28 Şubat 2019 Perşembe

Varkolakların Gecesi-Bölüm 18


Koridorun ucundan ağır ağır yaklaşmakta olan üç ateşli göz şimdi muhtelif taraflara dağılmıştı. Bir tanesi yürümeyi sürdürürken diğerleri duvara ve tavana doğru kaymıştı, hortlaklar kertenkele misali duvarlara yapışmış vaziyette ağır ağır yaklaşıyorlardı. Dairenin camlarından içeriye girebilen soluk sokak lambası ışıklarında ortada yürüyenin Dimitar olduğunu, duvarlardan sürüne sürüne ilerleyenlerin de Danica ile Çağıl olduğunu gördüler. Duvarların üzerinden süzülüp geçen hortlaklar koridora bakan kapıların ardında kaybolurlarken Dimitar tek başına kaldı.
            Tam o esnada apartmanın üst katlarından birinden “Engin!” diye feryat eden Yaren’in sesini işittiler. Engin: “Ben Yaren’e bakacağım!” diyerek apartman merdivenlerine koşturmaya başladı. Cadıcı Muzaffer bir ona bir Abdülharis’e bakarak olduğu yerde kala kaldı. Dimitar’ın duraksayıp belinden sarkan kayıştan sıyırdığı Rus tipi süvari kılıcı soluk ışıkta parıldadı. Varkolak işitenin tüylerini diken diken eden bir sesle: “1876’da gelen Rus generallerden birinin hediyesiydi. Yine kanınıza doyacak!” dedi. Abdülharis de kendi belindeki karabela denilen kılıcı hışımla çekerek: “Bu karabela çok haydut, komitacı doğradı, tasalanma Varkolak!” diye gürledi. Ardından gözlerini Dimitar’dan ayırmadan cadıcıya: “Sen delikanlının peşinden git! Onu da kendilerine benzetmesinler!” diye emretti. Muzaffer aklına düşen bin bir kötü ihtimalle birlikte derin derin nefes alarak merdivenlere doğru seğirtti. Basamakları tırmanırken koridordan ürperten kılıç şakırtıları duyulmaya başlamıştı. Sokak kapısı bir anda kendiliğinden gümleyerek kapanınca sesler kesiliverdi. Engin’in ayak sesleri de duyulmuyordu. Muzaffer karanlık koridorda el yordamıyla ilerlerken diğer elindeki Bozhidar’ın kazığını sıkı sıkıya kavramıştı. Yaşadığı o anın bir kâbus, alelade bir düş olmasını dileyerek atıyordu adımlarını. İçine bulunduğu dehşet zihnini zorluyordu.
            Engin apartmanın en üst katına çıktığında sahanlığın her iki yanına da baktığı halde Yaren’i göremedi. Yukarısından gelen ağlama sesine dönüp el fenerini oraya çevirdiğinde tavan arasına çıkan demir merdiveni ve dünya savaşı yıllarındaki beton korunakları andıran girişi fark etti. Feneri ağzına sıkıştırıp hiç tereddüt etmeksizin hayli tehditkâr görünen tavan arasına doğru seğirtti. Merdivenlerden çıkar çıkmaz en önce el fenerini içeriye tutup etrafına bakındı. Eşya olduğunu varsaydığı kıpırtısız karaltılardan başka bir şey görünmüyordu. Ayaklarından birisi tutacakmış gibi hissettiği için merdivenlerde fazla oyalanmayarak kendini tavan arasına attı. Girişten bir-iki adım atıp uzaklaştığı sırada koca demir kapak kendiliğinden gürültüyle örtüldü. El fenerini girişe tuttuğunda hiçbir şey göremediği için demirin ağır geldiğini düşündü, “İyi ki ben çıkarken örtülmedi!” diyerek dehşetle etrafına bakındı.
En yenisi doksanlardan kalma gibi görünen çürümeye başlamış mobilyalarla doluydu tavan arası. Seksenlere ait fotoğraflarda yahut yaşlı akrabalarında gördüğü tipte eski mobilyalar da vardı. Öbek öbek gazete ve kitap yığınları da göze çarpıyordu, çoğu erken 2000’lere aitti. Bir köşede üzerinde yine seksenlerden doksanlardan kalma araba ve futbolcu yapıştırmalarıyla süslü, kapakları sarkık vaziyette bulunan bir ders çalışma masası, üzerinde duran aparatları ve taşlı kum parçalarıyla sakinleri çoktan ölmüş büyükçe bir akvaryum… Bir diğer yanda rafları üzerindeki kuponla dağıtılmış ansiklopedilerin rutubetten şişip ağırlaşmasıyla bel vermiş büyükçe bir kitaplık. En üst rafta Engin’in çocukluğunda komşularının evinde gördüğü, plastiği eğri büğrü olmuş minik, kutulu bir basketbol oyuncağı duruyordu. Hemen yanına birkaç eski bez bebek sıralanmıştı ki kopmuş gözleri ve lekeli elbiseleriyle Engin’e hayli ürkütücü gelmişti. Apartmanda bir dönem oturan ancak taşınırken eşyalarını geri alma zahmeti duymayan eski sakinlerden kalmaydı. Rutubet ve çürüme kokularının başını döndürmeye başladığını hisseden Engin, Yaren’e seslenerek bulabildiği boşlukların üzerinde yürümeye başladı.
Kız arkadaşını kuytu bir köşede olduğu yere büzülmüş, ellerini yüzüne kapatmış halde görünce duraksadı. Normalde üzerine koşturup sarılması lazımken kızda onu bundan alıkoyan, açıklayamadığı bir soğukluk vardı. Yaren’in sızlamaları ve hıçkırıkları inceden inceye kıkırdamaya dönüşürken, kız ağır ağır yüzünü açtı. Yaren’in sivri dişleri ve kızıl gözleri karşısında nutku tutulan Engin ona bakmaya devam ederken kızın insanın kalbini donduran ürkütücü kahkahaları tavan arasının nemli duvarlarında yankılanmıştı. Bir anda ayağa fırlayıp kollarını Engin’e uzatarak ona yaklaşmaya başladı Yaren: “Eskiden olsa bana sarılırdın… Neden sarılmıyorsun? Neden uzak duruyorsun?”
O an Engin elini cebine atıp sarımsak demetlerini kavradığı esnada arkasından Çağıl’ın sesini duydu: “Seni hiçbir zaman anlayamayacağını bir türlü anlatamadım sana Yaren… Senin iyiliğin için!” Geriye dönüp baktığında Çağıl’ın da sivri dişlere ve ateş kızılı gözlere sahip olduğunu gördü Engin. İki vampir ağır ağır kendisine doğru yaklaşıyordu. Cebindeki sarımsakları havaya kaldırır kaldırmaz iki canavar da bir anda görünmez bir engele çarpmış gibi duraksadılar, yüzleri öfkeden çatılıvermişti. Engin o an belli belirsiz tavan arasının kapağının açıldığını işitti. Çağıl tıslayarak geriye döndüğünde sırtını delip geçen sivri bir cismi belli belirsiz gördü Engin. Hortlak yavaş yavaş gözlerinin önünde içten içe yanıp kül kül dağılırken elinde Bozhidar’ın kazığı olan Muzaffer’i gördü. Cadıcı kazığı gösterdi: “Kurtarmayı isterdim ama pek üzüleceğini de sanmıyorum…” Engin arkasına döndüğünde Yaren’i göremedi: “Yaren’i de dönüştürmüşler kurtarmamız lazım…” diye söylendi. Cadıcı kederli bir sesle konuştu: “Sıradan vampir olsalardı Dimitar’la Danica’yı yok etmemiz halinde iyileşirlerdi. Ancak varkolaklar bunun dışındadır. Onları huzura kavuşturmak için öldürmemiz lazım!”
Engin öfkeyle cadıcıya dönüp baktığı anda Yaren’in sesini duydu. İnsana benzemişti ve üzgün olduğu fark edilen bir ses tonuyla konuşuyordu: “Beni öldürmesine izin verme Engin! Benimle gel!” Muzaffer hortlakla Engin’in arasına temkinli adımlarla geçerek ona doğru yaklaştı. “Hortlağı def etmek için illa gözle görülür şeylere gerek yoktur!” diyerek ağzını fısıltıyla kıpırdatmaya başladı. Engin kızın suratındaki şeytani ifadeyi anlık olarak görebildi. Kız cadıcının üzerine atıldığı sırada Bozhidar’ın kazığı göğsünü delip sırtından çıktı. Yaren’in yüzünde bir anlık huzur ifadesini fark eden Engin, kızın kül kül olup dağılarak yere yığılması esnasında Muzaffer’in yakasına yapışıp haykırmaya, bağırmaya başladı. Cadıcı, Engin’in yüzüne sert bir tokat yapıştırıp onu girdiği şoktan çıkarmaya çalıştı: “O filmler, benim de yazdığım kitaplar bunu anlatmaz işte Engin! Vampirlik böyle bir şey. Vampir salgını tam olarak bu… Yüzyıllar boyu binlerce insan sevdiğini böyle öldürmek zorunda kaldı! Onlar huzura kavuştular! Diğerlerini de yok etmeliyiz! Başkalarının Yaren gibi olmasını engellemek için…”
Delikanlı duraksayarak derin derin nefes almaya başladı. Sevgilisinden geriye kalan küllere bakıp sordu: “Ondan geriye hiçbir şey kalmamış mıdır?” Muzaffer: “Lanetin tesiriyle giydikleri giysiler de çürümemeye başlar. Onlar ölünce giysiler de bir anda çözülüverir. Üzerlerindeki demir parçaları hariç!” cevabını verince kızın küllerini gözyaşları içerisinde karıştırarak iki yüzüğünü, kolyesini ve küpelerini çıkardı. Montunun iç cebine koyarak fermuarını sıkıca kapattı. Ayağa kalkıp gözyaşlarını silerken: “Ötekileri de öldürelim abi…” dedi.
Apartmana indikleri zaman Varkolakların dairesinin kapısını kapalı şekilde buldular. İçeriden zayıf kılıç şakırtıları işitiliyordu. Cadıcı dualar okuyarak kapıyı omuzladığı zaman kilitlenmemiş kapının kolayca açıldığını fark ettiler. O esnada salonda korkunç bir mücadele cereyan ediyordu. Abülharis’le Dimitar kılıçlarını amansızca savuruyorlar, hamle yapıp geri çekiliyorlardı. Bu esnada bir şey dikkatlerini çekti. Abdülharis sanki bilerek adama açık veriyordu. Dimitar ise kılıcı Abdülharis’e öylesine sallayıveriyordu. Sanki biri kılıç kullanırken diğeri öylesine bıçak sallıyordu. Paşa, Dimitar sırtını salon kapısına çevirdiği esnada: “Kazığı saplayın!” diye bağırınca Muzaffer sanki görünmez ellerce harekete geçirilmiş gibi tahta kazığı Dimitar’ın sırtından sokuverdi.
Tılsımlı kazık koca varkolağa saplanınca canavar elindeki kılıcı atıp yere devrilerek yattığı yerde böğürmeye, camları zangırdatmaya başlamıştı ki civardaki insanlar ne olduğunu anlayamadıkları için polisi arayıp gürültü şikayeti ihbarlarını birer birer merkeze ulaştırmışlardı. Dimitar küle dönüşürken boğazından son kez Türkçe: “Bu kadar kolay mıydı?” sözü duyuldu. Abdülharis kılıcını kınına sokarken söylendi: “Bunları bilirim… Kolunu kessen yeniden çıkar, kafasını kessen dahi yine birleşir. Azametli bir silahla göğsünden mıhlamadıkça öldüremezsin!” Muzaffer kazığa bakarken ağır ağır konuştu: “Bu kadar güçlü olduğunu bilmiyordum. Demin de iki hortlağı gafil avladık bununla…” Paşa kazığı işaret etti: “Tılsımlarından biri de hortlağı pusudaymış gibi şaşırtmasıdır. Tabi genç olanlarımızda daha etkili. Bana saplamaya niyetlenseniz koruma büyüsü ortadan kalkacağı için savurmaya mecal bulmadan geberir gidersiniz. Fakat yine de ürpermeden edemiyorum… Bu gece bu varkolaklar meselesi halledilmeli…” Engin boğazını gürültüyle temizledi: “Yine de bu kadar kolay olması size de garip gelmiyor mu? Çağıl’la Yaren’i öldürdük. Dimitar’ı hakladık. Peki, Danica?” Bu soru üzerine duraksadılar. Abdülharis salonun ucundaki kitaplığa dönüp oradaki üstü yazılı bir Edirne şehir planı çizimine doğru yürüdü, karanlıkta bir tek o görebilmişti. Plana baktığında üzerine Bulgarca bir not düşülmüştü: “Kuyumcunun ve Prensesin olduğu yerde… Bunun manası ne ki?” diye sordu kendi kendine sesli şekilde. Sonra bir anda gözleri parıldadı: “Edirne’ye asıl geldikleri şey bu… Fakat kastettikleri şey ne?”
Sokağın bir ucundan giren polis arabasının ışıkları camdan aksedince üçü evden sessizce çıkıp apartman kapısına seğirttiler. Sokağa çıktıklarında gölgelere sinerek yürürlerken akıllarındaki yegâne soru buydu. Dimitar dahi neden kendini kurban etme gereksinimi duymuştu?
DEVAM EDECEK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder