(Cemaziyel ile birlikte yazılmıştır.)
Tarih
büyük kahramanları ve hükümdarları yazdı. Ancak tarihçiler –istisnasız
hepsi-tarihi yazarken bir şeyi gözden kaçırmışlardı. Gözden kaçırdıkları bu şey
tarihi bilinenden çok, çok farklı noktalara taşımıştı. Gözden kaçırılan nokta:
İnsanların genellikle her şeyi abartmalarıydı. Abartmak insanlar için bir
bağımlılık ya da eğilim değildi, bazen nefes almak kadar doğal bir ihtiyaçtı.
İşte tarihçilerin unuttuğu bu nokta pek çok olayı yalan, yanlış ve abartılı
olarak bugünlere taşımıştı. Gerçeği gördükleri de oldu ancak hiç hoşlarına
gitmedi. Anlatılan hikaye hep ilgilerini çekmişti. Titanik’i basit bir gemi
kazası olarak görmek yerine, bol ödüllü bir aşk filminden ötürü romantik bir
hadise olarak algılamaları gibi.
Hasan es-Sabbah, Büyük Selçuklu
Devleti diye bilinen Âl-i Selçuk saltanatı esnasında, Sultan Melikşah’ın
mülkünda sayılan Deylem eyaletinde, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde
olduğundan ta Zaloğlu Rüstem’in yürüdüğü senelerde terk edilmiş ancak devlet
malıdır denilerek bürokratik gerekçelerle oraya yerleştirilmiş on askerden
biriydi. Dağ başında yaşamaktan, çarşı anlayışları biraz aşağıdaki köyün
meydanına inip kol attıktan sonra geri dönmekten ibaret olduğundan pek renkli
bir hayat yaşadıkları söylenemezdi. En azından ölüm tehlikesiyle karşılaşmıyorlar
yahut isyankar bir şehzade veya emirin entrikalarına bulaşmıyorlardı. Ancak bu
denli durağan bir hayat hepsini derbeder ve paspal bir hale getirmişti. Yegane
eğlenceleri kalenin dehlizlerinde beklettikleri şaraptı. Şarap içip, türkü
söylemekten, dertleşmekten başka hiçbir eğlenceleri yoktu. Onu da ancak haftada
bir gün, mezeleriyle, yemekleriyle bir tür içki meclisi düzenleyerek
tüketirlerdi. Komutan bunu bilirdi ancak ses etmezdi, haftada bir gecelik
askerlerinin eğlenmesinde bir zarar görmezdi ki kendi de bazen iştirak etse de
genellikle kendi başına takılırdı. Şehri en son buraya gönderilmelerinden
bir-iki yıl önce görmüşlerdi. Hasan, buraya en son atanan yahut sürülen
askerdi.
Her şeyin başladığı gün, yine böyle
bir içki meclisi kurmuşlardı. Eski insanlar olduklarından size felsefi ve
bilgece gelebilirler ancak onların bizlerden tek farkı daha farklı bir
coğrafyada ve dönemde yaşamalarıydı. Yoksa bu içki meclislerinin içeriği ne
oturak alemlerinden ne de çilingir sofralarındaki muhabbetten farksızdı.
Şaraplar içilmiş, keyiften, hüzünlerden bahsetmişler, dertleşmişlerdi. Ancak o
geceki meclisi, diğer meclislerden farklı kılacak şeyler yaşanmıştı. Her
zamanki yerleri olan kalenin matbah yahut mutfak kısmında sedirlere, döşeklere
oturup koca mutfak ocağının gürül gürül yanan alevlerinin karşısına
sıralanmışlardı. O gece en çok derdini anlatan kişi Hasan olmuştu. Çünkü yıllar
sonra oraya büyük şehirlerden gelen, dış dünyadan gelen oydu ve köye gidip
gelen haberciler dışında yeni şeyleri ondan öğrenebilirlerdi. Ayrıca yeni
geldiği için onu tanımak istediklerinden, kadeh kadeh şarapları geceye ve
anılarına yuvarlayarak koyu bir muhabbet harlamışlardı.
Hasan dertliydi, Hasan sevmişti. Anlattığına
göre falanca bir şehirde koca vezir Nizamülmülk’ün kızlarından birine rastlayıp
aşık olmuştu, kızı anlata anlata bitiremiyordu. Hatta bu niyeti yüzünden sürgün
yemişti. İlkin inanmamışlardı ama kızı öylesine tarif ediyor, defalarca
bahsediyordu ki bunları ancak bir içki meclisinde aşk acısını paylaşan birisi
anlatabilirdi. Şarabın tesiriyle sarhoş olan Hasan, bir ara ağlamak istemiş
ancak erkekliğe halel getirmemek için dışarıya çıkmıştı. İşte yıldırım hızıyla
gelişen olaylar o noktada başlamıştı.
Muhabbet kesintiye uğrayınca
üşüdüklerini fark eden ama zil zurna sarhoş olduklarından pek de kıpırdayamayan
askerler dışarıdan odun getirmek yerine “tekrar yaparız” düşüncesiyle
altlarındaki sedirlerden bazısını ateşe atmışlardı. Sedirlerin yapıldığı yöreye
has otlar, başka yörelerde keyif verici madde olarak kullanıldığından mutfak
yoğun bir dumana boğulduğunda, oradaki sekiz asker dışarı çıkmak yerine kalıp
dumanı solumuşlardı. Kafaları öyle güzelleşmişti ki naralar atmaya başlamışlar,
durumuna üzüldükleri Hasan’ın lehinde bağırmaya başlamışlardı. Hasan sesler
yükselince komutan uyanmasın diye onları uyarmaya geldiğinde askerlerin bu
acayip halini görünce bir hayli şaşırmıştı. Hasan’ı da aralarına alan askerler
kalenin avlusuna çıkıp geceyi çınlatan naralar atmaktayken Hasan onları
sakinleştirmeye çalışmıştı ama başarılı olamamıştı. Sevdiği kızdan ayıran ümera
başta olmak üzere devlet aleyhinde ileri geri konuşmaya başlamışlardı:
“Vay!
Hasan, kardeşim nereye kayboldun? Seni arıyoruz biz de.”
Sesi duyduğunda
kızarmış gözlerindeki yaşları silen Hasan, ilk başta arkadaşlarında bir
gariplik olduğunu fark etmemişti.
“Soğan mı
doğramışlar ne yapmışlarsa… Ben çabuk etkilenirim Beyim.”
“Kardeşime bak
be! Hisli çocuk bu Hasan... Haksız mıyım beyler?”
“Haklı, Haklı…”
“Şu adamın
yakışıklılığına bak hem. Ulan sana kız vermeyen o vezirin ben anasını,
arvadını…” bu ismi verilmeyen
şahsiyetin yaklaşık on dakika süren fantezileri, diğer askerleri gazladıkça
gazlamış; Hasan’ı ise, devletin en yetkili adamıyla ilgili olduğundan olsa
gerek, renkten renge sokmuştu.
“Aman
dostum! Neler diyorsun? Birinin kulağına giderse hepimizi sallandırırlar.
Kurban olayım sus!”
“Yoo!
Koruma o herifi bize! Kesin askersin diye vermemiştir kızı dürzü! Makamla adam
olunmadığını kendinden bilmiş olması lazım. Ben onun var ya…” Hasan’ın her durdurma çabası başka bir askerin
hakaretleriyle sonuçlanıyordu.
“Yok
artık! Meşe tomruğu mu? Oğlum yapmayın lan! Vallahi kellemiz gidecek!”
“Kellesi
gidecek biri varsa o da o kızını vermeyen deyyus. Ama bak ne kellesi olduğunu
söyleyeyim ben sana…” Her yeni adamı
dinlediğinde Âl-i Selçuk’un değişik yörelerinden gelen bu adamların küfür
konusundaki yaratıcılıklarının farklılığına hayret etmekten de kendini
alamıyordu.
“Yahu
böyle şeyleri yapan mı varmış. Aklım, hafsalam almıyor! Bunları yapacağınıza
öldürün daha iyi. Vallahi içim kalktı.”
“Sen
iste yeter ki Hasan’ım. Nizamülmülk’ü öldürüyoruz beyler!”
“Aha
işte şimdi yandık! Komutan geliyor. Bari şimdi susun.”
Nara seslerini duyan komutan, sarhoş olmalarına
kızmazdı pek ancak devlet aleyhinde ileri geri konuşmaları affedilemezdi. Devir
Nizamülmülk devriydi ki devlet aleyhinde iki kişi bir araya gelse tövbe billah
iflah olmazdı! Odasından meşe odununu kaptığı gibi avluya inip askerlere
çattığında amacı sadece bu gaileyi başlamadan söndürmekti ancak askerlerinin
kafasının bu denli güzel olacağını tahmin edememişti. Askerler komutanı
tuttukları gibi yaka paça kaleden dışarı atmışlardı.
Memleketin bu kadar uzak bir köşesinde böylesi bir
disiplinsizlik görülmemiş şeydi. Askerler muhakkak cezasını çekmeliydi. Bu
şekilde koştura koştura köye inmişti komutan. O sırada kaledeki bağırtıları
duyan köylüler çoktan uyanmış, kaleye gidip gelmemek arasında kalmışlardı.
Komutan bir hışımla köye inip köylülerden birinin atına el koyduğu sırada
kalede asayişin rayından çıktığını, civar köylerden asker toplayıp geri geleceğini
söylediğinde efsaneler daha o andan itibaren türetilmeye başlanmıştı. Kaleye
tırmanan köylüler, kafası güzel askerlerden birinin kalenin etrafını sarmak
için hangi akla hizmet yaptığı bilinmez elinde iplerle urganlarla koşturma
hareketini gördüklerinde ve askerlerin Mülk’e sövdüklerini ve Hasan es-Sabbah
isimli askeri övdüklerini işittiklerinde korkudan gerisingeri köylerine dönerek
evlerine kapanıp civar köylerdeki akrabalarına haber göndermişlerdi. İlk
efsane, Hasan es-Sabbah isimli birinin deriden şeritlerle kalenin etrafını
sarıp saramama bahsine girip kaleyi ele geçirmesiydi ve daha o anda mesafeler
kat etmeye başlamıştı.
Yakınlardaki bir menzil noktasında bekleyen
askerlere ulaşan komutan on askeri ardında takıp kaleye geri geldiğinde
köylüler de onları seyretmekteydi. Kale kapılarının önüne gelen komutan, kale
kapılarında hala kafaları güzel bir halde kendilerini seyreden askerleri
görünce aralarında hem küfürleşme hem teslim ol çağrıları birbiri ardına
salvolanmıştı.
“İsyancılar!
Mücadele etmeden kaleyi teslim ederseniz, canınız bağışlanacak!”
“Biz sevda
yolunun askerleriyiz lan! Teslim olmuyoruz!”
Aradaki irtifa farkından dolayı mıdır, yoksa
uyuşukluktan dudaklarının tam kapanmamasından mıdır bilinmez; kaledeki
askerlerin söyledikleri aşağıda pek anlaşılmıyordu.
“Ne dedi o?
Seyduna mı dedi? Bi’şey dedi…”
“Evet Bey’im.
Seyduna dedi. Dikkat edelim uygunsuz bir tarikatle karşı karşıya olabiliriz.”
“Vay arkadaş!
Burnumuzun dibinde tarikat kurmuşlar haberimiz yok! İkna edip aşağı indirelim
de keseriz hepsini. Birinin kulağına giderse hepimizi asarlar.”
“Teslim olmak
için ne istiyorsunuz?”
“O Nizam’ın kızı
buraya gelecek! Hangi kızıydı Hasan?” o
sıra sorunun muhatabı Hasan Sabbah avludaki taşlardan birinde el elde, baş
başta oturmuş bu kafası güzel adamların kendisini nasıl bir sona
sürüklediklerini düşünüyordu.
Sorusuna cevap alamayan asker, onun bu halini
aşkına yormuş cevap beklemeden yeniden aşağıdakilere bağırmaya başlamıştı: “Hepsi gelecek ulan! Arasından seçeceğiz.
Sonra da…”
“Hasan mı dedi
o?” yukarıdan konuşmakta
olan askerin fantezileri aşağıya bir çeşit mırıldanma, dua gibi geliyordu. Bu
sebepten tarikat olayına iyice kanaat getirmişti Komutan.
“Seyduna
dedikleri o galiba Bey’im.”
“Hiç de öyle bir
adama benzemiyordu. Neyse devam edelim.”
“Böyle sapkın
fikirlere kapılmayın! Tövbe edin! Teslim olun! Cehennemde yanacaksınız!”
“Ne cehennemi,
biz cenneti bulduk! Uğrunda savaşmaya değer yegane şeyin tesirindeyiz. Yaşasın
Hasan Sabbah ve onun ölümsüz sevdası!”
“Yaşasın Hasan
Sabbah ve onun ölümsüz sevdası!”
kaledeki bütün askerlerin aynı anda haykırması kuşatmaya gelen nice savaşlar
görmüş yiğitlerin tüylerini diken diken etmişti. Hayatlarında böyle bir
topluluk görmüş değillerdi.
Bu sırada kalenin içinde naradan iyice havaya giren
askerlerden biri Hasan Sabbah’ın yanına kadar geldi:
“Hasan!
Kardeşim! Hakkını helal et. Senin sayende şu an cenneti bulduk. Ben kızı almaya
gidiyorum.”
“Cenneti bulmuş…
Babayı bulduk haberiniz yok. Bir dur, gaza gelme otur şuraya nereye gidiyorsun?
Hala kız diyor arkadaş. Güzelim kaleyi harcadınız lan!”
“Kale sana feda
olsun Hasan! Açın kapıyı! Kızı almaya gidiyorum!” gaza gelmiş askerin dediğini yapıp kalenin
kapılarını açan askerler, hemen ne olacağını görmek için yerlerini alıp seyretmeye
koyuldular.
Ancak efsaneler çoğalmıştı. Hasan Sabbah devlete
kafa tutmuş, yanında fedailerine bir cennet vaat ederek istediği kişiyi
öldürtebildiği söyleniyordu. Daha o gece vaktinde bile köyden köye hatta
şehirlere dek bire bin katılan hikayeler, efsaneler alıp başını yürümüştü.
Gecenin o saatinde o cenneti görmek isteyen köylüler de kaleye geldiklerinde,
aynı dumanın tesiriyle öteki askerlere benzer acayiplikler yapmaya
başlamışlardı. Kimileri cenneti gördüğünü söylüyor huri kızlarını
kovalıyorlardı, Hasan’ı şeyh bellemişlerdi… Kimisi ise bıçaklarını çekip
birbirlerine saldırmaya yelteniyorlardı. Efsaneler ise alıp başını yürümüştü
En yakın garnizona ulaşan dağılmış askerler, bu
efsaneleri bire bin katarak komutanlarına aksettirince, komutan bu basit gaileyi
halletmek, yangını büyümeden söndürmek üzere elli askeri Alamut Kalesi üzerine
göndermişti. Elli asker kaleyi kuşatmaya başladığında aslında her şey daha
baştan hallolacaktı. Ancak kaledekilerden birinin “Hasan için ölürüz lan!”
diyerek kendini uçurumdan aşağıya bırakması her şeyi tam tersi sürece
çevirmişti. Kuşatmaya gelenler kaledekilerin ciddiyetinden çekilerek dağılıp
gitmişlerdi. Sabaha karşı askerler sızdığı sıra kaleye civar köylerden gayri
memnun köylüler akın etmişti. Hasan Sabbah’a biat etmek, ona katılmak
istediklerini söylüyorlardı. Kendi uydurdukları hikayelerde, ordular
dağıttığını, Cennet’in kapılarını açtığını söyleyen Hasan el-Sabbah’tı o, Dağın
Şeyhi’ydi. Hasan’ın önünde iki yol vardı. Ya gerçekliğe sarılıp, teslim olup
idam edilecekti ya da çevresinde doğup büyüyen, efsaneye, destana aç insanların
itikatları üzerinde muazzam bir saltanatın yegane hükmedicisi olacaktı. O
ikinciyi seçmişti. Bir kız meselesinden buralara nasıl geldiğini kendisi de
anlayamamıştı ancak umurunda değildi. Daha güzellerinin bir emriyle önüne
sunulacağını biliyordu. Sedirlerin sırrını bildikçe kimse ona akıl sır
erdiremeyecekti.
Şimdi size Hasan Sabbah’ın gerçek hikayesini
anlattım. Aslında olayın tamamen bir “kız meselesi” olduğunu söyledim. Birçoğunuz
inanmadınız, bir kısmınız ise “Hadi len!” dedi bile.
SON
Cemaziyel - Son Gulyabani
4 Şubat 2013
Gül yabani adı olmasa güzel bir blog gelebilir fakat gülyabani beni rahatsız ediyor niye bilmiyorum, yakın zamanda okuyabilirim zira bende birşeyler yazıyorum. Hasan sabbah ve haşhaşinler
YanıtlaSilEh bazı içerikler korkulu olduğunda ta seneler öncesinden kaldı öyle. Bu mizahi bir öyküdür pek gerçeklerle ilgisi yok. Hikayenizi yazdığınız zaman ilgili bağlantıyı burada paylaşabilirsiniz.
SilGüzel olmuş eline sağlık yalnız sedirlerin dumanından asker etkilendi köylü etkilendi ama hasan etkilenmedi. :)
YanıtlaSilEyvallah. Köylüler sedir dumanından etkilenmiyor, kafayı bulan onu direkt yakından soluyan askerler. Köylülerin Hasan'a katılması daha çok isyan çıkarttığını zanneden gayri memnunların yanında saf tutması. Hasan bunu sonradan fark ettiği için yararına kullanmayı seçiyor :)
YanıtlaSil