28 Ağustos 2013 Çarşamba

İlk Gayri Resmi Korku Romanımız: Gulyabani (İnceleme)

(Bu inceleme daha önce Gölge e-Dergi'nin 37. sayısında, Ekim-2010'da yayınlanmıştır. http://golgedergi.blogspot.com/2010/09/golge-e-dergi-37-say.html)



“Gulyabani” kelimesi sanırım hiç birinize yabancı gelmeyecektir. Kemal Sunal’ın tanınmış filmlerinden olan bir karakter olarak, çocukluk kabuslarımıza giren ve arada sırada “Gulyabani’den bende korkardım” sözüyle hatırladığımız bir hayaldir. Acaba kaç kişi bu karakterin ünlü yazarlarımızdan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Gulyabani” isimli romanından uyarlama olduğunu bilmektedir?
            Belki fantastik kurgunun ağırlıklı  olduğu  bu dergide tanıyanlar için bir Hüseyin Rahmi Gürpınar eserinin incelemesi ilk başta garip gelebilir. Çünkü bilindiği üzere Gürpınar natüralist olduğu kadar realist romanlar yazmış, eserlerinde pozitivist düşüncelerini savunmuş bir yazardır. Ne enteresandır ki Gulyabani gibi gayri resmi olarak ilk korku romanlarımızdan birisi sayılabilecek olan bir eserin yazarıdır. Üstelik eserin önsözündeki bir okur mektubu o dönemde halk arasında sözlü bir korku ve fantastik edebiyatı geleneğinin izlerini göstermesi açısından ve yazarında bu geleneği reddederek belki ilk Türk fantastik korku romanının yazarı olabilecekken bundan vazgeçmesiyle ilgili olarak barındırdığı ilginç bir anekdotu barındırması açısından  önemlidir.
                                                                                            

            “Gulyabani” ve Hüseyin Rahmi Gürpınar
            1912 yılında yazılmış Gulyabani, tipik bir Hüseyin Rahmi Gürpınar romanıdır. Onun pozitivizmi savunan, halkın boş inançlarını, cinlere, perilere ve tuhaf olaylara inanmasını eleştiren romanlarından biridir. Zaten Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın eserlerinin bir çoğunda bu önemli bir husustur. Onun eserlerinde doğal ve gerçekçi bir üslupla o dönemin İstanbul’undaki insanların hayatlarından, konuşmalarından kesitler sunarken aynı zamanda onların değer yargılarını, boş inançlarını ve katı gelenekçiliklerini eleştirmektedir. Okuyucuyu bilinçlendirmeye, boş inançlardan ve çağdışılıktan uzaklaştırırken bunu bu inanışların gülünç yönlerini önplana çıkartarak yapmaktadır. Bu nedenle bazı eserlerinde bu öğreticiliğin dozu kaçtığı için romanın estetiğini bozsa bile yazarın en belirgin özelliği olagelmiştir.
Halkın değer yargılarını ve yaşayışını değiştirmek için sanatı bir araç olarak gördüğünden, eserlerinde bu yaşayışın her yönünü eleştirmekten çekinmemiştir. Ama buna karşın halkı dışlamaz, bilakis sanatın seçkinler arasından çıkartılıp halkın arasına karışmasını, halkın bu şekilde değer yargılarını değiştirebileceğini savunur.
Ayrıca mükemmel bir gözlemcidir. Devrin İstanbul tiplerini, vapurlardan şenliklere, ev hanımlarının oturmalarından kır gezilerine oldukça geniş bir mekan ve şahıs onun eserlerinde adeta zaman makinesine binmiş gibi okuyucuya o dönemi birebir yaşatmaktadır. Romanlarında da bu tipleri iki grupta toplar. Eleştirdiği gelenekleri ve görenekleri tutucu bir şekilde muhafaza edenler ile Batı’nın akla, bilime dayanan pozitivist zihniyetini savunanlar arasındaki çatışma söz konusudur. Bu özellik Gulyabani’de de kendini göstermektedir.
Okumak isteyenlere sonunu söylemek gibi olmasında zaten yazarın duruşu aşağı yukarı belli olduğu için romanın sonunun tıpkı filmdekine benzer bir sonla biteceği malumunuzdur. Ama sonunu bilseniz bile okunması gereken bir eserdir çünkü yazar öyle bir tasvir etmiştir ki romandaki korkuyu, gündüz vakti bile etkisinde kalmanız olasıdır. Yukarıda da söylediğim gibi bu eser gayri resmi ilk korku romanımız benzetmesini boş yere hak etmemektedir. Roman bir korku hikayesi gibi başlar, daha ilk sayfalarda Üsküdar yakınlarındaki Yediçobanlar Çiftliği’ne çalışmaya giden hizmetkar Muhsine’nin yaşadıkları romanın içindeki korkunun habercisidir. Sadece gulyabani yoktur, periler, kıllı tüylü ordan oraya gezen cinler ve bir nica tuhaflıklar vardır.Ama korku dolu olaylara rağmen oradaki çalışanlardan biri olan Hasan ile Muhsine sağduyu ve zekanın yardımıyla, oyunu ortaya çıkartırlar. Evin hanımını gulyabani kılığına girerek korkutanların ondan para sızdırmaya çalışan yeğenleri olduğu anlaşılır. Romanı yahut yeni çıkan çizgi romanını özellikle geceleri okursanız alacağınız zevki garanti edebilirim. Yazar için “Keşke korku yazarı olsaymış” dedirteceğinden kuşkunuz olmasın. (Detaylı bilgiler için bkz. Hüseyin Rahmi Gürpınar, Gulyabani, Özgür Yayınları, İstanbul-2005, s.7-19.)

Sözlü Korku Geleneği ve İlk Gayri Resmi Korku Romanı

            Gulyabani romanı tipik bir Hüseyin Rahmi Gürpınar hikayesi olsa da yukarıda da değindiğim gibi içerisinde gayri resmi olarak bizim o zamana değin sözlü gelenekte yaşatılan ve yazılı geleneğe aktarılması gayri resmi olarak bu romanda yapılmıştır. Kaldı ki Gürpınar’ın bu tür tasvirleriyle dolu hemen hemen benzer içerikli romanlarında da sonucu belli olsa bile korku unsurları sözlü geleneğin ürpertici hikayelerini aratmamaktadır. Mesela Cadı’yı, Dirilen İskelet’i, Mezarından Kalkan Şehit’i bu eserler arasında gösterebiliriz. Doğrudan bir kabulleniş yoktur ama sanki yazar fantastik edebiyata göz kırpmıştır.
Bunu ülkemizde korku edebiyatı adına yazılmış ilk eser olan, Bram Stoker’in başarılı bir adaptasyonu sayabileceğimiz, tarihçi Ali Rıza Seyfi’nin yazmış olduğu “Kazıklı Voyvoda” (1997’de Drakula İstanbul’da adıyla basıldı) romanında de görebiliriz. Fantastik olayları içerse de roman asıl olarak bir tarihçinin elinden çıkmadır ve içerdiği milliyetçi unsurlar dönemin kültürel havasından ziyade yazarın kendi tarih görüşünün yansımasından etkilenmiştir. Nitekim Ali Rıza Seyfi’nin eserlerine baktığımız zaman Drakula romanı fantastik yönüyle sırıtır çünkü diğer eserleri Barbaros Hayrettin Paşa ve Deli Arslan gibi tarihsel kahramanlık öyküleridir. Reşad Ekrem Koçu’nun, Feridun Fazıl Tülbentçi’nin ve Şevket Rado’nun kahramanlık dolu akıncı maceralarının anlatıldığı geleneğin bir temsilcisidir. Bu bilgiler çerçevesinde Drakula İstanbul’da romanının da aslında eski bir Türk düşmanı olan Kazıklı Voyvoda’ya karşı mücadele eden kişiler vardır. Romandan cümle cümle alıntı yapmaya gerek yok, karakterlerden Van Helsing yerine geçen Resuhi bey’in Sultan Abdülhamid zamanında siyasi nedenlerle Trablusgarp’a sürülen tıbbiyeli bir genç olduğu, diğer karakterlerden ikisinin Kurtuluş Savaşı’nda savaşmış bir subay ve Kuvayi Milliye gönüllüsü olduğu satır aralarında hatırlatılmaktadır. Bu minvalde tarihsel bir roman olmasına rağmen adaptasyon nedeniyle de olsa fantastik edebiyata göz kırpmaktadır. Ama bu romanda ayrı bir incelemenin konusudur.
Aynı göz kırpmayı Gulyabani’de de görmekteyiz. Yazar gerçekçide olsa natüralistte olsa yazdığı eser ister istemez fantastik korku edebiyatına meyillenmektedir ve yazar bunu yazabileceği halde görüşleri nedeniyle bunu reddetmektedir. Pozitivist olmayıp Ali Rıza Seyfi gibi bir şekilde geleneğe bağlı kalsa bile yine Seyfi gibi fantastik yazsa bile tarihsel içerikli, fantastik korku’ya göz kırpan bir başka eser yazmış olurdu.
Gulyabani’nin önsözü yerine yazılan bir okur mektubunda ki benim elimdeki basımda böyle yapılmıştır diğerlerinde bu var mıdır bilemem, Hüseyin Rahmi Gürpınar’a eski İstanbul’da ihtiyar bir hanım ve yazarın cevabı Türkiye’de korku edebiyatına neden ilk etapta soğuk bakıldığının bir göstergesidir.
Yazara mektup gönderen hanım yazara, kendisi gibi yaşlı İstanbul hanımlarıyla birlikte oturup yaptığı sohbetlerden bahseder. Romanlarını onlara sesli bir şekilde okumaktan hoşlandığını kendisi ve yaşıtları gibi İstanbul hanımlarının konuşmalarını birebir yansıttığı için bundan büyük keyif aldıklarını belirtir daha sonra bu hanımların anlayabileceği, sevebileceği türden “romanla masal arasında” şeyler yazmasını istemektedir. (Alıntıdır) “Bilgiden, teknikten ve sosyal problemlerden kaçacaksınız. Konunuz esrarlı cin, peri gariplikleri, yahut bir çarşambakarısı, bir dev, bir gulyabani olacak. Olay o kadar meraklandırıcı bir ustalıkla düzenlenecek ki biz hep buna susamış kocakarılar hikayenin alt tarafı acaba ne çıkacak diye bekleye bekleye tandır başında titreşeceğiz. Zaten sarsılmış sinirlerimizi bu merakla büsbütün sarsacaksınız.”(Hüseyin Rahmi Gürpınar, Gulyabani, Özgür Yayınları, İstanbul-2005, s.24.)
İhtiyar hanımın bu mektubunda görüldüğü gibi bizdeki sözlü geleneğin, kış geceleri çocuklar ve büyükler arasında anlatılan korku hikayelerinin günümüzdeki öğrenci yurtlarında konuşulan “üç harfli muhabbetlerinden”de eskiye dayandığı zaten bilinmektedir. Hüseyin Rahmi’de bu geleneğe göz kırpış vardır, Ali Rıza Seyfi’de ise birebir bu sözlü geleneğe, kış gecesi anlatılan çocukların korktuğu hikayelere değinir. Hüseyin Rahmi Gürpınar’da zaten Gulyabani’de anlattıklarıyla, fantastik olanı yerden yere vurduğu halde ilk etapta korku unsurunu öyle bir kullanır ve anlatır ki bu sözlü korku geleneğinden farkı yoktur.
Ayrıca bu mektubun bir özelliği de, bizlere o dönemde sözlü korku geleneğinin yazıya geçirilmesini ve korku edebiyatının başlamasına dair bir arzunun görülmesidir. Demek ki o dönemde de şimdi olduğu gibi edebiyatımızda korku edebiyatından da eserler görmek isteyen bir taban vardı. Bu taban genelde azınlıkta kalıp yazmaya çalışan kesimi de alayla karşılaşılmışsa da bu tür bir isteğin izleri ve ürünleri çeşitli dönemde yazılmış korku eserlerinde görülmektedir. (Kerime Nadir’in Dehşet Gecesi ve Hamdi Varoğlu’nun Ölmez Adamların Evi v.b) Hatta sözlü korku geleneğinin başlatıcılarından sayabileceğimiz meddah öykülerinin ve masallarının yazıya döküldüğü ve çok sattığı 1970’lerde (Seyfizülyezen Hikayesi, Seyfülmülk, Şahmeran v.b) bu çizgi biraz aşılmaya çalışılmış ama başarılı olamamıştır.
Peki korku edebiyatına nende soğuk bakıldı ya da en azından Hüseyin Rahmi Gürpınar neden bu türde yazmayı reddetti? Bunun cevabı da Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın mektubundadır. Bizde o dönemde Yahya Kemal Beyatlı’nın eleştirilerinde de görüldüğü üzere korku edebiyatı, çoğu yazar ve edebiyatçı tarafından dışlanmıştır. Bunun nedenlerinden Giovanni Scognamillo’nun yazdığı “Dehşetin Kapıları” adlı incelemede Güven Turan’ın yazdığı önsözde bahsedilmiştir. Modern Türk edebiyatı ilk etapta halkı aydınlatma amacını güttüğünden ve bu alanda eserler verdiğinden dolayı, o dönemde ki ilk öykü denemeleri ağır bir şekilde tenkit edilmiştir. Bu anlayış günümüze kadar etkisini korumuştur halende vardır, bazı edebiyatçılar tarafından fantastik korku eleştirilir, çocukça gelir, gerçekleri yazmak varken hayalleri yazmanın saçmalık olduğu savunulur. Eğer okul yıllarınızda korku kitabı okumanızı eleştiren ve hatta iğneleyen hocalarla karşılaştıysanız belki bu satırları okurken onları da hatırlayacaksınız.
            Peki Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın bu okuyucuya verdiği cevap ne olmuştur?
Hüseyin Rahmi Gürpınar okuyucusuna bu söylediğini yapmanın zor olduğunu zira bugüne kadar hiçbir şekilde doğaüstü bir yaratıkla karışlaşmadığını, görmediğini, görenlerinde yeminler etmesine rağmen onların sözlerine inanmadığını söylemektedir. Ama sonrasında yazdıkları çok şaşırtıcıdır! Yazar yazdıklarının etkisinde kaldığını, kendisinin de korktuğunu itiraf eder ama bunları neden yazmadığına dairde kendi görüşüne göre bir nedeni vardır. Hüseyin Rahmi Gürpınar bir gözlemcidir, natüralisttir. O gördüğü şeyleri kendi üslubuyla birleştirerek yazmaktadır. Belki korku ve heyecan unsuru kendisini bile etkileyecek denli gerçekçidir, ama bir gulyabani ya da cini görmeden, gözlemleyemeden yazamayacağını belirtir. Bu yorumunda pozitivist biri olarak boş inançlara bakış açısına dair kendi görüşünü bize de üstü kapalı bir şekilde anlatmaktadır hatta romanlarında sıkça görülen, kişilerin psikolojik olarak gördükleri ve duydukları şeyleri tuhaf varlıklar zannettiğini, korku gücününü bu psikolojik etkiden geldiğini de söylemektedir ama müstehzi bir şekilde. (Alıntıdır) “Tavsiyenize uyarak masalı şimdi ki romanlar derecesinde sadeleştirmeye uğraştım. Meydana şu eser (Gulyabani romanı) geldi. Bu hikayede gariplikler yahut tabiatüstündeki olaylara susamış zihinleri memnun edecek boyda ve görünüşte bir gulyabani, bir alay da cin ve peri var. Eserin yazıldığı tarihte bu acayip ve korkunç yaratıklarla öylesine uğraştım ki bazı akşamlar ev halkı uykudayken gecenin sessizliği içinde bana yazı odamda gürültüler, patırtılar oluyor gibi gelirdi….Hikayeme bilimle, teknikle, sosyal problemlerle ilgili teoriler karıştırmamamı tavsiye ediyorsunuz…Ah Hanımnineciğim… Dürbünlerden, Kodak makinelerinden, her türlü teknik kovalamalardan kaçan gulyabaniyi bu aciz romancı nerede yakalayıp da gerçek tasvirleriyle hayrete düşürecek, gözünüzün önüne koyabileceğim?...Yazış sırasında iyi saatte olsunlar rüyama girdiler. Bakalım okuduktan sonra size neler olacak?” (Hüseyin Rahmi Gürpınar, Gulyabani, Özgür Yayınları, İstanbul-2005, s.25-26.)

Sahnede, Beyaz Perdede, Müzikte “Gulyabani”den Esintiler
“Gulyabani” romanının dışına çıkarak başka alanlarda ve bilhassa korku özelliğiyle günümüze kadar kendisini taşıyabilen bir kült olmuştur. Sinemadan tiyatroya, müzik kliplerine kadar pek çok yerde kendisini gösterebilmiş bir eserdir.
            Gulyabani ilk olarak 1965 yılında oyunlaştırılarak Lale Oraloğlu Tiyatrosu’nda sahnelenmiştir. Radyo oyunu ise yine Lale Oraloğlu’nun arasında bulunduğu sanatçılar tarafından 2004 yılında Trt Radyosu’nda yayınlanmıştır. Sinema versiyonu ise Ertem Eğilmez’in yönetmenliğinde 1976’da yapılmıştır ve çoğumuzun Gulyabani’yi tanıması bu film sayesinde olmuştur. Senaryoyu Sadık Şendil yapmıştır ve hikaye doğrudan Gulyabani romanını değil, Kemal Sunal, Şener Şen ve Halit Akçatepe gibi oyuncuların karşılıklı güldürüsüne dayanan başka bir senaryo olan “Süt Kardeşler” adını taşımaktadır. Konuyu ve filmi hepiniz bildiğiniz için burada bahsetmeyeceğim ama romanla aralarındaki yaşlı hanımı korkutup mirasına çöreklenmek için delirtmeye çalışılması teması söz konusudur.
Ama tema aynı olsa, esinlenme aynı olsa bile bambaşka bir hikaye ve film çıkar ortaya. Gulyabani tipinin popülerleşmesi ve hepimizce tanınır hale gelmesi bundan sonra başlar. Hatta Gulyabani tipi o kadar baskındır ki filmin korsan cd satıcılarında ve internetteki film izleme sitelerinde aratılan adı “Gulyabani”dir, Süt Kardeşler’e oranla daha çok önplandadır.

            Zaten yukarıda da bahsettim, yazarın kendisi bile eserle ilgili yaşadığı tuhaf korku hisleri esere de yansıyor ama başka bir senaryoda olsa gulyabani tiplemesi yine ve bu sefer daha popüler bir şekilde kitleleri korkutuyor. Günümüzde bizim kuşak arasında ki sayısız geyik konularından biri olan “Gulyabani’den ben de korkardım” lafı Umut Sarıkaya’nın iki karikatürüne dahi yansımıştır. Bir karikatüründe bildiğimiz Alien, Gulyabani’ye bakarak küçükken kendisinin de korktuğunu söylemektedir, yine başka bir Umut Sarıkaya karikatüründe bu sefer ünlü gerilim yönetmeni Alfred Hitchcock’un ağzından gulyabaniye bakarak korku sinemasının bu kadar basit olmadığını, şeklin karton olduğunu söyler, karedeki bir adamda Hitchcock’a bu ülkede gulyabani karakterinin herkesi ünlü yönetmenden daha çok korkuttuğunu söylemekte bu iki karikatürde popüler kültüre yansımaları rahatlıkla görülmektedir.
            Gulyabani karakterini müzik dünyasında da görmekteyiz. Replikas grubunun Aralık 2000’de piyasaya sürülen “Köledoyuran” isimli albümünün 7.şarkısı “Gulyabani müzik”tir. Aylin Aslım ve Tayfası grubunun 30 Nisan 2005’te piyasaya sürdüğü “Gülyabani” isimli albümün şarkılarından olan “Gülyabani”nin klibinde Süt Kardeşler filmine ve meşhur gulyabani karakterine yapılan göndermeler söz konusudur.


Mehmet Berk Yaltırık

9 Eylül 2010 – Edirne 


2 yorum: