. Sıradan birini pek ilgilendirmezdi ama Rumeli halk inançlarına göre yetişmiş birisi için "kalbinin olduğu yere çakılı kazık" bulunan bir ceset, nefes alan bir aslandan daha ürkütücüydü. Gega Niyazi kendi kendine söylendi: “Yetmez, köyün perili olduği, bir de çıktı içınden cadi!”

Defineci Mümtaz Osman kazığı işaret ederek her şeyi korkutma amaçlı yapabileceklerini yahut bunun bir işaret olabileceğini söylemişti. Rumeli dağlarında ömür geçirmiş eşkıyalar huzursuzlanmışlardı ve onun kadar sakin değillerdi. Neticede bir defineci, defineciydi ve Rumelili de Rumeliliydi. Kafası kesilmiş ve ıssız bir yerde kolları göğsüne bağlanarak gömülmüş bir ceset gördüklerinde bu haydutlar türlü dualar okuyup oradan sıvışırken, bir defineci bunun bile bir işaret olduğu zannıyla günlerce o yeri inceleyebilirdi.

Mümtaz Osman çürümüş cesedin üzerine eğildiğinde burnuna oldukça kötü bir korku çarpmıştı. Baktığı ilk yer cesedin parmakları olmuş, cesedin kalbine çakılı kazığı oynatmaya başlamıştı. Diğerleri kabadayılıklarına halel gelmesin diye açıktan müdahale edemedilerse de gizliden gizliye bir cadının cesedini böyle kurcaladığı için bu adamın başlarına sayısız musibeti musallat ettireceği kanaatindeydiler. Defineci kazığı yerinden çıkarıp üstümde işaret aramaya başladığında her biri artık nefes almayı bırakmış başlarına gelebilecek herhangi bir şey için dua etmeye koyulmuşlardı. Karanlığın içinden gelen ani bir rüzgarla meşalelerin sönmesiyle birlikte nereden geldiği meçhul iri bir yarasanın içeride kanat çırpmaya başlaması üzerine erkekliğin onda dokuzunun kaçmak olduğunu addeden eşkıyalar reislerini bile beklemeden kaçışmışlardı. Gega Niyazi ve Mümtaz Osman bile bu durumdan işkillenerek dışarı çıkmışlardı. Mümtaz Osman defineyi başka bir yerde arayabileceklerini söyleyince, eşkıyalar tekrar işaret aramak üzere o evden uzak durarak etrafa yayıldılar. Rüzgarın azizliğinden ötürü hiç biri evin içinde, tabutun içerisinde vukua gelen hareketlenmeyi görememişti.

Eşkıyalardan birisi işaretleri ararken karanlıklar içerisinden bir şeyin kendisine doğru koşturduğunu görüp belinden silahını çekerek o tarafa doğrulttuğunda kendisine gelen şeyin yarı çıplak bir kadın olduğunu fark etmişti. Kadının gece gibi siyah saçları ve kuyu dibini andıran siyah gözleri olduğundan, uyanan şehvanî dürtülerine gem vuramayan eşkıya olduğu yerde donup kalmıştı. Kadın ona yaklaşarak tuhaf, yakası açılmadık kelimeler söylemekteydi ki eşkıya neredeyse diğerlerinin varlığından soyutlanmış, kadının bir işmarıyla çalı çırpı demeden oracıkta abdest bozmya niyetlenmişti. Eşkıyanın kafasındaki yegane fikir kadının ona ait olduğu ve diğer herkesin kendisine düşman olduğuydu. Kevaşeyi ölümüne kıskanmaya başlamışı. O derece ki elini koluna koyan arkadaşını doğrulttuğu namluyla tek kurşunda haklamaktan çekinmemişti. Kadının kendisine verdiği şehvetle birlikte ona karşı muazzam bir kıskançlık duyarak namluyu indirmeden uzakta gördüğü çete arkadaşlarından birini görerek ona ateş açmış ve haydudu devirmeye muvaffak olmuştu. Kadına bir an için döndüğünde gördüğü şeyi çokça anlayamadan karanlıklar alemine karışmıştı ki son gördüğü o esrarengiz kadının dişleriyle boğazına doğru atılması olmuştu.

Silah seslerini duyan Gega Niyazi, kendisini görebilen adamlarıyla birlikte silah seslerinin duyulduğu yere seğirttiğinde çeşitli yerlerde yerde yatan üç ceset görmüştü. Kolcuların yahut köylülerin kendilerini sargıya alıp adamlarını vurduklarını düşünerek tabancalarını çıkararak köyün meydanına doğru gerilemişlerdi. Karanlık daha da kesifleşmiş, ay ışığı bulutlar ardına gizlenmişti. Her biri sanki etraflarında dolanan ve kendilerine yırtıcı hayvanlar gibi bakan tuhaf bir varlığın pençesi altında olduklarını zannetmeye başlamışlardı. Sonradan binaların arasından geçip giden tuhaf gölgeler görmeye başlayınca akıllarına kolculardan ve eşkıya avına çıkmış zabitlerden daha korkunç şeyler gelmeye başlamıştı.

Gega Niyazi hemen hemen etrafındaki adamlara bakınmış, kendisi dahil sekiz kişi sayabilmişti. Kalanların silah seslerine rağmen gelmemelerini hiç hayra yormamıştı. Aklı erkekliğin onda dokuzunu uygulamakla, postu bilmediği bir varlığa deldirmek arasında gidip gelmekteydi. Tam o sırada defineci Mümtaz Osman, Gega Niyazi’den haritayı isterken diğer haydutlara meşale yakmalarını söylemişti. Gega Niyazi haritayı uzatırken kendisini bu durumdan kurtarıp kurtaramayacaklarını sorduğunda Mümtaz Osman cevap olarak hiç bu tip şeylerle karşılaşmadığını söylemişti. Gega, kendisinin metafizik mevzulara olan meylini ve bilgisini sorduğunda ise Mümtaz Osman’ın yaptığı tek şeyin dua okumak olduğunu, şimdi ise karşılarında görülmemiş tipte bir tılsım veya insanüstü varlık bulunabileceğini söylemişti.

Mümtaz Osman, haritayı açarak haydutlardan birinin yaktığı meşaleyi haritanın yüzeyinde tuttuğunda
bir anda yüzünün sarardığını görmüşlerdi. Metafizik mevzular söz konusu olduğunda sandukadaki cesetten bile tırsmayıp kurcalamaktan çekinmemiş bu adamın halden hale girmesinden dolayı her birinin yüreğine derin bir korku düşmüştü. Mümtaz Osman, Gega Niyazi’ye haritada ısındığı zaman kendini belli eden, bir tür özel karışımlı mürekkeple hazırlanan bir yazı bulunduğunu söylediğinde Gega Niyazi bu bilginin kendisinin ve adamlarının hayatlarını kurtarıp kurtaramayacağını sormuştu. Mümtaz Osman haritadaki bilgiye bakış açısına göre değişeceğini, bu haritanın bir define haritası olmadığını söylemişti. Yazanlara göre bu haritayı “işi yarım kalmış” bir cadıcı hazırlamıştı. Aşağı yukarı şunlar yazmaktaydı ve Mümtaz Osman sesi titreye titreye bunları okumuştu: “Oğlum, habis cadıyı kalbinden kazıklamaya muvaffak oldum, saklandığı köyü buldum. Bu haritaya kazıdım. Bu eline ulaşınca tez elden yola çıkıp yarım kalan işi bitiresin, zira bu habis varlık alelade bir hortlak değildir. Kalbine kazığı saplasam da yanımda gerekli malzemeler bulunmadığından işi bitiremedim. Sen bu haritayı alır almaz gösterilen yere gelip cadının hakkından gelesin. Cadının arkasında bambaşka kişiler ve olaylar çıktı, saklanmam iktiza eder. İşi hallettikten sonra Rusçuk’a gel, Kasap Fahri’nin dükkanına haber bırak. Cadıcı Süleymanoğlu Ali...”

Kaderin bir cilvesi olarak mektup yazmak yerine define haritasına benzetilebilecek bir haritayla oğluna mesaj gönderen, ama yolda bunu hazine haritası zannedenlerce ele geçirilip sahtekar bir definecinin Salim Ağa'ya sattığı bu uğursuz haritanın dönüp dolaşıp kendilerine gelmesi, onların bu hortlağın kucağına düşmeleri, cinli bir köyde bir avuç ateşle zifiri karanlıkta bekleşmeleri kendilerince işledikleri günahların kefaretiydi. O anda binaların arasından geçerken gördükleri kor kızıl gözlerinden adeta ateşler saçan dişleri taşra çıkmış cadının varlığı ise yazılanları tasdik etmiş gibiydi.

Gega Niyazi çıkış yolunu göremeyince her eşkıyanın yapacağı şeyi yapmıştı. Kadın kısmının şerrinden oldu olası yılarak dağlara kaçmış bu adam, zoru görünce bir anda tüm dayılığı ve zorbalığı bıraksada nedensiz bir cesarete kapılmıştı. Adamlarına dönerek gebermek isteyenin kaçabileceğini, kurtulmak isteyenin ise ruhları karşılığında bu beladan kurtulabileceğini söyledikten sonra karanlığa dönerek tüm dehşetine ve korkusuna rağmen kendilerine bakmakta olan hortlağın üzerine üzerine yürümüştü. O tüm batıl inanışları bilen bir dağ köylüsüydü ki yeri geldi mi bunları kendisi için kullanmasını da bilmişti. Yarı çıplak suretteki korkunç cadıyı karşısında görünce hiç tepki vermeden üzerine doğru yürümüş, cadı sivri dişlerini göstererek tam kendisine yaklaştığı sırada birden üzerine atılarak cadıyı öpmeye başlamıştı.

Cadı dünya dışı çığlıklar atarken ve Gega'nın kollarından kurtulamazken diğer haydutlar ona ve yapabildiğine şaşkınlıkla bakmaktaydı. Gega Niyazi o boğuşma esnasında bir hamlede kamasını çekerek hortlağın kafasını vücudundan ayırmaya muvaffak olmuştu. Ancak musibet bu kez de başsız bedeniyle çırpınmaya devam ediyordu. Gega Niyazi bir yandan köyün bir tarafına doğru koşarken diğer yandan adamlarına cesedi zapt etmelerini bağırmıştı. Koca eşkıyalar kah korkuyla kah yılgınlıkla cadının koluna bacağına yapışıp zapturapt altına almayı becerebildilmişler, dualarla zar zor tutabilmişlerdi. Gega Niyazi, sönmüş meşalelerden birini kaparak bir ucunu sivrilttikten sona çırpınan bedene saplamış, ardından kesik kafayı bedenin dibine bırakarak her ikisini de ateşe vermişti.

Musibet yok olurken hiç biri tek kelime etmemiş, bir an önce oradan sıvışmanın yoluna bakıp oyalanmadan köyün yolunu tutmuşlardı. Yolda giderlerken Mümtaz Osman, Gega Niyazi’ye cadıyla nasıl boğuşabildiğini, nasıl ona güç getirebildiğini sorunca Gega Niyazi sakalındaki bitlerden bir kaçını parmaklarıyla haklarken gürlemiş ve yıllarca hatırlayacakları şu açıklamayı yapmıştı:
            “-Ben Arnavut ciğerinı pek severım more. Em de isterım olsun sarımsaklı. Lakin olsun insan olsun cadı istemez avrat kısmı sarımsak kokan yiğıt. Dedım hem karıdır hem ortlaktır, cadıdır sevmez sarımsaği! Ben de ver ettım sarımsaği, ver ettim sarımsaği!”

SON

Mehmet Berk Yaltırık

26 Mart 2012 – EDİRNE

2 yorum:

  1. ...
    Üstüne üstlük adamlarınızdan biri köy kabadayılarından biriyle kavga edip öldüresiye dövebiliyorsa insanlar sizin tüccardan başka her şey olabileceğiniz konusunda hem fikir olabilirdi....

    Gülmekten dolayı bir süre okuyamadım.


    Ellerinize sağlık

    Enfes bir akıcılık ve gülümseten bir son

    YanıtlaSil