9 Şubat 2013 Cumartesi

Büyücünün Tuhaf Romantizmi-1


(İş bu hikaye, Terry Pratchett ve Diskdünya serisinden, özellikle Rincewind'den esinlenerek yazılmıştır. Diyaloglara ve tiyatrovari parantez içi belirtmelere dayalı, mizahi bir kurgu olarak düşünüldü.)

Herhangi bir gezegen ya da paralel evrenlerden biri…
Burası Acunal…
Gökyüzünde arada bir görülen kaynağı belirsiz kızıl ışıltılara binaen böyle bir isim takmışlar. Burada bir sürü kıta, bir sürü ada, bir sürü şehir ve ülke, bir sürü insan ve tahmin edileceği üzere bir nice “mevzu” var... Dünyamızın zaman hesabına göre Orta Çağ ile Yeni Çağ arasında bir zamana tekabül etmekte olan bir dönemdeler…
Durumun anlaşılması açısından biraz “Ak Diyar Sosyolojisi’nden” bahsetmeli…
Görkemli, büyük ve bir o kadar da entrika dolu Ak Diyar kıtasında, Ak Diyar Konfederasyon’una bağlı topraklardayız. Beyaz Hisar'ın gerisindeki Beyaz Federasyon bölgesinde. Ortasından bir nehrin çaprazlamasına ikiye böldüğü, üniversitesiyle ve akademik camiasıyla ünlü Okullar Şehri'ndeyiz. Mevzu orada geçiyor yani, Avrupa falan değil karışıklık olmasın baştan Acunal dedim. Burada da bir engizisyon mevcut çünkü. Avrupa’daki ile benzerliği ses benzeşimi… Ancak anlam açısından aralarında neredeyse hiçbir “fark yok”…
Engizisyon dedikleri Güneş Rahipleridir. Güneşe, aydınlığa ve iyiliğe öylesine kafayı takıp, kendilerini karanlığın yok edilmesine öyle adamışlardı ki sonunda kendileri “karanlığa düşmüşlerdi.” Ancak bunu yüzlerine söyleyebilecek cesarette pek kimse yoktu. Kafayı aydınlık savaşlarıyla bozmuş daha radikal bir grup ise Engizisyon namı ile diyarda büyücülere ters bakmakta, eline geçirdiği “karanlık varlığı(?)” yakmakta… Avrupa’dakinden tek farkı mahkeme yapmıyorlar, gördükleri yerde suçlayıp yakıyorlar, kesinlikle mahkeme yok. Güneş Kilisesi’ne bağlıları ki sadece “Kilise” olarak anılması bile hakkında yeterli bir bilgi verir.  Çünkü Acunal’da bu kadar büyük başka bir kilise yapılanması yok.
Acunal’ın birçok tanrısı arasında en fazla tapınılan ve üzerinden “ekmek yenilen” mefhum Güneş Kilisesi’dir. Mahalli tanrılara dayanan inanç sisteminden sonra zuhur eden, Ulu Koca Tapınağı’ndan ayrılma şamanların kurduğu basit bir inanış, siyasi ve askeri ellerde ölümcül bir silaha dönüşmekte gecikmemişti. Acunal üzerindeki en güçlü kilise olduğundan, kıtalar arasındaki tanrılar tasavvuruna göre şekillenmiş şamanizm, paganizm, totemizm ve her türlü mahalli inanışa karşıdırlar. Haçlı Seferleri gibi “Güneş Seferi” düzenlemeye niyet etmekteler ve düzenlemişler... Cinler, umacılar, gulyabaniler, vampirler gibi insan dışı her ırka karşı da pek sevgiyle yaklaştıkları söylenemez tabi…
İşte böyle bir sosyal gerçeklikte…
Okullar Şehri’nde nehrin öğrenciler, araştırmacılar, büyücüler, simyacılar ve sair ilim ehlinin kaldığı güney yakasından, sivil yerleşimlerin ve şehir ahalisinin bulunduğu kuzey yakasına geçen Büyücü Wyern Kızılaba ile Eşkıya lakaplı, hattı zatında eşkıyalık yapmaktayken para karşılığı hapisten Wyern’in kurtarıp yanına aldırdığı Sansar, şehrin sokaklarında ilerlemekteydiler. Wyern’in onu yanına almasına hiçbir arkadaşı akıl sır erdiremese de Wyern’in kendince bir nedeni vardı. Normalde bir büyücü, mezarlıktan bir gulyabani çağırıp, bunu köle olarak kullanabilir her türlü yardım ihtiyacını bu şekilde giderebilirdi. Ancak sokaklarda doğaüstü saydıkları mahlukları görmeyi pek sevmeyen Kilise ve engizisyon yüzünden, yanında bir hilkat garibesi ile gezmek yerine, hem becerikli hem de kafası kurnazlığa basmayan, daha iyi denebilecek bir eşkıya olan Sansar’ı, hapishaneden kefaretini ödeyerek kurtarmıştı. Sansar ise dağda taban tepmektense, şehirde sıcak bir yatak ve karnının doyması karşılığında onun yanında kalmaya başlamıştı. Kısa sürede iyisiyle kötüsüyle köle-efendiden ziyade iki çocukluk arkadaşı gibi olmuşlardı. Kafa yapıları ve hayattan beklentileri taban tabana zıttı ancak tuhaf bir şekilde birbirlerine uyum sağlamışlardı.
Wyern törenlere ve ayinlere sakladığı en güzel giysilerini giyinmiş, tılsımlarını takmış takıştırmıştı. Sansar da ondan aşağı kalmamıştı ancak her haliyle pek bir giyim zevkinin olduğu söylenemezdi. Bir davete gider gibilerdi. Wyern Kızılaba üniversite öğrencilerinden birine aşık olmuştu. Şehrin soylu ailelerinden Beyazhisarlızadeler’e mensup ve Ak Diyar Üniversitesi Siyaset Okulu öğrencilerinden Taryal Hanım'la maceralı bir muhabbete dalmıştı. Daha önce şehirde birkaç kere göz göze gelmişlerdi ve aynı kitapçıda birbirlerine rastlamışlardı. Wyern, hiç huyu olmadığı halde sıkıcı siyaset kitapları kısmında zaman geçirmeye başlamış ve onu ikna edip bir sokak tiyatrosunda buluşma ayarlayarak onunla görüşmeyi başarmıştı. İlk defa böyle şeyler yaşıyordu, hatta Sansar: “Usta kızda bir numara olmasın?” diye birçok kere sormuştu ancak neden şüphelenmesi gerekiyordu ki? Aşk bir büyücünün bile başına gelebilecek bir şeydi. 
Sokak ortasında absürt komedi yapan bir tiyatro seyirliğinde daha da ilerleyen görüşmeleri, bir kaç mektuplaşma ile sürmüş, en son Taryal kendisiyle “Kütüphane Korusu”nda buluşmak istediğini söyleyince Wyern Kızılaba, Nehirdibi Birahanesi’ne gitmiş, sabahlara kadar sevinçten içmişti. O civarda, sevgililer ve sevgili adayları arasında “Kütüphane Korusu”nda buluşmak “aşırı samimiyet” nişanesiydi. Önceleri üniversite civarında gözden ırak başka bir mekan bulunmadığından pek çok aşığın kütüphaneyi tercih etmesi, buraya gelip giden bir çok kesimi rahatsız etmişti. (Şöyle diyorlardı: “Tam Kıtalar Arası Büyü Akımı konulu bir araştırma yapıyorsun ve bulduğun tek şey yaz-kış demeden tenha kitap rafları arasında önçiftleşme yaşayanların çıkardığı o sesler…”) Şehrin meclisinin de onayladığı bir yasayla kütüphane civarına tılsımlı bir koru yapılmış ve girişine “Aşıklar buradan” yazan bir levha yerleştirilmişti. Tılsımlı olduğu için ilk etapta aşıkları yutup kozmik iblislerin bulunduğu bir boyuta ışınlayabilecek gizli bir kapı olduğu söylentisi çıkmış, buradan uzak durulmuştu ancak buraya giren ilk çiftin ardından her ırktan aşık buraya gelir gider olmuştu. Tılsım gereği korudan dışarıya yahut dışarıdan koruya ses gitmiyordu böylece araştırmalar sekteye uğramıyordu. Üniversitenin açıkgöz Başmüdürü, içeriye birde içkili bir işletme açmış ve Güneş Rahipleri’nin tepkisini çekmişti. (Şöyle demişlerdi: “İlim araştıracaklarına gönül mü eğlendirecekler? Oldu olacak fuhuş sektörüne açılsın. Güneş’in İlkelerine aykırı bunlar! Rahatsız oluyoruz!”) Ancak şehirler üzerinde sosyo-kültürel hariç idari anlamda bir yetkileri bulunmadığından (onu bunu yakmak dışında) “rahatsızlıkları” dikkate alınmamıştı.
Wyern Kızılaba, hayatında kurmadığı kadar hayal kurarken soylu Hanımdan gelen mektuplar kesilip kız görünmez olunca şüpheye düşmüştü. Aşıklar Korusu’ndaki buluşma için de kendisini ekerek buluşmaya gelmeyince büyücü, kızın naz yaptığını düşünerek (bu fikri ona Sansar vermişti: “Naza çekiyor kendini, ısrarcı ol, kovala… Bu işler böyle…”) sağlam bir sürpriz olması açısından kızın şatosuna gidip orada ilan-ı aşk etmeye karar vermişti.
Kendisine güveniyordu zira Kızıl Evren üzerinde haklı bir ünü vardı. Altıncı Dereceden kara büyücüydü. Vusta, Havas, Ayiniyye, Kem Göz Nişanları'na sahipti ve  “Uğursuzluk Çağırma ve Ölüm Büyüleriyle Karşılaştırma” konulu araştırma teziyle üniversiteye girmişti. Bu şu demekti. Ortalama bir büyücüye göre daha fazla bilgiye sahipti, karanlık güçler üzerinde belli bir hâkimiyeti vardı. Ölü ruhlarla konuşabilirdi, nazar ve uğursuzluk konusunda alt etmek istediğini şekilden şekile sokabilirdi ve şimdide lanetleme büyüleri üzerine çalışmaktaydı. Kesinlikle bir yarı tanrıyla başa çıkamazdı ya da yarı tanrı olduğunu iddia edemezdi (soyu tükenmiş büyücülerin soyundan gelmekteydi). Etrafına gulyabani ve ifrit kabilelerini toplayıp kendisini “Karanlıklar Efendisi” ilan etmiş bir varlıkla çarpışmayı aklının ucundan bile geçirmezdi –en azından şimdilik. Ancak kesinlikle iyilik için yanıp tutuşmayan, karanlık güçleri deşeleyen türden bir büyücüydü. Üzerine hücuma kalkmış bir tabur askerin üzerine yedi sülalelerine yetecek bir uğursuzluk yerleştirebilir, değdirdiği nazarla duvarları çatlatıp gemileri batırabilir, mezarlıktan çağırabildiği birkaç tuhaf mahlûk ile onları korkudan öldürebilirdi. Ancak aşk büyüleri üzerinde uzmanlığı sıfırdı ve her çalışkan öğrenci gibi kızlar konusunda pek başarılı olduğu söylenemezdi.
Yine de Wyern Kızılaba, her ne kadar üstün güçleri olsa da karakter ve kader olarak sorunlu birisiydi. Okullardaki beceriksiz, başarısız öğrenciler gibi olsaydı yaşadığı aksaklıklar ona sıradan gelebilirdi ancak bu kadar kabiliyet sahibi olup bu denli talihsizliğe gark olmak bilinçaltında muazzam bir kompleks yaratmıştı. Eğer gerçekten başarılıysanız yerinizi korumalısınızdır, bir tembelin başarısızlığı dikkat çekmez ancak bir başarılı öğrencinin en ufak hatası parmakla gösterilmeye neden olurdu.
Çocukluğundan beridir yegane hayali “karanlık sanat” üzerinde söz sahibi olmak ve denk getirdiği bir diyarda “Karanlıklar Efendisi” olmaktı. Herkesten gizlediği bir arzusuydu. Ancak kaderi ve yaradılışı bu “karanlık emellere” uygun değildi. Asıl uzmanlaşmak istediği alan boyut kapılarıydı, başka gerçekliklerden başka varlıkları taşıyabilme ve onlara hükmedebilmekti. Tüm çalışmaları bu yönde ilerlemişti. Ta ki kasabasına gelen büyü heyetinin önünde basit bir hata yaparak yanlışlıkla ahtapotvari bir yaratığı kasabasına taşıyıp koca kasabanın yok olmasına neden olduğu güne kadar... Dünyalarının selametini düşünen büyücüler tarafından tam ona müsait bir alana yönlendirilmişti: “Lanetleme ve Uğursuzluk Büyüleri…” Alanında gerçekten ustalaşmıştı ama beddua okuyarak nasıl “karanlıklar efendisi” olacağına dair hiçbir fikri yoktu. Yine de çalışmalarını sürdürüyordu. Başarılı bir öğrencinin hayattaki beceriksizliklerinden nasibini almış olsa da bir gün daha da yükseleceğini, hatta boyut kapıları üzerine yeniden araştırma yapabilme imkânını elde edebileceğine inanıyordu.
Dolayısıyla, Taryal Hanım’ın şatosuna doğru giderlerken, namından ve kabiliyetinden başka güvenebilecek hiçbir şeyi olmadan, sırf akademik kariyerinin verdiği gazla mermer kaldırımlar üzerinde emin adımlarla yürüyordu ve Sansar ile aralarında meseleye dair bir tartışma dönmekteydi:
Eşkıya: “Cevap yok, haberci yok kalkıp elin soylusunun şatosuna gidiyoruz... Başımıza bir iş gelmesin?”
Büyücü: “Mezardan ceset çalma yok, yaratık beslemek için çocuk da kaçırmıyoruz ne olabilir ki? Gideceğiz kızın şatosuna, meramımı anlatacağım sonra gelsin aşk dolu günler...”
Eşkıya: “Kızla evlenmene ailesi karşı çıkmasın? Soylu moylu...”
Büyücü: “Bu zamanda doğru dürüst kaç büyücü var? Hem benim gelecek planlarım falan var hani diyorlar ya “Asırları Aşan Yüce Kötülük” geyikleri... Dokuzuncu seviye olduktan sonra kendi krallığımı kurup “Büyücü Kral” olabilirim. O da tabii ki “Büyücü Kraliçe” olmak isteyecektir... Basit bir şehir soylusu olarak kalmaz istemez herhalde?”
Eşkıya: “Şu beyaz granitten şato değil mi?”
Büyücü: “Evet. Yaklaştık sayılır, ışıkları yanıyor.”
Ancak beyaz granitten, üç-dört katlı olduğunu tahmin ettikleri “mütevazı” şatonun giriş kapısında beli kılıçlı ve tepeden tırnağa zırhlı bir muhafızın beklediğini gören Wyern Kızılaba’nın neşeli hali bir anda yerini şüpheye bırakmıştı. Aydınlık Deniz’in balıkçı köylerinden gelip Akkent başta olmak üzere Ak Diyar’ın şehirlerinde ve madenlerinde paralı muhafızlık yapanlara benziyordu. Yine aynı şekilde bu durumda Sansar’ın da fark ettiği bir acayiplik vardı…                
Eşkıya: “Niye bir tek onların şatosunun kapısında koruma var?”
Büyücü: “Bu çok enteresan… Onu evine bıraktığımda geceydi ve o koruma yoktu. Ama şimdi...”
Eşkıya: “Paralı asker tipi var. Gerçi bar fedaisine daha çok benziyor. Şu sıfata bak! Kesin boş zamanlarında kiralık katillik yapıyordur. Dağda bunun yolunu kesmeye kalksam önce tipine bakar, sonra kılıcımı indirip "Pardon ben başkasıyla karıştırdım" deyip geri kaçardım... Ya bizi içeri almazsa?”
Büyücü: “Parti değil, eğlence değil, soyluların ve tüccarların fink attığı özel yerlerden hiç değil... Ne diyebilir ki? Evin misafirleriyiz. Geldik işte, bekle ben konuşayım... Öhmmm. İyi geceler.”
Kapı Bekçisi: (Duyanı her türlü saldırganlıktan uzaklaştırabilecek korkutucu bir sesle) “Durun! Siz kimsiniz?”
Büyücü: “Ben Büyücü Wyern Kızılaba. Bu da yardımcım Sansar.”
Eşkıya: “Dağlıgillerin Sansar, baba tarafından dev'lik var bizde de...”
Büyücü: “Öhmmm... (Sansar’a öfkeli bir bakış atmasının ardından) Neyse, biz Taryal Hanım'ın misafirleriyiz.”
Kapı Bekçisi: “Bana öyle bir bilgi gelmedi...”
            Eşkıya: “O nasıl cevap? Kardeş burası damsız girilmeyen barlardan falan mı? Yanlış mı geldik?”
Büyücü: “Aldı Koca’nın baltasına gelesin, Ak Ece’nin ışığını göremeyesin Sansar kapa çeneni! (Kapı bekçisine dönerek) Efendim müsaade ederseniz... Taryal Hanım beni tanır, geçeyim bir zahmet…”
Kapı Bekçisi: “İçeri giremezsiniz! Hanımımın kesin emri var!”
Büyücü: “Bakın ben Altıncı Dereceden kara büyücüyüm! Vusta, Havas, Ayiniyye, Kem Göz Nişanları'na sahibim. Uğursuzluk Çağırma ve Ölüm Büyüleriyle Karşılaştırma konulu araştırmamla üniversiteye girdim ben! Bu rezalete hemen bir son verin!”
Eşkıya: (Wyern’den aşağı kalmamak adına) “Eee... Ben de... Ben de bir keresinde Kör Rufus ve çetesini attığım narayla kovalamıştım. Sesimi azgın erkek ayı sesine benzetmişti... Neyse...”
Kapı Bekçisi: “Taryal Hanım kapıya sap, yalnız birileri gelirse özellikle içeri almamamı emretti.”
Eşkıya: (Wyern’e dönerek) “Bak sana söylemiştim damsız almıyorlar, dediğim gibi bar çıktı. O kadar da beddua ettin…”
Büyücü: “Zehirli oklara gelesin Sansar! Neyse gidelim biz bari…”
Eşkıya: “Bir dakika ustam sen bunların dilinden anlamazsın… (Korumaya dönerek “diklenir/horozlanır” bir şekilde) Sen kimi almıyorsun lan içeri? Sen kimsin lan? Çağır patronunu!”
Büyücü: (Eşkıyayı çekiştirerek) “Aldı Koca belanı versin Sansar! Kara yere gir Sansar!”
Büyücü ve Eşkıya kapıdan uzaklaşınca Sansar, Wyern’in nasıl bu kadar kolayca vazgeçtiğine şaşırdı. Ancak…
Büyücü: “Ne var lan içeride? Cama çıkalım bari? Arkadan kolayca gireriz, şu zebani tipli görmeden arkaya dolanalım…”
İkili ilerleyerek şatonun arka bahçesine gelerek çalıların üzerinden atlayıp duvarları geçerek şatonun arka duvarına varmışlardı. Ancak büyücü buraya vardığında tuhaf bir şeyler hissetmeye başlamıştı.
Büyücü: “Burada bir şey var... Varlığını hissediyorum!”
Eşkıya: “Böcektir böcek... Bahçedeyiz ya…”
Büyücü: “Düşünebilen bir şey geri zekâlı! Yakınlarda… Duyuyorum adeta!”
Eşkıya: “Ben bir şey duyamadım?”
Büyücü: “Gece yaşayanların anlayabildiği, gündüz yaşayanların anlayamayacağı tuhaf bir dil vardır. Gündüzün alaycılığındansa gecenin çirkinlikleri örtücülüğüne sığınan bizim gibilerin aralarında gizli bir iletişim vardır.”
Sansar, Wyern’in cevabından bir halt anlamamıştı, Wyern de anlatmakla uğraşmaya hiç niyetli değildi. Wyern’in hissettiği gibi gerçekten birine rastlamışlardı duvarın dibinde. Kendi kendine söylenmekte olan, siyah pelerinli vardır ve oldukça karizmatik görünen bir adamdı. Wyern onun varlığını neden bu kadar güçlü hissettiğini anlamıştı zira adam bir vampirdi. Peki, bu kimdi? Burada ne işi vardı? Söz konusu Taryal’ın arka bahçesinde bir erkek vampirle karşılaşmak olunca Wyern’in o güne kadar akademik camia dışında pek kıpırdamayan kıskançlık damarı kabarmıştı…
Büyücü: “Vampir bu, vampir...”
Eşkıya: “Pelerin dalgasından mı anladın? Şu şekle bak, havalara bak…”
Büyücü: (Vampire hitaben) “Sen de kimsin?”
Vampir: “Pardon? Avcı mısınız?”
Eşkıya: “Hee… Avcıyız biz, kaz sürüsü takip ederken geld…”
Wyern’in Sansar’ın böğrüne sertçe dirsek vurması üzerine cümlesi yarıda kesilmişti. Wyern, Sansar’a tehditkâr bir bakış fırlattıktan sonra esrarengiz vampire döndü.
Büyücü: “Bildiğin avcıyı kastetmiyor geri zekâlı! Vampir avcısı olup olmadığımızı sordu. (Vampire dönerek) Büyücüyüm, büyücü korkma!”
Eşkıya: “Oha! Dişlere bak! Harbiden vampir bu! (Wyern’in ivedi bakışları üzerine) Tamam sustum...”
Büyücü: (Vampire hitaben)“Burada ne işin var?”
Vampir: “Şato sizin miydi?”
Büyücü: “Yok benim kendi şatom var ama bu değil.”
Eşkıya: “Ne şatosu aga? Yok kardeş kulede kalıyoruz biz üniversite yurtlar ve toplu konutların… Tamam bakma öyle, şato he şato!”
Büyücü: (Vampire) “Müstakbel sevgilim kalıyor burada bu şato onun ve ailesinin.”
Vampir: “Demek o sensin! Sevgilimi çalarak şatosunda âlem yapan, beni de içeriye aldırmayan o zalim sensin! Benim gibi hakir bir âşıkla dalga geçmek için geldin demek!”
Vampirin bu cümleyi şiir okur gibi teatral bir tavırla söylemesi üzerine Wyern ve Sansar bir hayli şaşırmışlardı. Vampirler (sahicileri, melez olmayanlar) genelde garip varlıklardı ancak böyle şiir okur gibi konuşup tiyatroya has hareketlerle hareket edenini görmemişlerdi.
Eşkıya: “Sen buna kötü bir şey mi yaptın? Ne yaptın? Gerçi tam anlamadım ama?”
Büyücü: “Dur yahu tiyatroya başlama hemen! Sevgilim demedim, müstakbel dedim gelecekte yani. Hem şatoda âlem yapıyorsunuz dedin. İçeride kim var ki?”
Vampir: “Demek sen de değilsin. Sen de benim gibi kandırılmışsın. Seni de aldattı demek o sade güzelliğiyle, tatlı sözleriyle…”
Eşkıya: “Ohooo! Daha ilişki başlamadan boynuzu takmış kız. Soylu moylu ama kaşarlanmışsa artık…”
Büyücü: (Sansar’a yine tehditkâr bir şekilde bakarak) “Ulu Koca belanı versin! O çenene ayağım girsin Sansar kapa çeneni! (Aynı sinirle vampire dönerek) Sen kimsin, olayda rolün ne onu anlayamadım?”
Vampir: “Kusura bakmayın henüz tanışmadık değil mi? Gorour Sandıkçızade. Vampirain'liyim. Ticaret fakültesinden…”
Eşkıya: “Buradan mı Bazilikaros Kıtası'ndan mı?”
Vampir: “Buradaki. Tüccardan vampir olduk biz.”
Eşkıya: “Ben askerliğimi Vampirain'de yaptım bak. Bizim çavuşumuz da oralıydı. Konfederasyon Ordusu Zorunlu Hizmet zamanımda…”
Vampir: “Hadi ya. Hiç Tabutçular Sokağı'na geldin mi?”
Eşkıya: “Çok gezdim orayı. İşte Akkent’in meşhur Altın Caddesi gibi, orası da Vampirain’in Altın Caddesi, piyasa orada hep…”
Büyücü: “Sansar, çenen kopsun Sansar! Ne geyiğe sardınız be! Gorour, hocam sen şimdi sevgiliyle âlem yapan birisinden bahsettin. Nedir şu mesele?”
Vampir: “Şatosuna geldim, aniden estiren ılık bahar rüzgârı misali. Sürpriz yapmaktı amacım… İçeriye almadılar beni camından tırmanayım dedim taze meltem gibi koynuna süzülecektim. Ama…”
            Eşkıya: (Wyern’e) “Abi yengeye sarkmaya gelmiş bu bildiğin?”
Büyücü: “Dur hele! Eee? Ama dedin?”
Vampir: “İçeriden iki kişinin sesleri geliyordu. Aşk sözleri söylüyorlar birbirlerine. Biri Taryal’dı maalesef… Öteki ise başka bir erkeğe aitti…”
Büyücü: “Bu olamaz. Ama kız bana ilgi göstermişti? Beni sevdiğini söylemişti?”
Eşkıya: “Buna dedim o kadar paraya kıy, gümüş simlerle süslü bir at arabası al. Kızlar bayılıyorlar öyle şeylere. Dağdan inme cahiliz diye kulak asmadı…”
Wyern olabilecek en karamsar ruh haline bürünmüştü. Hayatının en büyük ikinci hayal kırıklığını yaşamıştı (ilkinde o ilk boyut kapısını açıp bilge bir iblis yerine acayip bir ahtapot-canavar getirerek bulunduğu kasabanın yok olmasına neden olduğu, akademik kariyerini sarsan olay), Sansar’a bile kızacak hali kalmamıştı. Ancak ayakta kalmalıydı, son kabiliyetli büyücülerden biriydi, iyi seviyede olmayan diğerlerini yetiştirecekti. Akademik kariyerinin kendine has tılsımlı kudreti sayesinde böylece karamsarlıktan sıyrılıp eski ruh haline geri büründü. 
Vampir: “Bana da ilgi gösterdi ama sonra bu ilgisini kesti kayboldu. Ben de şiir yazıp şatosuna geldim o kadar, sonra o sesleri duydum. En güzel şiirimi yazmıştım oysa! Dinle bak: "Mor zambaklar dökülür ışığımıza, ufkunda açan sevginin, yağmurun ezberinde buluştuk, sahneler aykırıdır esriktir…"
Eşkıya: “En güzel şiiri buysa en kötülerini Akkent zindanlarında işkence amaçlı kullanıyorlardır…”
Büyücü: “Bir şey soracağım samimi cevap ver. Kız seni bu şiiri okuduktan sonra terk etti değil mi?”
Vampir: “Hayır daha görmedi bile. Yani okuma fırsatım olmadı. Herhalde saatlerdir orada aşk yuvalarındalar…”
Wyern’in öfke damarları kabarmıştı. Başarısız giden bir-iki deneyinden sonra arkadaşlarının deneyimleyebileceği üzere pek kaşınacak bir damar değildi. İstemediği bir alan üzerine zorla yönlendirilmişti ancak öfkesini kanalize ederek alanında tek isim haline gelen usta bir uğursuzluk ve lanetleme ustası olmuştu. Öfkesini çeken kişinin her bir sinir ucuna her saniye milyonlarca iğne saplayacak denli girift delirtme büyüleri bilirdi.
Büyücü: (Bir anda gürleyerek) “İkimizi birden atlattı demek! Peki, kimi seçti? Tamam, bizden iyileri de var aday olarak bakarsan ama merak ettim beni seçerek büyücü kraliçe olurdu, seni seçseydi ölümsüz olurdu. Bizim yerimize kimi tercih etmiş olabilir?”
Vampir: “Bilmem. Cama çıkıp bakamadım açıkçası. Kalp ağrım elvermezdi buna! Ama madem öyle diyorsunuz kanat çırpmakta beis görmeyeceğim!”
Büyücü: “Tamam. Sansar sen burada bekle. Biz biraz uçup geleceğiz…”
Eşkıya: “Takılın siz. Ben eşkıyayım aga, normal insanım. Kendimi yırtsam oraya uçamam zaten!”
Vampir yarasaya dönüşüp kanatlarını çırparken, büyücü dumanlara büründü. İkili cama doğru yükselip koca salonu bir uçtan bir uca görebildiklerinde dünyaya geldikleri güne lanet okudular. Taryal’ın yanı başında ona aşk sözcükleri söyleyen “şey” beyaz atlı bir masal aristoktratı değil çirkin görünümlü alelade bir mezarlık gulyabanisiydi! Acunal üzerinde sıradan bir gulyabani olmak sıkıntı olmazdı -hemen hemen, ancak bir mezarlık gulyabanisi ölülerle beslenen, büyücülerin ve vampirlerin kölesi olarak hizmet veren varlıklardı! Yine de şu durumda o soylu kızın tercih ettiği, kendilerinin sunabileceği fırsatları uğruna terk ettiği âşıktı! Gözlerini yalancılıkla suçlayarak yeniden yere inip eski formlarına kavuştular.
Vampir: “Sarımsak kokusu vurdu herhalde ben demin hayal gördüm... Gulyabani miydi o?”
Büyücü: “Maalesef gerçek… Acıtacak kadar gerçek...”
Vampir: “Ne yani seni beni kıçıkırık bir gulyabaniye mi tercih etti?”
Büyücü: “Eh... Teknik olarak böyle söylenebilir.”
Eşkıya: “Kız sizi bir mezarlık gulyabanisiyle mi aldatmış? Ehm… Kızın kör olmadığına emin misiniz? Tabi o kokuya dayanabilmesi için burnunu ve o çirkin sesini duymamak için kulaklarının da olmadığını varsayarsak…”
Vampir: “Ama benim hayallerim ne olacak? Sen bile ne hayaller kurmuşsundur ey mahzun büyücü! Başkaları da var belki, başka güzellikler ama bu kız başkaydı...”
Büyücü: “Benim de hayallerim vardı. Hayaller gerçekle temas edince bozulmaya başlama eğilimindedir…”
Vampir: “Bak! Ben bir gulyabani yüzünden terk edilen olamam! Çevremdeki vampirler duyduklarında gülerler bana! Vampir karizması, hipnoz ve kurbanını elde etme muhabbeti bilirsin…”
Eşkıya: “Ha ha ha! Hiç güleceğim yoktu doğrusu. Şu… şu… Yaşadığınızı gidip okulda anlatsam önce inanmazlar. Ha ha ha! Sonra da… sonra da…  Gülmekten ölen bir sürü… Ha ha ha! Tamam, ben sustum.”
Büyücü: “Seni anlayabiliyorum, karizma meselesi ve bizlerin belli bir kariyeri var tabi. Ama benim durumum daha içler acısı emin ol. Ben Altıncı Seviye bir büyücüyüm. Daha üçüncü seviyeyken bir mezarlık gulyabanisi çağırabiliyordum! Şimdi kölem bile olamayacak denli basit bir yaratık benim sevdiğim kızı tavladı! Benden sonra gelenler hakkımda dehşet öyküleri anlatmak yerine absürt komedi fıkraları yazacaklar…”
Vampir: “Bana acayip gelen bir durum var yalnız kızın eğilimleriyle alakalı. Sevgili adaylarının üçü de insan değil! Kız neden böyle bizim gibi metafizik varlıklara meyletti peki? Biz Bazilika vampirleri gibi değiliz bilirsin onlar melezdir bizler ise gün ışığına çıkamayan gerçek vampirlerdeniz. Sen sayılısın zaten çok büyücü yok? Ötekisi ise mezarlık gulyabanisi… Neyse kimin umurunda, aptalca bir tesadüf işte...”
Büyücü: Garip tesadüfler ömrüm boyu yakamdan düşmedi, bir büyücüysen hep hikâyelik mevzular illa denk gelir. Demek ki hikaye yazmayı kafayı takınca hayat en acayip hikayelerini anlatmakta tereddüt göstermiyor...”
Vampir: “Yazarsın demek aynı zamanda? Ben de şairim. Son şiirimi dinlemek is…”
Büyücü: “Müsait bir zamanda dinleriz belki, değil mi Sansar?”
Eşkıya: “Şatoda korsanlık günlerimden kalma, sirenlerin ve deniz kızlarının büyülü şarkılarını duymamak için sakladığım kulak balmumları halen duruyor, neden olmasın tabi seve seve dinleriz…”
Büyücü: “Önce bu meseleyi halledelim! Kız bizi resmen aldattı. Mensup olduğu asaletten zerre nasiplenmemiş…”
Eşkıya: “Dağlı bir cadı olan nenemin de dediği gibi: "Asalet o…puluktan kötüdür." Bence de bunu onun yanına bırakmayın!”
Büyücü: “O kırsal kesimdeki feodal sistemi eleştiren bir deyiş seni aptal!”
Vampir: “Ne yapacağız?”
Büyücü: “Şatoyu basıp hakkımızı arayacağız tabi.”
Vampir: “Tamam o zaman. Korumayı ben hallederim, insanlar bize göre zayıftır…”
Eşkıya: “Aga sen büyücü değil misin öyle paldır küldür şato mu basacaksın? Daha zekice bir şeyler beklerdim…”
Büyücü: “Kız meselesi mevzubahis ise zeka ve mantık “genellikle” geçici bir süreliğine rafa kaldırılır. Yürüyün!”
Büyücü, eşkıya ve vampir, duvarlardan ve çalılardan geçerek ön kapıya doğru hücuma geçince, yüzlerine aşina olduğu davetsiz misafirleri gören muhafız kılıcını çekerek savunma pozisyonu aldı. Vampir dişlerini çıkarıp korumanın üzerine saldırdığında koruma ona seyyar satıcıların ve güneş rahiplerinin sattığı koruyucu bir muska gösterip onu iki büklüm bir hale sokunca kılıç dışında da silahlar taşıdığını göstermişti. Ama bir büyücüye karşı hazırlıksızdı. Wyern, üstüne muazzam bir güç çarpması gönderip adamı yere yıkarak etkisiz hale getirdi.
Eşkıya: “Vampirlerde de bu sorun işte. O kadar vur, kır, uç falan sonra iki dua anında yamuluyorlar…”
Vampir: “Şatoyu basıyoruz görünüşe göre… Ama yasalara aykırı değil mi? Özel mülkiyetin ihlali, soyluların haklarını ihlal ve kural dışı büyü kullanımı falan?”
Büyücü: “Yukarıda kıçı kırık bir mezarlık gulyabanisi müstakbel sevgilime el koymuş, sinirden boyut kapısı açıp acımasız bir iblis bile çağırabilirim sen bana yasalardan bahsediyorsun! Kenara çekilin!”
Büyücü kapıya dönerek esaslı bir kapı kırma tılsımı okudu. Sihirli korumalarla güçlendirilmemiş kapı, sanki bir dev yumruk atmış gibi muazzam bir çatırdamayla içeriye doğru bükülüp menteşelerinden kurtularak yere yıkılmıştı. Şatoya girdiklerinde kendilerini seyreden Taryal ile mezarlık gulyabanisinin bakışlarını gördüklerinde oldukları yerde mıh gibi çakılıp kalmışlardı. Taryal, öfkeli gözlerle gelenlere bakıyorken, mezarlık gulyabanisi züppe bir bakışla onları süzmekteydi.
Büyücü: “Bizi bu gulyabani için mi aldattın? Basit bir mezarlık gulyabanisi için mi?”
Vampir: “Ölümsüz olabilirdin…”
Büyücü: “Bir gulyabani ne vaat edebilir ki?”
Taryal: (Soylulara has muazzam bir kibir ve sonuna kadar haklı olduğunu iddia eden buyurgan bir ses tonuyla) “Şatoma ne hakla girersiniz? Bu ne cüret! Çok merak ediyorsanız söyleyeyim. O'nu seçtim çünkü bana en samimi duygularla aşk mektubu yazdı. Siz ise sadece gösteri yaptınız! Biraz kendimizi gösterelim ama kız bana aşık olsun düşüncesi! Siz erkekler hep aynısınız! O beni yuvasına davet etti, mezarlıkta piknik yaptık. O kadar samimi ve içtendi ki…”
Büyücü: “Aldı Koca’nın tırpanı! Mezarlıkta ölü kemirmenin nesi romantik!”
Eşkıya: “Nasıl bir fantezi anlayışı lan o öyle? Nasıl bir mide?”
Taryal Hanım: “Siz romantizmden ne anlarsınız? Hem kapımı kırıp şatomu basmaya nasıl cüret edebiliyorsunuz hala anlamış değilim! Ne hakla bana hesap soruyorsunuz? En ufak ilgide hemen aşık olursunuz zaten! Sonra da evin önüne gelip dadanırsınız!”
Büyücü: “Sen her halükarda benimsin! Ağzımı bozdurtma bana!”
Vampir: “Nasıl senin? Sen ne hakla…”
Vampir tıslamaya başlayınca büyücü muazzam bir öfke patlamasıyla ona döndü. Büyücünün elinden bir anda parlayan tuhaf bir ışık vampirin gözlerini geçici  olarak kör edip rakibinin birini saf dışı bıraktı.
Büyücü: “Sakın bana yaklaşmayı deneme! O benim! (Gulyabaniye dönerek) Ve sen!”
Gulyabani: “Evet haklısın. Basit bir mezarlık gulyabanisiyim, hatta açık medrese sisteminde okuyorum, maddi durumum çok iyi değil… Ancak aşkım beni seçti, geleceğimizi birlikte inşa edeceğiz. Sizin gücünüz ve karizmanız, benim arzularımızın karşısında ne kadar kuvvetli olabilir ki?”
Büyücü: “Seni aşağılık, sefil, çürümüş mezar gulyabanisi! Seni öyle küçük parçalara ayıracağım ki leşini kimse bulamayacak! Bakalım arzuların seni benim lanetlerimden ve belalarımdan koruyabilecek mi?”
Taryal: (Bağırarak) “İmdaat! Bir büyücü! Büyücü şatoma saldırdı! Engizisyon yok mu? Vampirler! İblisler! Engizisyon nerede?”
Eşkıya: “Muhafız İmdat’ı çağırır gibi engizisyoncu mu çağırılır lan? (Büyücüye) Aga gidelim buradan başımıza iş almayalım zaten kafadan haneye tecavüzden hüküm giyeceğiz…”
Engizisyoncular ve Güneş Rahipleri ise büyücü, vampir, cadı türevinden herhangi bir yaratığın lüzumsuz bir işe kalkışması ya da ulu orta kiliseye aykırı bir şey yaptığını zannettikleri daha az radikal kimseler, ahaliden “ahlaksız(!)” işlere meyledenlerle ilgili ihbar beklerlerdi. İhbarı alır almaz tıpkı bir itfaiye teşkilatı gibi anında hazır bulunan alet edevatlarıyla olay yerine intikal ederlerdi ki itfaiyecileri bile gölgede bırakırlardı. Bu yüzden duydukları çığlık sesi ve yakabilecek birilerinin varlığı onları olduklarından daha da hızlı bir şekilde mabetlerinden dışarıya çıkarmıştı ve evlerinden çıkanlar da koşturmaktaydı.
Normal şartlar altında Ak Diyar’da (belli şehirler hariç) yardım çığlığınızın en yakın muhafız karakoluna ulaşması oldukça yüksek bir ihtimaldir. Ancak boğaz kesme ve kalabalık gasp çeteleri olasılığı nedeni ile bu muhafızların olay yerine intikali “olabildikçe” geçtir. Bağıranın boğazı kesilip, lağım sıçanları cesedini kemirirken gelip fail-i meçhul vakayı deftere kaydedip cesedini kaldırırlar, kanların üzerine bir kova su döküp giderlerdi. İnsanların tepkisi ise perdelerini daha sıkı kapatıp kulaklarını dahi mühürlemek olurdu. Ancak engizisyonu çağıran bir çığlık, yakılacak bir büyücünün varlığı söz konusu olunca meşalelerini alıp, tırmıklarını sallayarak Güneş Rahipleri’nin ardına takılıp koştururlardı.
Bu, insanların inanç dünyasına hitap etmese bile arkasında önüne geleni linç edebilecek kendisi gibi muazzam bir kalabalığı getirdiğinden, hep birlikte sinirlerini atmak, sıkıntılarını gidermek ve bu şiddet ayininin bir parçası olmak için mabetlerinden çıkan engizisyon savcılarının ve cellatlarının ardından seğirtmekten çekinmezlerdi. Akdiyar insanları basit yarışmaları bile kavga ve iç savaş meselesi haline getirebilirdi. Engizisyon savcıları, cellatlar ve Güneş Rahipleri ise çok az uyur, kalan zamanda garip görünüşlü pagan yahut şaman kılıklı köylü ihbarı yapıldığında onu kıstırmak üzere olay yerine koştururlarken onların peşine takılırlardı. Hiçbir Akdiyar’lı linç fırsatını kaçırmazdı, bu yöresel bir spor gibiydi.
Bu sefer ise nadir olarak kendileri çağrılıyordu –kelimenin tam anlamıyla çığlık çığlığa birisi onları çağırıyordu. Bir kazığa bağlanıp yakılmak istemiyorsanız uluorta bağırarak “Engizisyon”u yanınıza çağıramazdınız. Ancak ses bir büyücünün yani yakılacak herhangi birinin varlığını işaret ettiğinden bu seferlik geleneklerini sallayan rahipler ve engizisyoncular olay yerine doğru koşturmaya başlamıştı.  Sesler mahallede yankılanınca, meşalesini, tırmığını, kılıcını alan şehirliler, engizisyon memurlarının ardına takılarak koşturmaya başlamıştı bile.
Kabalıklar ve meşale sallayan insanlar sokakların öbür uçlarında görünüp, evlerinin önünden çekirdek çitleyip çay içen ahali çocuklarını ve örtülerini alıp evlerine kaçıp kapılarını örtmeye başlayınca,  Vampir ile büyücü bu dehşet verici manzaraya bakakalmışlardı. Engizisyoncuların sembolü olan siyah cüppe üzerine kırmızı güneş alametini gördüklerinde yutkunarak göz göze geldiler.
Vampir: “Eee… Gelenlere de büyü yapabilirsin değil mi?”
Büyücü: “Beni bitirirler. Yasalara karşı gelemem! Zaten haneye tecavüz yüzünden bunların elinden kurtulsak Şehir Konseyi’nden kurtulamayız. Öğrenciliğim, bütün kariyerim yandı! Kesin bunun babasının tanıdıklarıdır hepsi, ömrümüzü Akkent zindanlarında geçiririz!”
Vampir: “Demin gürlüyordun ama yasalar kimin umurunda diye?”
Büyücü: “Demin eli meşaleli ve engizisyoncularının peşinde koşturan bir sürü kızgın şehirli yoktu tamam mı?”
Eşkıya: “Fazla yaklaştılar kaçalım bence...”
DEVAM EDECEK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder