14 Aralık 2013 Cumartesi

Vampirler Qalası-Qırımtatarca Qısqa Qorqu İkayesi




(Bu ikaye evvelden İngilizce yazıldı, son Türkiye Türkçesi’ne tercime etildi. Endi Emre Dizer ve Hale Kalkay'ın yardımlarınan Qırımtatarca’ga tercime etilip Radio Azaq sahifesinde yayınlangan son mınav blogda yayınlana. M.B.Y)


(1539-Valakya-Karpat Tavları’nda bir yer)

Bir taqım Osmanlı süvarisi dörtnalğa tavlar ve tüzlükler üstünde keteler. Belgrad’dan Varna’ga kete ediler; çünkü Varna valisi Ali Paşa olarnı qatına çağırğan edi. Karpat tavlarının üst betinden Tuna özeni yaqınlarınğaçe keldiler. Süvarilernin yolbaşçısı Balaban Osman, Osmanlı Devleti’nde nam salğan pek quvvetli ve yigit bir batır edi. Kün batğan vaqıtta süvariler bir çingene köyünin yaqınlarında toqtadılar. Yorulğan ve aç ediler.



Süvariler köynin hanına endiler, keçi peyniri aşap ayran içtiler. Batırlar könin yaqınlarındaki sırlı körünüşli qaleni seyir ete ediler. Balaban qale qorqunçlı körüne edi. Batırlar bu sırlı ve qaranğı qalenin ikayesini merak ete ediler. Süvarilernin yolbaşçısı Balaban Osman, çingenelerge bu qale aqqında pek çok sual soray edi. Qorqğan çingenelernin iç birevsi qale aqqında bir şey aytmadı. Balaban Osman açuvından kıçırıp qalenin ikayesini çingenelerden bir sefer daa soradı.



Şu anda qart çingene apayı hanga kirdi. Kart çingene apayı qorqunçlı körüne edi ve iç bir Osmanlı batırı onın balaban qorqulı közlerine baqalmadılar. Qart çingene apayı, Balaban Osman’nın qatına kelip ayttı: “İç bir çingene, qara qale aqqında laf etmez. Ne içün şunı meraq etesin? O yeri perilidir ve telikeli mahluklar qalede kezeler!”

Balaban Osman onen alay etip külgen son ayttı: “Mana baq qart apay! Adımnı eşittinmi? Men Balaban Osman! Batırlarımnen Osmanlı’da bizdi yahşı tanırlar. Biz huduttan hudutğa, Almanlarnen ve Acemlernen bile savaştıq! Atlarımıznın üstünde doğdıq ve qılıçlarımıznen çoq şovalyeni yendik! İç bir mahluktan qorqmaymız!”
Qart çingene apayı Balaban Oman’ğa baqıp küldi: “Bundan çoq vaqıt ögüne, Osmanlı atlılarının kelişinden evvel, Vladic adında bir Valaqya Beyi bu qaleni yaptıra. O bey menim qart anamnı iftira etip öldürte. Amma atalarım ep falcı edi ve qart anam qara büyü bile edi! Vladic Bey’ge lanet oquğanından, ölgen son mezarından çıqtı! Yani vampir oldı! Vladic bey’nin bir qızı bar eken. Vampir qıznı tişleğende qızçıq qansızlıqtan ölgen. Lakin şu qız ölgen son vampir olıp mezarından kelgen ve qale vampirlernen cinlernin lanetine oğrağan! O yerğe vampirler qalesi dep aytğan ekenmiz! O qadar cesür olsanız, qalege ketiniz! Ketiniz ve çıqıp bizge işaret beriniz!”



Balaban Osman ve batırları qart apaynın aytğanlarına köre atlarına minip cesürliklerini qanıtlamaq içün qalenin yoluna tüşeler. Osmanlı süvarileri qayalarnın üst betinden keçip qale yolına çıqalar. Vakit gece ola. Qalenin töbesinde ışıklar yaltıray, kök gürültüleri eşitile. Ortalıqta kezingen qaranğı qorqunçlı gölgeler süvarilernin közlerine körüne, atlarını qorqıza edi. Birkaç batır atlarnın töbesinden cıgılıp uçurumnın tübüne keteler. Balaban Osman ve diger batırlar atlarından cıgılıp yolga devam eteler, çünki atları aqılını coyğan dayın kaça ediler. Bir grup batır dua oqup qale yolına çıqalar. Şu anda batırlarnın üstüne yıldırım tüşe ve birkaç batır daa uçurumğa tomalay.



Balaban Osman ve sav qalğan beş batır qalenin qapısına keleler. Balaban qapığa ücum etip tahta yerlerni sındırıp qalege kireler. Batırlar duvarlardaki mesalelerni alıp yaqalar, son bir ölü çuquruna oşağan qale yollarından cüreler, merdivenlerni çıqıp qalenin merkezine baralar, qalenin içinde qorunç kıçırma seslerni eşitgen son yüksek qulege çıqqan yolğa baqalar.



Batırlar qulenin qapısını tabıp, qulege tırmanıp merdivenlernin töbesinde gizemli bir tabut tabalar. Balaban Osman tabutunı açğanda pek şaşıra. Çünkü qart çingene apaynı tabutnın içinde yuqlay ekende köreler. Apaynın it tişleri pek uzun, beti canavarga oşay. Batırlar öz aralarında ayttılar: “Bu hortlaqtır! Vampir! Çingene qadın vampir ekeen!”



Şu anda vampirlernin közlerini açıp tabutlarından turğanlarını kördüler. Balaban Osman’nı qapıp boğazına yapıştılar. Batırlar quleden aşağı cuvurıp, qaleden qaçalar. Qaça ekende son eşitkenleri, Balaban Osman’nın qorqunç kıçırıvu ola…

Yazgan: M.B.Y

Türkiye Türkçesi hali: http://songulyabanininyeri.blogspot.com/2012/11/upirler-kalesi.html

29 Ağustos 2013 Perşembe

Doğaüstü Olaylarla Mücadele Derneği (Öykü)

(Bu hikaye daha önceden 16 Şubat 2013'te Baykuş Yuvası'nda yayınlanmıştır.)

(Herkes okusun diye “ağır sansürden” geçirilmiştir… Sonra “Ay çok kaba…”yı bahane edip okumuyorsunuz. Neyse… İmla hataları, hikâye “sokak ağzı” ile yazıldığı için kasten yapılmıştır.)




            Cümleten selamlar. Bu satırları şu an az alkolün eşliğinde, bizim kale harabesinin izbesinde yazıyorum. Tamamen kendi kafama estiğimden yazıyorum. Olur ya bir gün bu deliler ne yapıyorlar, ne bok yiyorlar derlerse insanlar baksınlar örnek alsınlar. Ben yani bu satırları yazan Sami Şengezer, kardeşim Deniz Şengezer, mahalleden Maybaş Kadir, Taramalı Cengiz, Amigo İsmet ile birlikte, “Doğaüstü Olaylarla Mücadele Derneği” adı altında, bir sürü garip yaratıklarla felan savaştık, bir nice olaya girdik. Sonra bizim Maybaş’ın aklına bir fikir geldi nasıl geldiyse “Aga bunları yapıyoruz ama yazmak lazım, yazmadan kimse inanmaz” dedi, ben de sızmayı bırakıp kalkıp yazdım.
            Biz bu boka niye bulaştık peki?
            Bir gün canımız çekti eriğe dadandık. Bahçe, Deli Zehra’nın bahçesi… Uğursuz, musibet bir kadın… İşte ses etmeden bahçeye daldık ama acayip tırsıyoruz. Deli Zehra bir beddua etti mi birimize illa bir şeyler oluyor, acayip bir kadın. Çıktı işte bu bir beddua salladı yine, bahçeden kaçarken bizim mahalleden Sado’nun kafası yarıldı. Kadına acayip kinliyiz. Ama nasıl karşılık verebileceğimizi bilmiyoruz. Sonuçta kadın senelerdir bizim mahallede ve senelerdir milleti bedduasıyla, küfürüyle yıldırmış, delinin teki. Ama işte o son vukuatı acayip tersimize gelmiş, defterini dürücez.
            Çeteyi topladım kale harabesinin oraya dedim böyle böyle, ne yapalım da bu Deli Zehra’dan intikam alalım. Deli İsmet, kendisinden beklenmedik bir şekilde gerçekçi yaklaşarak: “Lan oğlum ne intikamı, Kara Murat mısın Battal Gazi misin? İş almayalım başımıza a… k…!” dedi. Amigo damarına denk getirsek duvara bile kafa atardı ya neyse.
            Maybaş Kadir, her zamanki gibi mevzuya vakıf değildi: “İntikam ne lan?” diye sordu. Taramalı Cengiz, sümüğünü salyasını silerek: “Aykut ağbime sölüm mü? Sölüm mü? Bi sölesem varya yakar mahalleyi yakar!” önerisinden başka bir şey söylemedi. Aykut abi (biz onu Tribün Aykut diye tanırız) gerçekten var olan, tribünlerden mribünlerden gelme cabbar, cevval bir abimizdi ama Cengiz’le gerçekten tanıştıklarını sanmıyordum. Cengiz bir taramalı tüfekten daha hızlı yalan sıkabilme özelliğine sahipti zaten.
            Ben bunlara anında afilli bir konuşma çektim işte, intikam mintikam yani bu Deli Zehra’nın halledilmesi işi felan bi gaza geldiler önce. Tek sorun aklımızda ne bir plan vardı ne bir dümen. Tabi bizim profesyonel bir yardıma ihtiyacımız vardı. Son kalemize, sığınağımıza, hepimizin abisine başvuracaktık. “Chılgın Chafe” isimli internet cafenin güzide çalışanlarından biri olan, apaçi model saçlarının altında muazzam bir bilgelik taşıdığına inandığımız Vedat abiye gittik, mevzuyu açtık. Vedat abi klasik: “S… et oğlum bunları manita yok mu?” yollu muhabbetlere sapınca biz intikamı felan bırakıp bir bildiği vardır diye aldık biraları kale harabesine çöktük. Adam 6 sene açıköğretim kamu okumuş bir bildiği vardır dedik.
            Kafamız güzel oldu felan inceden bu intikam mevzusunu yine açtık. Alkolün de etkisiyle İsmet’in amigo damarı tuttu: “Ben gidip o karının evini basıcam” diye bağırmaya başladı. Vedat abi artık nasıl bir kafadaysa önceleri “Yakışmıyor genç! Yakışmıyor!” diyerek bunu teskin ederken bir anda bu sakinleştirme çalışmasının seyri Vedat abinin ağzından: “Kardeşim basmak mesele değil. Gerekirse ben gidip basayım evi ama değmez şerefsize ciğersize!” cümlesi çıkın değişmişti tabi. Biz abi yapar mısın eder misin diye bilip bilmeden gazlayınca bunu kalktık oradan, Deli Zehra’nın evi basmaya gidiyoruz. Tam o sırada Deniz durdurdu bizi. Kardeşim diye demiyorum kafası böyle hukuklu kitaplı işlere basıyor hani Arka Sokaklar’ın hiçbir bölümünü kaçırmamış, ne ne suçtur kaç senesi vardır biliyor, dedi bu evi basarsak şu kadar cezası var. O sırada Maybaş Kadir: “Biz de kapıyı kırmayız aga camdan gireriz, yapacağımızı yapar sonra çıkarız. Kadın zaten deli, kapı kırılmadıktan sonra kim inanacak evi bastığımıza!” dedi. Maybaş ama işte kafası bazen böyle zehire bağlıyor. Biz dedik o zaman madem öyle merdivenle camına çıkalım öyle halledelim.
            Ev zaten ahşap mahşap iki katlı. Kahvenin arka bahçesinden yürüttüğümüz paslı merdiveni dayadık, Vedat abi önde, ben arkada bizim elemanlar merdiveni tutuyor, cama tırmandık. Ulan kafa alkollü ya camı dışarıdan nasıl açıcaz onu düşünmedik? Vedat abi manyağa bağlamış camı yumrukluyor. Işıklar yandı, Deli Zehra’nın perdeleri açmasıyla Vedat abiyi görmesi bir oldu. Gecenin köründe uykulu kafayla Vedat abiden önce Vedat abinin apaçi saçlarını görünce korkudan çığlık çığlığa tam aksi yöndeki arka camdan atlıyor bu, süresiz hastane.
            İşte o olaydan sonra biz kendi çevremizde bir isim yapıyoruz ama hani böyle daha dernek felan yok ortada. Hani böyle elimizden geliyor bu işler, böyle bedduası beter deliyi haklamışız felan. Bir gün arsanın orada bütün gün Şahin’le duran abiler çağırdılar bizi yanlarına. Bir tane lavuk varmış, mahallenin az aşağısında bir kafede kahve falı bakıyormuş bu. Arada işte ruh çağırcam muh çağırcam amacıyla karı kız kafalıyormuş, işte kızlara yavşayıp milleti sevgilisinden ilişkisinden ayrıyormuş, manitalarına bunları kötülüyormuş felan. Dediler biz şimdi bunları döveriz ama bu cin min çağırır siz Deli Zehra’yı halletmişsiniz duyduk gidin bu elemanı da halledin size beddua büyü müyü işleme. Dedik abi karşılığında ne olacak? “Siz halledin bi... Sonra bakarız.”
            Hemen akıl hocamız Vedat abiye gittik, bu ilk kovaladı bizi “Sizin yüzünüzden adım sapığa çıktı, Zehra’ya hallendi diyorlar arkamdan a… k....larım!” diye ama tabi onu bizden başka dinleyen, saygı gösteren kim vardı ki sonra vazgeçti “Gelin lan gelin hadi.” dedi gittik yanına. Açtık mevzuyu. Bu falcıyı halletme planımızı duyunca ilkin: “Dün bir bugün iki eşkıya mıyız çete miyiz oğlum biz, tetikçi mi olduk ne bok yedik benim haberim olmadan beni mi kullanıyorsunuz a… k…?” dediyse de sonra: “Gidin elemanın gözünü korkutun, Zehra beddua edemediyse bu haybeci üfürükçü lavuk bir şey yapamaz herhalde…” diye de gazladı bizi.
            Karşımızda daha metafizik bir şey var tabi. Fal bakan, ruh çağıran medyum gibi büyücü gibi bir şey… Beddua eden delinin bir level üstü tırsıyoruz a… k… . Hemen kafenin önünde pustuk, akşama doğru bu çıktı önünü kestik. İlkin insanca uyardık, dedik mahalleden git insanların huzurunu bozma felan. Bu diklendi hatta tehdit etti yok muska yazarım yok cin çağırırım. Biz artık nasıl bir metafizik avcı moduna bağlamışsak iş kavgaya döküldü. Ben böyle Şeytan filmindeki rahip dayı gibi bağırıyorum: “Çık mahalleden! Terk et! Huzurumuzu geri ver iblis!” Biz bunu artık nasıl dövdüysek bu kaçtı. Çok bağırdı onu çağırıcam bunu çağırıcam diye ama gelen giden olmadı. Mahallede namımız artmıştı. Muhitimizde adeta canavar avcısı Sadettin Teksoy gibi olmuştuk. Ses gördüm, ışık duydum, karabasan bastı diyen soluğu bizde alıyordu.
            Vedat abi çağırdı bir gün bizi, gittik internet cafeye, kantır oynayan liseliler dolmuş o sıra icabında sis atan sis yiyen cefakar gençlik, bize böyle baktılar garip garip sonra geri sis yemeye devam ettiler. Vedat abi: “Gençler bu iş böyle olmaz. Daha örgütlü mücadele şart!” dedi. O sırada youtube videolarına yorum yazmakta olan bir liseli p.ç kafasını ekrandan kaldırıp boru gibi sesiyle: “Örgüt mörgüt ne diyorsunuz lan siz?” diye diklendi. Ben sinirle üstüne yürüdüm ama Vedat abi engelledi, youtube’da Kurtlar Vadisi fon müziklerini kendi silahlı resimlerinin altına döşeyip paylaşan meczubun tekiymiş. Silah milah diyince ilk tırstık sonra namımıza halel gelmesin diye dikildik başına. Boncukluyla poz veriyormuş beynini s…timinin angutu iki tokat attık ağlayarak kaçtı. Vedat abi bizi sakinleştirdikten sonra hemen dedi: “Oğlum bu iş böyle serseri gibi yapılmaz. Bunu paraya dökün. Millet zaten huylu, duvarda gölge görse, ses duysa size gelir, size para verir, cin kovalayacaz peri yakalıyacaz diye köşe oluruz lan! Akarı yok kokarı yok temiz iş!”
            Tamam, ama nasıl toplanıcaz ne yapıcaz? Çıkardı bu bize birkaç dividi verdi. “Supernatural, bunu izleyin anlarsınız.” deyince aldık dividileri eve yollandık. Diziye göre iki tane kardeş var bunlar hep böyle yaratıkları maratıkları avlıyorlar, işte vampir dövüyorlar, iblis kovalıyorlar falan. İşte ondan sonra karar verdik, böyle teşkilatlı meşkilatlı bir şey olucaz, silahlanıcaz bilfiil garip yaratıklarla savaşıcaz…
Vedat abilerin cafeye gittik tekrar izledik abi dedik bu hemen dükkanın bir köşeye masa koydu sağolsun. Üstünü örttük, kalemlik, kolonya, ajanda falan koyduk işte konuyla alakalı diye astrolojiyle cinlerle ilgili üç kitap koyduk süs olsun diye kahve içinde açılmış emlakçı ofisi gibi oldu. Kapısına da afilli, tahtadan levhayı çaktık, eşek kadar harflerle yazacaktık müessesemizin ismini ancak isim bulamamıştık. “Bizim Avcılar”, “Şen Savaşçılar” olmazdı. Bize hem amacımızı anlatan hem de reklamımızı yapacak bir isim lazımdı. Onu da sağolsun Vedat abi buldu. “Doğaüstü Olaylarla Mücadele Derneği” diye. Sorduk hemen: “Abi neden dernek?” diye. “Oğlum şimdi müessese açtınız vergi levhası felan gerekir. Dernek adı taşıdınız mı kimse sizden kıllanmaz dışarıdan bakan hayır hasenat işleriyle uğraştığınızı zanneder…” dedi.
            İşte böyle teşkilatı kurmuştuk. İlk zamanlarda haybeden işler gelmişti. Aşağı mahalleden bir teyzenin geceleri altına işeyen torunu için büyü yaptığını söylediği komşusunu korkuttuk, sonra çocuğa muska yazdık. Muhtar “Üzerimde nazar var beni çekemiyorlar muhtarlığımı kaybedebilirim” dedi diye tütsü mütsü yaktık, okuyup üfledik. Ancak asıl mevzu kendini sona saklamıştı ve zaten teşkilatımızı teşkilat yapan da bu mevzu olacaktı. Gerçek doğaüstü varlıklarla karşılaşacaktık…
            Peki, bu nasıl oldu?
            Her şey mahalleden Fahrettin abinin mekânımıza gelmesiyle başlamıştı. Anlattığına göre mahalleye tekinsiz Gaylıs isimli bir eleman (Giles yazılıyor), Bafi, Encıl, Sıpike, Vilov, Ali İskender diye yanında birkaç kişiyle gelip lisenin kütüphanesine yerleşmişler. “Bunlar ne biçim isimler aga, kod adı mod adı olmasın anarşist mi bunlar?” diye sorduk. Kendilerine “Bafi Dı Vampir Salayır” diyorlarmış.
Büyük kızı Ayşe’yi de aralarına katmışlar geceleri mezarlıklarda fink atıyorlarmış. Kızını defalarca uyarmasına rağmen başa çıkamamış. Fahrettin abi asabi adamdır sorduk tabi niye başa çıkamadığını, elemanların cinli perili olduğunu söyledi. Bunların mekâna girip çıkan ters ayaklının, çarpığın haddi hesabı yokmuş. Televizyona çıkmadan evvel bize başvurmuştu.
Fahrettin abinin söylediklerine göre mahalleye harbici tekinsiz lavuklar takılmıştı. Bunlara mani olmak için kızı Ayşe’yi eve kapatmasını söyledik, biz de ekipçe evine gittik. Elemanlar eve Ayşe’yi almaya geldiklerinde meseleyi anlayacaktık. Biz ne bilelim fuhuş çetesi midir organ mafyası mıdır? Evde otururken biz, bu kız arka camdan kaçmış tabi, bir de mektup bırakmış “Sıpike ile birlikte kaçıyorum beni unutun” diye yazmış. Maybaş sordu: “Sıpike kim aga?” diye. Fahrettin abi kızla takılan sünnetsizin teki olduğunu söyledi. Ne olaylar dönüyordu anlayamamıştık. Fahrettin abi delirdi tabi. O sırada kütüphaneden aradılar bunun evi, biz de belki mafya işidir, karanlık adamlardır diye diyafonu açtırıp görüşmeyi kayıt altına aldık. Aynen yazıyorum:
Giles: Alo?
Fahrettin: Ne var kardeşim?
Giles: Ben Ayşe'yi sormuştum ama...
Fahrettin: Sen kimsin kardeşim? Niye arıyon Ayşe’yi?
Giles: B-b-ben kütüphaneci Giles?
Fahrettin: Gızın aklını garıştıran sensin deelmi? Adresini ver geliyom lan? Hanım! Tinerle çakmağımı getir! A… g…caam!
Giles: Tiner mi?
Fahrettin: Evet tiner yakacam seni! Bir genç kızın gece gece mezarlıklarda ne işi var lan a… k…..munun sapığı?
Giles: Ama o dünyayı koruyo...
Fahrettin: Dünyanı s…tirtme lan! Bi benim kızmı kaldı lan? Ha? Cevap ver lan p….k! Tuttun genç namuslu bi kızın afedersin ormanlarda barlarda yok mezarlıklarda it kopukla ne işi var lan a…. g…duğum! Bizim bir aile şerefimiz, namusumuz yok mu lan? Konuşsana p.şt!
Giles: Fahrettin Bey lütfen sakin olun...
Fahrettin: Neyine sakin olcam lan gözlüğü s…tiğiminin? Neyine sakin olcam? Kız gaçmış... Mektup bırakmış bak mektup bırakmış dinliyon nu lan kütüphanesini s…..tiğim g…atı?
Giles: Evet Fahrettin bey...
Fahrettin: Bah nediyo bah.. .Kaçmış bu..
Giles: Kaçmış mı?
Fahrettin: Kaçmış tabi g.t! Kaçmış... O bi tane Sipak mı sapık mı ne sarı kafalı sünnetsiz gavur satanizt bi herif varya... Onla gaçmış işte...
Giles: İyide benimle ne alakası var...
Fahrettin: Ne demek lan benle ne alakası var? Sen bu kızı barlara mezarlara çıkarırsan gecenin bi vakti... Kız onada kaçar davulcuya da kaçar s….k! Ver açık adresini lan! Ver!
Giles: Ama...
Fahrettin: Ver ulan adresini... Amanı s….rim senin! Geçen kız dediydi cehennemin ağzımı yüzü mü ne? Ver lan adresini? Seni o kitaplarınla yakacam kızın aklına girdin o….. ç…u!
Giles: Bakın Fahrettin bey sakin olun...
Fahrettin: Senin sakin ol diyen dilini s…m ben! Senin kızın var mı? Yoh! Ne gonuşuyon sen? Senin yüzünden kahveye gidemiyorum! Gittimi diyorlar “Ooo Fahrettin abi senin kızı mezarlıkta gördük geçen”diye… Benim piskolojim bozuldu evde çozukları kadını dövüyom onların da pisikolojisi bozuldu reva mı lan bu? Reva mı lan susma gözlüğünü s……minin!
Giles: Şiddet hiç bir şeyi halletmez beyefendi?
Fahrettin: Sen mi diyon bunu? Lan d…bük geçen kızın odasına girdim afedersin tahta kazıklar kılıçlar zincirler buldum... Bunlar fantezi aletleri deel mi? Sapık herif… Allah belanı verecek senin… Ver adresini geliyom oraya!
Giles: Bakın ama o seçilmiş... Vampirlerle ve iblislerle savaşıyor, bizim savaşçılarımızdan birisi.
Fahrettin: Ne seçilmişi lan y…m ne seçilmesi? Ben seçecem seni sen ver adresini? Ver ulan! Konuşsana sapık herif...
Konuşmadan anladığımız kadarıyla bizim ekmeğimize ortak çıkanlar vardı. Biz tezgahımızın önüne taş koydurmazdık. Mahalledeki ihtiyacı görüp canavar avlıyoruz diye dükkan açmışlardı demek ki! Evden çıktık, yerden aldığımız taşlarla sopalarla mezarlığın oraya gidip pusu kurduk. Bunlar geldiler işte iki kız, üç erkek biri gözlüklüydü. Mezarlıktan tam geçeceklerden yollarını kesip ağızlarını yüzlerini yamulttuk. Gözlüklü bize burasının tehlike altında olduğunu, cehenneme açılan bir kapının olduğunu falan söyledi. “Cehennem Ağzı” buradaymış güya. Amigo İsmet buna kafa atıp: “Senin ağzını yüzünü s…m! Terk edin lan maalleyi! Bize ortakçı mı çıkacaksınız?” diye bağırdı. Bunlar nasıl korkmuşlarsa artık aynen topuk. Fahrettin abiyi gördük yolda elde tiner gidiyordu. Mahalleden kovduğumuzu söyledim lavukları. “Benim kız nerede peki?” dedi. Uzmanlık alanımıza girmediğinden yardımcı olamayacağımı söyledim. Maybaş: “Aga sen Müge Anlı’ya felan git, biz nereden kayıp bulalım…” diyince Fahrettin abi tinerle bizi yakmaya kalktı, kaçtık tabi.
Mahallenin beti bereketi açılmıştı bu canavarlar, ecinniler konusunda. İpini koparan yaratık, manyak, psikopat mahalleye geliyor biz de onları “kendimize özgü” yöntemlerle kovalıyorduk. İşte bir gün Zabıta Muammer abi var bizim o geldi, ancak bizim çözebileceğimiz bir mevzu olduğunu söyledi. Aşağı mahallede kaçak elektrik ihbarı gelmiş bir tane bir gidiyorlar lavuğun biri bir tane villa yaptırmış, içinde bir sürü elektrikli eşya. Deli gibi bakıyormuş, bir tane iri yarı elemanın tekiyle gezinip duruyormuş, adamın ölü dirilttiği falan söyleniyormuş. Gittik baktık, adamı takibe aldık. Bu harıl harıl mezarlardan ceset çalıp, iğne iplikle dikip elektrik veriyor bunlara, manyak mıdır nedir anlayamadık. Gittik kapısını çaldık lavuğun, mahalleyi terk etmesini söyledik insanca. Arkasındaki yaratık bize diklendi, iki metre bir şey. Bu da ondan yüz buldu dedi: “Ben Frankenştayn’ım! Ölümü yeneceğim!” Maybaş delirdi: “Tövbe de lan! Ölüm var ölüm! Tövbe de!” Aramızda arbede çıktı, mahalleli camda, balkonda bizi seyrediyor. Bizim Amigo kafayı çekip gelmiş: “Barındırmaycam sizi burada! Barındırmaycam!” diye bağırmaya başladı, polis geldi. Hep birlikte karakola gittik. Kaçak elektrikten ve ölü soyuculuktan verdiler bunlara cezayı bizi saldılar, komiser çıkmadan: “Ona buna dayılık yapıyormuşunuz bi’ daha sizin adınızı duyarsam kırarım kafanızı, it kopuk musunuz lan!” diye azarladı bizi.
Yine bir gün evlere dağılacağız, akşam vakti mezarlığın tepesinden bir uluma sesi duyduk. Gittik baktık sesin sahibine bu sefer mahalleye kurtadam dadanmış. Hemen bilgisayardan baktık bu kurtadam nasıl temizlenir, işte gümüşle ölüyorlarmış. Kafedeki Kurtlar Vadisi özentisi liselilerden birinin nal kadar bir gümüş yüzüğü vardı, zorla aldık bunu elinden gittik sonra kasaptan birkaç et parçalı kemik memik aldık birkaç tane yüzüğü koca bir kemiğe takıp mezarlığa gittik. Lavuk dolunaya karşı uluyordu, bizi görünce kırmızı gözlerini dikti üzerimize. Attık üzerine kemikleri bunun, bu hepsini yalayıp yuttu gümüş olanı da yutunca dellendi biraz sağa sola savurdu kendini geberdi gitti sonra.
Mahallenin yaratıktan yana beti bereketi açılmış bir kere. Bu olaydan bir iki gün sonra bize yine ihbar geldi. Mezarlıkta satanizler ayin yapıyorlarmış. Bu sefer normal insan olduklarını düşünüp sadece kelebeklerle sopalarla gittik mezarlığa. İsmet bir ara yine dellendi: “Ömrümüz mezarlıklarda geçiyor a… k…! Parasında değilim gücüme gidiyor, Mezarcı Süleyman abi bizim kadar girmiyordur!” Maybaş bunu sakinleştirmek için: “Ekmeğimizi çıkarıyoruz! Günah mı lan! Ekmek bu! Adam mı kesiyoz! Haraç mı alıyoz! Namusumuzla ekmeğimizi kovalıyoz!” diye nutuk çekince sakinleşti biraz. Neyse gittik mezarlığa baktık sırtında cüppeler, ellerinde bıçaklar. Çatal matal bir şeyler diyorlar biz de tam anlayamadık. Yarı çıplak olduklarını fark edince iyice anladık bunlar kesin satanizdi, ayin bahanesine milletin karısına kızına askıntı olmuşlardı. Tam o sıralarda aşağıda, camiiden çıkan birkaç kişi: “Burası Müslüman mahallesi löaayn! Fuhuş mu yapıyonuz löaaayn!” diye bağırınca bunlar kaçtı tabi, biz de peşinden gittik. Bu sefer ta öbür mahalleye, umuhanelerin uygunsuz evlerin sokağına daldı bunlar. Ne kadar mama, çaça, hacı ana varsa “Bize ortak mı çıkacaksınız? Ta Moskova’dan Rusyalardan gelip buralara mı dadandınız?” diyerek sopalarla, fedaileriyle bunlara girişi meçhule doğru kovaladılar. Bu sefer bizim bir etkimiz olmamıştı. Mahalle baskısı ile fuhuş sektörü el ele vererek mahallemizdeki sataniz yuvalanmasını engellemişlerdi.
Ancak sonradan mahalleye daha büyük bir bela gelmişti. Hayatımızın işini o zaman halledecektik işte. “Doğaüstü Olaylarla Mücadele Derneği” kendini bu şekilde kanıtlayacaktı.
Mahallede bazı esrarengiz kayıp vakaları göstermişti. Mahallemizden genç kızlar ortadan kayboluyordu. Mafya işi falan sanmıştı millet mevzuyu. Biz de öyle sanıyorduk, hatta birkaç müşteri gelip kızlarını bulmamızı istediklerinde Vedat abi geri gönderiyordu hepsini: “Mafya çıkarsa sakat… Bi dakka barındırmazlar burada, mafya sakat…” diyordu. İşte bir gün işe gittik yine, liselilerin bağrışmalarını dinleyerek ömür çürütüyoruz. Bizim Maybaş gelmedi! Sabahtan yok, akşam oldu yok, nerede bu Maybaş! En son bu gün battıktan sonra tam çıkacağımıza yakın geldi: “Aga mahallede vampir var, kitap çarpsın ki vampir var!” diye bağırmaya başladı. İlk dedik kesin içti miçti, kafası güzel, adamın lakabı zaten maybaş niye inanalım? Bu bizi çekiştire çekiştire bir yere götürdü. Mahallenin yukarısında inşaatlar vardı, arazi konusunda mafyayla sıkıntı çıkmış, sahibi kurşunlanmış, yarım kalmış siteler işte. Gittik oraya bir bodrum katına indirdi bizi. Baktık dört tane tabut var. Amigo buna terslendi: “A…. k….n maybaşı! Ne vampiri lan! Belki mal kaçırıyor adamlar, zaten mafyayla muhabbeti var buranın ne tuttun getirdin bizi!” diye.
Bir baktık tabutların kapağı açıldı. Bizim mahalleden üç kız çıktı üçünden ama eskisi gibi değillerdi böyle solgun yüzlü, ölü renkli falan. Dördüncü tabuttan sarı kafalı, beyaz beyaz parlayan, sivri dişli züppe kılıklı bir şey… İsmet sordu: “Aga bu Zeki Müren’in sahne kostümleri gibi niye parlıyor?”  diye ama biz de bir mana veremedik tabi. Mahalleye dadana dadana vampir de mi dadanmıştı? Peki vampir olduğundan nasıl emin olacaktık? Adam kızlarla “Öyle değil mi Olric-evet efendimiz” gibisinden kendi kendine konuşuyordu kızlar da bunu hayran hayran dinliyordu. Şiir miir okuyan entel dantel tayfadan biri de olabilirdi. Aradık Vedat abiyi emin olmak için, sorduk: “Abi bu Olric kim?” diye. Facebook’ta falan hep yazıyormuş kızlar Olric molric diye ama kendi de bilmiyormuş. “Şarkıcı falan herhalde ne yapacaksınız oğlum Olric’i?” diye fırça attı. Eleman kızlardan birine baktığı sıra kızın bileklerinden birini dişleyince biz duruma aydık ama ilk başta ne yapacağımızı bilemedik tabi. Vampir olup olmadığını öğrenmemiz lazımdı.
            Sonra aklımıza bir plan geldi. Gittik bizim Şahinci abilere durumu anlattık. Mahallenin namusu falan diye anlattık. Olric’i duyunca içlerinden biri dellendi: “Ben biliyom beni eski manitada sürekli Olric yazıyordu. Kim bu lavuk diye sordum, “Üff sana ne be salak” dedi ayrıldık. Kesin bu o lavuk gidip ağzını burnunu kıralım!” deyince bunlar harala gürele inşaatın oraya doğru yürüdüler. Tam da o sırada bu lavuk yanında kızlarla dışarı çıkıyordu. Şahinciler dikildi bunun karşısına. Bizim sokaklarda bu tayfanın saldırmadan önce mani okuyup, şiir okuyup hasmına meydan okuması durumu vardı bu sevgilisinden ayrıldığını düşündüğü eleman gitti bu vampirin önüne başladı okumaya: “Tarz giyinip tiki olmasak da, pantolonu düşürüp küpe takmasak da, saçlarımızı şekil şukul yapmasak da bizler de delikanlıyız. Kızlar bizi sevmeniz için illa Olric mi diyelim?” diye. Vampir bunlara tıslayınca bıçak çekip saldırdılar. Ama vampire bir halt etki etmedi tabi vampir bunları kovaladı. Amigo İsmet haliyle söylendi: “A…. k…! Bıçaklamayla olsa biz takarız emaneti nedir ki? İş mi bunların yaptığı şimdi?”
            Bizim tez elden silahlanmamız gerekiyordu. Vampirleri avlamak için kazık, çekiş, çivi falan toplayacaktık dağıttık bizimkileri, Vedat abinin kafesinin önünde buluşacaktık. Beş on dakika geçti geçmedi bizim Amigo İsmet, elinde babaannesinin hacıdan getirdiği ezan okuyan saatle çıkıp geldi. “Saatle vampir mi öldürülür lan?” dedim, “Oğlum üç harfli muhabbetlerinde ezan okuyan saatten gelen ezan sesiyle üç harfliler kaçtı diye anlatıyorlar ya ondan getirdim.” diye karşılık verdi. “Aga ezanı biz okusak?” teklifimi de: “Yanlış manlış okuruz, çarpılırız sonra. Bu daha garanti!” diyerek reddetti. Taramalı Cengiz: “Ben silah milah bilmem Aykut abiyi çağırıp geliyorum” dedi. Meğerse yalan değilmiş Aykut abi bunu harbiden tanıyormuş. Geldi yanımıza, gözler kan çanağı belli şarabı çekmiş. Durumu anlattık, dalga geçtiğimizi sandı “Beni kimlerle muhattap ediyorsun lan s…!” diyerek Cengo’yu dövmeye başladı. Elinden alamadık bizi de döver diye, siniri geçince gitti zaten. Cengiz de gitti bahçelerinden balta kapıp geldi: “Çok pis gaza geldim ben bu vampiri s….r atarım aga!” dedi. Maybaş Kadir gelmemişti. En son o da geldi. Bir baktık kucağında koca koca çingene çivileri, tahta kazıklar, birkaç baş sarımsak. Filmlerden gördüğü şeyleri toplamış gelmiş ama peşine de inşaattan çaldığı malzemelerden dolayı inşaatçıları, sarımsaklarını çaldı diye Hanife teyzeyi takmış öyle geliyordu yanımıza. Adamlar kazmayı küreği sallayıp bize küfredince Maybaş’ı da alıp anında toz olduk, iki çivi üç sarımsak aldık diye gördüğümüz muameleye bak a… k… neyse.
            Vampiri denk getirince ezan okuyan saati çalıştırıp sarımsakları önde tutarak bunlara yanaştık. Kızlar adamı korumak için önüne siper olmuştu, ağır hipnoz etkisi altındalardı. Ama bizde çare tükenmezdi. Amigo: “Kızlar! Aşağıdaki AVM’de Kenan İmirzalıoğlu’nu görmüşler!” deyince kızlar Olric’i molric’i anında satıp kaçıp gittiler tabi. Vampir ona yaklaştığımızı görünce bize “abi” ayağı çekti, “kurbanınız olayım kıymayın bana” diye yalvardı. Cengiz baltayı kafasına indirmeye başlayıp: “bizde af yok lan! Bizde af yok!” diye bağırdı. Onu bir köşeye çekip “Öyle olmaz aga diyerek” çivimizi kazığımızı çakıp, insaniyetle kafasını gövdesinden ayırıp ağzına sarımsak doldurduk. Bizi bulan Hanife teyze sarımsakları ziyan ettik diye bastonuyla girişti ama ezan okuyan saatle gezdiğimizi görünce duygulandı: “Bu sene de hacca gidemedim. Umreyi gideydim bari.” diye efkarlandı. Üzüntüsüne eşlik edip Vedat abiye uğrayıp durum bilgisi verdik. Silahları sakladık. Kızlar ailelerine dönünce biz olayı çözdüğümüz söyleyip cesedi gösterince az biraz para verdiler. Tekele uğrayıp iki kasa bira, çerez merez aldıktan sonra kafa dağıtmaya kale dibine çıktık.
            İşte bu satırları ondan sonra yazmaya başladım. Derneğimiz hayırlısıyla kuruldu. Gücünü dosta düşmana karşı gösterdi. Bakalım daha ne mevzulara girecektik…
SON
Mehmet Berk Yaltırık – 9 Şubat 2013 Edirne

28 Ağustos 2013 Çarşamba

“Fantastik Türk Edebiyatı” Üzerine Bir Mülakat (İnceleme)

(Bu yazı normalde, herhangi bir inceleme yazısı olarak yayınlanacak iken Gölge e-Dergi'nin editörlerinden Ahmet Yüksel'in önerisiyle farklı olması açısından "güya röportaj" şeklinde hazırlanmıştır. Hakiki mülakat sanılmasın inceleme yazısıdır! Gölge e-Dergi'nin Türkiye'de Fantastik Hayat başlıklı özel dosya konularından biri olarak Temmuz 2012'de 58. sayıda yayınlanmıştır. http://issuu.com/golgedergi/docs/golge_e-dergi_fantastik_dosya_temmuz_2012_sayi_58 )
Kerime Nadir Azrak, Ali Rıza Seyfi ve Hüseyin Rahmi Gürpınar ile
“Fantastik Türk Edebiyatı” Üzerine Bir Mülakat
            “Tarihçi olduğumdan dolayı “ölülerden sen anlarsın, konuş onlarla…” denilerek ispritizma deneyleriyle hemhal olup acizane bu mülakatı hazırladım. Gerçi tek niyetim en başta ilk uyarlama korku romanımızı yazan Ali Rıza Seyfi ile görüşmekti. Ancak muhabbetin konusunu öğrenince Kerime Nadir hanım ile Hüseyin Rahmi Gürpınar üstat da iştirak ettiler. Böylece yeni dönemin fantastikçisi olarak eski dönemin fantastikçileriyle “Fantastik Türk Edebiyatı” üzerine koyu bir sohbet harladık ve ortaya bu metin çıktı. Hal hatır sorma kısımlarını es geçerek doğrudan konuya giriyorum efendim…”,
            M.B. Yaltırık: Efendim şimdi bilen var bilmeyen var. O yüzden ilk sorum şudur, Türk Fantastik Edebiyatı’na daha çok korku alanında eserler verdiniz. Bunlar nelerdi? Ayrıca konuları nelerdi, biraz bahsedebilir misiniz?
            Ali Rıza Seyfi: Ben “Kazıklı Voyvoda” ismiyle Drakula romanını Türkiye’ye uyarlamıştım. Sonraki dönemlerde bu eserden hareketle çevrilen “Drakula İstanbul’da” filminin ismine binaen romanda “Drakula İstanbul’da” ismiyle anılmaktadır. Milli Mücadele yıllarında İngilizce bilen bir bahriyeli olarak Ankara’da tercüme bürosunda çalıştığım dönemlerde İngiliz edebiyatına dair birkaç esere vakıf olmuş idim. Evvelden beridir, bizim tarihi düşmanımız olan Kazıklı Voyvoda’yı Drakula romanında görünce onu asıl haliyle ele almayı amaçladım. Sarımsakla dualarla eski Osmanlı mezarlıklarında vampir kovalama gibi dönemine göre değinilmemiş temalara değindim. Ancak şunu belirtmek isterim ki fantastik yazına karşı bir önyargım olmamasına rağmen Drakula’yı ben tarihsel bir roman şeklinde yazdım. Tüm fantastik yapısına rağmen Drakula’nın, Kazıklı Voyvoda’nın bizlerle bitmemiş hesaplaşmasını konu edindim. Dönemimizde yaşadığımız milli havadan etkiler taşıdığı da vakidir. Gotik edebiyattan unsurlar taşımasına rağmen doğrudan bir korku anlatısı diyemem haliyle.
            Kerime Nadir Azrak: Ben de “Dehşet Gecesi” isimli anlatımda Drakula’dan esinlenmişimdir. Dönemimde pek tutulmamasına rağmen bilerek ve isteyerek kaleme aldım. Tanınmayan ve bilinmeyen bir kültürün barındırdığı korku dolu bir söylentiyi işledim. Daha öncede yazdıklarım tartışılmıştı, okuyucuya hiçbir fikir vermeyecek romanlar yazdığım söylenildi. Ben edebiyatı bir ders verme aracından ziyade okuma zevki olarak gördüm. Gazetelerdeki tefrikalar geleneğinden yetişme bir yazardım sonuçta.
            Hüseyin Rahmi Gürpınar: Korku yazarı olmadığım halde en korkulan romanları kaleme alan yegane muharrirlerden biri de benimdir herhalde. İlk dönemler halkın batıl inançlarını eleştirmek için yazdım bunları ama itiraf etmeliyim, ben bile yazdıklarımdan ürperti duyardım. Sonuçta benim çocukluğum İstanbul’un kadınları arasında geçti, onların sözlü anlatım gelenekleri hikayelerimde vücut buldu. O denli tasvir ederlerdi ki anlattıkları şeyleri, ellerinde kanıt, fotoğraf vesaire olmasa bile ister istemez inanırdınız. Benim dört eserim vardır bu tarz diyebileceğim. Birincisi Gulyabani’dir, ikincisi Cadı, üçüncüsü Mezarından Kalkan Şehit, dördüncü romanımda Ölüler Yaşıyor Mu? Bunlardan başka Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç isimli anlatıda da, diğer anlatılarımdan Efsuncu Baba, Dirilen İskelet, Muhabbet Tılsımı ve Şeytan İşi’nde de batıl inanışlara değindim ama bu eserler kadar korku unsuru önplana çıkmamıştır. İlk yazdığım Gulyabani’ni, ben bile kabul etmesem de bir çok çevre o dönemin ilk yerli korku anlatısı olarak addederler. Haklılardır. Ben bile yazarken ürpermiştim, o ecinnileri ve o heyula gulyabaniyi tasvir ederken! Cadı romanı da bu ayardadır, ne eksik ne fazla. Mezarından Kalkan Şehit ise oradaki hakkında türlü söylentiler anlatılan kır köşkünü gotik edebiyat şatoları misali tasvir ettiğim için ilk yerli gotik türünden sayanlar oldu. Ama bunlarda amacım halen aynıydı, batıl inanışları ve eski gelenekleri eleştirmek. Lakin sonradan bu ispritizma veya ruhçuluk söylemleri 1930’larda bütün diğer metafizik ve ezoterik mevzular gibi ayan olunca, moda olunca ben de bu akımın tesirinde kalarak gerçek manada metafizik unsurları anlattığım bir tefrika kaleme aldım. “Ölüler Yaşıyor Mu?” ilk fantastik türde yazdığım anlatıdır.
            M.B. Yaltırık: Her biriniz döneminiz için olsun, sonraki dönemler için olsun bu alanda başarılı sayılabilecek eserler verdiniz. Her şeyden önce korku yazabiliyordunuz. Kerime Nadir hanımın Dehşet Gecesi halen sahaflarda aranır, Drakula İstanbul’da romanı film vasıtasıyla tanınır ve halen izlenilmektedir. Gulyabani ise halen en meşhur korku anlatılarından biridir. Gölge E-Dergi’de önceden yazmıştım ilk yerli korku romanı sayarız Gulyabani’yi. Peki, buna rağmen neden bu anlatıları sürdürmeyi denemediniz. Ya da sizi korku edebiyatından uzak tutan ne oldu?
            Kerime Nadir Azrak: Bu yaşadığımız dönemin edebiyat anlayışıyla alakalı aslında. Bizim dönemimizde ki 1920’den 1960’lara 80’lere dek uzanan bir anlayış. Toplumcu, gerçekçi edebiyat düşüncesi var. Yeni bir cumhuriyet, yeni bir toplum düzeni hedefleniyor ve yazarlar, aydınlar toplumu aydınlatmak için edebiyatın toplumun gerçeklerini anlatmasını istiyorlar. Dolayısıyla fantastik edebiyat bu anlayış nazarında gerçeklerden uzaklaştırıcı, kaçış yolu olarak görülüyor ve dışlanıyor. Okumaktan alınan zevkten ziyade gerçekçilik önplanda olduğundan benim diğer romanlarımı bile çok fazla ciddiye almamışlardı. Fantastik yazma sebebimde Drakula’dan aldığım ilhamdı, bizden anlatıları değerlendirdim ancak amacım anlatılmaya değer bir şeyler anlatmaktı. Fantastik merakım pek olmadığı için bu türde devam etmedim açıkçası.
            Ali Rıza Seyfi: Ben fantastikçi değildim. Yazdığım eserler genelde tarih kitapları, denizcilik tarihi, eski Türkler, milli hisleri konu alan şiirler. Biz bu toplumcu gerçekçi edebiyatın çizgisinin bir parçasıydık. 1920’lerde yeni bir düzen kurduk, illa ki bunu edebiyatta da destekleyecektik. Bu nedenle Kazıklı Voyvoda ya da Drakula İstanbul’da bu anlayışla yazıldı. Özü itibariyle fantastikti ama ben hiçbir zaman fantastik anlatılar kaleme alma isteği duymadım.
            Hüseyin Rahmi Gürpınar: Bunda kısmen bizim etkimiz var. Ben arkadaşlara göre yaşça ileri olduğumdan, bazı şeyleri daha erken gördüm. Daha 1900’lerin başında Türkiye’de muhalif bir hava baş göstermişti. Muhalefet sadece monarşi-meşrutiyet boyutunda değildi, kültürel yaşamda muhalefetten payını aldı. Türkiye’de 1700’lü yıllardaki Lale Devri’nden itibaren batı edebiyatını ve kültürünü tanıyan bir kesim oluşmaya başladı. Önce mimari ile başladı bu merak, Tanzimat’a doğru da edebiyat alanına kaydı. Batı tarzı edebiyat ürünleri vardı bir yanda, roman, batı tarzı şiir, tiyatro, opera vesaire. Bir yanda da doğu vardı, divan edebiyatı temelinde saray ve konak çevresinde tutunan, mistik bir yapı üzerine kurulmuş şiire dayalı anlatı. İkisini savunan kesim arasındaki çatışma sadece yeni-eski çatışması değildi, siyasi alanda değildi edebiyatta da devam ediyordu. Korku edebiyatının yeri neydi bu edebiyatta peki? Batıda gotik edebiyatın çıkışı, bizde batı edebiyatının tanınmasına tekabül eder. O dönemde batıda bile gotik edebiyat ucuz ürün olarak görülmüş kabul görmemişti. Bizde ise batı edebiyatı üretip tüketenleri, halka gerçekleri anlatma peşinde gerçek şeyler yazılmasının taraftarıydılar, temelde de mistik bir anlatı olan Divan Edebiyatı’na karşıydılar. Divan’a gelirsek o da hiçbir zaman korku hikayesi anlatma derdine düşmemiştir. Perileri, devleri anlatır ama bunlar bir yan unsurdur ve hikayenin teması genelde aşktır. Şimdi periler konusunu ele alalım. Divan edebiyatı yazan biriyle batı edebiyatı türünde yazan birini alın. Bunlara perilerle ilgili bir şey yazmasını söyleyin. Batı edebiyatı türünde yazan doğal olarak hemen korku ve endişeye yönelir. Ya aşağılamak ya da yüceltmek için. Korku anlatısı diye bir şey söz konusu onlarda. Divan yazan kişiyse tutup bir peri kızını tarif ve tasvir eder, hem kendi aşık olur hem okuyan, ona aşk şiirleri yazılır. Zihniyetleri çok farklıdır. Dolayısıyla korku edebiyatı ve fantastik anlatılar pek tutunamadı, uğraşanları marjinal oldu. Mesele bizde bir Giritli Ali Aziz Efendi vardır Muhayyelat isminde üç ayrı hikaye kaleme almıştır. Konusu itibariyle doğu masallarıdır, divan tarzıdır ama yazılışı nesirdir, düz yazı yani. Bu bir ilkti, ilk fantastik roman anlatımız budur. Ama o da dönemine göre marjinal kalmıştır. Devam ettirilmedi. Sonra ne oldu dünyaya açıldı insanlar, baskı ve matbaa teknikleri yayıldı, gazeteler ve çeviriler derken 1800’lerin sonunda divan edebiyatı yerini batı edebiyatına bıraktı. Biz o dönemin hakim edebiyat anlayışları olan natüralizm ya da realizm alanında eser kaleme aldık. Ben hiçbir zaman için “Ölüler Yaşıyor Mu?” öyküsünü yazdığımda bile kendimi fantastik veya korku yazarı gibi görmedim. Ben Gulyabani’yi yazdığımda korku unsurunu kullandım, ancak roman fantastik değildi ve ben halkın boş inançlarını eleştiriyordum. Ama ortaya koyduğum ürün anlatısı ve şekil itibariyle ilk korku romanınız oldu! Ama bunun arkasında duramadık. Daha 1920’lerde Yahya Kemal Beyatlı üstadım bir yazısında bu türü eleştirmişti, daha kalkıp bizde bu türde ürünler veremezdik. Zaten o türle pek ilgimizde yoktu. Yine de korku ya da fantastik değil diyemem Gulyabani ve diğer anlatılarım için. Kesin bir şey söyleyemeyiz. Araç mıdır o romanın türünü belirleyen yoksa amaç mıdır?
            Kerime Nadir Azrak: Bu da tartışmalıdır halen. Şimdi ben bir konuyu anlatıyorum. Bunu o türe dahil eden nedir? Bram Stoker, Drakula romanını gerçekçi yazmıştır. Korku unsuru yoktur o kitapta, en korkunç şeylerin yazarı Lovecraft, Stoker’ı eleştirmiş, korku ürünü olarak görmemiştir. Ama roman korku hikayesi sayılır, çünkü gerçekçiliği unsur olarak kullanmış, fantastik bir anlatıyı gerçek bir olay gibi sunmuştur. Hüseyin Rahmi bey de böyle yapmış ancak onda korku unsuru fantastikken, asıl unsur gerçekler olmuş. Şimdi bunu biz hangi türe göre belirleyeceğiz? Drakula korkudur veya değildir diyebilir miyiz? Gerçekleri anlatan ve halkın batıl inanışlarını eleştiren Gulyabani, okurken bizi korkutur yazarı bile korkmuştur şimdi bunu korku eseri olarak göremez miyiz?
            Ali Rıza Seyfi: Şunu şimdi söyleyebiliyorum. Türk Fantastik Edebiyatı’yla ilgili olarak. Bir döneme kadar hep istisnalar üzerine kurulmuş. Giritli Aziz Efendi, fantastik anlatı hedefledi ama bir istisna. Ben yazdım, Kerime Nadir hanım yazdı, Hüseyin Rahmi bey yazdı. Ama bizde istisnayız. Bir kere yazdık ve bir daha hiç o türe girmedik. Devamlı olmadı. Bizden sonra gelenleri gördük buralardan. Zühtü Bayar dahil oldu aramıza misal, o bilimkurgu yazmış kaç kişi biliyor? Kemal Tahir. Bu yazar Mayk Hammer isimli dedektif tefrikalarının bir kısmını çeviriyor, çoğunu kendi yazıyor. Ama ne kendi bu yönüyle önplana çıkmak istiyor ne de edebi çevreler bu şekilde görmek istiyor. Sizin dönemde bu kırıldı biraz. Önce mecmua çıkarmaya başladınız, bu türün meraklıları olarak sonra da yeni çağın araçlarını kullanarak belli bir yere getirdiniz.
            M.B. Yaltırık: Mülakatı bitirmeden önce, Türk korku ve fantastik edebiyatıyla ilgili bizlere, bu işlerle uğraşanlara söyleyecekleriniz var mı?
            Kerime Nadir Azrak: Bize göre daha şanslılar. Şimdi mecmualar, filmler, diziler, birde şu yeni çağın nimetlerinden faydalanmaları, kendi aralarında dernekleşebilecek denli bu türe arka çıkmaları söz konusu. Biz aynı dönemde yaşadık ama bir araya gelmemişizdir hiç.
            Ali Rıza Seyfi: Fantastikçi değilim ama şunu görüyorum. Bu yeni dünyanın yeni tutulan bir edebi türü. Karşı çıkılıyor ama yakın zamanda geniş kitleler bu türü benimseyecek, belki okullardaki kitaplara kadar girecekler hiç belli değil.
            Hüseyin Rahmi Gürpınar: Ne yalan söyleyeyim bir dönem pek desteklemesem bile hoşuma gitmişti halkın sözlü korku geleneğini yazına taşımak. Bize kısmet olmadı sahip çıkmak, biz de istemedik açıkçası. Ama muasır yazarlardan bu alanda atılımlar görmekteyiz. Yeni dönemin edebi anlayışı da bu, kabullenemeseler ve eleştirseler bile bir zaman sonra kabul görecek.
           
Mehmet Berk Yaltırık
15 Haziran 2012 – Edirne 


İlk Gayri Resmi Korku Romanımız: Gulyabani (İnceleme)

(Bu inceleme daha önce Gölge e-Dergi'nin 37. sayısında, Ekim-2010'da yayınlanmıştır. http://golgedergi.blogspot.com/2010/09/golge-e-dergi-37-say.html)



“Gulyabani” kelimesi sanırım hiç birinize yabancı gelmeyecektir. Kemal Sunal’ın tanınmış filmlerinden olan bir karakter olarak, çocukluk kabuslarımıza giren ve arada sırada “Gulyabani’den bende korkardım” sözüyle hatırladığımız bir hayaldir. Acaba kaç kişi bu karakterin ünlü yazarlarımızdan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Gulyabani” isimli romanından uyarlama olduğunu bilmektedir?
            Belki fantastik kurgunun ağırlıklı  olduğu  bu dergide tanıyanlar için bir Hüseyin Rahmi Gürpınar eserinin incelemesi ilk başta garip gelebilir. Çünkü bilindiği üzere Gürpınar natüralist olduğu kadar realist romanlar yazmış, eserlerinde pozitivist düşüncelerini savunmuş bir yazardır. Ne enteresandır ki Gulyabani gibi gayri resmi olarak ilk korku romanlarımızdan birisi sayılabilecek olan bir eserin yazarıdır. Üstelik eserin önsözündeki bir okur mektubu o dönemde halk arasında sözlü bir korku ve fantastik edebiyatı geleneğinin izlerini göstermesi açısından ve yazarında bu geleneği reddederek belki ilk Türk fantastik korku romanının yazarı olabilecekken bundan vazgeçmesiyle ilgili olarak barındırdığı ilginç bir anekdotu barındırması açısından  önemlidir.
                                                                                            

            “Gulyabani” ve Hüseyin Rahmi Gürpınar
            1912 yılında yazılmış Gulyabani, tipik bir Hüseyin Rahmi Gürpınar romanıdır. Onun pozitivizmi savunan, halkın boş inançlarını, cinlere, perilere ve tuhaf olaylara inanmasını eleştiren romanlarından biridir. Zaten Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın eserlerinin bir çoğunda bu önemli bir husustur. Onun eserlerinde doğal ve gerçekçi bir üslupla o dönemin İstanbul’undaki insanların hayatlarından, konuşmalarından kesitler sunarken aynı zamanda onların değer yargılarını, boş inançlarını ve katı gelenekçiliklerini eleştirmektedir. Okuyucuyu bilinçlendirmeye, boş inançlardan ve çağdışılıktan uzaklaştırırken bunu bu inanışların gülünç yönlerini önplana çıkartarak yapmaktadır. Bu nedenle bazı eserlerinde bu öğreticiliğin dozu kaçtığı için romanın estetiğini bozsa bile yazarın en belirgin özelliği olagelmiştir.
Halkın değer yargılarını ve yaşayışını değiştirmek için sanatı bir araç olarak gördüğünden, eserlerinde bu yaşayışın her yönünü eleştirmekten çekinmemiştir. Ama buna karşın halkı dışlamaz, bilakis sanatın seçkinler arasından çıkartılıp halkın arasına karışmasını, halkın bu şekilde değer yargılarını değiştirebileceğini savunur.
Ayrıca mükemmel bir gözlemcidir. Devrin İstanbul tiplerini, vapurlardan şenliklere, ev hanımlarının oturmalarından kır gezilerine oldukça geniş bir mekan ve şahıs onun eserlerinde adeta zaman makinesine binmiş gibi okuyucuya o dönemi birebir yaşatmaktadır. Romanlarında da bu tipleri iki grupta toplar. Eleştirdiği gelenekleri ve görenekleri tutucu bir şekilde muhafaza edenler ile Batı’nın akla, bilime dayanan pozitivist zihniyetini savunanlar arasındaki çatışma söz konusudur. Bu özellik Gulyabani’de de kendini göstermektedir.
Okumak isteyenlere sonunu söylemek gibi olmasında zaten yazarın duruşu aşağı yukarı belli olduğu için romanın sonunun tıpkı filmdekine benzer bir sonla biteceği malumunuzdur. Ama sonunu bilseniz bile okunması gereken bir eserdir çünkü yazar öyle bir tasvir etmiştir ki romandaki korkuyu, gündüz vakti bile etkisinde kalmanız olasıdır. Yukarıda da söylediğim gibi bu eser gayri resmi ilk korku romanımız benzetmesini boş yere hak etmemektedir. Roman bir korku hikayesi gibi başlar, daha ilk sayfalarda Üsküdar yakınlarındaki Yediçobanlar Çiftliği’ne çalışmaya giden hizmetkar Muhsine’nin yaşadıkları romanın içindeki korkunun habercisidir. Sadece gulyabani yoktur, periler, kıllı tüylü ordan oraya gezen cinler ve bir nica tuhaflıklar vardır.Ama korku dolu olaylara rağmen oradaki çalışanlardan biri olan Hasan ile Muhsine sağduyu ve zekanın yardımıyla, oyunu ortaya çıkartırlar. Evin hanımını gulyabani kılığına girerek korkutanların ondan para sızdırmaya çalışan yeğenleri olduğu anlaşılır. Romanı yahut yeni çıkan çizgi romanını özellikle geceleri okursanız alacağınız zevki garanti edebilirim. Yazar için “Keşke korku yazarı olsaymış” dedirteceğinden kuşkunuz olmasın. (Detaylı bilgiler için bkz. Hüseyin Rahmi Gürpınar, Gulyabani, Özgür Yayınları, İstanbul-2005, s.7-19.)

Sözlü Korku Geleneği ve İlk Gayri Resmi Korku Romanı

            Gulyabani romanı tipik bir Hüseyin Rahmi Gürpınar hikayesi olsa da yukarıda da değindiğim gibi içerisinde gayri resmi olarak bizim o zamana değin sözlü gelenekte yaşatılan ve yazılı geleneğe aktarılması gayri resmi olarak bu romanda yapılmıştır. Kaldı ki Gürpınar’ın bu tür tasvirleriyle dolu hemen hemen benzer içerikli romanlarında da sonucu belli olsa bile korku unsurları sözlü geleneğin ürpertici hikayelerini aratmamaktadır. Mesela Cadı’yı, Dirilen İskelet’i, Mezarından Kalkan Şehit’i bu eserler arasında gösterebiliriz. Doğrudan bir kabulleniş yoktur ama sanki yazar fantastik edebiyata göz kırpmıştır.
Bunu ülkemizde korku edebiyatı adına yazılmış ilk eser olan, Bram Stoker’in başarılı bir adaptasyonu sayabileceğimiz, tarihçi Ali Rıza Seyfi’nin yazmış olduğu “Kazıklı Voyvoda” (1997’de Drakula İstanbul’da adıyla basıldı) romanında de görebiliriz. Fantastik olayları içerse de roman asıl olarak bir tarihçinin elinden çıkmadır ve içerdiği milliyetçi unsurlar dönemin kültürel havasından ziyade yazarın kendi tarih görüşünün yansımasından etkilenmiştir. Nitekim Ali Rıza Seyfi’nin eserlerine baktığımız zaman Drakula romanı fantastik yönüyle sırıtır çünkü diğer eserleri Barbaros Hayrettin Paşa ve Deli Arslan gibi tarihsel kahramanlık öyküleridir. Reşad Ekrem Koçu’nun, Feridun Fazıl Tülbentçi’nin ve Şevket Rado’nun kahramanlık dolu akıncı maceralarının anlatıldığı geleneğin bir temsilcisidir. Bu bilgiler çerçevesinde Drakula İstanbul’da romanının da aslında eski bir Türk düşmanı olan Kazıklı Voyvoda’ya karşı mücadele eden kişiler vardır. Romandan cümle cümle alıntı yapmaya gerek yok, karakterlerden Van Helsing yerine geçen Resuhi bey’in Sultan Abdülhamid zamanında siyasi nedenlerle Trablusgarp’a sürülen tıbbiyeli bir genç olduğu, diğer karakterlerden ikisinin Kurtuluş Savaşı’nda savaşmış bir subay ve Kuvayi Milliye gönüllüsü olduğu satır aralarında hatırlatılmaktadır. Bu minvalde tarihsel bir roman olmasına rağmen adaptasyon nedeniyle de olsa fantastik edebiyata göz kırpmaktadır. Ama bu romanda ayrı bir incelemenin konusudur.
Aynı göz kırpmayı Gulyabani’de de görmekteyiz. Yazar gerçekçide olsa natüralistte olsa yazdığı eser ister istemez fantastik korku edebiyatına meyillenmektedir ve yazar bunu yazabileceği halde görüşleri nedeniyle bunu reddetmektedir. Pozitivist olmayıp Ali Rıza Seyfi gibi bir şekilde geleneğe bağlı kalsa bile yine Seyfi gibi fantastik yazsa bile tarihsel içerikli, fantastik korku’ya göz kırpan bir başka eser yazmış olurdu.
Gulyabani’nin önsözü yerine yazılan bir okur mektubunda ki benim elimdeki basımda böyle yapılmıştır diğerlerinde bu var mıdır bilemem, Hüseyin Rahmi Gürpınar’a eski İstanbul’da ihtiyar bir hanım ve yazarın cevabı Türkiye’de korku edebiyatına neden ilk etapta soğuk bakıldığının bir göstergesidir.
Yazara mektup gönderen hanım yazara, kendisi gibi yaşlı İstanbul hanımlarıyla birlikte oturup yaptığı sohbetlerden bahseder. Romanlarını onlara sesli bir şekilde okumaktan hoşlandığını kendisi ve yaşıtları gibi İstanbul hanımlarının konuşmalarını birebir yansıttığı için bundan büyük keyif aldıklarını belirtir daha sonra bu hanımların anlayabileceği, sevebileceği türden “romanla masal arasında” şeyler yazmasını istemektedir. (Alıntıdır) “Bilgiden, teknikten ve sosyal problemlerden kaçacaksınız. Konunuz esrarlı cin, peri gariplikleri, yahut bir çarşambakarısı, bir dev, bir gulyabani olacak. Olay o kadar meraklandırıcı bir ustalıkla düzenlenecek ki biz hep buna susamış kocakarılar hikayenin alt tarafı acaba ne çıkacak diye bekleye bekleye tandır başında titreşeceğiz. Zaten sarsılmış sinirlerimizi bu merakla büsbütün sarsacaksınız.”(Hüseyin Rahmi Gürpınar, Gulyabani, Özgür Yayınları, İstanbul-2005, s.24.)
İhtiyar hanımın bu mektubunda görüldüğü gibi bizdeki sözlü geleneğin, kış geceleri çocuklar ve büyükler arasında anlatılan korku hikayelerinin günümüzdeki öğrenci yurtlarında konuşulan “üç harfli muhabbetlerinden”de eskiye dayandığı zaten bilinmektedir. Hüseyin Rahmi’de bu geleneğe göz kırpış vardır, Ali Rıza Seyfi’de ise birebir bu sözlü geleneğe, kış gecesi anlatılan çocukların korktuğu hikayelere değinir. Hüseyin Rahmi Gürpınar’da zaten Gulyabani’de anlattıklarıyla, fantastik olanı yerden yere vurduğu halde ilk etapta korku unsurunu öyle bir kullanır ve anlatır ki bu sözlü korku geleneğinden farkı yoktur.
Ayrıca bu mektubun bir özelliği de, bizlere o dönemde sözlü korku geleneğinin yazıya geçirilmesini ve korku edebiyatının başlamasına dair bir arzunun görülmesidir. Demek ki o dönemde de şimdi olduğu gibi edebiyatımızda korku edebiyatından da eserler görmek isteyen bir taban vardı. Bu taban genelde azınlıkta kalıp yazmaya çalışan kesimi de alayla karşılaşılmışsa da bu tür bir isteğin izleri ve ürünleri çeşitli dönemde yazılmış korku eserlerinde görülmektedir. (Kerime Nadir’in Dehşet Gecesi ve Hamdi Varoğlu’nun Ölmez Adamların Evi v.b) Hatta sözlü korku geleneğinin başlatıcılarından sayabileceğimiz meddah öykülerinin ve masallarının yazıya döküldüğü ve çok sattığı 1970’lerde (Seyfizülyezen Hikayesi, Seyfülmülk, Şahmeran v.b) bu çizgi biraz aşılmaya çalışılmış ama başarılı olamamıştır.
Peki korku edebiyatına nende soğuk bakıldı ya da en azından Hüseyin Rahmi Gürpınar neden bu türde yazmayı reddetti? Bunun cevabı da Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın mektubundadır. Bizde o dönemde Yahya Kemal Beyatlı’nın eleştirilerinde de görüldüğü üzere korku edebiyatı, çoğu yazar ve edebiyatçı tarafından dışlanmıştır. Bunun nedenlerinden Giovanni Scognamillo’nun yazdığı “Dehşetin Kapıları” adlı incelemede Güven Turan’ın yazdığı önsözde bahsedilmiştir. Modern Türk edebiyatı ilk etapta halkı aydınlatma amacını güttüğünden ve bu alanda eserler verdiğinden dolayı, o dönemde ki ilk öykü denemeleri ağır bir şekilde tenkit edilmiştir. Bu anlayış günümüze kadar etkisini korumuştur halende vardır, bazı edebiyatçılar tarafından fantastik korku eleştirilir, çocukça gelir, gerçekleri yazmak varken hayalleri yazmanın saçmalık olduğu savunulur. Eğer okul yıllarınızda korku kitabı okumanızı eleştiren ve hatta iğneleyen hocalarla karşılaştıysanız belki bu satırları okurken onları da hatırlayacaksınız.
            Peki Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın bu okuyucuya verdiği cevap ne olmuştur?
Hüseyin Rahmi Gürpınar okuyucusuna bu söylediğini yapmanın zor olduğunu zira bugüne kadar hiçbir şekilde doğaüstü bir yaratıkla karışlaşmadığını, görmediğini, görenlerinde yeminler etmesine rağmen onların sözlerine inanmadığını söylemektedir. Ama sonrasında yazdıkları çok şaşırtıcıdır! Yazar yazdıklarının etkisinde kaldığını, kendisinin de korktuğunu itiraf eder ama bunları neden yazmadığına dairde kendi görüşüne göre bir nedeni vardır. Hüseyin Rahmi Gürpınar bir gözlemcidir, natüralisttir. O gördüğü şeyleri kendi üslubuyla birleştirerek yazmaktadır. Belki korku ve heyecan unsuru kendisini bile etkileyecek denli gerçekçidir, ama bir gulyabani ya da cini görmeden, gözlemleyemeden yazamayacağını belirtir. Bu yorumunda pozitivist biri olarak boş inançlara bakış açısına dair kendi görüşünü bize de üstü kapalı bir şekilde anlatmaktadır hatta romanlarında sıkça görülen, kişilerin psikolojik olarak gördükleri ve duydukları şeyleri tuhaf varlıklar zannettiğini, korku gücününü bu psikolojik etkiden geldiğini de söylemektedir ama müstehzi bir şekilde. (Alıntıdır) “Tavsiyenize uyarak masalı şimdi ki romanlar derecesinde sadeleştirmeye uğraştım. Meydana şu eser (Gulyabani romanı) geldi. Bu hikayede gariplikler yahut tabiatüstündeki olaylara susamış zihinleri memnun edecek boyda ve görünüşte bir gulyabani, bir alay da cin ve peri var. Eserin yazıldığı tarihte bu acayip ve korkunç yaratıklarla öylesine uğraştım ki bazı akşamlar ev halkı uykudayken gecenin sessizliği içinde bana yazı odamda gürültüler, patırtılar oluyor gibi gelirdi….Hikayeme bilimle, teknikle, sosyal problemlerle ilgili teoriler karıştırmamamı tavsiye ediyorsunuz…Ah Hanımnineciğim… Dürbünlerden, Kodak makinelerinden, her türlü teknik kovalamalardan kaçan gulyabaniyi bu aciz romancı nerede yakalayıp da gerçek tasvirleriyle hayrete düşürecek, gözünüzün önüne koyabileceğim?...Yazış sırasında iyi saatte olsunlar rüyama girdiler. Bakalım okuduktan sonra size neler olacak?” (Hüseyin Rahmi Gürpınar, Gulyabani, Özgür Yayınları, İstanbul-2005, s.25-26.)

Sahnede, Beyaz Perdede, Müzikte “Gulyabani”den Esintiler
“Gulyabani” romanının dışına çıkarak başka alanlarda ve bilhassa korku özelliğiyle günümüze kadar kendisini taşıyabilen bir kült olmuştur. Sinemadan tiyatroya, müzik kliplerine kadar pek çok yerde kendisini gösterebilmiş bir eserdir.
            Gulyabani ilk olarak 1965 yılında oyunlaştırılarak Lale Oraloğlu Tiyatrosu’nda sahnelenmiştir. Radyo oyunu ise yine Lale Oraloğlu’nun arasında bulunduğu sanatçılar tarafından 2004 yılında Trt Radyosu’nda yayınlanmıştır. Sinema versiyonu ise Ertem Eğilmez’in yönetmenliğinde 1976’da yapılmıştır ve çoğumuzun Gulyabani’yi tanıması bu film sayesinde olmuştur. Senaryoyu Sadık Şendil yapmıştır ve hikaye doğrudan Gulyabani romanını değil, Kemal Sunal, Şener Şen ve Halit Akçatepe gibi oyuncuların karşılıklı güldürüsüne dayanan başka bir senaryo olan “Süt Kardeşler” adını taşımaktadır. Konuyu ve filmi hepiniz bildiğiniz için burada bahsetmeyeceğim ama romanla aralarındaki yaşlı hanımı korkutup mirasına çöreklenmek için delirtmeye çalışılması teması söz konusudur.
Ama tema aynı olsa, esinlenme aynı olsa bile bambaşka bir hikaye ve film çıkar ortaya. Gulyabani tipinin popülerleşmesi ve hepimizce tanınır hale gelmesi bundan sonra başlar. Hatta Gulyabani tipi o kadar baskındır ki filmin korsan cd satıcılarında ve internetteki film izleme sitelerinde aratılan adı “Gulyabani”dir, Süt Kardeşler’e oranla daha çok önplandadır.

            Zaten yukarıda da bahsettim, yazarın kendisi bile eserle ilgili yaşadığı tuhaf korku hisleri esere de yansıyor ama başka bir senaryoda olsa gulyabani tiplemesi yine ve bu sefer daha popüler bir şekilde kitleleri korkutuyor. Günümüzde bizim kuşak arasında ki sayısız geyik konularından biri olan “Gulyabani’den ben de korkardım” lafı Umut Sarıkaya’nın iki karikatürüne dahi yansımıştır. Bir karikatüründe bildiğimiz Alien, Gulyabani’ye bakarak küçükken kendisinin de korktuğunu söylemektedir, yine başka bir Umut Sarıkaya karikatüründe bu sefer ünlü gerilim yönetmeni Alfred Hitchcock’un ağzından gulyabaniye bakarak korku sinemasının bu kadar basit olmadığını, şeklin karton olduğunu söyler, karedeki bir adamda Hitchcock’a bu ülkede gulyabani karakterinin herkesi ünlü yönetmenden daha çok korkuttuğunu söylemekte bu iki karikatürde popüler kültüre yansımaları rahatlıkla görülmektedir.
            Gulyabani karakterini müzik dünyasında da görmekteyiz. Replikas grubunun Aralık 2000’de piyasaya sürülen “Köledoyuran” isimli albümünün 7.şarkısı “Gulyabani müzik”tir. Aylin Aslım ve Tayfası grubunun 30 Nisan 2005’te piyasaya sürdüğü “Gülyabani” isimli albümün şarkılarından olan “Gülyabani”nin klibinde Süt Kardeşler filmine ve meşhur gulyabani karakterine yapılan göndermeler söz konusudur.


Mehmet Berk Yaltırık

9 Eylül 2010 – Edirne 


12 Şubat 2013 Salı

Büyücünün Tuhaf Romantizmi-3


Büyücü: “Aldığı kitap… Bu oldukça kötü şöhretli bir kitaptır. Derslerde bahsedilebilecek denli kötü şöhretli! “İblisleri Etkilemenin Binbir Yolu”, hiçbir büyücünün dokunmaya cüret edemeyeceği kitaplardan biri.”
Eşkıya: “ “Dünyanın En Tehlikeli Büyüleri”nden bile mi kötü şöhretli?”
Büyücü:  “O dediğin, bu kitabın yanında sokaklarda koşturan beş yaşında bir çocuk gibi kalır. Bu kitap boyut kapılarının ileri seviyelerine ilişkin bir çalışmadır. Boyut kapıları üzerine çalışsam bile benim de dokunmama izin verilmezdi!”
Eşkıya: “Ama kız alıp götürüyor. Tabi soylu olmayınca… Bürokrasi zaten senin benim gibi garibana işliyor, zenginin çarkına dönüyor…”
Büyücü: “Bırak şimdi İsyanist (yöreye özgü bir siyasi akım) söylevleri. İçinde farklı boyutlardan iblislerle irtibat kurmanın ve çağırmanın yolları vardır. Aslında öğretici bir kitap ama öğrettiği şeyler tehlikeli!”
Eşkıya: “Aga saç yaptırmaktan, arkadaşlarıyla kahve için düşmanlarına nispet yaptığını sanmaktan başka bir şeyden anlamayan bir kızcağızın iblisle miblisle ne işi olur? Aşk büyüsü mü yapacak daha zengin ve soylu birisini bulmak için?”
Büyücü: “Bunu öğrenmenin tek bir yolu var. Mekânın geçmişine bakmak.”
Eşkıya: “Sen falcı değildin hani?”
Büyücü: “Geleceğe bakmayacağım aptal! Geçmişe bakacağım! Mekanla bütünleşmek deniyor buna. Ben konsantre olacağım, ben konuştukça soru sor, söylediklerimi ben aklımda tutarım yönlendirmeyi sen yapacaksın!”
Büyücü ellerini demirden kafese koyarak gözlerini kapattı. Bir süre sonra kaynağı belirsiz mor dumanların, ışıklar saça saça sağdan soldan gelerek büyücünün etrafında topladığını gördü Sansar. Büyücünün cezbe gelmiş hali bir şeyler söylüyordu:
Büyücü: “Büyük Kahraman Agrabul (Akdiyar’lı, evrensel şöhrete sahip mitik bir kahraman) geliyor!”
Eşkıya: “Agrabul asırlar önce Gizem Kulesi’nde inzivaya çekilmedi mi? Aga zamanda yanlış döneme gittin, bugünlere gel. Kitabı buradan alan kıza!”
Büyücü: “Hissediyorum. Kızın içinde muazzam bir öfke var. Erkeklere karşı duyduğu amansız bir nefret… Kitabın varlığını bir cadıdan öğrenmiş. Bir iblis çağırmak istiyor. D’hka’lın! Onu çağırmak için bir ölümsüzün kanına ihtiyacı var ancak kendisine kazık atmak isteyen, aşık olmamış, onu sadece cinsel yönden tatmin amacıyla arzulayan bir ölümsüzün kanına. Uzun ömür süren, büyülü bir varlığın kanı… Sonra kitabı almadan çıkıyor, günler sonra geri dönüyor…”
Büyücü kendine gelir gelmez mor dumanların etrafa saçılarak yok olduğunu gördü Sansar.
Eşkıya: “Aga?”
Büyücü: “İyiyim ben. Biraz geri gittim ilkin ancak yönlendirmenle doğru zamanı tutturup kızın yaptıklarını gördüm.”
Eşkıya: “Aga kız gelmiş buraya ilk, bu kitabı…”
Büyücü: “Hatırlıyorum. Kızın çağırmaya çalıştığı iblis, D’hka’lın! Onun kim olduğunu öğrenmemiz lazım. Demek vampirle önceden çıkıyordu. Sonra büyüyü uygulamak isteyince ölümsüzlerin sayısını arttırıp şansını da arttırmak istedi! Dahice! Sonra gelip kitabı aldı, çünkü üzerlerindeki tılsımdan ötürü kopyalanamazlardı! Dahice! Gulyabaniyi bu yüzden seçmiş?”
Eşkıya: “İblisi nereden öğreneceğiz?”
Büyücü: “Yasaklı kitaplar yolumuzun üzerinde hali hazırda yukarıda, oraya bakacağız.”
Wyern ile Sansar, “Gerçekten Yasaklanmış Büyü Kitapları” kısmından çıktılar. Wyern çıkarken ejderhanın önündeki belgeyi alıp katlayarak cüppesinin iç ceplerinden birine sokuşturdu. Yasaklı kitaplar kısmında “Tekmili Birden İblisler Ansiklopedisi”nin “D” harfli maddesini ihtiva eden cildi kolayca bulan Wyern, sayfaları hızla çevirmeye başladı. Bir anda durup, korkutucu görünümlü ancak güzel sayılabilecek bir kadın resmine baktığını gördü Sansar.
Eşkıya: “İblis de iblis ha!”
Büyücü: “Görüntüsü yanıltmasın.”
Eşkıya: “Bu iblis ansiklopedisi neden yasak?”
Büyücü: “Diğer dünyalardaki iblisler hakkında da bilgiler verdiğinden sakıncalıdır. İşte burada yazıyor kızın çağırmak istediği iblis. İblis D’hka’lın, intikam iblisi. Paralel bir evrende müzikle ilgisi olan biriymiş o yüzden bu iblisin gelişi sırasında gürültülü müzikler duyulurmuş. Tapınanları genelde yaz mevsiminde gürültülü müziklerle ayin düzenleyip eski sevgililerini lanetleyen bir topluluk. İntikam tanrıçası Demserortkal’ı andırıyormuş ki onun kozmik alemlere yansımasıymış.”
Eşkıya: “Ben Demserortkal tapınanlarını bilirim. Yaz geceleri içkiler seller gibi çağıldar ve şarkılarında eski sevgililerine sövüp onları unuttuklarını yeni sevgilileriyle mutlu olduklarını söylerler, kitleler halinde eski sevgililerinin aşağılarlar. Hele şarkıların nispetli kısımlarında “eller havaya” yaparlar ki onların o halini görsen kanın donar!”
Büyücü: “Benzeri şeyleri burada da yazmışlar. Demek ki kainatın her köşesinde intikam iblisleri arasında bazı benzerlikler var. Keşke İblisoloji üzerine yoğunlaşsaymışım. Ama boşver, o kadar kendini beğenmişlerdir ki senin Karanlıklar Efendisi olmana fırsat vermezler, “efendimiz efendimiz” diye gezinirsin yanlarında sırtında paçavralarla. Kız yeryüzünden tüm erkek nüfusunu kendisine köle yapması için çağırmak istemiş bu iblisi.”
Eşkıya: “Neyi neye alet ediyorlar vay arkadaş!”
Büyücü: “Kız galiba bu gece ayin yapacak. Onu bulmamız lazım, kapıyı açmasına engel olmalıyız!”
Eşkıya: “Artık itiraz yok aga seninleyim!”
Büyücü: “Tama… Bir dakika. Biri geliyor, saklanalım!”
Wyern’in yaptığı bir el hareketi ile ellerindeki meşaleler söndü. Bulundukları kısma bir gölgenin süzüle süzüle yaklaştığını gördüler. Wyern’in bir başka el hareketiyle meşaleler yandığında gelenin Gorour Sandıkçızade olduğunu gördüler.
Eşkıya: “Hah! Bir sen eksiktin tam oldu!”
Büyücü: “Ne işin var burada? Hatta bizi nasıl buldun?”
Vampir: “Kokunuzu takip ettim. Bulmam zor olmadı.”
Eşkıya: “Aga hatırlat av mevsimi gelince birlikte gidelim, hayvan takibi için boşu boşuna köpek alm…” (Büyücünün kızgın bakışları üzerine susmak zorunda kalır)
Büyücü: “Buraya niye geldin?”
Vampir: “Engizisyon galiba bizden şüpheleniyor. Siz şatodan çıktıktan sonra dört-beş kişi bahçenin dışından gözlemeye başladı şatoyu. Bir tane rahip kılıklı adam da onlara katılınca başıma bir iş gelmesin diye yarasaya dönüşüp kaçtım.”
Eşkıya: “İyi de niye peşimize takıldın? B.k mu vardı affedersin?”
Vampir: “Ne bileyim? Bir planınız vardır diye size sığınmaya geldim bir süreliğine.”
Eşkıya: “Biz de zaten Engizisyon Mağdurları Sığınma Derneği’ni yeni kurmuştuk, tam üstüne geldin.”
Büyücü: “Hakikaten bu yaptığının ne manası var? Ya peşine takıldılarsa?”
Vampir: “Bir şey olmaz. Hem konuşmalarını duydum, sadece  kimdir necidir şüphesi üzerine siz o vakitte şatodan çıkınca şüphelenmişler, sokakta rastladıklarını tutup sorguluyorlarmış. Sizin yüzünüzden oldu o da!”
Büyücü: “Her şeyi duyduysan, bizim konuşmalarımızı da duydun mu? Duvarlar dışarıdan sihre karşı yalıtımlıdır ama?”
Vampir: “Bu sihir değil, doğal yetenek. Konuşmalarınızı işittim ama sadece şu iblisle ilgili olanı. Bu kız ne yapmaya çalışıyor öyle?”
Büyücü: “Olabildikçe kötü şeyler. Ancak durdurabileceğimizi zannediyoruz.”
Eşkıya: “Beyler. Bu kızın burnunu havaya kaldıran sizlersiniz. Siz kaldırdınız, siz indirin.”
Vampir: “Zaten gidebilecek başka yerim yok, sizinleyim. Anca beraber kanca beraber… Yani dediğin kadar tehlikeliyse durum, hepimiz tehdit altındaysak elbirliğiyle halledip bu meseleden paçamızı kurtarmalıyız!””
Eşkıya: “Kan man dedi? Aga bir yamuk yapmasın?”
Büyücü: “Lafın gelişi söyledi geri zekalı! Tamam hep beraber kızı engelleyelim. Ancak engizisyon dışarıda her gördüğünü çeviriyorsa, bir tedbir düşünmeli.”
Vampir: “Bunlara kaba güç yetmiyor. Yasaların bir kısmı kendilerinden yana, rahipleri de yamandır.”
Büyücü: “Ben biraz zorlasam duman ederim ama büyücülerden oluşma yegane askeri birliği üzerime salarlar. Meşhur 27. Alay, Büyücülerin Alayı… Onlarla tepişecek denli güçlü olsam zaten…”
Eşkıya: “Hah. Şimdi bana işiniz düştü işte.”
Büyücü: “Aha. Şimdi tutup şehrin başrahibini dağa kaldıralım diyecek…”
Eşkıya: “Yok yahu! Sen hep kızıyordun benim İsyanistlerle konuşmama görüşmeme ama işimize yarayacaklar.”
Vampir: “Sen İsyanist misin?”
Eşkıya: “Fikirleri yaşam tarzıma uyuyor diyelim.”
            Büyücü: “Bize ne faydası var bunun?”
            Eşkıya: “Görürsünüz şimdi. Yürüyün yurtlarına gidiyoruz.”
            Büyücü: “Haydi! Engizisyondan kaçalım derken sen bizi İsyan Komitaları’na teslim edeceksin herhalde?”
            Eşkıya: “Aga hiç korkmayın. Basit bir tedbir alacağız, takip edin.”
            Akdiyar kıtasında siyaset aslında çok da eski sayılmazdı. Ne zaman ki yerel lordlar ve krallar yerlerini seçimle belirlenen şehir konseylerine ve konfederasyon sistemine bırakmış, seçimle birlikte siyasi görüşler ve akımlar da yaşamlarına girmişti. Gerçi herkes konsey üyeliğine aday olanları seçmekteydi yani bunlar zaten zengin burjuvalar, soylular ve bağlantıları sağlam olan nüfuzlu kimselerdi, bireyden bireye değişirlerdi. Buna rağmen ahali arasında çeşitli görüşler vardı ve konsey adaylığında da bu görüşler etkin oluyordu. Ahalinin bir kısmı “Konfederasyoncu”ydu yani ne etliye ne sütlüye karışırlardı onlar için önemli olan esnafın dükkanını açık tutması, ticaretin akması ve ortamın “isyanizm”e teslim olmamasıydı. Bunların büyük bir çoğunluğu palazlanmasının ardından Güneş Rahiplerinin başını çektiği, Güneş Dini’ne inanların saflarına katılmışlardı. Halkın yarısından fazlası onları destekliyordu. Tapınak adına gelir olsun diye kiralanan veya satın alınan dükkanlar, araziler, ticarethaneye dönüştürülen eski-yeni binalarla muazzam bir rant söz konusuydu ki işin kaymağını tapınağı doğrudan temsil edenlerle, aracı zengin aileler yemekteydi. Bir de yerel cin-peri, yecüc, mecüc ve bazı gulyabani unsurlarının kendi yönetimlerini desteklediği, yerelci yani “Federasyoncu” görüş hakimdi. Kendi şehirlerinden, bölgelerinden gayrısını düşünmezlerdi. Bunların haricinde hatırı sayılı miktarda sempatizanı ve partizanı bulunan “İsyanistler”di. İsyanistlerin büyük bir kısmı kölelik hususunda çalışmalar ve tasarılarıyla bilinen kişilerdi. Bunların arasında sadece kölelik hususuyla alakalı olarak “Madenisyanistler”, tüm hükümetlerden ve idarelerden ayrı bir yapı kurmak isteyen “Özerkisyanistler” olmak üzere iki ufak yapı daha vardı ancak geneli “İsyanizm” hususunda hemfikirdi. Özellikle maden bölgeleri ve Üniversiteler şehrinde yoğunluk kazanıyorlar, loncalara, tüccarlara, rahiplere, burjuvalara aksi gidiyorlardı. Aklı bu işlere erer pek çok Akdiyar’lı kara efendilerden kara tanrılardan sonra Akdiyar’ın başına bunların musallat olduğunu dillendiriyordu –daha çok muktedirler. İsyanistler bulundukları yerlerde barikatlar ardına kendi bölgelerini kuran, kendi içlerinde bir teşkilatlanmaya sahip kimselerdi ve kendilerine hoş bakmayanlarla başları pek hoş değildi.
            Wyern, Sansar ve Gorour, şehrin kuzeyindeki öğrenci yurtlarında kendilerine ayrılan kısımda, barikatlar ardında bulunan İsyanistlerin bölgesine gidiyorlardı. Çoğu öğrenci, az bir kısmı Muhafızlar tarafından aranan kaçaklardan müteşekkil İsyanistlerin, gerisinde üç tane gri, yeşil pelerinli insanın nöbet beklediği “Güney Barikatı”na gelmişlerdi. Buradaki bölge hakkında üniversite yönetiminin pek şikayeti yoktu ancak Güneş Rahipleri, başına buyruk yaşamalarından ve fikirlerinden ötürü kendilerinden hiç hazzetmezlerdi. Onlar da rahiplerden hoşlanmaz hatta fırsat bulurlarsa engizisyon ve muhafızlara karşı toplanarak yürüyüş yaparlar, eleştiri yazıları yayınlarlardı. Güneş Tapınağı yanlısı politika ehli Konsey üyelerinden birisinin: “Ben de oraya gidecektim öğrenciliğimde ama baktım kızlarla, çimenlerde takılıyorlar. Orada kalsam yoldan saparım” açıklamalarıyla hedef gösterilmeleri üzerine yeni bir çatışma konusu çıkmış, yurtlarının etrafına barikatlar kurmuşlardı.
            Wyern, Sansar ve Gorour, güney cephesine bakan barikatların önüne geldiğinde gri pelerinli öğrencilerden birisi onların karşıladı. Gorour’la el sıkışıp tanışıklığını belli eden öğrenci, görece daha giyimi debdebeli Wyern ve Gorour’a, onların üzerindeki birkaç adet tılsım ve süs eşyasına kötü kötü baktı:
            Öğrenci: “Bu soylu takımıyla ne geziyorsun?”
            Eşkıya: “Bunlar soylu değil, öğrenci. Önemli bir durum var, o yüzden benimle geldiler. Setner ile görüştür beni.”
            Öğrenci: “Tamam geçin. Buradan dümdüz ilerleyin, havuzun sol çaprazındaki ev. Kapıda sorarlarsa benim gönderdiğimi söylersiniz.”
            Eşkıya: “Sağolasın.”
            Üçlü, barikatı geride bırakıp havuzun olduğu yere ilerlediler.
            Büyücü: “Bunlar muhafız gördü mü dayak mayak girişen adamlar, biz elimizi kolumuzu sallayarak girdik içeriye. Sen ne ara muhabbeti bu kadar ilerlettin?”
            Vampir: “Onun tek muhabbeti bunlarla değil. Şimdi hatırladım, bizim fakültenin kantinine de gelip gidiyordu Sansar. Birçok öğrenci grubunu tanır herhalde, hatta bana gelip kız ayarlasana demişliği bile var.”
            Büyücü: “Ben de az kalsın, bilinçli bir yardımcım var diye övünecektim. Yine sapık emellerin çıktı karşıma.”
            Eşkıya: “Ben de hatırladım aga şimdi o konuştuğumuzu, o zaman üstünde pelerin yoktu ondan hatırlayamadım demek ki? Aman! Neyse ne sonuçta içeriye girebildik ya!”
            Büyücü: “Ben hala anlamadım buraya gelmemizin amacı ne?”
            Eşkıya: “Bekleyin görün.”
            Tarif edilen yere geldiklerinde, Sansar ile yapılan kısa bir görüşmenin ardından üçünü de eve aldılar. İçeride masalar üzerinde veya yerde oturan, harıl harıl bildiri yazan (Mecüc Burjuvazisinin Tarım Ürünleri Üzerindeki Etkisini Protesto), sandalye üzerinde nutuk atan (, hararetli bir tartışma çeviren İsyanistler içeriye girenleri görür görmez faaliyetlerine ara verdiler. Setner yerinden kalkıp samimi bir gülümseme ile Sansar’ın elini sıktı.
            Setner: “Nasılsın Sansar abi? Bu saatte işin ne?”
            Eşkıya: (Olabilecek en ciddi yüz ifadesini takınarak) “Çok karışık olaylar dönüyor Setner! Engizisyon şehirleri bitirdi şimdi de okullara el attı!”
            Setner: “Nasıl yani?”
            Eşkıya: “Bu yanımdaki arkadaşlar öğrenci. Biri büyücü, biri vampir… Bunları yakmak istiyorlar, hani farklı türleri yakıp yıkalım hesabı…”
            Masadaki Öğrencilerden Birisi: “Ben şu pelerinliyi tanıyorum, ticaret fakültesinden. Şatosu var, burjuvadır!”
            Eşkıya: “İşte ben de tam onu söyleyecektim. Tapınağın muhabbetini biliyorsunuz bir çok arazi satın alınıyor ya da kiralanıyor, yerlerine kendi tapınaklarını, merkezlerini dikip bunların yanına vakıftan para gelsin diye ticarethane açıyorlar. Hatta bazı aileler bu işlerde aracılık ettiğinden daha büyük arazilere daha büyük ticarethaneler açıyorlar. Engizisyon mallarını müsadere etmek için onu bunu yakıyordu ya şimdi işi iyice azıttılar. Önce öldürüp sonra arazisine el koyuyorlar, bu bahaneyle öğrenci yurtlarını da dağıtacaklarmış!”
            Setner: “Böyle şey olmaz! Nasıl cesaret ederler buna?”
            Eşkıya: “Biz de bu yüzden buna bir dur demek için karar aldık. Bazı arkadaşları şehirdeki merkezlerine götürüyorlar sorguya çekmek için. Oranın önünde toplanacağız, kuzey yakasında büyük tapınağın aşağı sokağında. Sizlere de haber vermeye geldik.”
            Setner: “Gerçi biz bir yürüyüş düzenlemeyi düşünüyorduk ama zamanı belirsizdi. Gecenin köründe, sokaklar kapatılamadan yapılan bir yürüyüş daha etkili olabilir. Hem yaptıkları Zarboizm (oraya özgü bir görüş, baskıcı anlamında kullanılır) yanlarına kalmamalı!”
            Eşkıya: “Ben şimdi bu arkadaşları saklamaya gidiyorum. Katılımınız çok önemli arkadaşlar, gecenin köründe Engizisyon’un oraya yığıldığımız zaman korkup geri adım atacaklardır.”
            Setner: (Etrafındakilere dönerek) “Bütün arkadaşlara haber verin, yürüyüş var. Gece olduğundan hızlı hareket etmemiz lazım, tarihimizin en büyük yürüyüşü olacak! (Eşkıyaya döner) Siz de gidin bir an önce, yakalanmayın!”
Wyern, Gorour ve Sansar evden çıktıktan sonra başkalarının da evden çıkarak başka evlere ve sokaklara dağıldıklarını gördüler.
Büyücü: “İçeride sesimi çıkarmadım ama bu yaptığın neydi şimdi?”
Gorour: “Engizisyon peşimizde. Muhafızlar peşimizde. Federasyon askerleri hakeza peşimizde. Bu son siyasi olaya da karışmamızın ardından devreye Konfederasyon Ordusu girer!”
Büyücü: “Bir isyan eksikti!”
Eşkıya: “Aga bilerek yaptım bunu. Şimdi Engizisyon bizim tepemizdeyken biz nasıl rahat hareket edeceğiz? Düşünsene tapınağın oraya yüzlerce isyanist toplanınca ne yapacaklar, bizi bırakıp onlarla uğraşacaklar! İblis meselesine inandırmaya göre daha kolaydı. Öbür türlü: “Sizin işlerinizden bize ne?” derlerdi ancak iş siyasi olunca bize yardımları dokunacak!”
Büyücü: “Ben hedef şaşırtma diye buna derim!”
Eşkıya: “Cahiliz mahiliz ama salak değiliz aga! Eşkıyalıktan geliyoruz o kadar pusudur, şaşırtmacadır öğrendik bir şeyler!”
            Büyücü: “Yine de aklım almıyor. İnsanlar durup düşünmeden bir cahilin sözleriyle nasıl hareket edebiliyor ki?”
            Vampir: “Bu yeni bir şey değil ki. Eskidenmiş o siyaset okullarından yetişen esaslı politikacılar. Politikacının esaslısı ya asırlardır taşrada pişmiş derebeyi kökenlilerden çıkıyor yahut halkın içinden, onun zaaflarını bilen ve bunu kullanabilenlerden çıkıyor.”
            Büyücü: “Siyasete pek aklım ermez zaten. Şimdi Taryal’ın şatosuna gidiyoruz, onu bulup engellememiz lazım.”
            Vampir: “Şatosunda olduğundan emin miyiz? Belki o gulyabaninin şatosuna gitmişlerdi.”
            Eşkıya: “Belki mezarlığa gitmiş de olabilirler. Dünyanın anasını satmadan önce son romantik piknik hesabı…”
            Büyücü: “Kızın okuduğu sayfayı gözümde canlandırdığımda gulyabaniyi neden seçtiğini görmüştüm. Yani kendisine aşık olmayan, sahte bir aşık kurban olacak ve bu insan haricinde bir kurbanın kanı için gerektiğinden kız onu kendisine bağlayacak. Ayin için yapacağı hazırlık için şatosunu kullanmış olabilir.”
            Vampir: “Ayin için hazırlık? Şey mi hani sekiz tane mum var hilal şeklinde diziliyor, gül yapraklarından semboller çizilmiş, kanla yazılmış yazılar ve havaya kaldırılmış bir pençe çizimi? Ayrıca büyük, taştan bir sunak, altından bir bıçak ve birkaç tuhaf görünüşlü taş? Sunak taşı güneye bakıyor, tam karşısında büyükçe bir boy aynası var, kenarları kanla lekelenmiş?”
            Büyücü: “Sen nereden biliyorsun? Kitabı mı okudun?”
            Vampir: “Hayır, Taryal’a ait bir kır evinde. Şehrin kuzey çıkışına yakın bahçeli bir ev.  Hiç görmedin mi?”
            Eşkıya: “Wyern daha aşıklar korusunu göremedi ki orayı görsün?”
            Büyücü: “Öhmm… Neyse, o zaman dediğin yere gidelim orada olmaları lazım.”
            Vampir: “Ayini orada yapacaksa birkaç saat evvel şatosunda ne işi vardı?”
            Büyücü: “Bizi şaşırtmak için olabilir. Peşinden geleceğimizi tahmin etmese kapıya muhafız koydurmazdı. Eve daha sonra geçecekti belki çünkü sen geleli bir saat bile olmamıştır, gulyabani de senden yarım saat önce gelmiş olabilir? Ancak bizim şatoya gelebileceğimizi tahmin edemedi.”
            Eşkıya: “Ne girmesi aga bastık bildiğin?”
            Vampir: “Şikayetçi olmaması da acelesini gösteriyor. Bir an önce kır evine gidip ayini tamamlamak için. Demek ki bu gece ayin olacak!”
            Büyücü: “Bu söylediğimden nefret ediyorum ama dünyanın geleceği bizim ellerimizde. Bir an önce gidelim!”
            Wyern, Sansar ve Gorour, barikatı geride bırakır bırakmaz yurtla aynı mesafedeki tahtadan mamul “Çürük Köprü”üzerinden Sırlı Nehri’ni geçip şehrin kuzey yakasına geçeceklerdi. Hızlı adımlarla kah koşup kah tökezlenerek Taryal’ın kır evine doğru ilerlemekti amaçları. Ancak köprü bekçisinin durmalarını haykırmasının ardından bekçi kulübesinin arkasından fırlayıp gelen engizisyoncular, birkaç rahip ve birkaç Şehir Muhafızı’nın etraflarını sarması bu niyetlerini sekteye uğrattı. Rahipler bir ellerinde kutsal semboller, diğer ellerinde Güneş Kitabı olduğu halde dualar okumaktayken engizisyoncular ellerinde urganlar olduğu halde onlara yaklaşmaktaydı. Şehir Muhafızları kılıçlarını tehditkar bir pozisyonda tutarak Wyern ve diğerlerinden gelebilecek herhangi bir hamleyi beklemektelerdi. Sembolleri gören Gorour iki büklüm olduğu yere çöküp kalmıştı. Wyern cadılar için yazılmış büyü karşıtı duaların tesiriyle hareketsiz kalmıştı. Karşı koyabilirdi ancak o an için nasıl bir keşmekeşin patlak verebileceğini tahmin edemiyordu. Türünden dolayı ne duadan ne sembollerden etkilenmeyen Sansar ise kah muhafızları kah rahipleri süzüyor, en mahrem küfürleri mırıldanıyordu.
            Büyücü: “Sansar! Sen dualardan etkilenmiyorsun.”
            Eşkıya: “Ben dua bilmem ki? Yoksa kötü bir şey mi söylüyorlar?”
            Büyücü: “Onu demiyorum! Bak sen rahiplere saldır, ben muhafızları indiririm!”
            Eşkıya: “Neyi nereye indiriyorsun aga? Baksana rahip, asker elele. Dinle devlet işlerini birleştirmişler. Ben rahibe ilişsem muhafız var, ona ilişsem engizisyoncu var ben ne yapayım?”
            Muhafızların Komutanı: “Wyern Kızılaba, Gorour Sandıkçızade, Dağlıgillerin Sansar. Bir soylunun evini basmak, haneye tecavüz, darp, sözlü tehdit, kanundan kaçma, suçlulara yardım ve yataklık, yasadışı işler için büyü kullanımı suçlarından dolayı tutuklusunuz.”
            Kıdemli Rahip: “Aynı şekilde aydınlığın yapısını tehdit ettiğiniz, özel güçlerinizi zarar vermek için kullandığınızdan ötürü Engizisyon tarafından tutuklanmış bulunmaktasınız.”
            Eşkıya: “Sözün bittiği yerdeyiz beyler…”
            Büyücü: “Kim tarafından tutuklanıyoruz anlamadım? Hatta niye suçlanıyoruz onu da anlamadım?”
            Muhafızların Komutanı: “Biz de ilkin bunu tartıştık, zaten bu yüzden geç tutukladık sizi.”
            Büyücü: “Nasıl olur?”
            Muhafızların Komutanı: “Şimdi engizisyon bu şato baskınından sonra peşinize düştü ya, siz de kaçtınız? Biz şatoya gittik, şikayetçi olmadı Taryal Hanım. Ama sonuçta ortada suç vardı. Bizim casus şebekelerimizin yarısı Tapınağa mensuptur, Engizisyon’un istihbarat ağı da daha geniş diye yine bizim tapınağa bağlı şehir konseyi mahkemesi tarafından yasa çıkarttırıp onaylattırdık. İstihbarat tapınakla ortak hale geldi, böylece biz de peşinize düştük.”
            Eşkıya: “Yargı tapınak, şehir muhafızları tapınak, engizisyon cübbesi giyin bari?”
            Muhafızların Komutanı: “İsyanist isyanist konuşma! Hoş konuşsan da bir şey olmaz zaten sağ çıkamazsınız. Her neyse yasa gereği artık engizisyon vakalarında biz onlara, bizim vakalarda da onlar bize yardım edecekler.”
            Büyücü: “Bizi yakalıyorsunuz ama şatoyu niye bastığımızı bir bilseniz! Asıl Taryal Hanımı tutuklamanız lazım. Bizi bırakmazsanız hepimiz öleceğiz! İblis çağıracak!”
            Kıdemli Rahip: “Peh! Laf! Kurtulmak için yalan söylüyor! Ne konuşturuyoruz bu zındıkları, meydana götürüp gün ortasında yakalım gitsin!”
            Büyücü: “Hemen yakın! Büyücüleri yakana kadar politika hokkabazlarını yaksaydınız daha hayırlı bir iş yapmış olurdunuz! Kız büyü yapacak iblis çağıracak!”
            Kıdemli Rahip: “Şikayet ediyorsunuz ama engizisyon bunun için var işte. Bizim istihbaratımız kuvvetlidir. Büyücüleri, büyü yapanları, cadıları, tüm ecinni taifesini fişliyoruz. Kimse gözetimimizden kaçamaz! Biri bir büyü yapmaya niyetlense anında haber alırız!”
            Eşkıya: “Engizisyon ayakta uyuyor ayakta! Wyern, aga göster delilleri de inansınlar!”
            Wyern: (Cübbesinin iç cebindeki kağıtları çıkartıp göstererek) Bak bu üniversite kütüphanesi kayıt defterinden. Taryal Hanım’ın aldığı kitap kodu, yasaklı kitapların olduğu kısım.”
            Kıdemli Rahip: (Kağıdı uzaktan inceleyerek) “Bu imkansız! Yasaklı kitaplardan kitap çıkarılamaz. Hatta bu 06 koduyla başlıyor, bunlar çıkarılmasını bırak dokunulması bile yasa kitaplar.”
            Wyern: (Öteki kağıdı gösterir) “Başmüdürün imzaladığı izin kağıdı, Taryal Hanım’a özel. İblis çağırma üzerine yazılmış bir kitap var elinde, ayin yapacak!”
            Muhafızların Komutanı: “O da suç tamam ama sizin yaptığınız da suç!”
            Eşkıya: “Aga bak ben cahil eşkıya aklımla bile akıl ediyorum siz nasıl akıl edemiyorsunuz? Biz evi bastıysak Taryal Hanım neden şikayetçi olmadı?”
            Vampir: (Çöktüğü yerden) İsyanımı şiirle haykırıyorum! “İftiralar değildir, yaralayan sensin sen!”
            Eşkıya: “Tanrısını seven beni önden yaksın! Yine şiir okuyacak!”
Kıdemli Rahip: “Yahu daha ne konuşuyorsunuz? Mahkeme falan yok size bence o kitap geyiği de tamamen hurafe bunlar kurtulmak için yalan söylüyorlar. Şatoyu kız meselesinden bastığınızı da biliyoruz, Taryal Hanımın sevgilisi söyledi.”
            Eşkıya: “Ben o gulyabaninin çıktığı mezarı…”
            Vampir: (Bir anda ayağa fırlayarak haykırır) “Şuraya bakın! Şuraya bakın!”
            Kafalarını gayri ihtiyari vampirin gösterdiği yere çevirdikleri zaman her biri dehşete düşmüşlerdi. Şehrin kuzeyinde, çıkışa yakın bir noktada göğe doğru uzanan ancak ses çıkarmayan bir hortum vardı. Hortumun tepesinde yıldırımlar saçana kara bulutlar döne döne toplanmaktaydı. Bir süre sonra hortuma benzeyen siyah ışık halesi oldukça genişlemiş sanki büyük bir yarık açılmıştı. İnsanlar pencerelere çıkıyor, sokaklara çıkarak bu acayipliği seyrediyorlardı. Daha aklı başında olanlar ise ne olur ne olmaz diyerek ailelerini dahi bırakıp şehir dışına kaçmaya başlamıştı. Yarığın içinde belli belirsiz, dev gibi bir insan bedeni görüntüsü belirmişti.
Sansar: (Kıdemli rahibin omzunu dürterek şekli gösterip) “Biz öyle ecinniyi mecinniyi yakarız diyordun! Aha iblis orada! Git onu da yak! Hadi! Hadi!”
Tam da o sırada Wyern ve diğerlerinin işine yarayacak bir gelişme vuku bulmuştu. Yürüyüşe gitmek üzere topluca yurtlarından çıkan İsyanistler, köprünün orada engizisyoncularla, muhafızların bir grup öğrenciyi rehin aldığını öğrenince taşlar ve bağrışmalarla oraya doğru yaklaşmaya başlamışlardı. Wyern ve diğerleri karışıklıktan istifade onların kıskacından kurtulup ayinin yapıldığı yere doğru koşmaktayken taşlara hedef olan muhafızlar ve engisizyoncular köprüye dek gerilemek zorunda kaldı:
Kıdemli Rahip: (Yanındakilere bağırarak) “Üniversiteler şehrinde paganların olduğunu bilmiyordum! Arka çıktılar!”
Muhafızların Komutanı: “Arka çıkmadılar, burası İsyanistlerin bölgesi takviye almadan gelmeyelim demiştim. Muhafız zırhı ve cüppe görünce dayanamaz hücum ederler böyle!”
Kıdemli Rahip: “Öte yandan adamlar haklıydı gibi galiba! İblis var! Gelmeye çalışıyor! Ne yapacağız?”
Muhafızların Komutanı: “Şehirde isyan çıkmak üzere buraya takviye ekip çağırmalıyız.”
Kıdemli Rahip: “Ben de başrahibe gidiyorum! İblis için bir şeyler yapılmalı!”
Sanki sözleşmiş gibi önce geri çekilip ardından kaçmaya başlayan engizisyoncularla muhafızları isyanistler kovalamaya başladıkları sıra, Wyern ve diğerleri çoktan Taryal’ın ayin yeri olarak kullandığı kır evine yaklaşmıştı. İblis de daha bir görünür olmuş, muazzam gürültülerle bu dünyada cisimlenmeye çalışıyordu.
İntikam iblisi D’hka’lın’ın geldiği yerden şarkılar ve gürültülü müzik sesleri geliyordu. Kendilerinden geçmişçesine dans eden zebanileri ve düşük seviyeli iblisleri görmüşlerdi orada. Şarkıların sözleri tanıdıktı, eski sevgililerine lanet okuyanlar, onları unuttuklarını söyleyenler, hiç umurlarında olmadıklarını haykıranlardan bahsediyordu. Paralel bir evrende, sahil şehirlerinde yaz mevsiminde sokakları gümbürdeten, “gider edebiyatı” olarak nitelendirilebilecek uğursuz şeylerdi… İblis’in kendisi de bir şarkı haykırıyordu. Lanetli şarkının sözlerinde kah bir semtte yeni sevgilisiyle dolaştığını eski sevgilisini unuttuğunu, yeni yerler gezmek istediğini, onu bilerek terk ettiğini söylüyordu. Büyücü, geldiği yerde sürekli bu lanetli şarkıların kulaklarında çınladığı talihsiz insanlara hayatında ilk defa acımıştı…
Oraya yaklaştıklarında İblis’in açıldığı yarığa doğru kuvvetli bir yıldırım büyüsü yapmıştı ancak hiçbir tesir göstermeyen büyü kolayca dağılmıştı. Büyü bile yetersiz kalıyordu. Daha güçlü bir şeyler olmalı diye düşünürken bir anda aklına bir fikir gelmişti Wyern’in. Parlak bir fikir değildi ancak tutma ihtimali vardı.
Büyücü: “Ne yapacağımızı şimdi buldum.”
Eşkıya: “Kızı mı öldüreceğiz?”
Büyücü: “Hocalarım beni uğursuzluk ve lanet üzerine araştırmalara yönlendirdiklerinde üzülmüştüm. Ancak şimdi anlıyorum. Bendeki en doğal güç bu… Lanet ve beddua… Neden bu alan yönlendirdiler? Çünkü uğursuz yaratıkları çekebiliyordum kendime, ben uğursuzdum zaten ben lanetliydim. Daha kötü ne olabilir ki?”
Eşkıya: “Sonuç olarak?”
Büyücü: “O canavarı geri gönderirken yapabildiğim şey nedeniyle beni yönlendirdi hocalarım. İçimden gelerek okuduğum bir lanetle geri yollamıştım o iblisi.”
Vampir: “Sakın iblisi beddua ederek durduracağını söyleme?”
Büyücü: “Teoride öyle… Ama pratiği farklı, o zaman ki gibi konsantre olabilirsem yaparım. Ben de doğal lanet var, ailemde de var bu. Tüm bu karanlık isteği demek ki nedensiz değildi… Burada kalın.”
Eşkıya:(Wyern’in kolunu tutar) “Aga öleceksin… Dur… Zaten ortalık karışık, bedduayla iblis mi kovalanır ya?”
Büyücü: “Bekleyin dedim!”
Elini kurtarıp onlara dönen Wyern, topraktan çağırdığı dev sarmaşıklarla Gorour ve Sansar’ın ayaklarını bağlattıktan sonra İblis’e döndü. Biraz önce ağzından kaçırdığı ancak detayıyla bahsetmediği, herkesten sakladığı sırrını düşündü. Büyük büyük atalarından birisi, daha Agrabul’un yeryüzünde yeni yeni yürümeye başladığı devirde hüküm süren karanlık efendilerden birinin soyundan gelmekteydi. Kara Tanrı Aldı Koca’nın oğlu ilk karanlıklar efendisi Bolog Han’ın, içindeki özü kaybetmeden önce bir peri kızından doğan oğlu ve kuşaklar boyunca kimselerin bilemediği “karanlık bir töz”ün nesillerce aktarılması konusu olmuştu. Ne Bolog bilebilmişti bu devam eden tözü ne de Kızılaba’ların üyeleri kendileri dışında kimseye ifşa etmişlerdi. İyi büyücüler yetişmiş ancak uğursuzluk yakalarını bırakmamıştı. Wyern, İblis’e bunları düşünerek dönmüştü. Ellerini ona doğru uzatıp bildiği tüm bedduaları, lanetlerim okumaya başlamış, bir yandan da ona doğru ilerlemişti. Dünyaya gelmeye çalışan iblis onu ilkin fark edememişti ancak Wyern’in içindeki karanlık töz harekete geçtiğinde görmüştü. Wyern’in gözlerinden saçılan kızıl ışıltılar ve vücudunda dolaşmaya başlayan siyah, sarı şuadan haleler karanlık sokağı aydınlatacak denli fazlalaşmıştı. İçindeki töz öyle bir noktaya gelmişti ki iblis binlerce yıllık ömründe ikinci kez korkmuştu (ilkinde muhtemelen Wyern’in kovaladığı ahtapot kafalı iblisle aynı soydan gelme ancak daha güçlü bir iblis ile karşılaşıp evrenin bilinmeyen bir zaman dilimine geçiş yapmıştı).
Wyern’in okuduğu lanetlerden bir tanesi muazzam bir gürültü ve uğuldamayla tözünden ayrılıp iblise doğru zamanı ve gerçekliği yararak ilerlemiş, tuhaf ışıktan hortum ile iblise çarpmıştı. Yer gök sarsılıp iblisin korkunç çığlığıyla çınlarken muazzam bir aydınlık neredeyse her yeri gündüz gibi aydınlatmıştı. İblis gelmeye çalıştığı yarıktan geri dönüp tekrar hiçliğe karışınca tüm o acayip ışıklar kaybolmuş, bulutlar kısa sürede dağılmış, yıldızlar yeniden gökyüzünde parıltılarıyla arz-ı endam etmişlerdi. Karanlık geri geldiğinde, Wyern’in belli belirsiz yerde yattığını gören Sansar ile Gorour, sarmaşıklardan güç bela kurtularak Wyern’in yanına koştular. Yanına vardıklarında Wyern’in gözleri açık bir şekilde gökyüzünü seyrettiğini görünce korkuyla üzerine eğildiler. Nefes alıyordu ama hareketlere tepki vermiyordu. Bir anda olduğu yerde doğrulup: “Gitti mi?” diye sormasıyla kendine geldiğini anlayıp kalkmasına yardım ettiler.
Eşkıya: “Gitti de laf mı? Kaçtı, kaçtı! Yaman büyücüymüşsün aga!”
Vampir: “O şey büyü değildi. Belki bedduayla alakalı bir şey bilmiyorum ama kesinlikle büyü değildi.”
            Büyücü: “Lanet işte… Değişik bir alan… Taryal nerede?”
            Gorour ve Wyern, Taryal’ı hatırlar hatırlamaz sokağın öbür ucunda bulunduğunu tahmin ettikleri kır evine doğru koşturdular. En azından Wyern, yerini tam bilen Gorour’u takip etti. Eşkıya arkalarından koştururken kendi kendine söyleniyordu: “Yok olmanın eşiğinden döndük bunlar hala kız peşinde!” diyerekten.
            Çatısı tamamen yok olmuş kır evine giren Wyern ile Gorour moloz yığını arasında Taryal’ı aramaya başladılar. Taryal’ın kokusunu belli belirsiz duyumsayan Gorour’un odanın birindeki tahta parçalarını kaldırmasıyla gulyabaninin boğazı kesik ancak hala hırıltıyla nefes alan bedeninin yanında baygın durumda yatan Taryal’ı gördüler. Wyern, tam Taryal’ı kaldırmak için hamle yapacakken istemsizce Gorour’un onu kolları arasına alıp dışarı çıkarmasına müsaade etti. Biraz etrafa bakınıp bulduğu o yasak kitabı yanına aldıktan sonra halen hırıldayan gulyabaninin bedenini sürükleyerek dışarıya çıkardı. Bahçenin bir köşesinde, Taryal’ı taştan bir banka yatırmış, bileklerini ovan Gorour’u gördü. Sansar, Wyern’e öfkeyle bakmaktayken kolundan tutup bahçenin diğer köşesine sürükledi:
            Eşkıya: “Senin ben beynine… O kadar Taryal, Taryal diye ağladın! Başımızı belaya soktun! Mülki idareden tut dini idareye tüm bürokrasiyi peşimize taktın! Niye? Bu lavuk gidip ayıltsın diye mi? Adam kızı dışarıya çıkarıyor, bizimki kitapla peltesi çıkmış mezarlık gulyabanisiyle çıkıyor! Ne yapacaksın, gulyabaniye mi çıkma teklifi edeceksin?”
            Büyücü: “Sansar! Unutuyorsun. Kız önceden onunla çıkıyordu. Benimle değil. Ayılınca yine onu seçecek beni değil. Hem niye seçsin? Maddi gücüm belli, lanetli bir kara büyücünün tekiyim. Tamam altıncı seviyede böyle bir büyüyü yapabilmek her büyücünün harcı değil, ancak yine de o beni tercih etmeyecek.”
            Eşkıya: “Niye peşine takılıp kızın ölüp ölmediğini kontrol etmeye geldin o halde?”
            Büyücü: “Öldüğünü sandım. Ölüp ölmediğini görebilmek için.”
            Eşkıya: “Dünya münya hikaye sen kızı kurtarmaya geldin değil mi? İblisi kovup kızı kurtaracağım diye hem kendini hem bizi tehlikeye attın değil mi?”
            Onların konuşmaları sürmekteyken bir anda yolun iki tarafından kalkanlarını kuşanmış, mızraklarını almış şehir muhafızlarının bahçenin etrafını sardığını gördüler. Engizisyoncular da yanlarındaydı. Kendilerini tutuklamaya gelen ancak isyanistlerin kovaladığı Şehir Muhafızlarının Komutanı’yla Kıdemli Engizisyon Rahibi’nin de onlarla birlikte olduğunu görmüşlerdi.
            Muhafız Komutanı: “Şehir muhafızları adına teslim olun! Etrafınız sarıldı!”
            Eşkıya: “Şekle bak, sanırsın eli kanlı haydut çevirmişler!”
            Komutan ve kıdemli rahip, onların silahsız olduğuna kanaat getirince bahçeye girmişlerdi. Taryal Hanım’ı görür görmez şaşırıp büyücü ile eşkıyaya dönmüşlerdi:
            Muhafız Komutanı: “Bu Şehir Konseyi üyesi Beyazhisarlızade Torgun Bey’in kızı Taryal Hanım değil mi?”
            Büyücü: “İblis çağıracak dedik ya! Neyse ki iblisi geri göndermeyi başarabildim!”
            Kıdemli Rahip: “Yok artık! Sen daha birkaç senedir altıncı seviyeymişsin hala iblis çağırma üzerine eğitimin sürüyor, nasıl öyle ha deyince kovaladın iblisi?”
            Vampir: “Büyü yapmadı ki? Beddua etti.”
            Kıdemli Rahip: “Nasıl? Ne etti, ne etti?”
            Vampir: “Beddua etti, ilendi, lanet etti…”
            Kıdemli Rahip: “Lan büyüyü bilmiyoruz diye çocuk mu kandırıyorsunuz? Bedduayla iblis mi kovalanır?”
            Büyücü: (Yasak kitabı göstererek) “İşte bu da delili… Şu mezarlık gulyabanisi de kurban edilmiş ama hala yaşıyor. Taryal hanım kendinden beklenmeyerek başarılı bir ayin yaptı ama büyüyü bilmediğinden iblis gücünü toplayamadan bedenini buraya aktardı. Ben de güçlü bir lanet yolladım, uzmanlığım bunun üzerinedir. Böylece iblisi geri yolladım!”
            Bir anda sokağın sonundan nedeni belirsiz bağrışmalar, çağrışmalar gelmeye başlamıştı. Aşağıdan gelenleri gördükleri zaman her birisi kah korkudan kah şaşkınlıktan ne diyeceğini şaşırmıştı. Akdiyar Konseyi’nin mavi kumaş işlemeli zırhlarına bürünmüş gaddar ve silahlı ifritlerin arasında ilerleyen görkemli ve zengin bir araba sokağa doğru ilerleyip evi tam önünde durmuş ve içinden dört kişi inmişti. Bu görülmeye değer bir manzaraydı zira çok ciddi bir mesele olmadıkça doğrudan Konfederasyon’a bağlı birlikler pek ortalıkta görünmezler, şehir muhafızlarını ve engizisyoncuları itekleyerek yol açmazdı. Şimdi ise her birisi ifritlerin koruma amaçlı sağa sola iteklemeleriyle istemeye istemeye yol vermeye zorlanmışlardı.
Arabadan inenler Şehir konseyi üyesi Torgun Bey, Üniversiteler’in başmüdürü ve Büyü Okulları’nın müdürü Marag Eskisunak ile onun kalem işlerini Hırdal Çelegir, pek kimsenin tanımadığı ancak o civara yakın konuşlanmış olan Konfederasyon Ordusu’nun komutanı olan azman suretli bir gulyabani olan Cengir Topuzkıran’dı. Bahçeye giren ifritlerden ikisi Taryal’ın yanına geçip Gorour’u geri ittikten sonra Cengir’in emriyle iki ifrit Sansar, Gorour, Wyern, Şehir Muhafızlarının komutanı ve kıdemli engizisyon rahibini kır evinin içine sürüklemişlerdi. Ardından arabadan inen dörtlü kır evinin içine girip kapıyı kapatmışlardı. Bölgenin en tepesindeki şahsiyetler, kendilerine göre bile ayaktakımı sayılacak kişilerin önünde tüm haşmetiyle dikilmişlerdi.
            Torgun Bey: “Açıkçası bir rezalet yaşandı. Duyulmaması gereken birçok skandal… Buraya bunları kapatmaya geldik. Taryal ile ilgili yaşananları ve yapılanları unutacaksınız. Aynı şekilde onun olaya karışmaması için buradaki herkes birbirini unutacak. Kimsenin suç hanesine bir şey işlenmeyecek.” (Komutan’a döndü) “Dışarıdaki gulyabaniyi de öldürüp saklayın, hiçbir iz istemiyorum.”
            Marag: “Wyern Kızılaba, üzerinde bazı deliller varmış. Bunları teslim etmeni istiyorum.” (Wyern sabıkası tehlikeye girmeyeceğinden çekinmeden kağıtları sakladığı yerden çıkarıp müdüre verir, ayrıca işaret etmesi üzerine büyü kitabını da teslim eder) “Teşekkür ederim. Aynı zamanda bir iblisi kovmayı başardın. Üzerinde çalıştığın tez kabul edildi ve seni yeni bir araştırma konusuyla ödüllendirdik. İşlemlerin hazır. Gerekenleri teslim et Hırdal…”
            Hırdal: “Yedinci seviyeye geçmene karar verildi. Bir iblisi kovabildiğine göre artık iblisler üzerinde uzmanlığını kanıtladın sayılır. Artık Ölüm Büyüleri üzerine çalışacaksın. İblisiyye Nişanı’na ve onun getirdiği tüm haklara sahipsin. Yakında fakülteden kadro alıp araştırmalarını da öyle sürdüreceksin.” (Nişanı ve gereken beratı Wyern’e teslim eder)
            Cengir: “Olay kapandıysa daha fazla kimse burada oyalanmasın, olanlar üzerinde konuşmasın. Konfederasyon bu tip şeylerden rahatsız olacaktır. Herkes alacağını alıp mesele halledildiyse dağılabiliriz.”
            Dörtlü, beraberlerinde Taryal da olduğu halde arabaya binip ifrit muhafızlarla geldikleri gibi gittikten sonra birini yakamadıkları için üzülen engizisyon rahibi ve komutanla birlikte ötekiler de kır evinden çıktılar.
            Eşkıya: (Rahibin sırtına vurup kinayeli bir şekilde gülerek) “Üzülme aga. Sizin tapınağın el atmadığı yer kalmadı. Yargı sizden, asker sizden, biraz dişinizi sıkın konfederasyonda da adamınız olur. Hehehe…”
            Kıdemli Rahip: “Sen kiminle dalga geçtiğini zannediyorsun?”
            Büyücü: “Ben artık yedinci seviyeyim. Kanun gereği bir suç işlediğimde beni ancak Büyü Okulları Müdürü yargılayabilir. Kölelerim yani parayla satın aldığım hizmetkarlarım da bu kanuna tabi olarak ancak benim tarafımdan cezalandırılabilir.”
            Rahip ile komutan dişleri kenetli bir şekilde bahçeden çıktılar. Engizisyoncular gözden kaybolurken, muhafızlardan birkaç tanesi gulyabaninin gırtlağını tamamen keserek cesetle birlikte sokaktan uzaklaşıp gözden kayboldular.
            Vampir: “Hepimiz ucuz atlattık. Hatta senin için iyi bile oldu Wyern. Benim gitmem lazım gün doğumundan önce evimde olmalıyım. Sizinle tanıştığıma memnun oldum. Bir gün muhakkak yine ziyaretime beklerim. Tabi peşinizde engizisyoncular olmadan!”
            Büyücü: “Gorour… Peki şimdi ne olacak? Taryal meselesi?”
            Vampir: “O mesele kapandı bile bence. Aslında bırakmazdım onun peşini. Konuşmalarınızı işittim, sana da üzüldüm ama onu ben de seviyorum. Yine de Taryal’ın peşini bırakmak zorundayım.”
            Eşkıya: “Anladım aga. Bu idarilerde, soylularda bir durum var. Kızları bir skandala karışınca anında daha soylu ya da dengi biriyle evlendirilirler. Taryal’ı size kaptırmazlar yani…”
            Vampir: “Arabaya binerlerken Taryal’ı Gapara Beg diye biriyle evlendireceklerini duydum. Kvagan soylularından olması lazım. Neyse Wyern, üzülme. İleride daha iyi birilerine rastlama olasılığımız yüksek. Sizinle tanıştığıma memnun oldum tekrar, güzel bir geceydi. Görüşmek üzere. Şatoma davetli olduğunuzu tekrar hatırlatmak isterim!”
            Eşkıya: (Gorour yarasaya dönüşüp uzaklaşınca) “Şiir okumadığın sürece neden olmasın?”
Gorour gecenin karanlıklarına kanat çırparken, Wyern ve Sansar da oradan uzaklaştılar. Çürükköprü üzerinden geçip civardaki İsyanistlerle ufak ufak görüştükten sonra kulelerinin yolunu tutmuşlardı.
            Eşkıya: “Hep lanetliyim, hep uğursuzum diyorsun ama bak kısa sürede nelere kavuştun!”
            Wyern: “Bence konuşmak için hala erken. Ama yine de dediğin gibi iyi oldu.”
            Bir anda sokağın öbür ucundan duydukları bir araba gürültüsüyle o yöne baktıklarında siyah bir arabanın atlarının son hızla üzerlerine doğru koşturduğunu gördüler. Bir anda önlerinde duran arabanın kapısı açılarak esrarengiz görünümlü, oldukça süslü elbiseler giymiş ve değerli taşlar kuşanmış bir Yecüc’ün sırıtarak kendilerine baktığını gördüler. Yecüc kendilerini arabaya davet edince arabaya bindiler. Yecüc kapıyı örttü.
            Yecüc: “Umarım sizi korkutmamışımdır.”
            Büyücü: “Bir iblis kovaladıktan sonra bunu söylemek garip gelecek ama biraz çekiniyorum açıkçası.”
            Yecüc: “Haberim var. Her şeyden haberim var. Ben buraya Akdiyar Konseyi adına geldim. İkiniz için. Sizin gibi yetenekli kimselerin elimizin altında olmasını isteriz.”
            Eşkıya: “Ben de mi?”
            Yecüc: “Biriniz iblis kovabilen bir büyücü. Sen ise İsyanistler arasında dün geceden sonra popüler olmuş birisin, aralarındasın. Tek bir casus bile sızdıramadık aralarına. Ama sizler bu iş için biçilmiş kaftansınız.”
            Eşkıya: “Biz konseye casusluk yaptığımızı nereden bileceğiz peki?”
            Yecüc: (Ceketinin içindeki gümüşten rozeti gösterip korkudan sarardıklarını gördükten sonra) “Sanırım bu yeterli olmuştur. İstihbarat bu zamanda oldukça iyi her şeyi öğrenebiliyoruz. Ama sızamadığımız yerler var ve yetenekli, iş bitirici birilerini bulmak her zaman kolay değil.”
            Büyücü: “Kabul etmemiz bile beklenmediğine göre… Ki kesinlikle reddetmeyiz, zira canımızı sokakta bulmadık. Tamamdır. Konsey’e gönüllü casusluk yapacağız.”
            Yecüc: “Güzel. Benim asıl adımı bilmenize gerek yok. Bana “Arabacı” diyebilirsiniz. Lazım olduğunda size bu nişanın bir benzerini taşıyan ufak bir altın yüzük gönderip haberci yollarım ya da arabamla size denk gelirim. Sizi her halükarda bulurum, size ulaşırım Siz ise sadece emredilenleri yapacaksınız.”
            Büyücü: “Görevimiz ne peki?”
            Yecüc: (Kapıyı açtı) “Artık gidebilirsiniz. Benden haber bekleyin. Siz çalışmalarınızı sürdürün, Sansar ise isyanistlerle daha sık görüşsün ve bizim adımıza bilgi toplasın.”
            Eşkıya: “Muhbirlik sevdiğim bir şey değil ama Konsey’le de pek tepişmemek lazım.”
            Wyern ve Sansar arabadan indikten sonra siyah araba geldiği gibi gitti. İkili yollarına devam ettiler. Yorgun görünüyorlardı. Bitkinlerdi ve gün doğumuna çok az kalmıştı. Kendilerini tuhaf hissediyorlardı. Wyern hala Taryal’ın acısından muazzep bir şekilde düşünceliydi. Eşkıya efendisi olmasına rağmen daha yakın gördüğü Wyern’in omzuna elini koydu. Wyern ses etmedi, o anda ne efendilik ne kölelik kalmıştı. Sansar, Wyern’in gözlerinin bir tuhaf baktığını görmüştü. Bir iblis kovalamanın zaferini ve şanını bile kutlayabilecek, sevinebilecek hali yoktu.
            Eşkıya: “İstersen gidip zaferini kutlayalım?”
            Büyücü: “Sevinemeyecek kadar yorgunum…”
            Eşkıya: “Doğru ya… Bir ömre sığabilecek bir macerayı bir gecede yaşadık. Kuleye… Pardon şatoya gidip iyi bir uyku çekmek istiyorum.”
            Büyücü: “Ben de… Hadi uyuyalım. Sabah nasıl olsa geçer değil mi?”
SON
Mehmet Berk Yaltırık
Mayıs 2012, 8 Şubat 2013 – Edirne/İstanbul