3 Ağustos 2018 Cuma

Varkolakların Gecesi-Bölüm 10


Gecenin köründe, Kaleiçi’nin boş sokakları Yaren’in ayak sesleriyle çınlıyordu. Bir yandan koştururken bir yandan da gördüğü şeyin sinir bozukluğundan kaynaklı bir hayal olduğunu düşünüyordu. “Hayır… Çağıl’ı ışıldayan gözlerle, sivri dişlerle görmedim, hayır!”
            Kaleiçi’nin karanlık sokaklarında sağa sola bakıyor, arada nefes almaya çalışarak ne yapacağını kestirmeye çalışıyordu. Nereye gitmeliydi? Nasıl kaçabilirdi? Elinde sıkı sıkı tuttuğu telefonla birilerini aramak hatırına gelmiyordu. Sokaklardan birine saptığı esnada diğer uçtan ağır ağır kendisine ilerlemekte olan Danica ile göz göze geldi. Kadının fal taşı gibi açılmış gözleri ve sakin yürüyüşü Yaren’in tüylerini diken diken etmeye yetmişti. Gözlerini Danica’nın gözlerinen ayıramıyordu, bakışları bağlanmış gibiydi. Ağır aksak adımlarla ardına bakmadan gerileyen Yaren birine çarptığını hissetti.  Arkasına döndüğünde bu sefer Dmitri ile göz göze geldi. Daha önceki hislerinin aksine şimdi adama karşı nedensiz bir ürperti duyuyordu. Ondan uzaklaşarak gerilemeyi sürdürüp onu da Danica’yı da karşısına almıştı.
            “B… B… Ba… Bay Dmitri?”
            Dmitri ürküten bir sakinlikle elini Yaren’e doğru uzattı: “Danica ile ufak bir gece yürüyüşüne çıkmıştık. Sen de bize katılmak istemez misin Yaren?”
            Kız başına gelenleri anlamaya çalışırken bir yandan da içgüdülerine uyarak gerilemeyi sürdürüyordu. Sokak lambalarının hepsi birden o anda sönünce ikisinin de gözlerinin kedi gözü gibi ışıldadığını fark eden Yaren cesaretini toplayarak gerisingeri koşmaya başladı. O anda şokun etkisiyle telefonunu anımsayarak güç bela açtı. Engin’i çevirdiğinde kendisine ulaşılamadığını, sesli mesaj bırakabileceğini anlayınca güç bela soluk alarak konuştu: “Engin acilen gel! Korkuyorum… Peşimdeler!”
            O esnada Engin’le Muzaffer kara suretli kasrın dev kapılarından geçip etrafı duvarlarla çevrili avlusuna girdiler. Duvar diplerinde sağlı sollu çatılarının bir kısmı çökmüş ahır olarak kullanılan barakalarla geniş ağızlı taştan bir kuyu vardı. Kuyunun dibindeki karanlıktan nedensiz yere ürpererek kasrın bahçesiyle aralarında duran iç kapılara vardıklarında bunların da kendiliğinden açıldığını gördüler. İlk katı taştan ikinci katı tahtadan inşa edilme olup hala sapa sağlam dikilmekte olan, tepesinde de kule misali tek katlı köşkvarî bir kısmın yer aldığı kasrın demirden kapılarıyla karşı karşıya kaldılar. Kasrın kısmen geniş bahçesindek üç-dört ağaç ve etraftaki otlar vaktiyle kurumuştu, tüm bölgeye ölüm hâkimdi. Kasrın alt katındaki demir örgülü pencereleri ile birlikte ahşap kısımdaki pencereleri de tahta perdelerle örtülmüştü. Kasrın tepesindeki köşkvâri yapının kubbesine tünemiş bir puhu turuncu gözlerini kasrın bahçesine girenlere dikmişti.
            Kasırla bitişik olarak inşa edilmiş ve mutfak olarak kullanılan taştan bir müştemilat vardı. Müştemilatın ahşap kapısı ardına kadar aralanınca buraya girmeleri gerektiğini anladılar. Kör karanlığa adımlarını atar atmaz cep telefonlarının ışıklarını yakarak içeriye tuttular. Asırların islerini taşıyan kararmış üç taş ocağın ve pencerelerin önündeki ahşap sehpaların önünden geçtiler. Örümcek ağı ve toz kalıntılarının altında demirden, bakırdan, tahtadan tabak çanaklar, kaşıklar, her yeri delinmiş kap kacaklar vardı. Uzun zaman önce kullanılmak üzere sehpaların üzerine çıkarılmış ancak çoktan paslanmaya yüz tutmuş birkaç kasap bıçağı da dikkatlerinden kaçmadı.
            Mutfakla kasrın birleştiği duvarın hemen dibinde tahta kapağı açık vaziyetteki geçitten geçip taş merdivenlerden soğuk ve ürkütücü bir dehlize indiler. Sağda solda çoktan çürümüş tahta sandıklar, delik deşik olmuş bohçalar, ahşap fıçılar ve kocaman küpler, asırların etkisiyle delinmiş atlas örtülerin altında tahtakurtları leşleriyle dolup taşan enva-i çeşit eşya Muzaffer’le Engin’i sanki bir anda gelip geçen asırların bağrına yeniden fırlatmıştı. Çakmaklı tüfek kalıntıları, paslı kılıçlar, kalkanlar ve zincir zırhlar dahi bu keşmekeşte telefonların ışığında müze raflarındaymışçasına arz-ı endam ediyorlardı. Koridor misali ilerleyen dehlizin sonundaki ahşap kapıya doğru ilerliyorlardı nitekim başka bir yere yönelmeleri kabil değildi.
            Engin sordu: “Abdül… Şerruh Paşa. Nasıl öldürülmemiş?”
            Muzaffer gözlerini kapıdan ayırmadan Engin’in sorusunu temkinli bir şekilde yanıtladı: “Abdülharis Paşa sıradan cadıcıların peşine düşeceği, onların alt edebileceği biri değildir. Belki bir dampir yahut vampiroviç yani vampir kanı taşıyan vampir avcılarından biri bu işi yapabilirdi. Ancak görünen o ki yapan olmamış.”
            Ahşap kapının önüne geldiklerinde asırlık kapı kulak tırmalayan bir gıcırtıyla açıldı. Bir başka karanlığa adım attıklarında genişçe bir odanın dört köşesinde bulunan devasa şamdanlardaki tozlu mumlar kendiliğinden yanmaya başladı. Loş da olsa aydınlık bir ortamdaydılar. Odanın hemen ilerisinde kasrın üst katlarına çıkan bir taştan bir merdiven, ortasında da Roma zamanından kaldığını tahmin ettikleri çatlaklarla ve harp eden insan tasvirleriyle bezeli kapaklı, mermer bir lahit duruyordu.
            “Muzaffer abi bu lahit ne ayak?”
            “Buralarda ta Roma’dan Bizans’tan yerleşimler var. Kasrın sahibi bir yerden bulup getirmiş olmalı…”
            Lahdin sağ tarafındaki duvarda büyükçe bir tablo asılıydı. Tozlanmış, hayli eski tabloda 1700’lerin başındaki Osmanlı ahalisini andıran giysilere bürünmüş, beli kılıçlı, sert bakışlı, uzun saçlı ve pala bıyıklı bir adam resmedilmişti. Lahdin sol tarafında da türbelerdeki kitaplıkları andıran genişçe bir raf duvara çakılmıştı. Üzerinde sırasıyla delik deşik sarıklı paslı bir miğfer, yine hayli yıpranmış bir sarıklı kavuk, üstü örümcek ağlarıyla kaplı ancak sağlam duran bir fes ve kalpak vardı. Sıranın sonunda sanki dün kullanılmışçasına yeni, hiç tozlanmamış siyah bir fötr şapka duruyordu. Rafın hemen altında da siyah kını demirden işlemelere sahip, kabzasında da demirden süslemeler bulunan 1600’lerden kalma görünen bir karabela kılıç asılıydı. Hemen altında da siyah renkli bir baston
            Odanın ne anlama geldiğini anladıkları esnada sanki korkutucu gerçek bir de kendini göstererek anladıklarını pekiştirmek istedi. Taş lahit işitenin yüreğini adeta ağırlaştıran bir sürtünme sesiyle ağır ağır açıldı. Lahidin içinden sanki bedensizmişçesine bir adamın çıkarak burunlarının dibinde cisimlendiğini gördüler. Korkudan ayaklarını neredeyse hissedemiyorlardı.
            Adam uzun, siyah bir palto giymekteydi. Üstünde de gösterişli bir kumaş pantolon, yelek ve gömlek vardı. Yeleğinde gösterişli bir altın köstek sallanıyordu. Adamın çehresi, görünüşü ve yaşı duvardaki eski tabloda resmedilmiş kişiyle ürkünç derece aynıydı; hafif ince yapılı, ortadan biraz uzun, vakur duruşlu ve esmerdi. Omuzlarına dek inen uzun saçları, kemerli burnu, pala bıyığı ve insanı tedirgin eden sert bakışları da resimdekinin aynıydı. Yalnız resimde olmayan birkaç rahatsız edici ayrıntıya sahipti; köpek dişleri anormal derece uzundu ve gözleri de arada bir mumların loş ışığında fenermişçesine parıldıyordu. Hafif uzun tırnakları neredeyse pençeyi andırıyordu.
            Başını hafifçe eğerek gelenleri selamlayan adam ağır ağır, aksansız bir Türkçeyle konuştu: “Haneme hoş geldiniz. Benim kim olduğumu biliyorsunuz zannederim. Gelenlerin kim olduğunu öğrenmek isterim…”
            Muzaffer ve onu taklit eden Engin adama hafif bir baş selamı verdiler. Cadıcı da aynı sükunetle konuştu: “Hoş bulduk Abdülharis Paşa hazretleri. Ben Muzaffer. Bu da arkadaşım Engin. Cadıcılardanım ben.”
            “Söylemene lüzum yok. Üstüne benim gibi olanların ölüm kokusu sinmiş. Misafir olduğunuz bir hanede ev sahibine karşı daha terbiyeli olmalısınız ayrıca. Ben bu lahdi herhangi bir mezarlıktan çalmadım. Babam bu kasrı inşa ettirirken bulmuşlar, dehlizde kalmış. Şimdi ben kullanıyorum. Istrancalar köyü hayli eski tabi…”
            “Ben bu köyü sizin aşiretiniz yerleştirildiğinde kuruldu sanıyordum. Karçarlular.”
            “Ailem buraya yerleşti evet ama o zaman da köy vardı.”
            “Bir belgede köy aşiretinizin adıyla anılıyor ve sizlerin kurduğunu yazıyor ama?”
            “Babam buraya sipahi geldiğinde de bu köy varmış. Ne kadar eski meçhul. Belgeyi kaleme alan kâtip tüm köyü bizden zannetmiş olmalı. Osmanlı taşrasından müntakil evrakın vaziyetini geçelim de merakımı celbeden bir diğer hususa gelelim. Senin kapıda saydığın o isimleri ben bile neredeyse unutmuştum. Sen nereden öğrendin?
            “Osmanlı’nın payitahtından müntakil vesikalar.”
            “Ah! Payitaht bana yolladığı paşalık berat ve madalyalarından fazlasını saklamış demek…”
            Engin kendini daha fazla tutamadı: “Gerçekten paşa mıydınız?”
            Abdülharis, Engin’e acır gibi baktı. Muzaffer’in kendisine: “Genç işte!” dercesine baktığını görünce alaycı bir ifadeyle gülümsedi: “Sekiz kılıç sahibi sipahiydim. Burası timardı bir vakitler. Babama bey derlerdi. Bana da paşa dediler!”
            Kendisini bir romanın içinde zanneden Engin kinayeyi anlayamamıştı: “Şey… Siz gerçekseniz… Drakula da gerçek mi?”
            “Drakula mı?” Abdülharis’in bu ismi anımsayamadığı yüzünden belli oluyordu. Ancak bir anda yine müstehzi bir ifadeyle sırıtmaya başladı: “Haa şu… Kocamış Eflaklıyı diyorsun. Kimse bilemez. Destursuz adını anma o uğursuzun delikanlı. Kabil olsa ben bile destur çekerim de tabiatıma ters!” Abdülharis’in istihza mı yaptığı yoksa gerçekten Engin’i ikaz mı ettiği belirsizdi.
            Engin: “Seslerimizi duyduğuna göre dışarıyı işitebiliyorsun. Ezan sesi falan etkilemiyor mu peki?”
            Abdülharis sabrının sonuna geldiğini bakışlarıyla belli ediyordu: “Bu civarda ezan okunan tek bir köy yok. Ezan okuyanların olduğu senelerde de sesleri dehlize pek ulaşmazdı. Duvarların içerisini işitirim ben. Duvarlar bana ince size kalındır. Burada bağırsan çığlığını şu köşkün tepesine tünemiş puhu bile duyamaz!”
            Engin de Muzaffer de korkuyla ürperdi. Muzaffer araya girme gereği duydu: “Ezan onu bir miktar etkiler dışarıdayken. Yüzüne karşı yakınken okuman lazım…”
            “Vaden dolmuşsa o da kurtarmaz Muzaffer Bey. Yıllar önce bir hoca çıkıp gelmişti, bana Şerruh diye lakap takan… Neyse uzun hikâye, birileri bir yerlere yazmıştır, sen de muhakkak okumuşsundur.”
            Engin’in gözleri parıldadı hikâye lafını duyunca: “Paşam sizi hikâyelerden tanıdım ben de. Muzaffer abi sağ olsun tabi, sizi öyle bir tarif etmiş ki tam karşımdaki gibi!”
            Abdülharis’in gözünde tehditkâr bir ışıltı peyda oldu. Anında Muzaffer’e döndü: “Ne hikâyesi?” Sen beni hikâyelerinde mi kullanıyorsun?”
            Muzaffer, Engin’e: “Çok iyi halt yedin!” der gibi bakıyordu. Genç adam ağzından çıkan sözün ağırlığını o bakışlardan çok iyi anlamıştı. Abdülharis’in ürkünç yüzü adeta öfkesini yansıtıyordu.
DEVAM EDECEK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder