23 Ağustos 2017 Çarşamba

Son Nara

          Aksaray, Yeşiltulumba’da “nohut oda bakla sofa” misali bir hanede, yangın patırtıları içinde dünyaya geldi. Kızılca kıyametin alevden dilleri İstanbul göklerini yalayıp tulumbacıların naraları sokaklarda çınlarken, yangın yerinde bir bebek ağlaması peyda oldu önce. Birkaç okkalık, tosun mukallidi, doğarken anasının canını almış bir bebek. O hengâmede adını koyamadılar. Aileden kalanlar yangın ejderinin tehlikesi bertaraf edilip bostan kenarında derme çatma bir kulübeye konduklarında cüssesinden ve dünyaya geldiği esnadaki alevli faciadan ötürü “Ejder” dediler.
            Yeniçeri zorbalarının, kabadayılarının kazan kaldırdığı bir vakitlerin Et Meydanı, Ağa Yokuşu taraflarında büyüdü. Yeniçeriler top atışlarıyla tarihe karışsa da onların, bekâr odalarının, iskelelerin, kayıkhanelerin, kahvehanelerin üzerinden zorbazlık, kabadayılık yeniden vücut bulmuştu. Tulumba ardında ter dökenler, kaldırım kurdu külhaniler ve ceketleri omuzunda kartal kanat lanet misali namlarını taşıyan kabadayılar Ejder’in ta bebekliğinden zihnine kazınan yegane görüntülerdi. Kulağı bekçi babanın sopa sesinden ziyade her biri farklı hançereden çıkan, farklı makamlardan teganni edilen nara seslerine aşinalaştı. Bıçaksız, usturasız, kasaturasız gezen erkeğe çıplak yahut yarım erkek gibi baktıkları eğri büğrü cumbalı evlerin, daracık çıkmazlardaki minyatür mezarlıkların, taştan topraktan yolları üzerinde kan lekesinin eksik olmadığı sokaklarda geçti çocukluğu.
            Ejder yaşıtlarıyla birlikte büyürken, vücutça da irileşip emsallerine göre daha erişkin görünür olmuştu. Ne ailesi ilgilendiğinden ne de kendisi öyle bir istida hissetmediğinden, o yaşlardan itibaren sokaklarda dolaştı. Mahalle çocuklarının kavgalarında kendini buldu. Kocaman boyu ile yaşıtlarına tepeden kafasını eğerek bakması hakikaten kendisine “ejder” sureti bahşediyordu. İş kolay yola saparsa sadece boynunu eğip bakarak korkutuyordu. Karşısındaki korkmazsa kaba kuvvet devreye giriyordu. Hem de öyle tekme, sille değil. Eskinin pehlivanları gibi tutup yere çalmacasına! Aklı çalışıyordu lakin kendine yetecek kadar. Bu nedenle çıkarını ve keyfini hesap edecek kadar zeki, ileriyi göremeyecek denli ahmaktı…
            Güreşe merak salmaya başlayınca kahvelerde, meydanlarda “deste güreşlerine” başladı. Cüssesinden dolayı yaşıtlarından ziyade kendinden yaşça büyüklerle güreş tutuyordu. Sırtı yere getirilmediğinden namlı pehlivan olur diye usta pehlivanlara çırak vermek istediler ama o güreşten de sıkıldı. Deste güreşleri için kahvelere meydanlara gide gele akranlarını da saran tulumbacı hastalığına tutuldu.
            Yeşiltulumba mahallesinin tulumbacı takımıyla aynı kahvede düşüp kalkmaya, yangın işareti verilende tulumbacılarla taban tepmeye başladı. İri yapılı olmasına karşın takımdan geri kalmıyor üstüne ciğerleri yettiğinden var gücüyle nara da patlatıyordu. Ama ne nara! O korkunç vaveylayı işiten sur üflendi zannıyla camlara pencerelere uğruyor, kaldırım kopuklarından hasım tulumbacılara bir nice bıçkın kaçacak delik arıyordu. Zira alevlerden alevlere koşan, böğürtüsü dahi ejderi andıran Ejder,  fiziki yapısıyla da adını aldığı esatirik hayvandan farksızdı. O vakitlerde tulumbacı takımları yangın yerine geldiğinde eşyaları kurtarmak için yanan evlerin sahibiyle anlaştıklarından, takımlar başka bir takımla anlaşma olmasın diye gerektiğinde hasım tulumbacılarla kavgaya tutuşurdu.
            İşte böyle vakitler Yeşiltulumba takımı bir yere seğirttiğinde pek az yaşanırdı. Zira Ejder’in ilk taban tepişi esnasında yangın yerinde Aksaraylıların takımıyla yangın yerinde tesadüf edilmiş, atışmalarla, sözlü taarruzlarla başlayan kavga tekmeli yumruklu it dalaşına dönüşünce Ejder adamların tepesine bela kasırgası gibi çökmüştü. Hasımlarına yumruk, sille sallamak yerine tuttuğunu sağa sola fırlatmasıyla adeta bir deve benzeyen Ejder, kısa sürede hasımlarını korkutup kaçırdı. Tulumba ardında taban tepti ama ateşten ziyade hep kavgaya hengâmeye koştu!
            Ejder’in tüm bu koşuşturmacasında ve çevreyi sindirmeye çalışmasında tek bir gayesi vardı. Tıpkı sokağa çıktıkları vakit evlerin pencerelerine, cumbalarına sayısız güzelleri döken akranları gibi caka satmak isterdi. Kavgalarda isim yaptıkça buna nail olmuştu ve kadınlar kızlar o sokaktan geçerken cama pencereye uğruyorlardı. Ama sıfatının güzelliğini seyretmekten ziyade ejder suretini görüp defi bela kavlinden Felak ve Nas sureleri okumak ve şayet varsa yaramazlık yapan kardeşlerine, komşu çocuklarına umacı niyetine göstermek için!
            Bu nedenle kısa süre sonra tulumbacılığa da ilgisini yitirdi Ejder. Ancak kavgayla dövüşle ve dahi ehirmen suretiyle nam saldığından âlem kendisini kolay kolay bırakmadı. Tulumbacılardan ziyade köşe başlarında bekler, millete askıntılık eder, tabiri caizse kaldırım üzerinde çakallık eder külhanbeyi takımıyla gezinmeye başladı. Kavgaların gayesi Ejder’in külhanbeylerinin arasına karışmasıyla kısa sürede değişti. Diğer külhanileri sindirdikten sonra Ejder’in adam kaçıran korkunç sureti esnafın ve tüccarın kapılarında zuhur etmeye başladı. Ejder biraz yolunu bulup façasını da düzünce kabadayıların takıldığı gazinolara, kahvehanelere, gedikli meyhanelere daha sık gider oldu. Lakapsız olarak o vakte kadar sadece Ejder diye zikredilirken şimdi olmuştu “Yeşiltulumbalı Ejder”!
            Kadının kızın suretine uzun süre lanet eden ve kendisine korkulu bakışlarından mustarip olan Ejder, külhanbeylerinin arasından sıyrılıp o zamanlar Pera denilen Beyoğlu’na daha sık çıkar olduğundan, bu sefer de Beyoğlu’nun kızlarının gönüllerini çelmeye kafayı taktı. Afili bir faytona çöküp arabacılık etmeye başladı.
            Faytoncuların kavgalarına girip oralarda sözünü geçirdiği günlerde bir gün Pera’da tiyatrolara, balozlara çıkar bir kantocuyu faytona atıp kaçırmaya çalışan belalı kabadayılardan birine denk geldi. Hayatında ilk defa bir kadınla göz göze gelince, üstelik kadın da kendisine medet ister gibi bakınca başında şimşekler çaktı. Kantocu kadın kabadayının kollarından kurtulup faytonun camından sarkarak kendi aksanıyla: “Beni kaçıroorlar! Civanım ya medet! Kurtarasın beni ka bu haydutun elinden! Senin oloorum zo!” deyince Yeşiltulumbalı Ejder’in İstanbul’da nam salmış o korkulu böğürtüsü Pera’nın sokaklarında çınladı. Bu öyle bir bağırıştı ki duyup da görmeyen Ejder’in bağrına ateş düştü sandı.
            Hareketlenmekte olan faytonun önüne atılıp atların koşumlarına yapışan Ejder hayvanları muazzam kuvvetiyle kaldırarak arabanın milinden ayırdı. Pera ahalisinin korkulu bakışları altında kapıyı açar açmaz kantocuyu kaçıran kabadayıyla göz göze geldi. Pera Canavarı Reşad denilen, birçok balozu, tiyatroyu haraca bağlamış, gözüne kestirdiğini kapatması yapan bu kabadayı Ejder’in suretini görünce ürpermişse de namına leke sürdürmemek için renk vermedi. Belinden Karadağ tabancasını çekip Ejder’in suratına doğrultarak küfürlerle tehditlerle savuşturmaya çalıştı. Tabancanın namlusunu yakalayıp bir anda kendine çekip kabadayının elinden kapan Ejder, tek eliyle kabadayıyı yakasından yakalayıp arabadan çocukmuş gibi çekip aldı. Adamı herkesin içinde Cadde-i Kebir’in taşlarına vura vura haşat edip gözünün önünde kantocunun elinden tutarak kadını kendi arabasına götürdü. Kantocu kadın şimdi onun kapatması olmuştu.
            Ejder’in hayatı bu noktada eskisini aratmayacak denli kanlı ve heyecanlı bir sergüzeşte dönüştü.
            Pera Canavarı Reşad o devrin “sayılı kabadayıları” olan ve Aksaray muhitinden çıkma olup Galata ve Pera’ya duman attıran Onikiler’dendi. Yani isim yapmış ve korkulan şerirlerdendi. Kendilerine göre bir külhanbeyi olan, tulumbacılıktan çıkma Arabacı Yeşiltulumbalı Ejder’in hareketi namını ve tahtını sarsmıştı. Bir gün adamlarını toplayıp karşısına çıkarak Ejder’i sopa ve bıçak zoruyla sindirmeye çalıştı. Tuttuğunu yere çalan Ejder’e bunlar kâr etmeyince yine kendisi gibi belalı bir kabadayı olan kardeşi Osman Çavuş’u ayarttı. Osman Çavuş ve adamlarının Ejder’e attığı mermiler kendisinde sinek ısırığı misali ancak acı verip onlar Osman Çavuş da Ejder tarafından madara edilince abi kardeş o şehirde tutunamayarak başka bir yere savuştular.
            Meydan Yeşiltulumbalı Arabacı Ejder’e kalınca, üstelik Reşad’ın pençesinden kurtarıp evinde kapatması yaptığı kantocuya para yetişmeyince o da haraççılığa başladı. Birkaç sayılı fırtına ile daha kapışıp, zindanlara girip çıkıp, ardında cinayetler dahi bırakınca ismi büyük küçük herkes tarafından bilinir oldu ve kendisine artık bir “sayılı kabadayı” kabul ettiler. Façasını “o biçim” düzen Ejder arabasını da bırakıp haraçlarla geçinmeye başladı.
            Bir gün kapısına bazı zaptiyeler gelip kendisinin Yıldız’a çağrıldığı güne dek korku nedir yaşamadı. İnsanların kendisine korkuyla bakması artık kendisi için gurur kaynağıydı. Zaptiyeler kapısına dayanıp Yıldız Sarayı’na çağrıldığını söyleyince nursuz sıfatını gören padişahın kendisini boğduracağını zannederek ensesinde ecel ürpertisiyle bindi kupa arabasına. Zira o dönem İstibdat vardı, Yıldız kelimesini dahi herkes ağzına alamazdı. Huzur-ı şahaneyi göreceği zannıyla mabeyne çıkarıldığında padişahın Baş Mabeyincisi ile karşılaştı. Kendisine bir berat ve iki nişan verilerek zat-ı şahanelerince “paşa” yapıldığını, şehrin asayişini sağlamada ve dahi Hürriyetçilerden komitacılara azılı padişah düşmanlarıyla cenge tutuşmada en ön safta yer alacağını öğrendi.
            Pera’ya döndüğünde kartal kanat ceketiyle, göğsünde iki nişanla beraber Cadde-i Kebir’de dolaşmaya başladı Yeşiltulumbalı Ejder Paşa! Yıldız’dan gelen emin ve kesin jurnaller doğrultusunda şehirde çökmedik boğaz bırakmadı. Lakin bir gün kendi boğazına çöktüler…
            Sahne-i Âlem’de yeni bir isimden bahsediyordu herkes. Sırp tebaasından kopup gelmiş, kah bozuk Türkçesiyle kantolar kah kendi memleketinden türküler okuyan, güzelliği uğruna sayısız kopuğun ve hergelenin birbirinin kanına ekmek doğradığı Bojana nam bir kantocu peyda olmuştu. Yeşiltulumbalı Ejder bunu duyunca saraylı kabadayılardan olması hasebi ile bir gece Sahne-i Alem’i sırf kendisine tahsis edip seyretmeye gitti Sırp kızını.
            Sahne ışıkları altında kapkara saçlarıyla arz-ı endam eden o kantocu ruhunu ve kalbini esir alınca o gün karar verdi kapatması yapmaya. Bojana şarkılarını söyledikten sonra Ejder Paşa kızın yanına giderek niyetini açıkladı ki bir kadına karşı ilk defa bu denli kibar yaklaşmıştı. Ekseriya kolundan sürükleyip götürmeye alışkındı. Kadın bozuk Türkçesiyle Paşa’nın kapatması olmak istemediğini, ne kadar belalı olursa olsun kendisinde gönlünün olmadığını söyledi. Böyle deyince Ejder’in ejderliği tuttu. Çığlıklarına yalvarmalarına bakmadan Sırp kızını omzuna attığı gibi Pera taraflarından aldığı apartman dairesinin yolunu tuttu.
            Merdivenlerden çıktığı esnada alkolün de tesiriyle bir anlık dikkatsizliği nedeniyle Sırp kızını omzundan düşürdü. Kafasını mermere çarpan kız kanlar içerisinde kalıp gözlerini dikerek yarı Türkçe yarı Sırpça son sözlerini söyledi Bojana: “Geri geleceğim…”
            Tabii ki de tahkikat ve saire olmadı. Paşa’nın adamları kızcağızı götürüp alelacele Tatavla’daki Rum mezarlığının bir köşesine usulca gömdüler. Sahne- Alem’in sahibine de kızın memleketine döndüğü, paşanın kendisine yardım ederek memleketine gönderdiği haberi salındı. Sahnenin sahibi eşyalarını aldırmadığından bu söylenenlerden şüphelenmişti ama Pera’nın yedibaşlı ejderi Yeşiltulumbalı Paşa’nın sözüne nasıl yalan diyebilirdi?
            Yeşiltulumbalı günlerini gene eğlenceyle, itlikle geçirdi ancak Bojana’nın gömülmesinden yedi gün sonra bir haller oldu. Sırp kızının hayalini gördüğünü söylüyordu Paşa! Uzun tırnaklı elleriyle camını tıkırdattığını, kuyu misali gözleriyle paşaya dik dik bakıp boğmak istediğini söylüyordu. Ejder Paşa bu halden kurtulmak için İstanbul’un kocakarıları misali muskacıları, kurşuncuları, okuyucuları birer birer gezindi. Hayır yaptı, kurban kesti, aç doyurdu, fakir sevindirdi, şehrin her bir camisinde nafile namazları kıldı, gezilmedik türbe bırakmadı ancak Bojana’nın hayalini görmekten kurtulamadı.
            Doğudan çare bulamayınca Pera mıntıkasına geldiğini duyduğu Frenk memleketlerinden gelme bir asabiye mütehassısına danıştı. Gözlüklü Frenk korkularının üzerine gidip kâbusuyla yüzleşmesi gerektiğini söyleyince ilk fırsatta rüyasına giren Bojana’nın gırtlağına yapışmaya ahdetti. Cesaret versin diye fazladan içtiği Manastır Vilayeti’nden gelme bir-iki şişe rakijanın ardından sızıp kaldığında Bojana’yı yine penceresinin önünde gördü. Kanlı kanto elbisesiyle arz-ı endam eden kadın yine yüksek apartman dairesinde, pencere önünde süzülmekte, tırnaklarıyla cama vurmaktaydı. Yeşiltulumbalı Ejder bir hışımla yerinden kalkıp camları açtı. Hayal zannettiği Bojana’nın boğazına sarıldığı esnada elleri cismi olan bir şeye temas edince aklı yerinden oynadı! Kantocu yakasına yapışıp korkunç kuvvetine rağmen Ejder’i kendisine doğru çekiyordu. Kadının suratında ürkünç bir sırıtış peyda olduğu anda taşra çıkmış iki köpek dişi ayan beyan görünüyordu. Kadın vahşi bir hayvanı andıran ağzını Ejder’in suratına yaklaştırdığı anda bir anda korkunç bir bağırtıyla geri çekilip yeniden hayale dönüştü.
            Adamlarına meseleyi açtığında Arnavut memleketinden gelme bir tanesi kızın hortlamış olabileceğini söyleyince ne olduğunu öğrenmek için Arap Camii’nin imamına gitti. İmam İslam itikadına uymadığından böyle bir şeyin mümkün olmayacağını söyleyince bir Rum papaz buldu. O da kabadayıyı kabrinden kalkan ölülerle ilgili hayli vakanın yaşandığı Bulgar memleketinden gelme bir keşişe danışsın diye Balat tarafındaki Bulgar kilisesine gönderdi.
            Seksenlik bir Bulgar keşişi Kör Anastas, kapısına gelen Ejder’in derdini dinlediğinde ikna olmadığını, yaşadığı her şeyi etraflıca anlatmasını istedi. Bunun üzerine Yeşiltulumbalı yediği cinayet haltı dâhil her bir kabahati keşişe anlattı. Keşiş kafasını sallayarak kendisine kızın hortlağının musallat olduğunu, Sırp memleketinde Sırplar arasında da bu tür bir itikadın olduğunu anlattı. Kız korkunç bir cinayete kurban gidip tören düzenlenmeden gömüldüğünden ruhu huzura kavuşmamış ve nihayetinde hortlamıştı.Ancak anlayamadığı bir husus daha vardı. O gece hortlak Ejder’i nasıl serbest bırakmıştı? Ejder keşişe o gün yediği içtiği sıralarken Arnavut ciğerine geldiği anda keşiş onu durdurdu. Yanında sarımsak soğan tüketip tüketmediğini de sorup olumlu yanıt alınca hortlağı kaçıranın bu sarımsak kokusu olduğunu söyledi.
            Yeşiltulumbalı Ejder hortlaktan nasıl kurtulacağını sorduğu vakit Kör Anastas başka birinin değil ancak ölümüne sebep olan kişinin yani kendisinin kızı gömdüğü yerden çıkararak kalbine kazık saplayıp kafasını gövdesinden ayırarak ayrı bir yere gömerse kurtulabileceğini söyledi. Ejder Paşa oradan çıkıp gittiği esnada yaşlılıktan ötürü ona hortlağın peşine gece düşmemesini, sabah bu işi yapması gerektiğini söylemeyi unuttuğunu fark etti. Ancak arkasından haber de göndermek istemedi zira aklı olan ve korkan her insanın gecenin köründe mezarlığa gidemeyeceğini düşündü.
            Ejder Paşa keşişin kendisine söylediği gibi adamlarını yanına almayarak Marangoz Avram Efendi’ye yaptırttığı meşeden mamul bir kazığı bir de kafa kesmek için büyükçe bir palayı yanına alarak Tatavla Mezarlığı’na yollandı. Gitmeden de ne olur ne olmaz diye fazladan iki tas bol sarımsaklı haydariyi de mideye indirdi.
            Ay ışığının her yeri ayan beyan aydınlattığı ancak mezarlıktaki ağaçların gölgelerini dans eden tuhaf şekillere dönüştürdüğü bir uğursuz gecenin köründe Ejder Paşa, Tatavla Mezarlığı’na girdi. Adamlarından kızı gömdükleri yeri öğrenebildiği kadarıyla dualar okuya okuya mermer haçların, mezartaşlarının arasından geçti.
            Yürüdüğü yolun biraz ilerisinde neredeyse yarı minare boyunda o şeyi görmese belki metanetini koruyabilirdi. Kendi gövdesinden daha iri ve kendininkinden uzun kollarını açarak üzerine doğru geldiği esnada Ejder’in saçları sanki bir anda beyazladı. Hançeresinden fırlayan bu sefer nara değil çığlıktı. Tıpkı seneler önce o yangın yerindeki acılı doğumuna benzer bir çığlıktı. Bu sefer başlangıcı değil sonu haber veriyordu.
            O ürpertili son nara gecenin köründe Tatavla sokaklarında yankılanırken korkularından hiçbir Allah’ın kulu camdan dışarıya bakmaya cesaret bulamadı…
SON
Mehmet Berk Yaltırık
13 Ağustos 2016 – Edirne


Tepedeki Bar-9. Kısım

(2010’lar)
            Odanın kapısı zorlanıp kadın suretli dehşetin böğürtüsü kulaklarında çınlarken bir anlığına hareketsiz kaldılar. Ahşap kapılar pençe darbelerine dayanamayarak ardına kadar açıldığı esnada kanlı beyaz elbisesi ve çarpık dişleriyle arz-ı endam eden dehşetle göz göze geldiler. Vedat: “Öbür kapıdan!” diye bağırınca bir anda kapıya hamle edip hızla başka bir odaya geçtiler. Vedat da arkalarından girip kapıyı örttüğü esnada yaratığın kafasını kapının arasından sokarak kapıyı ittiğini gördüler. Vedat’ın zorlandığını görünce var güçleriyle kapıyı itmeye başladılar. Kadından yükselen boğucu küf kokusu yüzlerine çarpıyordu. Işıltılı gözleri ve dişleri oldukça yakınlarındaydı. Bedeninin olanca gücüyle kapıyı itmeye çalışan dehşet arada bir böğürerek konuşmaya başladı: “Ben de... Ben de… Ben de sizler gibiydim. Bana… Bana bir şey oldu. Susadım! Susuyorum! Susuzluğumu dindirmem lazım! Lazım! Lazım!”
            Vedat hengâme esnasında beline sıkıştırdığı silahını yeniden çekerek olanca gücüyle yaratığın suratına indirmeye başladı. Yaratık böğürdükçe kapıyı daha da şiddetli itiyordu. Kenan: “Bana ver baba silahı benim sağım kuvvetlidir!” deyince Vedat tereddüt etmeden silahı ona verdi. Kenan, silahın kabzasını söve söve dehşetin suratına indirmeye başladı. Koyu renge sahip bir kan yaratığın suratını kaplamış, daha da korkutucu hale gelmişti. Kenan odanın diğer ucundaki kapıyı Pelin’e gösterip kafasıyla işaret ettikten sonra tüm gücünü toplayıp yaratığın suratına tekrar vurdu. Yaratık kafasını çekince Vedat kapıyı tamamen kapatarak kilitledi. Pelin’in eşiğinde dikilmekte olduğu kapıya atılarak: “Beni takip edin aşağıya inmemiz lazım!” diye bağırdı. Kadının böğürtüsü daha da şiddetlenmişti ve duyulabiliyordu.
            Odalardan hızla geçip konağın öbür ucundaki merdivene doğru yürürken Kenan bir yandan elde silah söyleniyordu: “Ulan böyle temiz iş olmasından kıllanmalıydım. Senle girdiğimiz hangi iş sağlam oldu ki bu olsun? İnşaattan geçilmeyen, yakılmamış ormanın olmadığı İstanbul’da sen git böyle bir ev bul anasını satayım…”
            Vedat müstehzi bir ifadeyle karşılık verdi: “İyi yönden bak! Arazi mafyasıyla da kapışabilirdik!”
            “S.ktir git lan! Mafyaya en azından sıkabiliyorsun. Bu ölmüyor!”
            Merdivenlerden koştura koştura aşağıya inip birinci kata vardıklarında zemin kata inen merdivenlerin olduğu yere geçebilmek için uzunca bir koridora saptılar. Vedat bir yandan yürürken bir yandan Kenan’a bakıyordu: “Patron geliyor. Eli kulağında!”
            “Patron ne yapacak? Bizdeki silahsa ondaki de silah. Roket mi sıkacak karıya?”
            Vedat bir anlığına geri dönüp Kenan’ın üzerine yürüdü: “Ne bileyim ulan! Ne yapacak! Ne yapacak! Uğursuzluk abidesi! Her işin uğurunu kaçırırsın zaten…”
            Kenan gerilemek yerine tam karşısına dikilmişti Vedat’ın: “Öyle mi oldu şimdi? Senin yüzünden hayatım kaydı lan benim. Hangimiz uğursuzuz acaba?”
            Pelin ikisinin arasına girdi hemen: “Ya durun Allah aşkına sırası mı? Çıkalım şuradan önce…”
            Vedat, Pelin’i bir kenara itti: “Bir dakika Pelin anlayayım bir beyefendinin hayatını nasıl kaydırmışım?”
            Kenan: “Buraya getirmen bile başlı başına bela lan nasılı mı var?”
            “Hayır! Onu kastetmedin çıkar ağzındaki baklayı!”
            “Kızın yanında konuşmayalım istersen.”
            “Konuş ulan bu saatten sonra bir şey olmaz…”
            “Ben askere gitmeden önce yaptığımız o toz işi işte. Tek iş ama hayatımı kaydırmaya yetti…”
            “Kafana silah dayamadım.”
            “Paraya ihtiyacım olduğunu biliyordun. Pelin’le evlenecektim!”
            “Pisliğe girmekse hepimiz girdik. O işte beraberdik.”
            “Pis tarafını yapan bendim. Benle Kadir. Sana bir bok olmadı!”
            “Konuş konuş susma….”
            “Ne konuşayım lan biliyorsun işte. Toz işi yapılacak dedin. Tek seferde muazzam miktarda canlı indiragandi dedin. Kadir’le birlikte “he” dedik. Demez olaydık. Bildiğin gibi o işi takip eden başka bir lavuk varmış, tepemize çöktü. Kadir’i kurşunladılar. Ben askerliği tecil ettirmek yerine askere gitmeyi tercih ettim.”
            “Benimle ne alakası var bunların peki? Talihsizlik işte satış olmadı. Mafyayla papaz olduk. Sen askere gittin kurtuldun tüm bok bana kaldı ben de hepimizi sıyırdım işte.”
            “Paramı alamadım. Arkadaşlarımdan biri öldü. Saçlarımı kaybettim. Pelin’i kaybettim. Hala ne alakam var diyorsun!”
            “Ben mi yedim lan paranı? Satış işinden geleni mafyaya vermesem seni kışladan çıktıktan sonra beni de çok öncesinde Kadir’in yanına yollayacaklardı! Kadir’in vadesi dolmuş onun için elimden bir şey gelmezdi. Pelin’in de bildiğim kadarıyla kalbini kırıp askere kaçan sendin…”
            “Zarar verirler diye korktum lan! Benimle ayrılırsa mafya peşine düşmez diye düşündüm.”
            “Ben vardım. Ben korurdum. Gittin kafana göre iş yaptın!”
            “O zamanlar kıytırık badigarttın lan ne yapacaktın koca mafyaya? Hem emanet etsem ne olacak. Ne bok yediğinizi bilmiyor muyum?”
            Pelin bu sözü duyunca beyninden vurulmuşa döndü. Dengesini yitirdiği esnada yanında durduğu pencereye yaslandı. Elleri titriyordu. Vedat, ceketinin cebinden sigara paketi çıkarıp Pelin’e uzattı. Titreyen elleriyle sigarasını güç bela yakan Pelin zonklayan şakaklarını ovuşturmaya başladı. Vedat küfreder gibi baktı Kenan’a: “Ne bok yemişiz?”
            “Ben yokken yaptığınızı diyorum. Gerçi sen buna da bir bahane bulmuşsundur. Nasıl olsa ayrıydık di mi?”
            “Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu lan?”
            “Ben kızı bırakıp askere gittim sen de fırsattan istifade… Konuşturma beni!”
            “Arkadaşım olmasan, başkası dese şunu ölüsü çıkardı burdan! O olay sandığın gibi değil…”
            “Nasıl sandığım gibi değil lan arkadaşın manitasına bakmak delikanlılığa sığar mı?”
            “Ben öyle bir eşeklik yaptım, yaptım ama Pelin masum lan. Bir gece barda kaldık yağmur bastırdı. Kafam da iyiydi. Yanaştım o halde… Ama Pelin… Pelin istemedi. Kız yaptığın eşekliğe rağmen istemedi.”
            “Yalan!”
            “Kızı üzme Kenan. Bilsem böyle olacağını vallahi konuşalım demezdim.”
            “Yalan olduğu belli işte…”
            Vedat bir anda Kenan’ın yakasına yapıştı: “Ne yalanı lan! Yalan olsa sana bu imkânı sağlar mıydım? Parayı alır mafyaya paranın sende olduğunu söylerdim!”
            Tam o esnada Pelin’in önünde durduğu camın korkunç bir şangırtıyla parçalandığını işittiler. Pelin cam kırıklarından korunmak için bir anlığına başını yüzünü örtüp eğildi. Kenan’la Vedat o esnada camdan baş aşağı sarkan dehşeti fark edebildiler.  Yaratık Pelin’i bir anda kucaklayarak yukarı doğru çekti. Pelin’in canhıraş çığlıkları konağın dört bir yanında çınlarken ellerini pencerenin pervazına dayayarak direnmeye çalıştı. Vedat bir anda Pelin’in ayaklarına atılıp kızı kendine çekmeye başladı. Kenan da kendine gelince Pelin’i belinden tutup çekmeye başladı. Kadın suretli dehşetin böğürtüsü Pelin’in çığlıklarını dahi bastırıyordu.
            Kenan bir anlığına Pelin’le göz göze geldi. Yalvarır gibi bakıyordu: “Kenan! Beni ona canlı teslim etmeyin! Beni ona bırakmayın! Öldürün beni!”
            “Kurtarıcaz seni!”
            Pelin’in gözlerinden yaşlar süzülüyordu: “Öldür beni! Yalvarırım öldür!”
            Yaratık Pelin’i yukarıya doğru insan ötesi bir güçle çekiyordu. Vedat dahi bir müddet sonra haykırmaya başladı. Sesi ağlamaklıydı: “Onu böyle bırakma. Dediğini yap! Ben bırakamıyorum sen yap!”
            Kenan ellerinin titremesine hâkim olmaya çalışarak istemeye istemeye kıza doğrulttu. Boğazında düğümlenen hıçkırıklara aldırmayarak nişan aldı. Tetiğe basarak Pelin’i başından vurdu. Pelin’in gözlerinin donuklaştığını ve kana bulanan yüzünü görür görmez olduğu yere yığılıverdi. Vedat, Pelin’i bırakır bırakmaz yaratık kızın cesedini yukarıya çekti.
            Kenan yığıldığı yerde çökerek sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Vedat’ta çöktüğü yerde ağlıyordu. Kenan’a bakarak bir anda ayağa fırladı: “Sağ kalmamız lazım. Onun için!” Kenan onu duymazdan geldi. Vedat üzerine atıldığı esnada namluyu kendi kafasına dayadı: “Artık benim için dünya yok…” Tetiğe basar basmaz patlayan gürültünün ardından yere düştü Kenan.
            Vedat gözyaşlarını silerek koridorda koşmaya devam etti. Merdivenlere ulaştığında korkudan yine ayaklarını güç bela hissedebildiğini fark etti. Yine o bataklıkta, çamurlara bata çıka yürüyormuş hissi… Zemin kata ulaştığında kapıya yöneldi. Kapıya varmadan kapının iki kanadının da muazzam bir gürültünün ardından açıldığını gördü. Patron kapıdaydı. Ona doğru koştururken bir yandan da kurtulmuş gibiydi:
            “Patron! Seni Allah gönderdi abi yetiştin!”
            Patron mağrur bir ifadeyle poz keserek elindeki silahı hazırda tuttu: “Kim basabilir lan Arnavut’un mekanını? Nerede o pezevenkler?”
            Vedat patronun yanına varınca bu sefer başka bir korkuya kapılarak boynunu büktü: “Patron ben sana olayı tam aktarmadım.”
            “Nasıl aktarmadın?”
            “Baskın değildi. Bir kişi. Dahası bir şey. Duvardan çıktı. Sonra…”
            “Bir dakika. Duvardan mı çıktı?”
            “Evet abi. Ses geliyordu sürekli. Ben de kedi sıkışmıştır sandım bizim kel badigarta yıktırdım. Ölmesini bekleyene kadar sesi keseriz diye düşündüm. Kenan’la Pelin’i bir de bizim badigartı öldürdü işte…”
            “Ulan beyinsiz herif! Burası zaten bar olacak o müzikte kim neyi duyacak? Su borusu der geçerdiniz. Bok mu vardı o duvarı kıracak?”
            Patron böyle deyince Vedat duraksadı. Onun duvardan çıkan dehşeti garipsemediğini görmek şaşırtıcıydı. O esnada patronun ardında ikisi kadın beş kişinin daha olduğunu gördü. “Misafirleri…” diye düşündü zira her birinin giyimi jantiydi. Patron misafirlerine şöyle bir baktıktan sonra Vedat’a döndü. Şaşkın bakışlarını görünce alaycı bir ifadeyle gülümsedi: “Burasını çok özel partiler için yaptırmıştım. Ancak bu kadar erken bir organizasyon beklemiyordum!” Patronun bunları söylerken bir anlığına sırıtmasıyla bunca zamana kadar fark etmediği bir detay onu dehşete düşürdü. Yahut yaşadığı olayların tesiriyle hayal gördüğünü sandı. Zira patronun köpek dişleri gözlerine biraz fazla uzun gibi gelmişti.
            Patronun misafirlerinden biri içeriye girerek konağa göz gezdirdi. Ağzını açtığı sırada Vedat onun da dişlerini olağandan uzun gibi görmüştü. Gözlerini ovuşturduğu esnada adam sakin bir ses tonuyla konuşmaya başladı: “Bekir’ciğim bence tıpkı eski Beyoğlu günlerimiz gibi olacak!”
            Patron: “Pek huyum değil ama biraz aperatife ben de hayır demeyeceğim sanırım. Aç gelmiştik zaten…”
            Vedat bu konuşmalarına bir anlam vermeye çalışırken dışarıdaki insanlara daha dikkatli baktı. Gözlerinin tıpkı o kadın suretli dehşet gibi ışıldadığını gördü. Vedat şaşkınlıkla Bekir’e baktığı sırada patronunun da gözlerinde aynı korkunç ışıltıyı fark etti.
            “Patron… Sen bu duvardaki şeyi biliyor muydun?”
            Bekir gülümsedi. Ardından ağır adımlarla konağa giren misafirlerine döndü: “Hatırlarsınız sizlere eski yaşadıklarımı anlatmıştım. İttihatçılar konağı sarınca ben gündüzden ne olur ne olmaz diye duvarda bir küçük delik açtırmıştım. Elime sımsıkı bağladığım bir kamayla birlikte kolumu delikten içeri soktuğumda kendimi ısırttırabildim. Baygın düşmeden evvel hem onu yaraladım hem de kolumu kurtardım. Eski halk ananelerini iyi bilirim! Kamayı yaladığımda onun kanı ve ısırığı bana hayat vermişti yeniden!” Daha sonra Vedat’a baktı: “Eğer o duvarı kırmasaydın buradan elinizi kolunuzu sallayarak çıkabilirdiniz. Sonuçlarına katlanacaksın…”
            O esnada Vedat kafayı yiyip yemediğini düşünürken merdivenlerden aşağıya doğru o kadın suretli dehşetin indiğini gördü. Yanında Pelin ve Kenan’ın cesetlerini çuval misali sürükleyerek aşağıya iniyordu. Kadının ağzı kana bulanmıştı ancak beslendiği için silueti insanı ziyadece andırıyordu.
            Bekir onu görünce misafirlerine geleni takdim etti: “Paşa kızı ama çok hamarat. Bakın bize elleriyle ziyafet hazırlamış!” Kadın suretli dehşet ona bakıp sırıttığı esnada Bekir de aynı korkunç sırıtışla ona karşılık verdi: “Seni uzun süre ihmal ettim muhterem refikam. Lakin artık öte hayatın tadını çıkarabiliriz! Afiyet olsun!”
            Vedat tam ortasına düştüğü dehşeti fark ettiği sırada Bekir’in misafirlerinin bir anda üzerine atılıp kollarından ve boynundan kendilerini dişlediklerini gördü. Çığlıkları konağın duvarlarında çınlıyordu…
SON
Mehmet Berk Yaltırık

15 Eylül 2016 – Edirne

Tepedeki Bar-8. Kısım

(2010’lar)
            Kadın suretindeki dehşet kollarını kel badigarttan çektiğinde adamın çuval misali yere yığıldığını gördü Vedat. Badigartın yüzündeki korku ve şaşkınlık ifadesi kadından daha ürkütücüydü. Bir anlığına badigartın ayağa kalkacağını zannetti ancak adamın kıpırtısızlığı karşısında boğazı kurudu. Karşısındaki kadına benzeyen şey parıltılı gözlerini gözlerine dikmişti. Çarpık sivri dişleri Vedat’ın telefonunun ışığında ayan beyan görülüyordu.
            Telefonu tutan elinin titremesine engel olamayan Vedat, içinden türlü çeşit duaları hatırlamaya çalışarak ağır adımlarla gerilemeye başladı. Karşısındaki varlık ses çıkarmadan kendisini seyrediyordu. Kafasını hafif hafif kıpırdatarak Vedat’ın üzerine yürümeye başladı. Aklına dua gelmediğinden sadece besmele çekerek gerileyen Vedat, bir eliyle de arkasını yokluyordu düşmemek veya sütunlara çarpmamak için. Gözlerini o korkunç şeyden ayırmaya cesaret edemiyordu. Sanki bunu yaparsa karanlıklar içerisinde kaybolup ummadığı yerden saldıracaktı.
            Vedat taş merdivenlere ulaştığı esnada kadına benzeyen varlığın yüzünün sanki kızmış gibi kaşlarını çattığını, suratını öfkeyle çarpıttığını fark etti. Kadının boğazından yeryüzünde dolaşırken asla işitmediği türden bir ses yükseldi. Ulumaya dönüşen korkunç bir böğürtüydü bu. Duvarların içinden yükselen o acayip sese benziyordu. Vedat insanı dehşete düşüren o ürkünç ayrıntıyı fark ettiğinde çoktan kapıya ulaşmıştı. Bodrumun kapısını çarpıp kapatmadan önce kadının bu sefer krize tutulmuş birinin çığlığına benzer bir ses çıkarak üzerine atıldığını gördü. Kapıyı örttüğü esnada o şeyin ahşaba çarptığını ve kapıyı zorladığını hissetti. Ürkünç varlığın fiziki temasını bu şekilde bile olsa hissettiğinden ayakları inceden titremeye başlamıştı. İçerideki böğürtü kesilmişti ancak kapı sanki arkasında göze görünmez esrarlı bir güç varmışçasına her bir ucundan itiliyor gibiydi.
            Kapı kolunun hayaletli ev hikâyelerindeki gibi sürekli hareket ettiği ve durmadan zorlanan kapının ardından ağlamaklı bir kadın sesi duydu Vedat: “Lütfen… Lütfen açın! Yalvarırım! Korkuyorum!” Ses normal geliyordu ama çıkaran şeyin ne olduğunu tahmin ettiğinden kıpırdayamıyordu. Kadın kapı kolunu oynatmayı sürdürüyor, histerik bir şekilde kapıyı zorlamaya devam ediyordu. Vedat ses vermeyince kadının sesi bu sefer öfkeyle yükseldi: “Oradasın! Biliyorum, oradasın! Kokunu alıyorum! Aç kapıyı! Aç! Aç!”  Vedat kapının anahtarını konağın duvarlarında çınlayan bir şangırtıyla yere düşürünce kadının yine o tuhaf böğürtüyle ancak insan gibi konuştuğunu işitti: “Buranın türlü yerlerini bilirim! Ben de başka yerden çıkarım! Geliyorum! Geliyorum!”
            Kapı şiddetle sarsılmaya başlayınca Vedat korkudan ayaklarını hissedemez olmuştu. Sinirlerine güç bela hâkim olmaya çalışarak merdivenlerden yukarıya tırmanmaya koyuldu. Ayakları balçığa batmış gibiydi, korkusundan zar zor yürüyordu. Kapının zorlanması bitince bir an duraksayıp tırabzanlardan aşağıya baktı. Konak ürkütücü bir sessizliğe bürünmüştü. Ancak duvarların içerisinden yükselen ve derinden gelen bir çığlık sesi işitince neredeyse kalbi sıkıştı. O şey başka bir taraftan geliyordu.
            Merdivenleri tırmanırken duvarların içinden gelen fare tıkırtılarının da arttığını işitti Vedat. Onlar da kaçıyorlardı o şeyden. Sanki duvarların içinden sürünerek geliyordu. Üçüncü kata soluk soluğa ulaştığında Kenan’la Pelin’in şiddetli bir kavganın ortasında olduğunu gördü ve bu sahneye rağmen ilk kez rahatladı.
            “Kızım bak beni delirtme şurda birlikte iş yapıcaz neticede!”
            “Yine kendini düşünüyosun işte! Bencilsin!”
            Vedat artık takat kalmamış dizleriyle birkaç adım atıp odanın girişinde yere yığılınca kavgayı kesip ona doğru döndüler. Pelin oturduğu yerden fırlayıp Vedat’ın yanına koşturunca Kenan’ın içinde yine birkaç kıskançlık kurdu oynadı. Pelin, Vedat’ın koluna girip kaldırmaya çalışırken bir an dönüp Kenan’a çemkirdi: “Yardım etsene, ne dikiliyorsun orada öyle?” Kenan istemeye istemeye Vedat’ı koltuk altlarından tutarak odadaki tekli koltuklardan birine oturttu. Odanın camın dışından vuran ay ışığı aydınlığında betinin benzinin kireç gibi olduğunu fark ettiler. Dehşetten büyümüş gözleri ve hızla nefes alıp vermesi karşısında şaşkınlıkla karışık bir korku yaşadılar. Pelin hemen çantasına koşturup getirdiği kolonya şişesini Vedat’ın bileklerine ve suratına boca etti. “Vedat ne oldu? İyi misin Vedat?”
            Kenan bu sahneyi ölümüne kıskanarak Vedat’a dalga geçer gibi baktı. Ancak içten içe o da tedirgin olmuştu. Uzun süre sonra ilk defa Vedat’ı patron tavırlarından bu kadar uzak görmüştü. Esasında ilk defa korktuğunu görmüştü. Zira Vedat’ın bar badigartlığı işine girmesi tesadüfi değildi. Gençlik yıllarında karate salonlarından semt kavgalarına, bar önlerinde torbacılıktan mafya tetikçisinin kapısında topukçuluk yapmaya ömrü hep karanlıklarda geçmişti. Vedat’ı ilk defa karanlıktan bu denli korkarken görmüştü Kenan. Onun bu zayıf hali içindeki kıskançlığı körükledi. Alay etmek ve Pelin’in karşısında küçük düşürmek istedi.
            “Ne oldu lan betin benzin atmış?”
            “A… Aşa… Aşağıda… Aşağıda bi şey var oğlum.”
            “Bi şey ha? Çok enteresan!”
            Pelin gözlerini devirerek Kenan’a bakınca alay etmekten vazgeçti.
            “Ne gördün? Ne oldu?”
            “Oğlum aşağıda bi şey varmış.”
            “Sokucam şeyine ha!”
            “Ya duvarın ardında… Duvarın ardında bi şey varmış. O sesi çıkaran şey.”
            “Kedi?”
            “Ne kedisi lan! İnsana benziyor ama değil… Bizim kel badigartın yıktığı duvarın içinden çıktı…”
            “Haplandın mı lan manyak mısın?”
            “Lan ne hapı sövdürcen şimdi! Gözümle gördüm lan kapıyı zorladı. Kel badigartı öldürmüş, bizim de ağzımıza sıçacak. Duvarı açtıran aklıma sıçayım ben!”
            “Ne çıktı ki? Bana bak yatır felan mı? Eski konaklarda monaklarda olurmuş ya hep böyle dalgalar?”
            “O aşağıdaki yatırsa bütün mahalle benim üstümden geçsin. Değil lan değil. Üç harfli felan herhalde. Ağzı yamulmuş, çarpık dişli bir şey bağırıp duruyor.”
            “Dalga geçmiyorsun di mi lan?”
            “Sen benim şaka yaptığımı ne zaman gördün p.şt! Aşağıya kilitledim, kapıyı zorladı manyak! Buraya doğru geliyordur, görürsün!”
            “Delirdin mi lan? Kafanı kör karanlıkta bi yere mi vurdun? Nasıl gelecek kapıyı kilitlediysen?”
            “Duvarın içinden yürüyor kaltak sesini duydum.”
            “Duvarın içi?”
            “Aynen. Ses kablolarını falan geçirdiğimiz yer, eski sistem. Osmanlı zamanında da kendi elektrik altyapısını döşetmişler o dönemden.”
            O esnada kablolar bahsinin üzerine koridordaki birkaç ses kablosunun sanki birisi asılıp yere vururmuş gibi çıkardığı sesler üzerine her biri sessizleşti. Kablolar sanki yılanmışçasına kuyruklarını “Pat! Pat!” sesleriyle yere vuruyorlardı. Üçü birbirlerinden cesaret bularak telefon ışıklarını açıp koridora çıktılar. Ses sistemlerinin olduğu ve Vedat’ın dans pisti olarak dizayn ettirdiği ikinci kattan geliyordu. Vedat onlara yalvarır gibi bakıp: “Kaçalım! Burada durmayalım!” dedi. Ama Kenan yine içindeki kıskançlık kurtlarının kımıldanmasıyla Pelin’in önünde onu küçük düşürebilmek için zıttına gitti: “Ne kaçıcam lan. Çok istiyorsan sen kaç!”
            Kenan, arkasına bile bakmadan onların önünden hızla inerek ikinci kata indi. Pelin’le Vedat arkasından takip ediyordu. Kenan’ın rahatlığı kabloların çıkış yaptığı büyük deliği görene kadar sürdü. Duvar boşluğuna açılan delik genişlemiş, kireç parçaları etrafa saçılmıştı. Kabloların üzerinde kıpırdayan, delikten çıkmayan şeyi o anda fark etti. Korkunç varlık Kenan’ı fark edince boğazından yükselen ürkütücü bir böğürtüyle ona hamle yaptı. Delikten çıkmaya çalışırken parıltılı gözlerinin karanlığın içinde kendisine dikildiğini gördü. Can havliyle Vedat’a bağırdı:
            “Çek silahını vur şunu! Çek silahını!”
            Vedat elinin titremesine olduğu kadar engel olmaya çalışarak varlığını arkadaşının hatırlattığı silahını çıkardı. Elindeki telefonu Pelin’e uzattı. Pelin her iki elindeki telefon ışıklarını yaratığa doğru tuttu. Şarjörünü çekip iki eliyle yaratığa doğrulttu. Nişan alıp tetiğe basarken besmele çekti. Silah konağın duvarlarında yankılanan korkunç bir gürültüyle yaratığa isabet edince başından vurulan yaratığın kıpırtısız düştüğünü gördüler. Tam rahatladıkları esnada yaratık birden kafasını kaldırarak böğürmeye başladı. Vedat ile Pelin merdivenlerden inerek hızla birinci kata inmek üzere bir alttaki merdivenlere yöneldiler. Kenan da onların peşine takıldı.
            Birinci katta iki kapılı bir odaya kendilerini zor atarak kapıları kilitlediler. Pelin korkuyordu: “Ne yapıcaz ya?” Her biri telefonlarına bakıp çekip çekmediklerini kontrol ettiler. Vedat telefonu tuşlamaya başladı: “Polisi arıyorum.”
            Kenan sinirle karşılık verdi: “Ne diycen? Abi duvarı yıktık, içinden bi şey çıktı bize saldırıyo mu diycen? Ondan sonra narkotiği göndersinler koduğumun keşleri diye?”
            “Ne yapıcaz lan başka?”
            “Semtten çocukları arayalım gelsinler.”
            “Onlara ne diycez?”
            “Kavga var deriz.”
            “Neyle gelcekler lan buraya koşarak mı? Mevcut tek Beyaz Şahin’e doluşarak mı? Öyle olsa kavga var diye polisi çağırırız baştan.”
            Tam o esnada Vedat’ın telefonu çalmaya başladı. Ekranda görünen “Patron” yazısı yanıp sönüyordu. Üçünün de kanı çekildi. Vedat: “Şimdi tam sıçtık. Patron arıyor. Tam arayacak zamanı buldu.”
            “Daha iyi oğlum aç işte. Mekanı bastılar de gelsin kurtarsın bizi.”
            Vedat telefonu korkarak açtı: “Evet abi. Evet. Evet. Biz de mekândaydık zaten. Hı hı. Tepedeki bar aynen. Misafirler mi? Abi yalnız şöyle bir pürüz çıktı. Burayı bastılar. Kel badigartı indirmişler. Biz iyiyiz. Sen ne zaman gelirsin abi? Tamamdır. Boş gelmeyin abi çok sakat burası. Estağfurullah abi.” Telefonu kapatınca Kenan sordu: “Ne diyo?”
            “Ya Allah’ın şanslı kullarıyız ya da Allah belamızı verdi. Patron buraya geliyormuş tam. Misafirlerine mekânı gösterecekmiş. Ben de bastılar diye yalan söyledim.”
            “Ne dedi?”
            “Ağzıma sı.tı. ‘Ulan hergeleler iki elinizle bir s.ki doğrultamazsınız zaten. Kim basabilir lan Arnavut’un mekânını!’ dedi. Bizi sordu. Geliyormuş hemen. Dışarıda bekleyelim, yakınmış. Boş gelmeyin dedim küfür etti.”
            “Yılların Arnavut’u lan bu boş gezer mi? Anasına söv daha iyi.”
            “Ne bileyim ulan korkudan ne dediğimin farkında mıyım? Bu işte başımıza bir bela geleceği belliydi ama. Çok ah aldık. Bu ev aslında patronun. Ama vergi bokuna falan heralde evi benim üstüme yaptırdı. Kaç adamı tehdit ettim sırf şu iş olsun diye. Topukçulukta tahsilatçılıkta ben bu kadar adam tehdit etmedim. Tapudaki memurlardan birini bile çocuğuyla karısıyla tehdit ettim. Bu pislik bir işti Allah belamızı verdi.”
            İçinde bulundukları odanın kapısı birden gürültüyle sarsılmaya başlayınca Vedat sustu. Üçü pencereye doğru gerileyerek kapı kolunun hızla sarsıldığı, dört bir yanından zorlanarak menteşelerinden fırlayacakmış gibi görünen kapıyı korkuyla seyretmeye başladılar. Panik vücutlarını ele geçirmişti. Kapının ardından o korkunç böğürtü işitiliyordu…
DEVAM EDECEK
Mehmet Berk Yaltırık
27 Ağustos 2016 – Edirne


Tepedeki Bar-7. Kısım

(1909)
            “Geliyorlar paşa hazretleri! Hareket ordusu! Resneli Niyazi’yle fedaileri geliyor!”
Konağın eli tüfekli ayvazlarından birinin kendisine böyle hitap etmesi Bekir’i kısa bir anlığına geçmişe sürüklemişti. Paşa hazretleri… Paşa… Paşa damadı olduktan sonra Beyoğlu’nu kasıp kavurduğu, daha da yükseklere temas ettikten sonra Hürriyetçi takiplerine başladığı günleri düşündü. An gelince o da Sultan Abdülhamid Han’ın göğsü madalyalı kabadayılıktan gelme paşaları arasına karışıvermişti. Hareket Ordusu kapıya dayanınca şehirdeki ayaklanmadan mesul tutulan kimselerden görülüp evvela teslim olmasını isteyen birkaç zabit, ardından da Resneli Niyazi Bey’in adamları konağa gönderilince Bekir Paşa’nın saltanat günleri de böylece sona ermişti.
            Bekir Paşa kendine gelince merdivenlerden kendini seyretmek olan bir zamanlar hizmetçiliğini yaptığı konağın hanımı olan Peymanzer’le göz göze geldi. Peymanzer’in yanı sıra iki oğlu da annelerinin yanında beklemekteydi. Az bir zaman sonra her biri tüfeklerle tabancalarla konağın girişindeki salonda toplanmakta olan hizmetçilerle, kapısındaki kabadayıların patırtısı nedeniyle Peymanzer’e de fazla bakamadı.
            “Herkes silahlanıp toplandı mı more?”
            “Eşref Ağa’nın takımı hariç buradayız paşam. Yükte hafif pahada ağır eşyayı da yanımıza aldık.”
            “Eşref nerededır?”
            “Emrettiğiniz gibi bahçenin girişinde Hürriyetçilerle müsademeye tutuştu. Konağa varmalarını geciktiriyor…”
            “Tamam. Söyleyesın ona vuruşa vuruşa çekilsın arka tarafa. Biz dahi oradan yarıp çıkacaz. Deryaya varana dek kaybederler izimizi.”
            “Paşa hazretleri?”
            “Ne var more? Ne dikilirsın hala burada?”
            “O… O şey ne olacak paşam?” Ayvaz parmağıyla konağın mahzenlerini işaret etmişti.
            Bekir’in aklından nasıl çıkmıştı sahi? Paşa’nın vefatından sonra duvarı yıktırıp halletmeyi düşünmemişti bile. Gece olduğu vakit insanın dayanması güç boğuk çığlıklar konağın duvarları arasında çınlamış durmuştu yıllarca. Yıllar içerisinde de konak ahalisince alışılmıştı. Üstelik Bekir Paşa’nın pek de işine yaramıştı. Konağını ziyaret eden hasımları perilerin cinlerin musallat olduğu böylesine bir evde hiçbir şeyden korkmadan yaşayan çatal yürek bu paşadan ziyadesiyle çekinmişlerdi.
            Tüfek patırtıları ve naralar yakınlaşmaya başlayınca Bekir Paşa yine dalıp gittiği geçmişten sıyrıldı. Yüzünde hain bir sırıtma peyda oldu: “Konak zaten benim more, ya bana ya evladıma… Mahzendekı da kalsın alanın başına!”
            Paşa karısını ve çocuklarını yanına çağırarak arka kapıya seğirttiği vakit ayvaz da ön kapıdan çıkıp Resneli Niyazi’nin fedaileriyle birbirlerine kurşun yağdırmakta olan Eşref Ağa’nın yanına koşturdu. Eşref Ağa’nın takımı birer, ikişer kayıp verip ormanlık alana doğru savuştuğu sıra Resneli’nin adamları da konağa girmeye muvaffak oldu. Konağı tepeden tırnağa elde kamayla tüfekle arayıp bir şey bulamayınca beş kişiyi konağın bahçesindeki ardiyede, beşini de konağın içinde nöbetçi bırakarak ormanda takibi sürdüren diğer fedailere katıldılar.
            Nöbetleri güneş batana kadar sakin geçti.
            Ardiyedeki fedailer akşam karanlığında köşkten koştura koştura inen diğer nöbetçileri görünce ilkin Bekir Paşa’nın adamlarının baskına geldiğini sandılar. Nöbetçiler bütün konağı didik didik aradıkları halde duvarlardan çınlayan tuhaf bir sesten bahsediyorlardı. Namlularını konağa doğrultup içeriye girdiklerinde nöbetçilerin yeminler ederek duyduklarını söyledikleri o acayip sesi kendileri de işittiler. Bir kadın çığlığıydı. Kesik kesik yükselen, hançereyi yırtarcasına çıkan dünya dışı bir böğürtü… İnsanın kalbini yerinden oynatan korkunç bir feryat…
            Nöbetçi bırakılanlar Resneli’nin ardından İstanbul’a gelmiş, çoğu Makedonya’nın Arnavutluk’un dağlarından gelme kimselerdi. Çocuklukları sayısız dinlence ve efsaneyle geçmişti. Konakta yükselen kaynağı meçhul çığlık seslerini işittiklerinde bir daha oraya geri girmemek üzere terk edip hep birlikte ardiyeye indiler. Sabah olunca da haberci gelmesini beklemeden kışlaya döndüler.
            Vakanın üzerinden yıllar geçti, konak köhnedi ancak çığlıklar kesilmedi.
(2010’lar)
            Kenan binanın mutfak kısmındaki sigorta kutusunu kurcalarken Vedat da elindeki telefon ışığını kutuya doğru tutuyordu.
            Vedat sıkkın bir şekilde söylendi: “Halledebilcek misin?”
            Kenan gözlerini kutudan ayırmadan konuştu: “Sanmam. Sigortalarda bi’şey yok. Bu civarda arıza olmuştur, sigortalık değil gibi.”
            “Hay anasını satayım. Koduğumun jeneratörcüsüne elli kere gel hallet şu tesisatı dedim, bugün iş çıktı abi, yarın iş var abi diye diye savdı. Sıçacam ağzına. Şimdi burası açık olsa, elektrikler kesilse n’olacak?”
            Mutfak kapısından bir anda kafasını uzatan bir siluet görür görmez Vedat’ın yüreği ağzına geldi. Telefonun ışığında yüzü hayaleti andıran Pelin’den başkası değildi. Elindeki sigarayı uzatarak: “Ateş var mı?” diye sordu. Vedat telefonu öbür eline alıp çakmakla Pelin’in sigarasını yaktığı sırada yanaklarına akmış simsiyah gözyaşlarını fark etti. Pelin: “Yukardayım ben” diyerek çekilip gidince hiçbir şey soramadı. Hışımla Kenan’a baktı: “Ne söyledin lan kıza?”
            “Ne söyleyeyim? Açık hava sinirlerini gevşetmiştir.”
            “Kafasını kertmedin di mi lan kızın?”
            Kenan içinden yükselen öfkeyi ve küfürleri bastırarak sinir bozucu bir sırıtmayla Vedat’a döndü: “Ya salla birader hatun milleti işte. Hallenmiştir, olmuştur bi’şeyler.”
            “Ben senin ruhunu bilirim lan. Yine dangıl dungul konuşup canını sıkmışsındır kızın kesin. Git konuş şunla.”
            “Ne konuşayım anasını satayım?”
            “Sakinleştir işte ne bileyim. O kadar iş planlıyoz, bok edeceksin şimdi. Git gönlünü al kızın. Ben de inip bizim hayvana bakayım. Duvarı yık dedik sesi soluğu kesildi. Kaytarıyor mu ne bok yiyorsa artık…”
            “Kör karanlığın içinde nereden bulayım kızı şimdi?”
            “Lan oğlum Çırağan Sarayı sanki. Benim odadadır. Üçüncü katta merdivenin hemen karşısındaki oda.”
            Vedat’ın “benim odam” demesi ve böylesine detaylıca tarif etmesi içindeki öfkeyi hayli kızıştırsa da Kenan sakinliğini korudu. Bitmiş bir ilişkiydi. Paraya ihtiyacı vardı. Hatun meselesi yüzünden hiçbir şeyi bok etmek istemiyordu. Söylene söylene mutfaktan çıkıp merdivenlere yöneldi. Vedat bodruma inmeden önce anlayacakmış gibi beyhude yere sigorta kutusunu seyretti.
            Kenan ahşap merdivenlerden takıla takıla çıkarak ve zerre ışık yakmayarak üçüncü kata geldiğinde ardına kadar açık kapıyla yüz yüze geldi. Ay ışığı odayı aydınlatıyordu. İçeriye girdiğinde Pelin’i camın kenarında oturmuş vaziyette gördü. Bir an sinirle Kenan’a baktıktan sonra yeniden pencereye döndü. Kenan söze gireceği sırada odanın kırmızı ipek kumaşlı yatak takımını ve kırmızı mobilyalarla döşenmiş halini görünce duraksadı.  İçindeki öfkeyi zapt edemiyordu. Şeytan kulağına cinayet tasarıları üflüyordu. Cebindeki paranın miktarını anımsayınca öfkesi yine duruldu ancak dizginleyemedi: “Ben giderken bile ağlamadın da şu lavuk için mi döktün bunca gözyaşını şimdi?”
            Simsiyah yaşlar Pelin’in yanaklarından aşağıya süzülürken, Kenan’a aşağılar gibi baktı. “Sen iflah olmayacaksın. Herkesi kendin gibi bencil zannedeceksin…” deyiverdi.
            O esnada Vedat söylene söylene binanın bodrumuna iniyordu. Telefonunun ışığını ileriye tutarak kel badigardın olduğu yere yürüdüğü sırada, kirli, beyaz elbiseli bir kadınla badigardı sarmaş dolaş gördü. Kadının siyah saçları soluk ışığın altında kuzgun tüyleri gibi parıldıyordu.
            Birden, sinir patlamasıyla gürledi Vedat: “Ulan mekana nere ara karı attın lan? İş yap dedik, sinemaya gelmiş gibi cıvırla yiyişiyor öküz!”
            Vedat’ın öfkeli yüz ifadesi yerini kısa bir süre sonra korkuya bıraktı. Zira kadın kafasını kaldırıp ona doğru baktığında badigardın cansız gözleriyle parçalanmış boğazını, kadının kedi gözleri misali ışıldayan gözleri ve kanlı ağzıyla birlikte görmüştü. Kadının dudaklarından süzülen kanların elbisesine akıp kırmızı lekeler bırakmış o hali parmaklarıyla kabir tahtalarını kazarken elleri parçalanmış huzursuz ölülerin kefenlerini andırıyordu. İfadesiz zift karası gözleriyle Vedat’a bakarak çarpık çurpuk sivri dişlerini sırıtırcasına sergiledi.
DEVAM EDECEK

Mehmet Berk Yaltırık
29 Temmuz 2016 – Edirne