Aksaray,
Yeşiltulumba’da “nohut oda bakla sofa” misali bir hanede, yangın patırtıları
içinde dünyaya geldi. Kızılca kıyametin alevden dilleri İstanbul göklerini
yalayıp tulumbacıların naraları sokaklarda çınlarken, yangın yerinde bir bebek ağlaması
peyda oldu önce. Birkaç okkalık, tosun mukallidi, doğarken anasının canını
almış bir bebek. O hengâmede adını koyamadılar. Aileden kalanlar yangın
ejderinin tehlikesi bertaraf edilip bostan kenarında derme çatma bir kulübeye
konduklarında cüssesinden ve dünyaya geldiği esnadaki alevli faciadan ötürü
“Ejder” dediler.
Yeniçeri zorbalarının,
kabadayılarının kazan kaldırdığı bir vakitlerin Et Meydanı, Ağa Yokuşu
taraflarında büyüdü. Yeniçeriler top atışlarıyla tarihe karışsa da onların,
bekâr odalarının, iskelelerin, kayıkhanelerin, kahvehanelerin üzerinden
zorbazlık, kabadayılık yeniden vücut bulmuştu. Tulumba ardında ter dökenler,
kaldırım kurdu külhaniler ve ceketleri omuzunda kartal kanat lanet misali
namlarını taşıyan kabadayılar Ejder’in ta bebekliğinden zihnine kazınan yegane
görüntülerdi. Kulağı bekçi babanın sopa sesinden ziyade her biri farklı
hançereden çıkan, farklı makamlardan teganni edilen nara seslerine aşinalaştı.
Bıçaksız, usturasız, kasaturasız gezen erkeğe çıplak yahut yarım erkek gibi
baktıkları eğri büğrü cumbalı evlerin, daracık çıkmazlardaki minyatür
mezarlıkların, taştan topraktan yolları üzerinde kan lekesinin eksik olmadığı
sokaklarda geçti çocukluğu.
Ejder yaşıtlarıyla birlikte
büyürken, vücutça da irileşip emsallerine göre daha erişkin görünür olmuştu. Ne
ailesi ilgilendiğinden ne de kendisi öyle bir istida hissetmediğinden, o
yaşlardan itibaren sokaklarda dolaştı. Mahalle çocuklarının kavgalarında
kendini buldu. Kocaman boyu ile yaşıtlarına tepeden kafasını eğerek bakması hakikaten
kendisine “ejder” sureti bahşediyordu. İş kolay yola saparsa sadece boynunu
eğip bakarak korkutuyordu. Karşısındaki korkmazsa kaba kuvvet devreye
giriyordu. Hem de öyle tekme, sille değil. Eskinin pehlivanları gibi tutup yere
çalmacasına! Aklı çalışıyordu lakin kendine yetecek kadar. Bu nedenle çıkarını
ve keyfini hesap edecek kadar zeki, ileriyi göremeyecek denli ahmaktı…
Güreşe merak salmaya başlayınca
kahvelerde, meydanlarda “deste güreşlerine” başladı. Cüssesinden dolayı
yaşıtlarından ziyade kendinden yaşça büyüklerle güreş tutuyordu. Sırtı yere
getirilmediğinden namlı pehlivan olur diye usta pehlivanlara çırak vermek
istediler ama o güreşten de sıkıldı. Deste güreşleri için kahvelere meydanlara
gide gele akranlarını da saran tulumbacı hastalığına tutuldu.
Yeşiltulumba mahallesinin tulumbacı
takımıyla aynı kahvede düşüp kalkmaya, yangın işareti verilende tulumbacılarla
taban tepmeye başladı. İri yapılı olmasına karşın takımdan geri kalmıyor üstüne
ciğerleri yettiğinden var gücüyle nara da patlatıyordu. Ama ne nara! O korkunç
vaveylayı işiten sur üflendi zannıyla camlara pencerelere uğruyor, kaldırım
kopuklarından hasım tulumbacılara bir nice bıçkın kaçacak delik arıyordu. Zira
alevlerden alevlere koşan, böğürtüsü dahi ejderi andıran Ejder, fiziki yapısıyla da adını aldığı esatirik
hayvandan farksızdı. O vakitlerde tulumbacı takımları yangın yerine geldiğinde
eşyaları kurtarmak için yanan evlerin sahibiyle anlaştıklarından, takımlar
başka bir takımla anlaşma olmasın diye gerektiğinde hasım tulumbacılarla
kavgaya tutuşurdu.
İşte böyle vakitler Yeşiltulumba
takımı bir yere seğirttiğinde pek az yaşanırdı. Zira Ejder’in ilk taban tepişi
esnasında yangın yerinde Aksaraylıların takımıyla yangın yerinde tesadüf
edilmiş, atışmalarla, sözlü taarruzlarla başlayan kavga tekmeli yumruklu it
dalaşına dönüşünce Ejder adamların tepesine bela kasırgası gibi çökmüştü.
Hasımlarına yumruk, sille sallamak yerine tuttuğunu sağa sola fırlatmasıyla
adeta bir deve benzeyen Ejder, kısa sürede hasımlarını korkutup kaçırdı.
Tulumba ardında taban tepti ama ateşten ziyade hep kavgaya hengâmeye koştu!
Ejder’in tüm bu koşuşturmacasında ve
çevreyi sindirmeye çalışmasında tek bir gayesi vardı. Tıpkı sokağa çıktıkları
vakit evlerin pencerelerine, cumbalarına sayısız güzelleri döken akranları gibi
caka satmak isterdi. Kavgalarda isim yaptıkça buna nail olmuştu ve kadınlar
kızlar o sokaktan geçerken cama pencereye uğruyorlardı. Ama sıfatının
güzelliğini seyretmekten ziyade ejder suretini görüp defi bela kavlinden Felak
ve Nas sureleri okumak ve şayet varsa yaramazlık yapan kardeşlerine, komşu
çocuklarına umacı niyetine göstermek için!
Bu nedenle kısa süre sonra
tulumbacılığa da ilgisini yitirdi Ejder. Ancak kavgayla dövüşle ve dahi ehirmen
suretiyle nam saldığından âlem kendisini kolay kolay bırakmadı. Tulumbacılardan
ziyade köşe başlarında bekler, millete askıntılık eder, tabiri caizse kaldırım
üzerinde çakallık eder külhanbeyi takımıyla gezinmeye başladı. Kavgaların
gayesi Ejder’in külhanbeylerinin arasına karışmasıyla kısa sürede değişti.
Diğer külhanileri sindirdikten sonra Ejder’in adam kaçıran korkunç sureti
esnafın ve tüccarın kapılarında zuhur etmeye başladı. Ejder biraz yolunu bulup
façasını da düzünce kabadayıların takıldığı gazinolara, kahvehanelere, gedikli
meyhanelere daha sık gider oldu. Lakapsız olarak o vakte kadar sadece Ejder
diye zikredilirken şimdi olmuştu “Yeşiltulumbalı Ejder”!
Kadının kızın suretine uzun süre
lanet eden ve kendisine korkulu bakışlarından mustarip olan Ejder,
külhanbeylerinin arasından sıyrılıp o zamanlar Pera denilen Beyoğlu’na daha sık
çıkar olduğundan, bu sefer de Beyoğlu’nun kızlarının gönüllerini çelmeye kafayı
taktı. Afili bir faytona çöküp arabacılık etmeye başladı.
Faytoncuların kavgalarına girip
oralarda sözünü geçirdiği günlerde bir gün Pera’da tiyatrolara, balozlara çıkar
bir kantocuyu faytona atıp kaçırmaya çalışan belalı kabadayılardan birine denk
geldi. Hayatında ilk defa bir kadınla göz göze gelince, üstelik kadın da
kendisine medet ister gibi bakınca başında şimşekler çaktı. Kantocu kadın
kabadayının kollarından kurtulup faytonun camından sarkarak kendi aksanıyla: “Beni kaçıroorlar! Civanım ya medet!
Kurtarasın beni ka bu haydutun elinden! Senin oloorum zo!” deyince
Yeşiltulumbalı Ejder’in İstanbul’da nam salmış o korkulu böğürtüsü Pera’nın
sokaklarında çınladı. Bu öyle bir bağırıştı ki duyup da görmeyen Ejder’in
bağrına ateş düştü sandı.
Hareketlenmekte olan faytonun önüne
atılıp atların koşumlarına yapışan Ejder hayvanları muazzam kuvvetiyle
kaldırarak arabanın milinden ayırdı. Pera ahalisinin korkulu bakışları altında
kapıyı açar açmaz kantocuyu kaçıran kabadayıyla göz göze geldi. Pera Canavarı
Reşad denilen, birçok balozu, tiyatroyu haraca bağlamış, gözüne kestirdiğini
kapatması yapan bu kabadayı Ejder’in suretini görünce ürpermişse de namına leke
sürdürmemek için renk vermedi. Belinden Karadağ tabancasını çekip Ejder’in
suratına doğrultarak küfürlerle tehditlerle savuşturmaya çalıştı. Tabancanın
namlusunu yakalayıp bir anda kendine çekip kabadayının elinden kapan Ejder, tek
eliyle kabadayıyı yakasından yakalayıp arabadan çocukmuş gibi çekip aldı. Adamı
herkesin içinde Cadde-i Kebir’in taşlarına vura vura haşat edip gözünün önünde
kantocunun elinden tutarak kadını kendi arabasına götürdü. Kantocu kadın şimdi
onun kapatması olmuştu.
Ejder’in hayatı bu noktada eskisini
aratmayacak denli kanlı ve heyecanlı bir sergüzeşte dönüştü.
Pera Canavarı Reşad o devrin “sayılı
kabadayıları” olan ve Aksaray muhitinden çıkma olup Galata ve Pera’ya duman
attıran Onikiler’dendi. Yani isim yapmış ve korkulan şerirlerdendi. Kendilerine
göre bir külhanbeyi olan, tulumbacılıktan çıkma Arabacı Yeşiltulumbalı Ejder’in
hareketi namını ve tahtını sarsmıştı. Bir gün adamlarını toplayıp karşısına
çıkarak Ejder’i sopa ve bıçak zoruyla sindirmeye çalıştı. Tuttuğunu yere çalan
Ejder’e bunlar kâr etmeyince yine kendisi gibi belalı bir kabadayı olan kardeşi
Osman Çavuş’u ayarttı. Osman Çavuş ve adamlarının Ejder’e attığı mermiler
kendisinde sinek ısırığı misali ancak acı verip onlar Osman Çavuş da Ejder
tarafından madara edilince abi kardeş o şehirde tutunamayarak başka bir yere
savuştular.
Meydan Yeşiltulumbalı Arabacı
Ejder’e kalınca, üstelik Reşad’ın pençesinden kurtarıp evinde kapatması yaptığı
kantocuya para yetişmeyince o da haraççılığa başladı. Birkaç sayılı fırtına ile
daha kapışıp, zindanlara girip çıkıp, ardında cinayetler dahi bırakınca ismi
büyük küçük herkes tarafından bilinir oldu ve kendisine artık bir “sayılı
kabadayı” kabul ettiler. Façasını “o biçim” düzen Ejder arabasını da bırakıp
haraçlarla geçinmeye başladı.
Bir gün kapısına bazı zaptiyeler
gelip kendisinin Yıldız’a çağrıldığı güne dek korku nedir yaşamadı. İnsanların
kendisine korkuyla bakması artık kendisi için gurur kaynağıydı. Zaptiyeler
kapısına dayanıp Yıldız Sarayı’na çağrıldığını söyleyince nursuz sıfatını gören
padişahın kendisini boğduracağını zannederek ensesinde ecel ürpertisiyle bindi
kupa arabasına. Zira o dönem İstibdat vardı, Yıldız kelimesini dahi herkes
ağzına alamazdı. Huzur-ı şahaneyi göreceği zannıyla mabeyne çıkarıldığında padişahın
Baş Mabeyincisi ile karşılaştı. Kendisine bir berat ve iki nişan verilerek
zat-ı şahanelerince “paşa” yapıldığını, şehrin asayişini sağlamada ve dahi
Hürriyetçilerden komitacılara azılı padişah düşmanlarıyla cenge tutuşmada en ön
safta yer alacağını öğrendi.
Pera’ya döndüğünde kartal kanat
ceketiyle, göğsünde iki nişanla beraber Cadde-i Kebir’de dolaşmaya başladı
Yeşiltulumbalı Ejder Paşa! Yıldız’dan gelen emin ve kesin jurnaller
doğrultusunda şehirde çökmedik boğaz bırakmadı. Lakin bir gün kendi boğazına
çöktüler…
Sahne-i Âlem’de yeni bir isimden
bahsediyordu herkes. Sırp tebaasından kopup gelmiş, kah bozuk Türkçesiyle
kantolar kah kendi memleketinden türküler okuyan, güzelliği uğruna sayısız
kopuğun ve hergelenin birbirinin kanına ekmek doğradığı Bojana nam bir kantocu
peyda olmuştu. Yeşiltulumbalı Ejder bunu duyunca saraylı kabadayılardan olması
hasebi ile bir gece Sahne-i Alem’i sırf kendisine tahsis edip seyretmeye gitti
Sırp kızını.
Sahne ışıkları altında kapkara
saçlarıyla arz-ı endam eden o kantocu ruhunu ve kalbini esir alınca o gün karar
verdi kapatması yapmaya. Bojana şarkılarını söyledikten sonra Ejder Paşa kızın
yanına giderek niyetini açıkladı ki bir kadına karşı ilk defa bu denli kibar
yaklaşmıştı. Ekseriya kolundan sürükleyip götürmeye alışkındı. Kadın bozuk
Türkçesiyle Paşa’nın kapatması olmak istemediğini, ne kadar belalı olursa olsun
kendisinde gönlünün olmadığını söyledi. Böyle deyince Ejder’in ejderliği tuttu.
Çığlıklarına yalvarmalarına bakmadan Sırp kızını omzuna attığı gibi Pera
taraflarından aldığı apartman dairesinin yolunu tuttu.
Merdivenlerden çıktığı esnada
alkolün de tesiriyle bir anlık dikkatsizliği nedeniyle Sırp kızını omzundan
düşürdü. Kafasını mermere çarpan kız kanlar içerisinde kalıp gözlerini dikerek
yarı Türkçe yarı Sırpça son sözlerini söyledi Bojana: “Geri geleceğim…”
Tabii ki de tahkikat ve saire
olmadı. Paşa’nın adamları kızcağızı götürüp alelacele Tatavla’daki Rum
mezarlığının bir köşesine usulca gömdüler. Sahne- Alem’in sahibine de kızın
memleketine döndüğü, paşanın kendisine yardım ederek memleketine gönderdiği
haberi salındı. Sahnenin sahibi eşyalarını aldırmadığından bu söylenenlerden
şüphelenmişti ama Pera’nın yedibaşlı ejderi Yeşiltulumbalı Paşa’nın sözüne
nasıl yalan diyebilirdi?
Yeşiltulumbalı günlerini gene
eğlenceyle, itlikle geçirdi ancak Bojana’nın gömülmesinden yedi gün sonra bir
haller oldu. Sırp kızının hayalini gördüğünü söylüyordu Paşa! Uzun tırnaklı
elleriyle camını tıkırdattığını, kuyu misali gözleriyle paşaya dik dik bakıp
boğmak istediğini söylüyordu. Ejder Paşa bu halden kurtulmak için İstanbul’un
kocakarıları misali muskacıları, kurşuncuları, okuyucuları birer birer gezindi.
Hayır yaptı, kurban kesti, aç doyurdu, fakir sevindirdi, şehrin her bir
camisinde nafile namazları kıldı, gezilmedik türbe bırakmadı ancak Bojana’nın
hayalini görmekten kurtulamadı.
Doğudan çare bulamayınca Pera mıntıkasına
geldiğini duyduğu Frenk memleketlerinden gelme bir asabiye mütehassısına
danıştı. Gözlüklü Frenk korkularının üzerine gidip kâbusuyla yüzleşmesi
gerektiğini söyleyince ilk fırsatta rüyasına giren Bojana’nın gırtlağına
yapışmaya ahdetti. Cesaret versin diye fazladan içtiği Manastır Vilayeti’nden
gelme bir-iki şişe rakijanın ardından sızıp kaldığında Bojana’yı yine
penceresinin önünde gördü. Kanlı kanto elbisesiyle arz-ı endam eden kadın yine
yüksek apartman dairesinde, pencere önünde süzülmekte, tırnaklarıyla cama
vurmaktaydı. Yeşiltulumbalı Ejder bir hışımla yerinden kalkıp camları açtı.
Hayal zannettiği Bojana’nın boğazına sarıldığı esnada elleri cismi olan bir
şeye temas edince aklı yerinden oynadı! Kantocu yakasına yapışıp korkunç
kuvvetine rağmen Ejder’i kendisine doğru çekiyordu. Kadının suratında ürkünç
bir sırıtış peyda olduğu anda taşra çıkmış iki köpek dişi ayan beyan
görünüyordu. Kadın vahşi bir hayvanı andıran ağzını Ejder’in suratına
yaklaştırdığı anda bir anda korkunç bir bağırtıyla geri çekilip yeniden hayale
dönüştü.
Adamlarına meseleyi açtığında
Arnavut memleketinden gelme bir tanesi kızın hortlamış olabileceğini söyleyince
ne olduğunu öğrenmek için Arap Camii’nin imamına gitti. İmam İslam itikadına
uymadığından böyle bir şeyin mümkün olmayacağını söyleyince bir Rum papaz
buldu. O da kabadayıyı kabrinden kalkan ölülerle ilgili hayli vakanın yaşandığı
Bulgar memleketinden gelme bir keşişe danışsın diye Balat tarafındaki Bulgar
kilisesine gönderdi.
Seksenlik bir Bulgar keşişi Kör
Anastas, kapısına gelen Ejder’in derdini dinlediğinde ikna olmadığını, yaşadığı
her şeyi etraflıca anlatmasını istedi. Bunun üzerine Yeşiltulumbalı yediği
cinayet haltı dâhil her bir kabahati keşişe anlattı. Keşiş kafasını sallayarak
kendisine kızın hortlağının musallat olduğunu, Sırp memleketinde Sırplar
arasında da bu tür bir itikadın olduğunu anlattı. Kız korkunç bir cinayete
kurban gidip tören düzenlenmeden gömüldüğünden ruhu huzura kavuşmamış ve
nihayetinde hortlamıştı.Ancak anlayamadığı bir husus daha vardı. O gece hortlak
Ejder’i nasıl serbest bırakmıştı? Ejder keşişe o gün yediği içtiği sıralarken
Arnavut ciğerine geldiği anda keşiş onu durdurdu. Yanında sarımsak soğan
tüketip tüketmediğini de sorup olumlu yanıt alınca hortlağı kaçıranın bu
sarımsak kokusu olduğunu söyledi.
Yeşiltulumbalı Ejder hortlaktan
nasıl kurtulacağını sorduğu vakit Kör Anastas başka birinin değil ancak ölümüne
sebep olan kişinin yani kendisinin kızı gömdüğü yerden çıkararak kalbine kazık
saplayıp kafasını gövdesinden ayırarak ayrı bir yere gömerse kurtulabileceğini
söyledi. Ejder Paşa oradan çıkıp gittiği esnada yaşlılıktan ötürü ona hortlağın
peşine gece düşmemesini, sabah bu işi yapması gerektiğini söylemeyi unuttuğunu
fark etti. Ancak arkasından haber de göndermek istemedi zira aklı olan ve
korkan her insanın gecenin köründe mezarlığa gidemeyeceğini düşündü.
Ejder Paşa keşişin kendisine
söylediği gibi adamlarını yanına almayarak Marangoz Avram Efendi’ye yaptırttığı
meşeden mamul bir kazığı bir de kafa kesmek için büyükçe bir palayı yanına
alarak Tatavla Mezarlığı’na yollandı. Gitmeden de ne olur ne olmaz diye
fazladan iki tas bol sarımsaklı haydariyi de mideye indirdi.
Ay ışığının her yeri ayan beyan
aydınlattığı ancak mezarlıktaki ağaçların gölgelerini dans eden tuhaf şekillere
dönüştürdüğü bir uğursuz gecenin köründe Ejder Paşa, Tatavla Mezarlığı’na
girdi. Adamlarından kızı gömdükleri yeri öğrenebildiği kadarıyla dualar okuya
okuya mermer haçların, mezartaşlarının arasından geçti.
Yürüdüğü yolun biraz ilerisinde
neredeyse yarı minare boyunda o şeyi görmese belki metanetini koruyabilirdi.
Kendi gövdesinden daha iri ve kendininkinden uzun kollarını açarak üzerine
doğru geldiği esnada Ejder’in saçları sanki bir anda beyazladı. Hançeresinden
fırlayan bu sefer nara değil çığlıktı. Tıpkı seneler önce o yangın yerindeki
acılı doğumuna benzer bir çığlıktı. Bu sefer başlangıcı değil sonu haber
veriyordu.
O ürpertili son nara gecenin köründe
Tatavla sokaklarında yankılanırken korkularından hiçbir Allah’ın kulu camdan
dışarıya bakmaya cesaret bulamadı…
SON
Mehmet Berk
Yaltırık
13 Ağustos
2016 – Edirne
Nasıl heyecanla okudum. Ne geç denk gelmişim yazilariniza. Yüreğinize sağlık.
YanıtlaSilRica ederim, iyi okumalar efendim bu vakte kısmetmiş.
Sil