23 Ağustos 2017 Çarşamba

Tepedeki Bar-2. Kısım

(1890’lar…)
            Peymanzer, suratına alık alık bakan Bekir’i hafifçe sarstı:
            “Bekir duymaz mısın beni? Bekir! Paşamıza bir haller oldu, medet yetiş!”
            Bekir, Peymanzer’in kara gözlerine dalıp gitmişti. Ardındaki karanlık ve sağa sola sallanan ağaçların ürpertisi onu çocukluk senelerine, köyüne götürmüştü. Arnavutluk Dağlarının dibinde, İşkodra taraflarındaki o sakin beldeye. İşkodra Gölü’ne yahut Buna (Karadağ ahalisi Bojana derdi) nehrine indikleri zamanı, baharda açan çiçeklerle silueti değişen vadileri, rüzgârın uğultusunu hatırladı. Sonra da sakinliğin bozulduğu anlar kendi kendilerini hatırlattı. Dağların ne ekmeye ne hayvanlara elverişli olduğu Karadağ memleketinin dağlarından komşu ovalara çeteler inerdi. Şakilik yegâne geçimleriydi ki kışı geçirmek için bahar zamanlarında ovalardan vadilerden el koyup topladıkları mallara, eşyalara ihtiyaçları vardı. Bu yüzden sık sık Arnavut köylerine de inerler, aralarında kanlı muharebeler vuku bulurdu. Nitekim bu alışkanlık üzerine yetişen Karadağ erkekleri için yatakta ölmek ayıp, müsademede ölmek ise olağandı.
            Çetelerle harp etmek kuzey Arnavut memleketindeki insanların fıtratına tesir etmiş, eşkıyalarla haydutlarla tebelleş olmaktan ötürü onlara benzemişlerdi. Bekir aile içerisinde adeta kışladaymışçasına kesin emirlerle, katı disiplinle yetiştirilmiş, genç yaşında elde tüfek çete takiplerine ve nöbetlerine katılarak avken avcı olmayı öğrenmişti. Çete baskınında kurban olmamak için tüfek elde çetelere katılıp Karadağ Prensliği hudutlarında geze dolaşa o da karanlık görünüşlü, sert sıfatlı, zalim bakışlı dağ adamlarından biri olup çıkmıştı. Yaralanma günlük yaşamın bir parçası, ölüm vaka-i adiye idi. Ancak onu ürperten şey o senelerde sıkça karşılaştığı ölümün kendisi değil, onun da ötesiydi.
            Cesaretini sınayan şey daima Karadağ harambaşalarından (Türklerin haramibaşı dediği) ve Sırp buljubaşalarından (Türklerin bölükbaşı dediği) ziyade köy yaşantısı içinde fark etmeden her birini çepeçevre kuşatmış olan batıl itikatlardı. Öldürdükleri yahut yakaladıkları insanın kulaklarını burunlarını kesip sermaye biçen Karadağ hayduklarından çok cinlerden, peritlerden (peri) korkardı. Shtriga, kukudhi ve lugat isimleri onda Donço, Milotin ve Sokolbaci isimlerinden (kaynaklarda geçen hakiki Karadağ eşkıyaları) daha ziyade korku uyandırırdı.
            Peymanzer’in ardında sallanıp duran ağaçlar, çocukluğunda hatırladığı geceleyin iki yana sallanıp durmalarıyla yürüyen kabir kaçkınlarını andıran ulu ağaçları hatırlatmıştı. Peymanzer’in gözlerinde dalıp gittiğini fark edince bir an korkuyla irkildi. Söylediği şeyi idrak edip sormayı akıl edebildi:
            “Kim delirmiştır dedın?”
            “Paşamız! Paşamıza bir haller oldu. Kurbanın olayım yetiş!”
            Bekir ne söylemek istediğini anlayamadı. Dışarının karanlığından çekindiğini belli etmeden alışkanlıkmış gibi tabancasını beline sokup, ayağına eski potinlerini geçirip köşke çıkan ağaçlıklı tepeye doğru koşturmaya başladı. Peymanzer de peşinden geliyordu.
            Karanlık ve yıldızsız gökyüzü, ağaçların ardını örten ürkünç ışıksızlık Bekir’e yine eski zamanlarını hatırlatmıştı. Memleketinin ormanlarında, mezarlıklarında cirit atan mahlûkları orada bıraktığını zannediyordu. Hep kendisiyle olduklarını, zihninden fışkırıp muhayyel de olsa vücut bulmalarını fark edince korkuyla hep zayıf bir anını kolladıklarını düşündü. Çalılara, sallanıp duran ağaçlara bakmamaya çalışarak köşkün olduğu tepeye tırmanmayı sürdürdü.
            Gözlerini kaçırmayı denediyse de bir anlığına bulutların arasından sıyrılan ay ışığında sallanan ağaçlardan birine gözü takıldı. Kavaklara denk heybetli bir çam ağacı rüzgârın esmesiyle sanki sallanmıyor adeta kafasını sallıyordu. Bekir’in gözlerinin önüne çocukluk kâbuslarından biri canlandı adeta. Evin büyüklerinden dinlediği korkulu varlıklardan birini gördüğünü sanmıştı da günlerce konuşamamıştı. Ağaç olduğunu söyleseler de uzun bacaklarını aça aça yürüyen o şeyi hiç unutamamıştı. O şeyin boynunun ucundaki küçücük başını eğerek pencereye bakışını da ayan beyan görmüştü. Yıllar içinde ölümlerle, müsademelerle, baskınlarla yaşaya yaşaya hayallerden çok gerçeklerden korkmaya başladığından unutmuştu ama şimdi anımsamıştı onu. Sanki çam ağacı koca adımlarını ata ata, başını sallaya sallaya ona doğru yürüyor gibiydi. Gözlerini yumarak neredeyse ezbere bildiği tepeyi öyle tırmanmayı sürdürdü. Geceyi inleten canhıraş bir çığlık sesiyle gözlerini açıverdi. Çığlık köşkten geliyordu…
(2010’lar…)
            “Pelin’e de tepedeki barın assolisti diyecekler!” derken Vedat kapıya doğru uzatmıştı elini. Beyni uğuldamaya devam ederken Kenan tüm cesaretini toplayıp arkasına baktı. İlk gözüne çarpan barın lambaları altındaki simsiyah parıltılardı. Işık uzun ve simsiyah saçların üzerinden salınıp geçerken, beyninin korkudan uğuldadığını fark etti. Neden korkuyordu? Kızın en az saçları kadar siyah gözlerine kilitlendiğinde hatırladı korkusunu.
            Askere gitmeden çok önceydi… Mahallelerine belki on yıl önce taşınmıştı Pelin. Ailesinin durumu iyiyken bir anda (artık ihaleli işlerden mi, yoksa kör talihin çelmesi mi bilinmez) tam tersi gitmesiyle gelmişlerdi oraya. Çere çöpe düşmüş inciydi. Etrafı bir nice belalıya psikoya gebe mahallede bir nice arkadaş fitnesine, kavgaya ve bıçak çekmelere rağmen inadına yürümüştü Kenan, neticede en külhani hayatında yegâne rabıta Pelin olmuştu.
            Yegâne hayali bir gün bir şekilde mahalleden sıyrılıp ışıltılı eski yaşantısına dönmek olan Pelin, Kenan’da ne bulmuştu bilinmez. Kenan’a içindeki suç dürtüsünü sanata vurmasından hoşlandığını söylemişti, kadim ve uzak hayatından entel cümlelerle Pelin.
            Kenan ikna ve tav olmuştu çünkü Pelin’in de sanat manat işlerine şarkılar vokaller vasıtasıyla aşina olduğunu biliyordu. Hattı zatında Pelin’in sesi pek güzeldi ancak hiç okumasını istemezdi bir yerlerde, en varoş duyguları cinnete bağlardı.
            2000’lerin ortasına doğru görüntülü ceplerin sıçraması, internetin bollaşması, lise heyecanını atlatışın akabinde iki yıllık yahut açık öğretim üniversite sürecinde, Vedat’ın da kanına girmesiyle, Pelin’i de ufaktan barlara marlara götürmeye başlamıştı. Aynı mahalleden insanlardı, yan yanalardı. Ne olabilirdi ki?
            Derken 2000’lerin sonları zuhur etmiş, askerlik şafakta görünüp, facebook çoktan sökün edince işin rengi değişmişti. Pelin’den ilk defa o zaman korkmaya başladığını anımsamıştı Kenan. Korkuyordu zira her daim o mahallede ve barda yaşamayı umut ederdi, yaşlılığı aklına pek düşürmezdi. Pelin ise aklına yaşlılığı düşüren şeydi. İlk defa ürpertiyordu Kenan’ı en olumsuz duygularla. Pelin gelinlikti, taksitti, kiraydı, çocuk zırıltısıydı, velhasılı şimdi değil gelecekti…
             Askerliğe gitmeden bir hafta önce vuku bulan şiddetli bir kavga neticesinde ayrılmalarından sonra Kenan yemeden içmeden kesildi. Kendine mi kızıyordu, Pelin’e mi üzülüyordu bilinmez. Vedat’ın badigardlığa devam eylediği bara son kez uğrayıp patronla, Vedat’la vedalaştıktan sonra suskunluğunu koruyarak metroya atlayıp Bayrampaşa’nın yolunu tuttu.
            İşte şimdi Pelin’le karşı karşıyaydı. Yüzleşmeye bir daha cesaret edemediği korkusuyla. On yılı birkaç saat ayarında hızla tükettiği, on iki ayı asır mahiyetinde eskittiği –eski- sevgilisi gözlerinin içine korkusuzca bakıyordu. Bir şey söyleyemeden öylece kaldılar. Pelin’in hiç yoktan öfkeyle bakmasını düşünmüştü, beklentisi oydu ama o da yoktu. Bir yabancıya bakar gibi bakmıştı Kenan’a ve bu yüzden içi burulmuştu Kenan’ın.
            Vedat’ın iş bitiren kallavi ve tiksinç sesi gürleyende gözleri kenetlenmeyi bıraktı:
            “Bu gece mekana geçicez. Yarın açılışı planlıyorum, son halini sistemi falan görün bi…”
            Pelin bıkkınca karşılık verdi: “Ben gelmesem. Zaten görmüştüm…” Bu cümleyi söyleyişindeki vurguda Kenan’ın aklına ucu cinayetle bitecek bin bir puşt ihtimal gizliydi.
            Vedat’ın ihtimallere yer vermeyen sesi ısrarcıydı: “Kalacak yer sıkıntı olmaz. Arabayla geçeriz. Patron kusursuz olmasını istiyor. Kendi işimizde para kazanıcaz. Eskiden olduğu gibi işte…”
            Kenan’ın içindeki korku yine depreşti. Eskiden olduğu gibi denilse de eskinin çoktan tarih olduğunun farkındaydı. Onu korkutan yine gelecekti. Hayatına sıçan belalı gelecek…

Devam Edecek
Mehmet Berk Yaltırık
29 Şubat 2016 – Edirne

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder