(İş bu hikaye, Terry Pratchett ve Diskdünya serisinden, özellikle Rincewind'den esinlenerek yazılmıştır. Diyaloglara ve tiyatrovari parantez içi belirtmelere dayalı, mizahi bir kurgu olarak düşünüldü.)
Herhangi bir gezegen ya da paralel evrenlerden biri…
Burası Acunal…
Gökyüzünde arada bir görülen kaynağı belirsiz kızıl
ışıltılara binaen böyle bir isim takmışlar. Burada bir sürü kıta, bir sürü ada,
bir sürü şehir ve ülke, bir sürü insan ve tahmin edileceği üzere bir nice
“mevzu” var... Dünyamızın zaman hesabına göre Orta Çağ ile Yeni Çağ arasında
bir zamana tekabül etmekte olan bir dönemdeler…
Durumun anlaşılması açısından biraz “Ak Diyar
Sosyolojisi’nden” bahsetmeli…
Görkemli, büyük ve bir o kadar da entrika dolu Ak Diyar
kıtasında, Ak Diyar Konfederasyon’una bağlı topraklardayız. Beyaz Hisar'ın
gerisindeki Beyaz Federasyon bölgesinde. Ortasından bir nehrin çaprazlamasına
ikiye böldüğü, üniversitesiyle ve akademik camiasıyla ünlü Okullar
Şehri'ndeyiz. Mevzu orada geçiyor yani, Avrupa falan değil karışıklık olmasın
baştan Acunal dedim. Burada da bir engizisyon mevcut çünkü. Avrupa’daki ile
benzerliği ses benzeşimi… Ancak anlam açısından aralarında neredeyse hiçbir
“fark yok”…
Engizisyon dedikleri Güneş Rahipleridir. Güneşe, aydınlığa
ve iyiliğe öylesine kafayı takıp, kendilerini karanlığın yok edilmesine öyle
adamışlardı ki sonunda kendileri “karanlığa düşmüşlerdi.” Ancak bunu yüzlerine
söyleyebilecek cesarette pek kimse yoktu. Kafayı aydınlık savaşlarıyla bozmuş
daha radikal bir grup ise Engizisyon namı ile diyarda büyücülere ters bakmakta,
eline geçirdiği “karanlık varlığı(?)” yakmakta… Avrupa’dakinden tek farkı
mahkeme yapmıyorlar, gördükleri yerde suçlayıp yakıyorlar, kesinlikle mahkeme
yok. Güneş Kilisesi’ne bağlıları ki sadece “Kilise” olarak anılması bile
hakkında yeterli bir bilgi verir. Çünkü
Acunal’da bu kadar büyük başka bir kilise yapılanması yok.
Acunal’ın birçok tanrısı arasında en fazla tapınılan ve
üzerinden “ekmek yenilen” mefhum Güneş Kilisesi’dir. Mahalli tanrılara dayanan
inanç sisteminden sonra zuhur eden, Ulu Koca Tapınağı’ndan ayrılma şamanların
kurduğu basit bir inanış, siyasi ve askeri ellerde ölümcül bir silaha
dönüşmekte gecikmemişti. Acunal üzerindeki en güçlü kilise olduğundan, kıtalar
arasındaki tanrılar tasavvuruna göre şekillenmiş şamanizm, paganizm, totemizm
ve her türlü mahalli inanışa karşıdırlar. Haçlı Seferleri gibi “Güneş Seferi”
düzenlemeye niyet etmekteler ve düzenlemişler... Cinler, umacılar,
gulyabaniler, vampirler gibi insan dışı her ırka karşı da pek sevgiyle
yaklaştıkları söylenemez tabi…
İşte böyle bir sosyal gerçeklikte…
Okullar Şehri’nde nehrin öğrenciler, araştırmacılar,
büyücüler, simyacılar ve sair ilim ehlinin kaldığı güney yakasından, sivil
yerleşimlerin ve şehir ahalisinin bulunduğu kuzey yakasına geçen Büyücü Wyern
Kızılaba ile Eşkıya lakaplı, hattı zatında eşkıyalık yapmaktayken para
karşılığı hapisten Wyern’in kurtarıp yanına aldırdığı Sansar, şehrin
sokaklarında ilerlemekteydiler. Wyern’in onu yanına almasına hiçbir arkadaşı
akıl sır erdiremese de Wyern’in kendince bir nedeni vardı. Normalde bir büyücü,
mezarlıktan bir gulyabani çağırıp, bunu köle olarak kullanabilir her türlü
yardım ihtiyacını bu şekilde giderebilirdi. Ancak sokaklarda doğaüstü
saydıkları mahlukları görmeyi pek sevmeyen Kilise ve engizisyon yüzünden,
yanında bir hilkat garibesi ile gezmek yerine, hem becerikli hem de kafası
kurnazlığa basmayan, daha iyi denebilecek bir eşkıya olan Sansar’ı,
hapishaneden kefaretini ödeyerek kurtarmıştı. Sansar ise dağda taban
tepmektense, şehirde sıcak bir yatak ve karnının doyması karşılığında onun
yanında kalmaya başlamıştı. Kısa sürede iyisiyle kötüsüyle köle-efendiden
ziyade iki çocukluk arkadaşı gibi olmuşlardı. Kafa yapıları ve hayattan
beklentileri taban tabana zıttı ancak tuhaf bir şekilde birbirlerine uyum
sağlamışlardı.
Wyern törenlere ve ayinlere sakladığı en güzel giysilerini
giyinmiş, tılsımlarını takmış takıştırmıştı. Sansar da ondan aşağı kalmamıştı
ancak her haliyle pek bir giyim zevkinin olduğu söylenemezdi. Bir davete gider
gibilerdi. Wyern Kızılaba üniversite öğrencilerinden birine aşık olmuştu. Şehrin
soylu ailelerinden Beyazhisarlızadeler’e mensup ve Ak Diyar Üniversitesi
Siyaset Okulu öğrencilerinden Taryal Hanım'la maceralı bir muhabbete dalmıştı.
Daha önce şehirde birkaç kere göz göze gelmişlerdi ve aynı kitapçıda
birbirlerine rastlamışlardı. Wyern, hiç huyu olmadığı halde sıkıcı siyaset
kitapları kısmında zaman geçirmeye başlamış ve onu ikna edip bir sokak
tiyatrosunda buluşma ayarlayarak onunla görüşmeyi başarmıştı. İlk defa böyle
şeyler yaşıyordu, hatta Sansar: “Usta
kızda bir numara olmasın?” diye birçok kere sormuştu ancak neden
şüphelenmesi gerekiyordu ki? Aşk bir büyücünün bile başına gelebilecek bir
şeydi.
Sokak ortasında absürt komedi yapan bir tiyatro
seyirliğinde daha da ilerleyen görüşmeleri, bir kaç mektuplaşma ile sürmüş, en
son Taryal kendisiyle “Kütüphane Korusu”nda buluşmak istediğini söyleyince
Wyern Kızılaba, Nehirdibi Birahanesi’ne gitmiş, sabahlara kadar sevinçten
içmişti. O civarda, sevgililer ve sevgili adayları arasında “Kütüphane
Korusu”nda buluşmak “aşırı samimiyet” nişanesiydi. Önceleri üniversite
civarında gözden ırak başka bir mekan bulunmadığından pek çok aşığın
kütüphaneyi tercih etmesi, buraya gelip giden bir çok kesimi rahatsız etmişti.
(Şöyle diyorlardı: “Tam Kıtalar Arası
Büyü Akımı konulu bir araştırma yapıyorsun ve bulduğun tek şey yaz-kış demeden
tenha kitap rafları arasında önçiftleşme yaşayanların çıkardığı o sesler…”)
Şehrin meclisinin de onayladığı bir yasayla kütüphane civarına tılsımlı bir
koru yapılmış ve girişine “Aşıklar buradan” yazan bir levha yerleştirilmişti.
Tılsımlı olduğu için ilk etapta aşıkları yutup kozmik iblislerin bulunduğu bir
boyuta ışınlayabilecek gizli bir kapı olduğu söylentisi çıkmış, buradan uzak
durulmuştu ancak buraya giren ilk çiftin ardından her ırktan aşık buraya gelir
gider olmuştu. Tılsım gereği korudan dışarıya yahut dışarıdan koruya ses
gitmiyordu böylece araştırmalar sekteye uğramıyordu. Üniversitenin açıkgöz
Başmüdürü, içeriye birde içkili bir işletme açmış ve Güneş Rahipleri’nin
tepkisini çekmişti. (Şöyle demişlerdi: “İlim
araştıracaklarına gönül mü eğlendirecekler? Oldu olacak fuhuş sektörüne
açılsın. Güneş’in İlkelerine aykırı bunlar! Rahatsız oluyoruz!”) Ancak
şehirler üzerinde sosyo-kültürel hariç idari anlamda bir yetkileri
bulunmadığından (onu bunu yakmak dışında) “rahatsızlıkları” dikkate
alınmamıştı.
Wyern Kızılaba, hayatında kurmadığı kadar hayal kurarken
soylu Hanımdan gelen mektuplar kesilip kız görünmez olunca şüpheye düşmüştü.
Aşıklar Korusu’ndaki buluşma için de kendisini ekerek buluşmaya gelmeyince
büyücü, kızın naz yaptığını düşünerek (bu fikri ona Sansar vermişti: “Naza çekiyor kendini, ısrarcı ol, kovala…
Bu işler böyle…”) sağlam bir sürpriz olması açısından kızın şatosuna gidip
orada ilan-ı aşk etmeye karar vermişti.
Kendisine güveniyordu zira Kızıl Evren üzerinde haklı bir
ünü vardı. Altıncı Dereceden kara büyücüydü. Vusta, Havas, Ayiniyye, Kem Göz
Nişanları'na sahipti ve “Uğursuzluk
Çağırma ve Ölüm Büyüleriyle Karşılaştırma” konulu araştırma teziyle
üniversiteye girmişti. Bu şu demekti. Ortalama bir büyücüye göre daha fazla
bilgiye sahipti, karanlık güçler üzerinde belli bir hâkimiyeti vardı. Ölü
ruhlarla konuşabilirdi, nazar ve uğursuzluk konusunda alt etmek istediğini
şekilden şekile sokabilirdi ve şimdide lanetleme büyüleri üzerine
çalışmaktaydı. Kesinlikle bir yarı tanrıyla başa çıkamazdı ya da yarı tanrı
olduğunu iddia edemezdi (soyu tükenmiş büyücülerin soyundan gelmekteydi).
Etrafına gulyabani ve ifrit kabilelerini toplayıp kendisini “Karanlıklar
Efendisi” ilan etmiş bir varlıkla çarpışmayı aklının ucundan bile geçirmezdi
–en azından şimdilik. Ancak kesinlikle iyilik için yanıp tutuşmayan, karanlık
güçleri deşeleyen türden bir büyücüydü. Üzerine hücuma kalkmış bir tabur
askerin üzerine yedi sülalelerine yetecek bir uğursuzluk yerleştirebilir, değdirdiği
nazarla duvarları çatlatıp gemileri batırabilir, mezarlıktan çağırabildiği
birkaç tuhaf mahlûk ile onları korkudan öldürebilirdi. Ancak aşk büyüleri
üzerinde uzmanlığı sıfırdı ve her çalışkan öğrenci gibi kızlar konusunda pek
başarılı olduğu söylenemezdi.
Yine de Wyern Kızılaba, her ne kadar üstün güçleri olsa da
karakter ve kader olarak sorunlu birisiydi. Okullardaki beceriksiz, başarısız
öğrenciler gibi olsaydı yaşadığı aksaklıklar ona sıradan gelebilirdi ancak bu
kadar kabiliyet sahibi olup bu denli talihsizliğe gark olmak bilinçaltında
muazzam bir kompleks yaratmıştı. Eğer gerçekten başarılıysanız yerinizi
korumalısınızdır, bir tembelin başarısızlığı dikkat çekmez ancak bir başarılı
öğrencinin en ufak hatası parmakla gösterilmeye neden olurdu.
Çocukluğundan beridir yegane hayali “karanlık sanat”
üzerinde söz sahibi olmak ve denk getirdiği bir diyarda “Karanlıklar Efendisi”
olmaktı. Herkesten gizlediği bir arzusuydu. Ancak kaderi ve yaradılışı bu
“karanlık emellere” uygun değildi. Asıl uzmanlaşmak istediği alan boyut kapılarıydı,
başka gerçekliklerden başka varlıkları taşıyabilme ve onlara hükmedebilmekti.
Tüm çalışmaları bu yönde ilerlemişti. Ta ki kasabasına gelen büyü heyetinin
önünde basit bir hata yaparak yanlışlıkla ahtapotvari bir yaratığı kasabasına
taşıyıp koca kasabanın yok olmasına neden olduğu güne kadar... Dünyalarının
selametini düşünen büyücüler tarafından tam ona müsait bir alana
yönlendirilmişti: “Lanetleme ve Uğursuzluk Büyüleri…” Alanında gerçekten
ustalaşmıştı ama beddua okuyarak nasıl “karanlıklar efendisi” olacağına dair
hiçbir fikri yoktu. Yine de çalışmalarını sürdürüyordu. Başarılı bir öğrencinin
hayattaki beceriksizliklerinden nasibini almış olsa da bir gün daha da
yükseleceğini, hatta boyut kapıları üzerine yeniden araştırma yapabilme imkânını
elde edebileceğine inanıyordu.
Dolayısıyla, Taryal Hanım’ın şatosuna doğru giderlerken,
namından ve kabiliyetinden başka güvenebilecek hiçbir şeyi olmadan, sırf
akademik kariyerinin verdiği gazla mermer kaldırımlar üzerinde emin adımlarla
yürüyordu ve Sansar ile aralarında meseleye dair bir tartışma dönmekteydi:
Eşkıya: “Cevap yok,
haberci yok kalkıp elin soylusunun şatosuna gidiyoruz... Başımıza bir iş
gelmesin?”
Büyücü: “Mezardan
ceset çalma yok, yaratık beslemek için çocuk da kaçırmıyoruz ne olabilir ki?
Gideceğiz kızın şatosuna, meramımı anlatacağım sonra gelsin aşk dolu günler...”
Eşkıya: “Kızla
evlenmene ailesi karşı çıkmasın? Soylu moylu...”
Büyücü: “Bu zamanda
doğru dürüst kaç büyücü var? Hem benim gelecek planlarım falan var hani
diyorlar ya “Asırları Aşan Yüce Kötülük” geyikleri... Dokuzuncu seviye olduktan
sonra kendi krallığımı kurup “Büyücü Kral” olabilirim. O da tabii ki “Büyücü Kraliçe”
olmak isteyecektir... Basit bir şehir soylusu olarak kalmaz istemez herhalde?”
Eşkıya: “Şu beyaz
granitten şato değil mi?”
Büyücü: “Evet.
Yaklaştık sayılır, ışıkları yanıyor.”
Ancak beyaz granitten, üç-dört katlı olduğunu tahmin
ettikleri “mütevazı” şatonun giriş kapısında beli kılıçlı ve tepeden tırnağa
zırhlı bir muhafızın beklediğini gören Wyern Kızılaba’nın neşeli hali bir anda
yerini şüpheye bırakmıştı. Aydınlık Deniz’in balıkçı köylerinden gelip Akkent
başta olmak üzere Ak Diyar’ın şehirlerinde ve madenlerinde paralı muhafızlık
yapanlara benziyordu. Yine aynı şekilde bu durumda Sansar’ın da fark ettiği bir
acayiplik vardı…
Eşkıya: “Niye bir tek
onların şatosunun kapısında koruma var?”
Büyücü: “Bu çok
enteresan… Onu evine bıraktığımda geceydi ve o koruma yoktu. Ama şimdi...”
Eşkıya: “Paralı asker
tipi var. Gerçi bar fedaisine daha çok benziyor. Şu sıfata bak! Kesin boş
zamanlarında kiralık katillik yapıyordur. Dağda bunun yolunu kesmeye kalksam
önce tipine bakar, sonra kılıcımı indirip "Pardon ben başkasıyla karıştırdım"
deyip geri kaçardım... Ya bizi içeri almazsa?”
Büyücü: “Parti değil,
eğlence değil, soyluların ve tüccarların fink attığı özel yerlerden hiç
değil... Ne diyebilir ki? Evin misafirleriyiz. Geldik işte, bekle ben
konuşayım... Öhmmm. İyi geceler.”
Kapı Bekçisi: (Duyanı her türlü saldırganlıktan
uzaklaştırabilecek korkutucu bir sesle) “Durun!
Siz kimsiniz?”
Büyücü: “Ben Büyücü Wyern
Kızılaba. Bu da yardımcım Sansar.”
Eşkıya: “Dağlıgillerin
Sansar, baba tarafından dev'lik var bizde de...”
Büyücü: “Öhmmm...
(Sansar’a öfkeli bir bakış atmasının ardından) Neyse, biz Taryal Hanım'ın misafirleriyiz.”
Kapı Bekçisi: “Bana
öyle bir bilgi gelmedi...”
Eşkıya: “O nasıl cevap? Kardeş burası damsız girilmeyen barlardan falan mı?
Yanlış mı geldik?”
Büyücü: “Aldı
Koca’nın baltasına gelesin, Ak Ece’nin ışığını göremeyesin Sansar kapa çeneni!
(Kapı bekçisine dönerek) Efendim müsaade
ederseniz... Taryal Hanım beni tanır, geçeyim bir zahmet…”
Kapı Bekçisi: “İçeri
giremezsiniz! Hanımımın kesin emri var!”
Büyücü: “Bakın ben
Altıncı Dereceden kara büyücüyüm! Vusta, Havas, Ayiniyye, Kem Göz Nişanları'na
sahibim. Uğursuzluk Çağırma ve Ölüm Büyüleriyle Karşılaştırma konulu
araştırmamla üniversiteye girdim ben! Bu rezalete hemen bir son verin!”
Eşkıya: (Wyern’den aşağı kalmamak adına) “Eee... Ben de... Ben de bir keresinde Kör
Rufus ve çetesini attığım narayla kovalamıştım. Sesimi azgın erkek ayı sesine
benzetmişti... Neyse...”
Kapı Bekçisi: “Taryal
Hanım kapıya sap, yalnız birileri gelirse özellikle içeri almamamı emretti.”
Eşkıya: (Wyern’e dönerek) “Bak sana söylemiştim damsız almıyorlar, dediğim gibi bar çıktı. O
kadar da beddua ettin…”
Büyücü: “Zehirli
oklara gelesin Sansar! Neyse gidelim biz bari…”
Eşkıya: “Bir dakika
ustam sen bunların dilinden anlamazsın… (Korumaya dönerek
“diklenir/horozlanır” bir şekilde) Sen
kimi almıyorsun lan içeri? Sen kimsin lan? Çağır patronunu!”
Büyücü: (Eşkıyayı çekiştirerek) “Aldı Koca belanı versin Sansar! Kara yere gir Sansar!”
Büyücü ve Eşkıya kapıdan uzaklaşınca Sansar, Wyern’in nasıl
bu kadar kolayca vazgeçtiğine şaşırdı. Ancak…
Büyücü: “Ne var lan
içeride? Cama çıkalım bari? Arkadan kolayca gireriz, şu zebani tipli görmeden
arkaya dolanalım…”
İkili ilerleyerek şatonun arka bahçesine gelerek çalıların
üzerinden atlayıp duvarları geçerek şatonun arka duvarına varmışlardı. Ancak büyücü
buraya vardığında tuhaf bir şeyler hissetmeye başlamıştı.
Büyücü: “Burada bir
şey var... Varlığını hissediyorum!”
Eşkıya: “Böcektir
böcek... Bahçedeyiz ya…”
Büyücü: “Düşünebilen
bir şey geri zekâlı! Yakınlarda… Duyuyorum adeta!”
Eşkıya: “Ben bir şey
duyamadım?”
Büyücü: “Gece
yaşayanların anlayabildiği, gündüz yaşayanların anlayamayacağı tuhaf bir dil
vardır. Gündüzün alaycılığındansa gecenin çirkinlikleri örtücülüğüne sığınan
bizim gibilerin aralarında gizli bir iletişim vardır.”
Sansar, Wyern’in cevabından bir halt anlamamıştı, Wyern de
anlatmakla uğraşmaya hiç niyetli değildi. Wyern’in hissettiği gibi gerçekten
birine rastlamışlardı duvarın dibinde. Kendi kendine söylenmekte olan, siyah
pelerinli vardır ve oldukça karizmatik görünen bir adamdı. Wyern onun varlığını
neden bu kadar güçlü hissettiğini anlamıştı zira adam bir vampirdi. Peki, bu
kimdi? Burada ne işi vardı? Söz konusu Taryal’ın arka bahçesinde bir erkek vampirle
karşılaşmak olunca Wyern’in o güne kadar akademik camia dışında pek
kıpırdamayan kıskançlık damarı kabarmıştı…
Büyücü: “Vampir bu,
vampir...”
Eşkıya: “Pelerin
dalgasından mı anladın? Şu şekle bak, havalara bak…”
Büyücü: (Vampire hitaben) “Sen de kimsin?”
Vampir: “Pardon? Avcı
mısınız?”
Eşkıya: “Hee… Avcıyız
biz, kaz sürüsü takip ederken geld…”
Wyern’in Sansar’ın böğrüne sertçe dirsek vurması üzerine
cümlesi yarıda kesilmişti. Wyern, Sansar’a tehditkâr bir bakış fırlattıktan
sonra esrarengiz vampire döndü.
Büyücü: “Bildiğin
avcıyı kastetmiyor geri zekâlı! Vampir avcısı olup olmadığımızı sordu. (Vampire
dönerek) Büyücüyüm, büyücü korkma!”
Eşkıya: “Oha! Dişlere
bak! Harbiden vampir bu! (Wyern’in ivedi bakışları üzerine) Tamam sustum...”
Büyücü: (Vampire hitaben)“Burada ne işin var?”
Vampir: “Şato sizin
miydi?”
Büyücü: “Yok benim
kendi şatom var ama bu değil.”
Eşkıya: “Ne şatosu
aga? Yok kardeş kulede kalıyoruz biz üniversite yurtlar ve toplu konutların…
Tamam bakma öyle, şato he şato!”
Büyücü: (Vampire) “Müstakbel
sevgilim kalıyor burada bu şato onun ve ailesinin.”
Vampir: “Demek o
sensin! Sevgilimi çalarak şatosunda âlem yapan, beni de içeriye aldırmayan o
zalim sensin! Benim gibi hakir bir âşıkla dalga geçmek için geldin demek!”
Vampirin bu cümleyi şiir okur gibi teatral bir tavırla
söylemesi üzerine Wyern ve Sansar bir hayli şaşırmışlardı. Vampirler
(sahicileri, melez olmayanlar) genelde garip varlıklardı ancak böyle şiir okur
gibi konuşup tiyatroya has hareketlerle hareket edenini görmemişlerdi.
Eşkıya: “Sen buna
kötü bir şey mi yaptın? Ne yaptın? Gerçi tam anlamadım ama?”
Büyücü: “Dur yahu
tiyatroya başlama hemen! Sevgilim demedim, müstakbel dedim gelecekte yani. Hem
şatoda âlem yapıyorsunuz dedin. İçeride kim var ki?”
Vampir: “Demek sen de
değilsin. Sen de benim gibi kandırılmışsın. Seni de aldattı demek o sade
güzelliğiyle, tatlı sözleriyle…”
Eşkıya: “Ohooo! Daha
ilişki başlamadan boynuzu takmış kız. Soylu moylu ama kaşarlanmışsa artık…”
Büyücü: (Sansar’a yine tehditkâr bir şekilde bakarak) “Ulu Koca belanı versin! O çenene ayağım
girsin Sansar kapa çeneni! (Aynı sinirle vampire dönerek) Sen kimsin, olayda rolün ne onu anlayamadım?”
Vampir: “Kusura
bakmayın henüz tanışmadık değil mi? Gorour Sandıkçızade. Vampirain'liyim.
Ticaret fakültesinden…”
Eşkıya: “Buradan mı
Bazilikaros Kıtası'ndan mı?”
Vampir: “Buradaki.
Tüccardan vampir olduk biz.”
Eşkıya: “Ben
askerliğimi Vampirain'de yaptım bak. Bizim çavuşumuz da oralıydı. Konfederasyon
Ordusu Zorunlu Hizmet zamanımda…”
Vampir: “Hadi ya. Hiç
Tabutçular Sokağı'na geldin mi?”
Eşkıya: “Çok gezdim
orayı. İşte Akkent’in meşhur Altın Caddesi gibi, orası da Vampirain’in Altın
Caddesi, piyasa orada hep…”
Büyücü: “Sansar,
çenen kopsun Sansar! Ne geyiğe sardınız be! Gorour, hocam sen şimdi sevgiliyle
âlem yapan birisinden bahsettin. Nedir şu mesele?”
Vampir: “Şatosuna
geldim, aniden estiren ılık bahar rüzgârı misali. Sürpriz yapmaktı amacım… İçeriye
almadılar beni camından tırmanayım dedim taze meltem gibi koynuna süzülecektim.
Ama…”
Eşkıya: (Wyern’e) “Abi yengeye sarkmaya gelmiş bu bildiğin?”
Büyücü: “Dur hele!
Eee? Ama dedin?”
Vampir: “İçeriden iki
kişinin sesleri geliyordu. Aşk sözleri söylüyorlar birbirlerine. Biri Taryal’dı
maalesef… Öteki ise başka bir erkeğe aitti…”
Büyücü: “Bu olamaz. Ama
kız bana ilgi göstermişti? Beni sevdiğini söylemişti?”
Eşkıya: “Buna dedim o
kadar paraya kıy, gümüş simlerle süslü bir at arabası al. Kızlar bayılıyorlar
öyle şeylere. Dağdan inme cahiliz diye kulak asmadı…”
Wyern olabilecek en karamsar ruh haline bürünmüştü.
Hayatının en büyük ikinci hayal kırıklığını yaşamıştı (ilkinde o ilk boyut
kapısını açıp bilge bir iblis yerine acayip bir ahtapot-canavar getirerek
bulunduğu kasabanın yok olmasına neden olduğu, akademik kariyerini sarsan olay),
Sansar’a bile kızacak hali kalmamıştı. Ancak ayakta kalmalıydı, son kabiliyetli
büyücülerden biriydi, iyi seviyede olmayan diğerlerini yetiştirecekti. Akademik
kariyerinin kendine has tılsımlı kudreti sayesinde böylece karamsarlıktan
sıyrılıp eski ruh haline geri büründü.
Vampir: “Bana da ilgi
gösterdi ama sonra bu ilgisini kesti kayboldu. Ben de şiir yazıp şatosuna
geldim o kadar, sonra o sesleri duydum. En güzel şiirimi yazmıştım oysa! Dinle
bak: "Mor zambaklar dökülür ışığımıza,
ufkunda açan sevginin, yağmurun ezberinde buluştuk, sahneler aykırıdır esriktir…"
Eşkıya: “En güzel şiiri buysa en kötülerini Akkent zindanlarında
işkence amaçlı kullanıyorlardır…”
Büyücü: “Bir şey
soracağım samimi cevap ver. Kız seni bu şiiri okuduktan sonra terk etti değil
mi?”
Vampir: “Hayır daha
görmedi bile. Yani okuma fırsatım olmadı. Herhalde saatlerdir orada aşk
yuvalarındalar…”
Wyern’in öfke damarları kabarmıştı. Başarısız giden bir-iki
deneyinden sonra arkadaşlarının deneyimleyebileceği üzere pek kaşınacak bir
damar değildi. İstemediği bir alan üzerine zorla yönlendirilmişti ancak
öfkesini kanalize ederek alanında tek isim haline gelen usta bir uğursuzluk ve
lanetleme ustası olmuştu. Öfkesini çeken kişinin her bir sinir ucuna her saniye
milyonlarca iğne saplayacak denli girift delirtme büyüleri bilirdi.
Büyücü: (Bir anda gürleyerek) “İkimizi birden atlattı demek! Peki, kimi seçti? Tamam, bizden iyileri
de var aday olarak bakarsan ama merak ettim beni seçerek büyücü kraliçe olurdu,
seni seçseydi ölümsüz olurdu. Bizim yerimize kimi tercih etmiş olabilir?”
Vampir: “Bilmem. Cama
çıkıp bakamadım açıkçası. Kalp ağrım elvermezdi buna! Ama madem öyle diyorsunuz
kanat çırpmakta beis görmeyeceğim!”
Büyücü: “Tamam.
Sansar sen burada bekle. Biz biraz uçup geleceğiz…”
Eşkıya: “Takılın siz.
Ben eşkıyayım aga, normal insanım. Kendimi yırtsam oraya uçamam zaten!”
Vampir yarasaya dönüşüp kanatlarını çırparken, büyücü
dumanlara büründü. İkili cama doğru yükselip koca salonu bir uçtan bir uca
görebildiklerinde dünyaya geldikleri güne lanet okudular. Taryal’ın yanı
başında ona aşk sözcükleri söyleyen “şey” beyaz atlı bir masal aristoktratı
değil çirkin görünümlü alelade bir mezarlık gulyabanisiydi! Acunal üzerinde
sıradan bir gulyabani olmak sıkıntı olmazdı -hemen hemen, ancak bir mezarlık
gulyabanisi ölülerle beslenen, büyücülerin ve vampirlerin kölesi olarak hizmet
veren varlıklardı! Yine de şu durumda o soylu kızın tercih ettiği, kendilerinin
sunabileceği fırsatları uğruna terk ettiği âşıktı! Gözlerini yalancılıkla
suçlayarak yeniden yere inip eski formlarına kavuştular.
Vampir: “Sarımsak
kokusu vurdu herhalde ben demin hayal gördüm... Gulyabani miydi o?”
Büyücü: “Maalesef
gerçek… Acıtacak kadar gerçek...”
Vampir: “Ne yani seni
beni kıçıkırık bir gulyabaniye mi tercih etti?”
Büyücü: “Eh... Teknik
olarak böyle söylenebilir.”
Eşkıya: “Kız sizi bir
mezarlık gulyabanisiyle mi aldatmış? Ehm… Kızın kör olmadığına emin misiniz?
Tabi o kokuya dayanabilmesi için burnunu ve o çirkin sesini duymamak için
kulaklarının da olmadığını varsayarsak…”
Vampir: “Ama benim
hayallerim ne olacak? Sen bile ne hayaller kurmuşsundur ey mahzun büyücü!
Başkaları da var belki, başka güzellikler ama bu kız başkaydı...”
Büyücü: “Benim de
hayallerim vardı. Hayaller gerçekle temas edince bozulmaya başlama
eğilimindedir…”
Vampir: “Bak! Ben bir
gulyabani yüzünden terk edilen olamam! Çevremdeki vampirler duyduklarında gülerler
bana! Vampir karizması, hipnoz ve kurbanını elde etme muhabbeti bilirsin…”
Eşkıya: “Ha ha ha!
Hiç güleceğim yoktu doğrusu. Şu… şu… Yaşadığınızı gidip okulda anlatsam önce
inanmazlar. Ha ha ha! Sonra da… sonra da…
Gülmekten ölen bir sürü… Ha ha ha! Tamam, ben sustum.”
Büyücü: “Seni
anlayabiliyorum, karizma meselesi ve bizlerin belli bir kariyeri var tabi. Ama
benim durumum daha içler acısı emin ol. Ben Altıncı Seviye bir büyücüyüm. Daha
üçüncü seviyeyken bir mezarlık gulyabanisi çağırabiliyordum! Şimdi kölem bile
olamayacak denli basit bir yaratık benim sevdiğim kızı tavladı! Benden sonra
gelenler hakkımda dehşet öyküleri anlatmak yerine absürt komedi fıkraları
yazacaklar…”
Vampir: “Bana acayip
gelen bir durum var yalnız kızın eğilimleriyle alakalı. Sevgili adaylarının üçü
de insan değil! Kız neden böyle bizim gibi metafizik varlıklara meyletti peki?
Biz Bazilika vampirleri gibi değiliz bilirsin onlar melezdir bizler ise gün
ışığına çıkamayan gerçek vampirlerdeniz. Sen sayılısın zaten çok büyücü yok?
Ötekisi ise mezarlık gulyabanisi… Neyse kimin umurunda, aptalca bir tesadüf
işte...”
Büyücü: “
DEVAM EDECEK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder