4 Şubat 2013 Pazartesi

Alamut'un Gerçek Hikayesi

(Cemaziyel ile birlikte yazılmıştır.)


           Tarih büyük kahramanları ve hükümdarları yazdı. Ancak tarihçiler –istisnasız hepsi-tarihi yazarken bir şeyi gözden kaçırmışlardı. Gözden kaçırdıkları bu şey tarihi bilinenden çok, çok farklı noktalara taşımıştı. Gözden kaçırılan nokta: İnsanların genellikle her şeyi abartmalarıydı. Abartmak insanlar için bir bağımlılık ya da eğilim değildi, bazen nefes almak kadar doğal bir ihtiyaçtı. İşte tarihçilerin unuttuğu bu nokta pek çok olayı yalan, yanlış ve abartılı olarak bugünlere taşımıştı. Gerçeği gördükleri de oldu ancak hiç hoşlarına gitmedi. Anlatılan hikaye hep ilgilerini çekmişti. Titanik’i basit bir gemi kazası olarak görmek yerine, bol ödüllü bir aşk filminden ötürü romantik bir hadise olarak algılamaları gibi.

            Hasan es-Sabbah, Büyük Selçuklu Devleti diye bilinen Âl-i Selçuk saltanatı esnasında, Sultan Melikşah’ın mülkünda sayılan Deylem eyaletinde, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde olduğundan ta Zaloğlu Rüstem’in yürüdüğü senelerde terk edilmiş ancak devlet malıdır denilerek bürokratik gerekçelerle oraya yerleştirilmiş on askerden biriydi. Dağ başında yaşamaktan, çarşı anlayışları biraz aşağıdaki köyün meydanına inip kol attıktan sonra geri dönmekten ibaret olduğundan pek renkli bir hayat yaşadıkları söylenemezdi. En azından ölüm tehlikesiyle karşılaşmıyorlar yahut isyankar bir şehzade veya emirin entrikalarına bulaşmıyorlardı. Ancak bu denli durağan bir hayat hepsini derbeder ve paspal bir hale getirmişti. Yegane eğlenceleri kalenin dehlizlerinde beklettikleri şaraptı. Şarap içip, türkü söylemekten, dertleşmekten başka hiçbir eğlenceleri yoktu. Onu da ancak haftada bir gün, mezeleriyle, yemekleriyle bir tür içki meclisi düzenleyerek tüketirlerdi. Komutan bunu bilirdi ancak ses etmezdi, haftada bir gecelik askerlerinin eğlenmesinde bir zarar görmezdi ki kendi de bazen iştirak etse de genellikle kendi başına takılırdı. Şehri en son buraya gönderilmelerinden bir-iki yıl önce görmüşlerdi. Hasan, buraya en son atanan yahut sürülen askerdi.

            Her şeyin başladığı gün, yine böyle bir içki meclisi kurmuşlardı. Eski insanlar olduklarından size felsefi ve bilgece gelebilirler ancak onların bizlerden tek farkı daha farklı bir coğrafyada ve dönemde yaşamalarıydı. Yoksa bu içki meclislerinin içeriği ne oturak alemlerinden ne de çilingir sofralarındaki muhabbetten farksızdı. Şaraplar içilmiş, keyiften, hüzünlerden bahsetmişler, dertleşmişlerdi. Ancak o geceki meclisi, diğer meclislerden farklı kılacak şeyler yaşanmıştı. Her zamanki yerleri olan kalenin matbah yahut mutfak kısmında sedirlere, döşeklere oturup koca mutfak ocağının gürül gürül yanan alevlerinin karşısına sıralanmışlardı. O gece en çok derdini anlatan kişi Hasan olmuştu. Çünkü yıllar sonra oraya büyük şehirlerden gelen, dış dünyadan gelen oydu ve köye gidip gelen haberciler dışında yeni şeyleri ondan öğrenebilirlerdi. Ayrıca yeni geldiği için onu tanımak istediklerinden, kadeh kadeh şarapları geceye ve anılarına yuvarlayarak koyu bir muhabbet harlamışlardı.

            Hasan dertliydi, Hasan sevmişti. Anlattığına göre falanca bir şehirde koca vezir Nizamülmülk’ün kızlarından birine rastlayıp aşık olmuştu, kızı anlata anlata bitiremiyordu. Hatta bu niyeti yüzünden sürgün yemişti. İlkin inanmamışlardı ama kızı öylesine tarif ediyor, defalarca bahsediyordu ki bunları ancak bir içki meclisinde aşk acısını paylaşan birisi anlatabilirdi. Şarabın tesiriyle sarhoş olan Hasan, bir ara ağlamak istemiş ancak erkekliğe halel getirmemek için dışarıya çıkmıştı. İşte yıldırım hızıyla gelişen olaylar o noktada başlamıştı.

            Muhabbet kesintiye uğrayınca üşüdüklerini fark eden ama zil zurna sarhoş olduklarından pek de kıpırdayamayan askerler dışarıdan odun getirmek yerine “tekrar yaparız” düşüncesiyle altlarındaki sedirlerden bazısını ateşe atmışlardı. Sedirlerin yapıldığı yöreye has otlar, başka yörelerde keyif verici madde olarak kullanıldığından mutfak yoğun bir dumana boğulduğunda, oradaki sekiz asker dışarı çıkmak yerine kalıp dumanı solumuşlardı. Kafaları öyle güzelleşmişti ki naralar atmaya başlamışlar, durumuna üzüldükleri Hasan’ın lehinde bağırmaya başlamışlardı. Hasan sesler yükselince komutan uyanmasın diye onları uyarmaya geldiğinde askerlerin bu acayip halini görünce bir hayli şaşırmıştı. Hasan’ı da aralarına alan askerler kalenin avlusuna çıkıp geceyi çınlatan naralar atmaktayken Hasan onları sakinleştirmeye çalışmıştı ama başarılı olamamıştı. Sevdiği kızdan ayıran ümera başta olmak üzere devlet aleyhinde ileri geri konuşmaya başlamışlardı:

            “Vay! Hasan, kardeşim nereye kayboldun? Seni arıyoruz biz de.” 
            Sesi duyduğunda kızarmış gözlerindeki yaşları silen Hasan, ilk başta arkadaşlarında bir gariplik olduğunu fark etmemişti.
“Soğan mı doğramışlar ne yapmışlarsa… Ben çabuk etkilenirim Beyim.”
“Kardeşime bak be! Hisli çocuk bu Hasan... Haksız mıyım beyler?”
“Haklı, Haklı…”
“Şu adamın yakışıklılığına bak hem. Ulan sana kız vermeyen o vezirin ben anasını, arvadını…” bu ismi verilmeyen şahsiyetin yaklaşık on dakika süren fantezileri, diğer askerleri gazladıkça gazlamış; Hasan’ı ise, devletin en yetkili adamıyla ilgili olduğundan olsa gerek, renkten renge sokmuştu.

            “Aman dostum! Neler diyorsun? Birinin kulağına giderse hepimizi sallandırırlar. Kurban olayım sus!”
            “Yoo! Koruma o herifi bize! Kesin askersin diye vermemiştir kızı dürzü! Makamla adam olunmadığını kendinden bilmiş olması lazım. Ben onun var ya…” Hasan’ın her durdurma çabası başka bir askerin hakaretleriyle sonuçlanıyordu.
            “Yok artık! Meşe tomruğu mu? Oğlum yapmayın lan! Vallahi kellemiz gidecek!”
            “Kellesi gidecek biri varsa o da o kızını vermeyen deyyus. Ama bak ne kellesi olduğunu söyleyeyim ben sana…” Her yeni adamı dinlediğinde Âl-i Selçuk’un değişik yörelerinden gelen bu adamların küfür konusundaki yaratıcılıklarının farklılığına hayret etmekten de kendini alamıyordu.

            “Yahu böyle şeyleri yapan mı varmış. Aklım, hafsalam almıyor! Bunları yapacağınıza öldürün daha iyi. Vallahi içim kalktı.”
            “Sen iste yeter ki Hasan’ım. Nizamülmülk’ü öldürüyoruz beyler!”
            “Aha işte şimdi yandık! Komutan geliyor. Bari şimdi susun.”

            Nara seslerini duyan komutan, sarhoş olmalarına kızmazdı pek ancak devlet aleyhinde ileri geri konuşmaları affedilemezdi. Devir Nizamülmülk devriydi ki devlet aleyhinde iki kişi bir araya gelse tövbe billah iflah olmazdı! Odasından meşe odununu kaptığı gibi avluya inip askerlere çattığında amacı sadece bu gaileyi başlamadan söndürmekti ancak askerlerinin kafasının bu denli güzel olacağını tahmin edememişti. Askerler komutanı tuttukları gibi yaka paça kaleden dışarı atmışlardı.

Memleketin bu kadar uzak bir köşesinde böylesi bir disiplinsizlik görülmemiş şeydi. Askerler muhakkak cezasını çekmeliydi. Bu şekilde koştura koştura köye inmişti komutan. O sırada kaledeki bağırtıları duyan köylüler çoktan uyanmış, kaleye gidip gelmemek arasında kalmışlardı. Komutan bir hışımla köye inip köylülerden birinin atına el koyduğu sırada kalede asayişin rayından çıktığını, civar köylerden asker toplayıp geri geleceğini söylediğinde efsaneler daha o andan itibaren türetilmeye başlanmıştı. Kaleye tırmanan köylüler, kafası güzel askerlerden birinin kalenin etrafını sarmak için hangi akla hizmet yaptığı bilinmez elinde iplerle urganlarla koşturma hareketini gördüklerinde ve askerlerin Mülk’e sövdüklerini ve Hasan es-Sabbah isimli askeri övdüklerini işittiklerinde korkudan gerisingeri köylerine dönerek evlerine kapanıp civar köylerdeki akrabalarına haber göndermişlerdi. İlk efsane, Hasan es-Sabbah isimli birinin deriden şeritlerle kalenin etrafını sarıp saramama bahsine girip kaleyi ele geçirmesiydi ve daha o anda mesafeler kat etmeye başlamıştı.

Yakınlardaki bir menzil noktasında bekleyen askerlere ulaşan komutan on askeri ardında takıp kaleye geri geldiğinde köylüler de onları seyretmekteydi. Kale kapılarının önüne gelen komutan, kale kapılarında hala kafaları güzel bir halde kendilerini seyreden askerleri görünce aralarında hem küfürleşme hem teslim ol çağrıları birbiri ardına salvolanmıştı.

“İsyancılar! Mücadele etmeden kaleyi teslim ederseniz, canınız bağışlanacak!”
“Biz sevda yolunun askerleriyiz lan! Teslim olmuyoruz!”

Aradaki irtifa farkından dolayı mıdır, yoksa uyuşukluktan dudaklarının tam kapanmamasından mıdır bilinmez; kaledeki askerlerin söyledikleri aşağıda pek anlaşılmıyordu.

“Ne dedi o? Seyduna mı dedi? Bi’şey dedi…”
“Evet Bey’im. Seyduna dedi. Dikkat edelim uygunsuz bir tarikatle karşı karşıya olabiliriz.”
“Vay arkadaş! Burnumuzun dibinde tarikat kurmuşlar haberimiz yok! İkna edip aşağı indirelim de keseriz hepsini. Birinin kulağına giderse hepimizi asarlar.”
“Teslim olmak için ne istiyorsunuz?”
“O Nizam’ın kızı buraya gelecek! Hangi kızıydı Hasan?” o sıra sorunun muhatabı Hasan Sabbah avludaki taşlardan birinde el elde, baş başta oturmuş bu kafası güzel adamların kendisini nasıl bir sona sürüklediklerini düşünüyordu. 

Sorusuna cevap alamayan asker, onun bu halini aşkına yormuş cevap beklemeden yeniden aşağıdakilere bağırmaya başlamıştı: “Hepsi gelecek ulan! Arasından seçeceğiz. Sonra da…”

“Hasan mı dedi o?” yukarıdan konuşmakta olan askerin fantezileri aşağıya bir çeşit mırıldanma, dua gibi geliyordu. Bu sebepten tarikat olayına iyice kanaat getirmişti Komutan.
“Seyduna dedikleri o galiba Bey’im.”  
“Hiç de öyle bir adama benzemiyordu. Neyse devam edelim.”
“Böyle sapkın fikirlere kapılmayın! Tövbe edin! Teslim olun! Cehennemde yanacaksınız!”
“Ne cehennemi, biz cenneti bulduk! Uğrunda savaşmaya değer yegane şeyin tesirindeyiz. Yaşasın Hasan Sabbah ve onun ölümsüz sevdası!”
“Yaşasın Hasan Sabbah ve onun ölümsüz sevdası!” kaledeki bütün askerlerin aynı anda haykırması kuşatmaya gelen nice savaşlar görmüş yiğitlerin tüylerini diken diken etmişti. Hayatlarında böyle bir topluluk görmüş değillerdi.

Bu sırada kalenin içinde naradan iyice havaya giren askerlerden biri Hasan Sabbah’ın yanına kadar geldi:
“Hasan! Kardeşim! Hakkını helal et. Senin sayende şu an cenneti bulduk. Ben kızı almaya gidiyorum.”
“Cenneti bulmuş… Babayı bulduk haberiniz yok. Bir dur, gaza gelme otur şuraya nereye gidiyorsun? Hala kız diyor arkadaş. Güzelim kaleyi harcadınız lan!”
“Kale sana feda olsun Hasan! Açın kapıyı! Kızı almaya gidiyorum!” gaza gelmiş askerin dediğini yapıp kalenin kapılarını açan askerler, hemen ne olacağını görmek için yerlerini alıp seyretmeye koyuldular.

Ancak efsaneler çoğalmıştı. Hasan Sabbah devlete kafa tutmuş, yanında fedailerine bir cennet vaat ederek istediği kişiyi öldürtebildiği söyleniyordu. Daha o gece vaktinde bile köyden köye hatta şehirlere dek bire bin katılan hikayeler, efsaneler alıp başını yürümüştü. Gecenin o saatinde o cenneti görmek isteyen köylüler de kaleye geldiklerinde, aynı dumanın tesiriyle öteki askerlere benzer acayiplikler yapmaya başlamışlardı. Kimileri cenneti gördüğünü söylüyor huri kızlarını kovalıyorlardı, Hasan’ı şeyh bellemişlerdi… Kimisi ise bıçaklarını çekip birbirlerine saldırmaya yelteniyorlardı. Efsaneler ise alıp başını yürümüştü

En yakın garnizona ulaşan dağılmış askerler, bu efsaneleri bire bin katarak komutanlarına aksettirince, komutan bu basit gaileyi halletmek, yangını büyümeden söndürmek üzere elli askeri Alamut Kalesi üzerine göndermişti. Elli asker kaleyi kuşatmaya başladığında aslında her şey daha baştan hallolacaktı. Ancak kaledekilerden birinin “Hasan için ölürüz lan!” diyerek kendini uçurumdan aşağıya bırakması her şeyi tam tersi sürece çevirmişti. Kuşatmaya gelenler kaledekilerin ciddiyetinden çekilerek dağılıp gitmişlerdi. Sabaha karşı askerler sızdığı sıra kaleye civar köylerden gayri memnun köylüler akın etmişti. Hasan Sabbah’a biat etmek, ona katılmak istediklerini söylüyorlardı. Kendi uydurdukları hikayelerde, ordular dağıttığını, Cennet’in kapılarını açtığını söyleyen Hasan el-Sabbah’tı o, Dağın Şeyhi’ydi. Hasan’ın önünde iki yol vardı. Ya gerçekliğe sarılıp, teslim olup idam edilecekti ya da çevresinde doğup büyüyen, efsaneye, destana aç insanların itikatları üzerinde muazzam bir saltanatın yegane hükmedicisi olacaktı. O ikinciyi seçmişti. Bir kız meselesinden buralara nasıl geldiğini kendisi de anlayamamıştı ancak umurunda değildi. Daha güzellerinin bir emriyle önüne sunulacağını biliyordu. Sedirlerin sırrını bildikçe kimse ona akıl sır erdiremeyecekti.

Şimdi size Hasan Sabbah’ın gerçek hikayesini anlattım. Aslında olayın tamamen bir “kız meselesi” olduğunu söyledim. Birçoğunuz inanmadınız, bir kısmınız ise “Hadi len!” dedi bile.

SON
Cemaziyel - Son Gulyabani
4 Şubat 2013


4 yorum:

  1. Gül yabani adı olmasa güzel bir blog gelebilir fakat gülyabani beni rahatsız ediyor niye bilmiyorum, yakın zamanda okuyabilirim zira bende birşeyler yazıyorum. Hasan sabbah ve haşhaşinler

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Eh bazı içerikler korkulu olduğunda ta seneler öncesinden kaldı öyle. Bu mizahi bir öyküdür pek gerçeklerle ilgisi yok. Hikayenizi yazdığınız zaman ilgili bağlantıyı burada paylaşabilirsiniz.

      Sil
  2. Güzel olmuş eline sağlık yalnız sedirlerin dumanından asker etkilendi köylü etkilendi ama hasan etkilenmedi. :)

    YanıtlaSil
  3. Eyvallah. Köylüler sedir dumanından etkilenmiyor, kafayı bulan onu direkt yakından soluyan askerler. Köylülerin Hasan'a katılması daha çok isyan çıkarttığını zanneden gayri memnunların yanında saf tutması. Hasan bunu sonradan fark ettiği için yararına kullanmayı seçiyor :)

    YanıtlaSil