(Kasım 2016-Ocak 2019 yılları arasında önce Gölge e-Dergi'de yayımlanmaya başlamış, sonra Hayalet e-Dergi'de devam etmiş ve sona ermiştir)
(Not: 1985
yapımı “Fright Night” ve 1988 yapımı “Fright Night 2” filmlerinden ilham
alınarak yazıldı. MBY)
Fakültelerin son durağına doğru
yürürken gözleri istemsizce kendisinin de okumakta olduğu bölümün olduğu
iktisatın karanlık pencerelerine kaydı. Kendisini birinin takip etmesine dair
kaynağı belirsiz ancak ziyadesiyle rahatsız edici bir hisse kapıldı. Kafasını
sola çevirerek hayli uzakta, tarlaların, arsaların epey ilerisinde yanıp sönen
şehir ışıklarını seyretti bir süre. Issızlık içini ürpertti bir an. “Sanki
şehir daha güvenli anasını satayım!” diye söylenerek adımlarını hızlandırdı.
Peşindeki bir şeyden kaçar gibi bir hali vardı. Yağmurluğunun önünü ilikledi
hızla.
Akşamın bu vaktinde onu buraya
getiren şey internette birkaç yazısını okuduğu bir yazarla doğrudan irtibat
kurma isteğiydi. Göndereceği e-postanın okunacağına dair duyduğu şüphe onu bu
soğukta şehrin bir ucundaki fakülteye getirmişti. Bir anlığına ensesi ürperir
gibi olunca ardına dönüp baktı hızını kesmeden. Kimseyi göremedi.
Anımsayabildiği birkaç duayı mırıldanarak önüne dönüp adımlarını hızlandırdı.
Gece derslerinde olan bir sınıf
hariç ışıkları tamamen kapalı Edebiyat Fakültesi’ne doğru bir karartı gibi
ilerledi. Yolun sağındaki ve solundaki lambaların altından geçerek Edebiyat
Fakültesi’nin yola yakın girişine yönelen genç, kapının üstündeki lambadan
yayılan loş ışığın altında duvarda belli belirsiz okunabilen bir afişin önünde
durdu. Kapının gerisinde bekleyen güvenlikle iki tarafın da rahatsız olacağı
şekilde göz göze geldi. Güvenliğin orada olması bir nebze içini rahatlasa da
kendisini ne kadar güvende tutabileceğini düşününce istemsizce yutkundu.
Kafasını güvenlikten çevirip afişe
odaklandı. Edebiyat sınıflarından birinin adını ve o günün tarihini taşıyan
afiş bir yazar söyleşisinden bahsediyordu. Yağmurluğunun kapüşonunu indirerek
kısılmış gözleriyle afişteki büyük puntolu yazıları tekrar okudu: “Korku
hikâyeleriyle tanınmış ünlü yazarın söyleşisi…” İçinden -kendi kendine: “Keşke
kitap mitap getirseydim imza ayağına yanaşırdım!” söylenmesini yine iç sesiyle
susturdu: “Kitap düşünecek halim mi var sanki!”
Işıkları yanmakta olan sınıfın
pencerelerine bakınarak kapının önünde bir ileri bir geri volta atmaya başladı.
Gergin ve endişeli bir hali vardı. Arada bir çevresini ve diğer fakülte
binaları arasındaki gölgeleri sanki takip ediliyormuş gibi uzun uzun
seyrediyordu. Kapının gerisinden öğrencilerin uğultusunu işitince yürümeyi
bırakarak kapının yanında dikildi. Kâh tek başına, kâh gruplar halinde binadan
çıkan öğrenci kalabalığının arasında birini arıyordu. Aradığını beş öğrencinin
arasında bir yandan konuşup bir yandan yürürken buldu. Otuzlarının başlarında,
kemik çerçeve gözlüklü, ince yapılı esmer bir adam, elindeki birtakım kâğıtları
siyah çantasına sıkıştırırken öğrencilere hararetle bir şeyler anlatıyor
gibiydi.
Adam dışarı çıkınca ne
konuştuklarını yağmurluklu genç de duymaya başladı: “Oralara gidip derleme yapmak, derlemelerin olduğu tezlere falan
bakmak lazım aslında…”
“Hala bu tür derlemeler
yapılabiliyor mu?”
“Bazı mezar yerleriyle ilgili
söylenceler şeklinde evet. Ama Sırbistan ve Romanya’daki kadar yaygın
görünmüyor artık.”
Öğrencilerden bir diğer: “Kurguya müsait
mi peki?”
Yazarın cevap vermek için ona
döndüğü esnada karanlığa rağmen gözlerinin şevkle parıldadığını görebildi:
“Fazlasıyla hem de!”
Adam öğrencilerden bir kısmıyla
vedalaşıp kırmızı renkli Lada marka arabasına yöneldiği esnada yağmurluklu genç
arkasından koşturup seslendi: “Muzaffer Taş?” Adam aniden arkasını dönerek
gözlerini kıstı. Ardından gülümseyerek kafasını salladı: “Buyurun? Sınıftakiler
arasında mıydın?”
“Söyleşinize katılamadım geciktim
biraz. Başka bir bölümdenim ayrıca.”
“Ah! Önemli değil. Yakın zamanda
yine yapmayı düşünüyoruz.”
“Çok iyi. Ama sizinle konuşmam
gereken bir husus var müsait misiniz?”
“Elbette. Adın nedir?”
“Engin?”
“Pekâlâ Engin. İmzamı nereye atmamı
istiyorsun?”
“İmza mı?”
“Kitap imzalatmak için seslenmedin
mi?”
“Hayır, başka bir şey için.” Genç
yine gergince etrafına bakındı. Hayli uzaklaşmış olan öğrencilere ve binadan en
son çıkıp yazarla selamlaşan hocaya baktıktan sonra kendisini şaşkın bir
ifadeyle süzmekte olan yazara döndü: “Muzaffer bey… Abi… Size nasıl
seslenmeliyim bilemiyorum.”
“Abi diyebilirsin. Ancak vaktim
kısıtlı. O yüzden acele edersen sevinirim…”
“Muzaffer abi, sizin kitaplarınızla
ilgili bir şeyi merak ediyordum. Folklor araştırmalarınıza da denk geldim.
Zaten o yüzden sizinle konuşmak istiyorum. Şu hortlaklarla ya da vampirlerle
ilgili…”
“Merak ettiğin nedir? Kaynak falan
mı soracaksın araştırma için?” Yazarın yüzündeki şaşkınlık ifadesi fark
edilebilir haldeydi.
“Hortlakların varlığı sizce gerçek
olabilir mi?”
Yazarın şaşkınlığı büyüdü. Ama bir
anlığına gencin ironi yaptığını varsayarak gülümsedi: “Belki. Benim açımdan en
azından. Ancak sizin kuşağınıza göre pek gerçek değil. Gençlerin ilgisini
Balkan vampirlerinden ve cadıcıların hikâyelerinden çok sevilebilen, mankenlere
benzeyen parlak vampirler çekiyor. Yine de okuyan var. Şimdi müsaadenle. Başka
bir söyleşime tam vaktinde gelirsin uzun uzun anlatırım…”
Muzaffer tam arabasına dönüp
yürüyeceği esnada Engin: “Ben hortlaklara inanıyorum!” deyiverdi. Yazar
duraksayarak yine şaşkın bakışlarla Engin’i süzdü ardından memnun bir ifadeyle
kafasını salladı: “Hoş! Keşke başkaları da inansa da toz pembe aşk romanı
yazarlarından daha fazla okunsam!”
Engin sinirli bir ifadeyle kafasını
salladı: “Direkt söyleyeceğim. Bir tanesi maalesef karşı komşum. Onu nasıl
öldürebileceğimi tam bilemiyorum, yardım eder misiniz?”
Muzaffer’in yüzü bir anda öfkeden
kızardı: “Ben kurguyla uğraşıyorum, folklor araştırması yapıyorum. Senin gibi
kendini bilmezler dalga geçsin diye değil! Bu terbiyesiz şakanı da duymazdan
gelip gidiyorum.”
Yazar arabasına yöneldiği esnada
Engin önünü kesti: “Gazeteleri okudunuz mu bilmiyorum. Şehirde bazı kayıp
vakaları var. Bir kısmı üniversiteden. Farklı bölümlerden gerçi ama benimle aynı
fakülteden, işletmeden bir kız da var içlerinden. Hüma. Kayıplardan biri. O
kızı ölmeden önce karşı apartmana girerken gördüm. Bunu komşum yaptı, gözlerimle
gördüm o bir vampir! Yahut hortlak neyse işte!”
“Bu tatsız şakana derhal bir son
vermezsen kendini mahkemede bulacaksın. Önümden çekil!”
Yazar bir hışımla arabasının
kapısını açarak çantasını arka koltuğa fırlattı. Engin koluna yapışınca kızgın
bir ifadeyle ona baktı. Gencin suratında yalvaran bir ifade vardı: “Şaka yapmak
için akşamın bu saatinde neden buraya geleyim? Ben gerçeği söylüyorum. Hepimiz
tehlike altındayız. Özellikle ben. Beni tanıyor. Öldürüleceğim!”
Gence acıyarak bakan Muzaffer kolunu
ondan kurtararak arabasına atladı. Kapıyı sertçe kapatıp hızla çalıştırdı.
“Bana inanmanız lazım!” diye bağırıp camını yumruklayan Engin’e aldırmayarak
hızla park yerinden çıkıp yola döndü, ardından gaza bastı. Giriş ışıkları da
tamamen sönen fakültelerin karanlığa gömüldüğünü fark eden Engin fakülteye
yakın minibüs durağına koşturdu.
Durakta beklemekte olan birkaç
öğrencinin olduğunu görünce talihine şükretti. Karanlıklara ve binaların ardına
bakınmaya devam etti. Minibüs gelir gelmez koltuklardan birine kendini
fırlatarak tekrar dışarıya göz gezdirdi. Yağmurluğunun iç cebinden çıkardığı
küçük bir dua kitabını açarak içinden gelişi güzel dualar okumaya başladı.
Arada da hareket halindeki minibüsün camlarından dışarıyı seyrediyordu.
Minibüs şehrin merkezine gelinceye
kadar inmedi. İndiği zaman da şehrin her yerinden görülebilen Osmanlı’dan kalma
muazzam büyüklükteki caminin olduğu yokuşu tırmanmaya başladı. Caminin aşağı
tarafındaki çimenlikte gördüğü gül çalılarından birine gözü takıldı. Balkan
coğrafyasından korku öyküleri yazan Muzaffer Taş’tan okuduklarını anımsayarak
önce arabası önünde yaşadıklarını hatırlayıp küfretti. Ardından yağmurluğunun
cebinden adi çakısını çıkarıp bir adet gül kesip dikenlerini özenle hızla
ayıkladıktan sonra cebine koydu. Ardından gülünü kopardığı daldan uzunca bir
kısım keserek dalın ucunu hızla yontup iç cebine yerleştirdi.
Camiinin karşı kaldırımında henüz
kapanmakta olan bir markete uçar adım koşturdu. Birkaç araba tarafından ezilme
tehlikesi atlatıp şoförlerin küfürlerine “pardon”larla karşılık vererek
marketin kapısına fırlattı kendini. Kepengi henüz indirmemiş olan marketçi
Engin’e sinirle ve şaşkınca sordu: “Hayırdır aga ne oldu da caddeye fırlattın
kendini?”
“Abi annemin tansiyonu çıktı. Yoğurt
var sarımsak yok evde. Sarımsak lazım.”
“Düz sarımsaklı yoğurt da var
istersen?”
“Yok abi biz kendimiz ayarlarız sen
birkaç tane sarımsak versen yeter.”
Marketten son anda aldığı
sarımsakları da gülün yanına sıkıştıran Engin, karanlık sokaklara korkuyla
bakına bakına yeniden camiye yöneldi. Camiinin civarında gün boyu muska satmak
için dolaşıp evine dönmekte olan yaşlıca bir kadını durdurup sordu: “Teyze
bunların içinde gerçek dua var değil mi?”
“Niye sahte satayım be kızanım.
Makinadan çıkarıyüler kâğıdı ama gerçek…”
Muskalardan bir tanesini satın alıp
hızla boynuna takan Engin içindeki endişenin nedensiz büyümesiyle sanki bir
felaketin eşiğindeymişçesine hızlandı. Camiinin büyük yan kapılarından birine
girerek avluya doğru koşturdu. Ayakkabılarını hızla çıkarırken bile
tedirginliği geçmemişti. Kendisini camiinin içine atar atmaz müezzin mahfilinin
hemen altında mermerden bir çeşmenin bulunduğu yere yöneldi. Mahfilin mermer
ayaklarından birinin dibine çökerek endişeyle etrafına bakındı. Biraz
rahatlamıştı.
Cep telefonu çalınca aniden irkildi.
Hızla çıkarıp sessize almadan önce ekrana baktı. “Yaren” ismi yanıp sönüyordu.
Hızla açıp kulağına götürdü. “Efendim aşkım… Eve gelme… Gelme sakın! Evde
değilim zaten… Boş ver beni… Evden dışarı çıkman iyi değil, niyesini boş ver…
Gelme hayır! Tamam, tamam! Selimiye’deyim. Caminin içinde… Hayır, gelmeni
istemiyorum!”
Telefondaki ses kesilince bir anlık
öfkeye kapılıp telefonu yere fırlatmak istedi. Camide olduğunu anımsayarak bir
an duraksadı, utangaçça telefonu tekrar cebine soktu. Sakinleşmeye çalıştı. İç
cebinden tekrar dua kitabını çıkarıp rastgele okumaya başladı kendi kendine.
Zamanın nasıl geçtiğinin ve
etrafındaki insanların farkında değildi. Bir an omzuna bir el dokununca
dalgınlığından sıyrılarak irkildi. Yaren’in lacivert gözlerini fark edince bir
anlığına şaşırdı:
“Ge… Gelmemeni söylemiştim.”
Bir anda Yaren’in gerisinde ortak
arkadaşları olan aslında Yaren’in tanıdığı için hayatına girmiş olan Çağıl’ı
fark etti. Kız arkadaşının civarında dolaşmasından pek hazzetmiyordu ve birkaç
kez onun yüzünden kavga etmişlerdi. Onu görür görmez tıslar gibi sordu: “Burada
ne işi var?”
Çağıl kekeleyerek yanıtladı: “Ben…
Ben sadece seni merak ettim. Yaren’in üzülmesini istemem…”
Engin, Çağıl’ın sesindeki bir
şeyleri örtmeye, gizlemeye çalışan tınıdan tiksindi. Yaren araya girdi: “Senin
için endişelenirken evde öylece oturabileceğimi nasıl düşündün?” Elini Engin’in
iç cebinden yana kaymış olan sivri dal parçasına uzattı: “Dal parçalarıyla
geziyorsun. Elinde dua kitabı gecenin bu saatinde oturmuş camidesin. Neler
olduğunu bir anlayabilsem…”
Engin yutkundu: “Kendimi koruyorum.
Güneş doğana kadar en azından. Ama sözüm söz o da sabah ölmüş olacak kararım kesin.”
“Ne ölmesi?”
“Karşımıza taşınan şu yabancı herif.
Güneş doğar doğmaz inine girdiğimde bu dal parçası onun kalbini bulacak!”
Çağıl sohbetin irkiltici seyrini kendince
değiştirmek adında araya girdi: “Sarımsak falan da al istersen…” Yaren
kendisine öfkeli gözlerle bakınca açıklama ihtiyacı duydu: “Sadece şakaydı.”
Yaren, Engin’in yanına diz çökerek
ellerini tuttu: “Cinayete kalkışmayı düşünmüyorsun değil mi?”
Çağıl yine ortamı kendi lehine
çevirmek için soğuk esprilerinden birini yapma gereği duydu: “Ölüyü öldüremez
ki… Hani sarımsak, dal parçası falan oradan, çaktınız?” Engin’le Yaren’in
öfkeli bakışlarını görünce susarak kafasını başka tarafa çevirdi. Engin, Yaren’in
gözlerine baktı: “Birileri yapmak zorunda. İnsanlar kayboluyor. Okul
arkadaşlarım. Belki bir gün sen de onlar gibi... Buna izin veremem.”
“Aşkım bak… Diyelim ki söylediklerin
gerçek. Böyle bir şeye kalkışmanın tehlikesini düşün. Bizleri düşün. Beni
düşün!” Sonra bir an aklına bir şey gelince siyah saç zülüflerini gözlerinin
önünden çekip dostane bir ifadeyle gülümsedi: “Birilerinden yardım alman lazım.
Muzaffer Taş bu şehirde yaşıyor biliyorsun.” Çağıl yine kendisine kötü kötü
bakılma riskine rağmen atıldı: “O adamın hastasıyım! Çoğu hikâyesini okudum.
Sarımsak esprisini de ondan yaptım zaten biliyorum mevzularını…”
Engin, Çağıl’a küfreder gibi
baktıktan sonra Yaren’e döndü: “Allah kahretsin! Maalesef ona işim düştü. Sizden
önce görüştüm. Ama bana inanmadı tabi kaçıp gitti.”
Yaren, Engin’in gözlerinin içine
baktı tekrardan: “Ben onunla konuşurum. İkna ederim. Senin için yapamayacağım
şey yok. Buradan bir yere ayrılma. Adresini bulup ona gideceğim bu saatte… Bana
inan ve sakın sormadan bir delilik yapma…”
Engin savunmasız kalmıştı.
Büyülenmiş gibi kafasını sallayabildi sadece. Çağıl yine araya girdi: “Ben
evini biliyorum bir kere röportaj yapmaya göndermişlerdi bizim site için.
Birlikte gidelim.” Engin, Çağıl’ın bu teklifi karşısında öfkelendi ama çaresizdi.
Yaren’i daha fazla üzmek istemedi. Kafasını sallayınca Yaren ile Çağıl koştura
koştura camiden çıktılar. Arkalarından baka kalan Engin yeniden kucağına
bıraktığı dua kitabını açarak herhangi bir duayı okumaya başladı…
DEVAM EDECEK…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder