14 Eylül 2011 Çarşamba

Tarih Baba'nın Gözlüğü


Geçtim bu zamandan,
Mekan;
Yıkılmış bir Bizans sarayında,
Örümcek ağlarının perdelediği kadim bir baykuş yuvası,
Hz.Süleyman'ın beylik verdiği kuşlar sultanı Puhu'nun tahtı.
Boş tahtta baykuşlar sultanından kalan kemiklere bakan iki çakmak göz Karagümrük'ten;
Fatih'in şehri emanet ettiği, ilk İstanbul kabadayısı Kara Davud'un bakışları kemiklere aksetmede.
Az ileride Etmeydanı,
Kazanlar kaldırılmış yine,
Bellerindeki kılıçlar kadar uzun, balta kesmez pala bıyıklı yeniçeriler,
Ulufe istiyor kimisi, kimisi de kelle.
Naraları patlıyor sağda solda, “Sadrazamın kellesini isteriz!” diye bağırıyorlar.
Oradan kaçıyorum mahalle arası çocuklarıyla,
Deniz sesine dökülüyorum sahile varınca.
Son Bizans hazinesinden saçılmış altınlarla parlayan dalgalara karışıyorum.
Son imparatorun tacına takılıyor düşlerim,
Sürükleniyorum Yedikule dehlizlerine.
Duvarlardaki yosunlarda, boş şarap fıçılarında,
Sayısız idamdan kalma bey, prens ve elçi kafataslarında yürüyorum.
Duvar diplerinde kalbinde kazıkla yatan vampir cesetlerine ve
Ahir zamanda göçmüş ejderlerin kemiklerine bakıp ürperiyorum.
Nice kesik başı yutmuş Kanlı Kuyu'dan çıkarken,
gözyaşlarıyla zindan duvarlarına şiir yazan şehzadelerle birlikte ağlıyorum.
Kule'nin penceresinden bakarken şehre,
Cadı karıların yelkenlerini okuduğu tılsımlı bir gemi görüyorum.
Hayalet geminin rüzgarına kapılarak yeniden şehre dönüyorum.
Gemi şehrin üzerinden uçuyorken, gövdesinde kalan deniz kızlarının saç tellerine tutunuyorum,
Anemas zindanı üzerinden geçerken bir ejderhanın kükremesine düşüyorum.
Taşkasap'a sürüklüyor ejder beni,
Kurşuncu Hanife Ana'nın bahçesinde nice çeşit yılanın arasına karışıyorum.
Yaşlı bir kavak ağacının dibinde, Şahmeran'ı görüyorum!
O sırada Galata'da uçan Hazerfen Ahmet Çelebi el sallıyor bana sesleniyor,
Lagari'nin yaptırdığı füzesine binip yanına çıkıyorum takılıyorum kuşağına Hazerfan'ın.
Galata'dan gelen şarap kokularına bırakıyorum kendimi,
Yosunlu meyhanelerde İspanyol dilberlerine övgü düzen Venedikli denizcilerle
Kırım'daki köle pazarlarındaki Moskof dilberlerini öven Cenevizli korsanların arasındayım.
Muhabbetten dönüyor başım savruluyorum.
Eflak Boğdan illerinin kan içer voyvodaları heyula gibi geçiyor önümden.
Mısır cündilerinin mızraklarına takılıyorum derken
Kırım atlılarının rüzgarına kapılıyorum.
Yedi deniz, üç kıta, yetmiş iki buçuk millet tepemde dönüp duruyor.
Büyük İskender'in şehri kurarken kovduğu ejderha ağlıyor,
Kız Kulesinde ölen prensesin ardından, hikmetini kimse bilmiyor.
Delilerin saçaklarına kapılıyorum, dervişlerin abdalların deminde.
Şarapçılarla demkeşler kafayı çekerken eski balozlarda,
Külhanbeyi naraları patlıyor birden,
Çıkıyor zulalardan küfürler, çekiliyor kuşaklardan bıçaklar.
Kabadayının piştovu patlıyor,
Şahi topların gülleleriyle gökkube çatlıyor,
Tahtında padişah kaşlarını çatıyor,
Her bıyık buruşunda bin kelle gidiyor.
Bin gök gözlü, abanoz saçlı, perirû dilberin kirpikleri oklar gibi zayi ediyor yiğitleri.
Her gece bin defa ölüp dirilen Çemberlitaş sütununda yuva kuran Zümrüdüanka kuşu gibi.
Yeniçeriler ve sipahiler,
Akıncılarla deliler,
Venediklisi, Cenevizlisi,
Lehi, Nemçelisi, Engürüsü,
Müslümanı, kafiri yağıyor gökten yağmur gibi.
Yedi düvelin boz evlatları dağılmış.
Taş binalar, medreseler, ahşap evler, çeşmeler, kubbeler, mezar taşları dile geliyor,
Çınar ağaçları, kılıçlar, defineler, tahtlar, altınlar ve sikkeler konuşuyor!
Asırların kitapları ve parşömenleri savrulmada,
Girdap gibi döner İstanbul tepemde.
Fatih'in ilk güllesiyle dağılır düşler,
Yere düşer, masallar ecesi,
Gerçekliğin kanlı gerdeği.
Bir devrin daha sonuna geldik sayın seyirciler,
Başka bir devirde görüşmek üzere.

19 Haziran 2010 Cumartesi


Resim: Galata Kulesi ve çevresi Miss Pardoe'nun The Beauties of the Bosphorus adlı yapıtından bir gravür. R.Waltis'in gravürü. Kaynak: http://waterlily-bidunyasanat.blogspot.com/2010/08/gravur-sanat-nedir.html

21 Haziran 2011 Salı

Karahisar Kalesi Efsanesi Üzerine




Karahisar Kalesi’ni bir Afyon’dan biliriz, bir de Kıraç’ın da yorumladığı meşhur türküden. (Okurken herhangi bir yorumu açıp dinleyebiliriz tavsiyem Kıraç yada Hüseyin Turan yorumudur)
Peki adı nereden gelir? Renginden mi? Eski Türkler kuzey’e kara dermiş oradan bir bağlantı mı? Pek işitilmedik bir efsanesi vardır aslında. Üstelik bizim iyi tanıdığımız bir hayal kahramanının da öyküsünü barındırmaktadır.
Raviyân-ı ahbar ve nakilân-ı âsar’a göre; Abbasi Hilafeti’nin ilk senelerinde, Araplar’ın Anadolu sınırlarındaki Avasım bölgesi üzerinden Anadolu’ya akınlar yaptığı, Doğu Roma ordularının da karşı akınlarda bulunduğu dönemler. Arap ordularının arasında Battal Gazi isimli bir komutan vardır. Filmlerden tanıdığımız bu şahsiyet aslında tarihte o bölgede çok isim yapmış, hakkında yazılan hikayeler toplanarak Battalname ismiyle kitaplaştırılmış, bunların türlü çeşidi vasıtasıyla Yeşilçam’a kadar uzanmış bir komutandır. Muhteremin efsanelerdeki yaptıkları ve hikayeleri zaten filmdekini aratmaz ki Cüneyt Arkın filmlerinin senaryosu bu anlatılarla birebir uyuşur. Kayseri’de, İstanbul’da, cümle Rum diyarında Battal Gazi’nin sızmadığı kale, kaçırmadığı tekfur kızı yok gibi bir şeydir.
İşte saldırıların o denli yoğunlaştığı bir dönemde Doğu Roma (Bizans) İmparatoru, komutanlarına bir emir verir. “Arapların ordularında süvari çoktur. Her yerden gelirler” der ve ekler: “Tüm Anatolia’yı gezin. Öyle yerler seçin ve öyle kaleler inşa edin ki Araplar buraları alamasınlar, böylece gözleri korksun bir daha saldıramasın!”. Komutanlar emri alır. Binerler atlarına dağılırlar Anadolu’ya. Böylece bir çok yerde kaleler yükselir yüksek dağ yaylarında. Bunlardan biri de günümüzdeki Afyon o zamanki adıyla Akroenos şehrinin yakınlarına, bir yükseltinin tepesine kurulmuş eski bir Hitit kalesinin harabeleri üzerine dikilir. Araplar akınlarına devam eder ama bir türlü bu kaleyi sindiremezler, bu kalenin adı çıkar. Durum üzerine o mıntıkada ünlenmiş Battal Gazi, çevresine askerlerini toplayarak belki de gurur yaparak kaleyi kuşatır. Normal şartlarda kaleye sızarak kale fetheden bu cengaver, bu kez neden stratejik bir hata yapıp kaleyi kuşatır kış günü kimse bilmez, derler ki nefsine uydu, gurura geldi. Kuşatma uzar da uzar, inada biner. O inat kuşatmanın da Battal Gazi’nin de sonunu getirir. Saldırıların birinde efsanevi Battal Gazi öldürülür. Cenazesi sırasında da yağmur patlak verir, kale yolunda tufan olur ordu birbirine karışır dağılır. Arap ordusu öyle bir geriler ki kaleden çıkan Bizanslılar onları Malatya’ya dek kovalar, Battal Gazi’de oraya defnedilir. Bu uğursuz seferden dolayı Avasımlı Türkmenler, uğursuz bir renk saydıkları siyaha binaen “Kara Hisar” derler. Bu ad söylene söylene ta Selçukoğullarının zuhuruna dek gelir.
Efsaneyi türküden yıllar sonra öğrenmiştim ama gerçek ama doğru bilinmez. Türküsünün hikayesini bilmem ama bir tarihçi olarak acı bir hatırası vardır. 2002 yılında haberlerde Arabistan’daki Ecyad Kalesi’nin yıkılacağı haberleri sırasında, bir televizyon kanalında skeç yayınlanmıştı. Detaylarını hatırlayamıyorum ama kahve ikram eden yeniçeriyle kaleyi yıkmaya çalışan bazı tipler vardı. Skecin sonunda Kıraç’ın yorumladığı bu türkü çalmıştı. Seneler geçti. Ecyad yıkıldı turizm mi siyaset mi bilmem sonuçta tepesine otel dikildi.
Ne zaman dinlesem aklıma düşer Ecyad Kalesi’ni anlattıkları o skeç. Köroğlu zamanının yiğitlerini avlayan tüfeklere karşı, “Tüfenk icad oldu mertlik bozuldu” demiş ya Köroğlu, kim bilir ömrü meydan savaşlarında geçen Battal Gazi’de “Karahisar icad oldu” temalı bir söz söyleyemeden tarihe karışıp gitti.
Bir tanesini yitirdik, umarım ötekisi sağlam kalır….

16 Ocak 2011-İstanbul

Son Gulyabani Kimdir?





Gerçekte kim olduğunu, neci olduğunu çok az kişi bilir...

Rivayetlerde çeşitli isimlerle zikredildi. Wyern, Gece Gezen, Leyl-i Namevtiyân, Mezar Uğrusu, Seyyah, Büyücü, Şaman, Efrasiyab, Yaltorok, Muhayyel...

Hakkında çok şey anlatıldı. Kimi uzaylılar yahut Annunakiler tarafından işgal öncesi gönderilen bir istihbaratçıdır tarih okuması, siyasete merakı, gözlem yapması bundan dedi...

Kimi insan kılığında Kaf Dağından dünyaya sürülmüş bir ifrit olduğunu, yüzlerce yıl ömür sürdüğünden tarihi bundan bildiğini, pek çok kılığa büründüğünden dolayı birden fazla rol yapıp farklı karakterlere bürünebileceğini söyledi...

Kimi geçmiş zamanlarda kendi zamanını ararken talihsiz bir şekilde karanlık çağlardan günümüze gelen bir zaman gezginidir, zaman makinesini icat ettiğinden tarihi yaşarmış gibi anlatması doğaldır dedi...

Kimi son büyücülerdendir, gücünü harcamaz kendini göstermez her altmış yılda bedenini yeniler, hem tarihe hem gizli bilimlere merak salması bundandır dedi...

Kimi Kırım'ın kuzeyindeki Tatar bozkırından gelme bir şamandır, ruhlara hükmeder, tarihten istediği ruhu getirip yaptığı şeyleri anlattırır yaşarmış gibi anlatması bundandır, rol niyetine kişinin ruhunu işler, ruhunu bedenlere taşır yeniden doğup durur dedi...

Kimi hüküm zamanını bekleyen Efrasiyab Kağan'dır, dünyayı fethetmesi Azrail Koca’nın takdirine neden olmuş, ona ömür verilmiş, yeniden ordularının gelişini bekler sevkül ceyş ve tabiye ilimlerine merakı bundan gelir dedi…

Kimi basit bir gezgindir, Seyyah der kendine gittiği yerdeki duyulmamış işitilmemiş hikayeleri alır toplar, oradan oraya savrulur dedi…

Kimi alelade bir masalcıdır, hikayeleri ve rivayetleri duyar, kendince evirir çeviri hikaye yazar, onları anlatır, meddahlık eder dedi…

Kimi Wyern ismiyle basit bir fantastik edebiyat meraklısıdır, hayalperestliği buradan gelir dedi…

Kimi Gece Gezen namıyla maruf bir vampir’dir, geceleri mezarından kalkıp gezer, nice ömür sürdüğünden duyduklarını değil yaşadıklarını anlatır hatta hortlak kere hortlaktır dedi…

Kimi Muhayyel’dir, hayalperesttir, hayal kurar, duyduğunu gördüğünü değil kafasında kurduğunu anlatır bir garip uydurukçudur dedi…

Kimi Yaltorok adıyla kuzey bozkırından gelme bir savaşçı olduğunu, solucan deliğinden ve dahi paralel evrenlerden geçerek, zamanı ve mekanı delerek günümüze geldiğini, eski kafalılığı ve geçmişe meyli buradan geldiğini  söyledi…

Kimi Leyli Namvetiyan diye, bir şekilde insan gibi davranan mezardan gelme zombi olduğunu, eskiden beri yaşadığından dolayı tarihe, büyüyle diriltildiğinden dolayı da gizli bilimlere ilgi duyduğunu söyledi…

Kimi de diyardan diyara kısmetini kovalayan bir mezar uğrusu olduğunu, çokça yer gezerek tanınmamak için birden fazla karakter uydurabildiğini, uydurukçuluk kabiliyetini geliştirerek değme meddahlara taş çıkarabildiğini, kılıktan kılığa girmesinin nedeninin bundan olduğunu söyledi…

En bilineni yeryüzünde yürüyen Son Gulyabani olup kendi aleminin hikayelerini anlatan tekinsiz bir masalcı olduğu yönündedir. Kimsenin göremeyeceği ama sürekli yanında taşıyarak içindeki hikayeleri kimse görmeden biriktirip okuyabileceği bir sihirli çuvalı vardır. Sihirli çuvalında yaramaz, uykusuz çocuklar yerine hikayeler ve masallar taşımaktadır. Dört bir yanı gezerek öyküler, olaylar, masallar, efsaneler, rivayetler, söylentiler toplar, sonra bunları alır kendine göre işler kafasındaki kurgu imbiğinden geçirir hikaye yapıp saklar. Arada bir çuvalını açıp hikayelerinin paylaşır, bencil değildir “Hikayeler anlatılmak içindir” der. Ömrünü böyle sürdürür.

Pek çok kişi sormuştur ki suretiyle ademleri korkutan bir gulyabaniyken, bu masalcılık mesleği nereden çıktı? Derler ki kendisi kalan son gulyabani olduğundan zamanla suretinin eskiyeceğini, korkutamayacağını, unutulup gideceğini anlamış. Bu nedenle insanları korkutmak için evveliyatında kendine dair hikayeler anlatmaya başlamış. Yürüyen kalesinden, her kapıyı açar tılsımlı odasından, korkunç suretinden bahsetmiş. Onu görenler korkarmış ama öykülerini duyanlar daha da korkarmış. Bu nedenle hikayeciliğe merak salarak çuvalına toplamış hikayelerini. Sonra korkutmak kadar, güldürerek yada şaşırtarak da cazip olabileceğini görmüş, hikayecilik onda müptela olmuş. Bundan başka tarih ilmine ve bir nice gizli ilime dair bilgileri de toplamaya başlamış.

Zaman içerisinde çuvalın içindeki hikayelerin hepsi birbirine karışmış. Öyle ki artık hangisini kendi yazdı, hangisini duydu, hangisini uydurdu veya o an aklına getirdi bilemez olmuş. Bu nedenle çuvalındaki hikayeleri çıkartarak orada burada anlatmak yerine yazmaya karar vermiş.

Aslını neslini bilen çoktur. Kimi Kırım’dan gelir Tatar’dır der, kimi Konya havalisindendir der, kimi Adanalı’dır, kimi Edirne’lidir, kimi göçmendir, kimi yörüktür der. Doğum yılı bile ihtilaflıdır. Kendi demesiyle seksen yedilidir ama seksen beşli, seksen üçlü diyende çıkar. Sakallarından, saçından gören insanı yanıltır, yaşı tam bilinmez ama ihtiyar görüldüğünden ihtiyar bilinir.

Tarih-i Yaltırıkzade’den

21 Ağustos 2010-Edirne


Görmezden geldiler beni,
Duymazdan geldiler sözlerimi.
Ben yokmuşum gibi,
Ben hiç varolmamışım gibi davrandılar.
Ama Son Gulyabani olarak yarı gerçek yarı hayal yürüdüm yeryüzünde,
Sırtımdaki çuvalda korku hikayeleri taşıdım.
Gerçek gibi reddedildikçe güçlendim,
Beni her yokedişlerinde,
Yorgan altında korkudan titreyen kurbanlarımın kabuslarında dirildim.
Son Gûlyabani...
Gulyabani deyip geçme, hayalî bir anti kahraman olarak görmek lazım...
Varla yok arası bir şey işte...
Ama sen istediğin kadar yok de, hayal de.
Ben yine köşedeki eski Osmanlı mezarlığından hortlar gelirim her gece.

15/8/2010 Edirne

6 Mayıs 2011 Cuma

Bir Müntehirin İtirafları

(songulyabanininyeri.blospot nam portalda kaleme aldığım ilk kara mizah öyküsüdür. Müntehir, Arapça "intihar eden" anlamına gelmektedir. Saygıdeğer kalemdaşım M. Alperen İmamoğulları'na ithafen)

Adettendir genelde intihardan önce mektup yazılır. Ama yaşadığım son olayların ışığında ben olayın vuku bulmasından sonra kaleme almayı tercih ettim. Yazılması gerekiyordu, ben de yazdım. Niye intihardan sonra yazdım? Basit bir "ölüm"-"kalım" meselesinin günümüzün kirli ilişkiler ağında “rant” alanı haline gelmesi yazdırdı bana bu mektubu. Zaten insanların duygularında yaşamıyordum, onların ikiyüzlülüklerinden ötürü yeniden dirilerek üstüne ölümün kokusu sinmiş mezar toprağından tanecikler taşıyan bu mektubu yazdım.

Evvela şunu belirtmeliyim ki, bu başıma gelecek olanları bilsem, sırf bu ikiyüzlülüklere, hokkabazlıklara şahit olup huzurumu kaçırmamak adına böyle bir işe kalkışmazdım. En başta basit bir intihar olayıyken birden bire memleket meselesi olacağını söyleseler hiç bulaşmaz efendi gibi sıramı beklerdim. Yani normal ölümü. İnsanların ölüden bile medet umduğunu, bundan çıkar sağladığını gördükten sonra normal yollarla gelen bir ölümü bile düşünemiyorum artık.

İntihar…

Neden yapmıştım bunu? Nedenini ben de bilmiyorum, günlerden bir gün son vermiştim yaşamıma. Her şey birbirinin aynıydı, günler aynıydı, insanlar ve olaylar aynıydı. Öyle belli bir hadise olmamıştı yani. Canım sıkıldı. Gecenin kör vaktinde şeytana uydum. Detaylara girmeyeyim neticede ölüp gittim. Öldüğümde ilk gördüğüm şey bir süre daha dünyada bulunmam oldu. Ruhum ortalıkta geziniyordu. İntihar ettiğim için bir süre Araf’ta bulunacağımı düşündüm. İki dünya arasına sıkışmış bir hayalet… O yüzden hala dünyadaydı ruhum, nefsim, canım ya da ibret alayım diye bırakılmıştı yeryüzünde. İlk başta sevindirici gelmişti, çocukken hep Casper gibi bir hayalet olmayı istemiştim. İnsanlar beni göremeyecekti ama ben onları görebilecektim. Farklı bir “hayata” başlamıştım. Bu yaşantımdan memnun olmadığım için yeni bir yaşantıyı tercih etmemiş miydim zaten? Bu garipliği, tuhaf durumu nasıl kabullenebildim peki? Karşıdaki daireye bir gün bir elf kızı taşınsa bile emin olun şaşkınlığınız ilk üç saniye sürer, sonrasında zaten oldu diye alışırsınız. Hayalet olduğumu böyle kabullenebildim. Hatta cazip bile geldi bana.

Sonradan bu cazibe yerini pişmanlığa ve nefrete bıraktı. Mevzu tamamen ölümüme verilen acı tepkileriyle ilgiliydi… Şimdi ilk derece yakınlarımın üzülmesi normaldi, sonuçta evde bir ses eksik olacaktı. Ancak diğer dereceden kimselerin abartılı hüzünlerine tanık oldum. Komşular arasında gerçekten üzülen vardı ama kendi yaka paça yırtanları çözemiyordum. Apartmana girip çıkarken bile karşılaşmıyorken neydi bu? Yakınlarımdan bile daha çok üzülme, anlayış hali neydi? İlgi çekme? Şeytan'ın sesini duydum o esnada. “Ölünün rantını yemeye başladılar işte...” diye geveledi apansızın yanı başımda. Şov başlıyordu. Gerçi ne bekliyordum ki? Ana haberlerden popüler kültüre intiharın övüldüğü, ya da yerine göre yersiz dövüldüğü, satanizme ya da sanatçı duruşuna bağlansa bile diğer ölüm ve tecavüz haberleri gibi toplumsal şovlar haline dönüştüğü bir toplumda ben mi yakamı kurtarabilecektim?

Ama kazık başlangıçta inceydi Cem Yılmaz'ın dediği gibi ve gittikçe kalınlaşıyordu. Evdeki ağıtlar ve ilgi çekme gösterileri bir-iki kişiyle sınırlıydı ama iş okula geldiğinde çığırından çıktı. Üniversiteyi aynı şehirde okuyordum, bu da bana orayı da görebilme imkânı sağlamıştı. Hem evde yaşadığım bu şovlardan sıkıldığından hem de öyle bir imkanım olduğumdan gidebiliyorken bir de okula gidip bakayım dedim. Olay orada tam seyirlik kıvama gelmeye başladı.

Önce intiharımın haberinin okulda yayılma süreci başladı. İki kişi arasında gelişiyordu her şey. İlk önce birinden duyuyorlar sonra rutin “inanmıyorum”, “cidden mi”, “hadi ya” gibisinden hayret nidalarıyla intiharımın gerçekliği sorgulanıyor, haber yinelenip intihar ettiğim tescillenince öyle inanmaya başlıyorlardı. İntihar haberim böyle yayılmıştı. İlk seferde kimse inanmıyordu, ikinci tekrarda inanıyorlardı, üçüncü kez teyit ettirenler de oluyordu. Alakasız bir şekilde bu haberin yayıldığı esnada içlerinden biri: “En iyisini yaptı” dedi. O an içinden geldiğinden mi öyle dedi hazır ortamını bulmuşken maksat marjinallik olsun diye mi dedi bilemedim. Ancak cevabını kısa sürede alacaktım…

Ölünün rantını yemeye okuldakiler de başlamıştı.

Cenazeme iki gün varken okulda geziniyordum yine zaman geçsin diye. Birinci gün içerisinde çoktan söylentiler ve efsaneler başlamıştı. Şaşırmayın efendim! Yanlış duymadınız hakkımda resmen söylentiler, efsaneler yayılıyordu. Tanımadığım insanlarla tanımadığım şeyler yaşamıştım. Ben bilmiyordum ama onlar ballandıra ballandıra anlatıyorlardı. Mesela daha önce sadece “merhabalaştığım” insanların aslında benim “çok yakın arkadaşlarım” olduğunu öğrendim. Bu “kankalar”, “Çok büyük derdi vardı” temalı hikayelerle bana yakınlık atfediyorlardı. Ağlayan bile vardı! Şovculuk zihniyeti buralara kadar sirayet etmiş miydi? Buna göre anlatılanlara bakılırsa elliye yakın kankam veya yakın arkadaşım vardı. Bunlardan kırkıyla dertleşmiştim, on sekizini ölmeden önce aramış ve ağlamıştım, dokuzuyla beraber köprü altında içerken ağlamıştım, üçünün omzunda ağlamış bir gün sonra intihar etmiştim. Söylentiler birbirlerinden etkileniyor ve başka dillerde kişinin meşrebine göre yeniden yazılıyordu. Sırf Pelin'lerden, Ceren'lerden, Melis'lerden "canım ya" tesellisini duymak için uçkurun dikine giden, şov yapan hemcinslerimin sayısı artıyordu. Ama şov maalesef bunlarla sınırlı kalmadı.

Kısa süre sonra mevzu intihar edişimden, intihar sebebime yanş intiharımın sebebi olduğuna neredeyse iman edilen o meçhul kıza kaydı…

Ertesi gün bu kez kankam olduğunu iddia edenler yoktu piyasada ama sürüsüne bereket söylentiler anlatan yeni nesil Dede Korkutlar türemişti! Her ağızda bir başka efsane ve söylenti vardı. Şekli şemali değişiyordu ama teması aynıydı. Hazin bir platonik aşk hikâyesi! Yüzlerce farklı rivayete girmeyeyim zira teması aynıydı, şu şekilde oluyordu; Giriş: Âşık olma, Gelişme: Kıza gidip açılma, Kapanış: Reddediliş ve intihar. Yaşadığım memlekette hayatın rutinliğinden kaynaklı intihar etmenin bir nevi lüks kaçtığını anladım. 

Anlatılan hikâyeleri bir duysanız neler neler uyduruyorlardı! İnsanımızın sözlü gelenekten beslendiği, kış geceleri harlanan masallarının geleneklerinden el aldığı hakkikat ama yine de bu insanların söylenti çıkarmalarının tek açıklaması olamazdı. İlgi çekmek için yapamayacağı şeyi olmayan insanlar, en iyi hikâyeyi ve en başarısız, en platonik acıyı vaat eden hikâyeyi anlatmak ve çevreden aferin-ilgi toplamak için yarışıyordu. Tutunmayan ve loser edebiyatı benim intiharıma kadar sirayet etmişti.

Neler anlatılmadı ki? Kıza çok tutkun olduğumdan dem vurmalar, itiraf senaryoları, intihar senaryoları, başarısız kurtarma girişimleri. Anlatıldıkça dinledikçe cezbe geliyordu millet. Bunlarda benim payım da yok değildi. İçine kapanık ve fazla göz önünde yaşamayan birisiydim. Beklenmeyen intiharım ve çıkan söylentilerin nedeniyle bir anda yaşasa çok canlar yakacak olan potansiyel bir Issız Adam konumuna getirmişlerdi. Yani söylencelerle birlikte hafızalardaki ben imajı değişmeye başlamıştı. İlk gün ezik, silik ve kader kurbanı bir şahsiyet mevzu bahisti, yani ikinci plandaydım. İnsanların intihar öykülerimi dinlerken akıllarındaki yegâne başrolü güya açıldığım kızdı. Bir sıradanı intihar eden bir kaybedene dönüştüren bu kız kimdi? Erkekler aferin peşinde koşarken, kızlar hem duygu tatminiyle meşgul oluyorlar, hem de içten içe o meçhul ve hayali dişiye karşı merak ve kıskançlık besliyorlardı. İntihar edenin âşık olduğu kız böyle bir adamı intihar ettiğine göre gerçek bir afet olmalıydı. Zira üniversiteliydik, bize sunulan rol modellerinde ıssız adam, kaybedenler kulübü tarzı triplere girmek bazılarımızı için özenilecek şahıslar olmaktı. 

İkinci güne gelindiğinde hikâyelerin seyri değişmiş ben başrole oturmuştum. İntihar ederek aşkını kanıtlama yoluna gitmiş ya da sevdiği kızı bu intiharla onulmaz bir depresyona sürükleyen kindar bir âşık oluvermiştim. Öyle şeyler söylüyorlardı ki ömrü hayatımda aşk meşk meselelerinde dikiş tutturamayan ben bile şaşırıyordum. Ardımda mektup bırakmamıştım aslında ortalık bu denli karışmasın diye. Yazsam daha az efsane uydurulacaktı demek ki!

Ama sonradan mektubu da iyi ki yazmamışım dedirtecek şeyler oldu…

Bu tür durumları iyi değerlendirebilmiş başarılı bir kurnaz olan okulun edebiyat dergisinin başyazarı olan bir çocuk özel bir fanzin yazmıştı. Fanzin benim yazdığım şiirlerden oluşuyordu! İlk duyduğumda lisede, ilkokulda falan yazdığım edebiyat ödevi kavlinden şiirlerimin bir antolojisi sandım ama açtığımda bunlarla alakası olmadığını gördüm. Ben hayatımda ders ödevi dışında zerre şiir yazmış adam değilim, şiir de sevmem. Adam kendi şiirlerini yazmış altına adımı soyadımı ve onları yazdığım muhayyel tarihleri yazmıştı. Böylece voliyi vurmuştu! Zira bu hareketiyle bu kez ilgi odağına o oturmuştu. Üstelik öyle bir hokkabazlık yapmıştı ki düşman başına. Adamın yazdığı şiirler öyle basit ve kötüydü ki, beşinci sınıf duygusal aforizmalar yazan bir siteye koysanız okunmazdı. Ama intihar eden bir ideal âşık yazınca ister istemez baş tacı edilmişti. Kimse anlamasa da dinlemese de, kafasından bir mana çıkarıyor, bunu yanındakiyle paylaşıyor ardından benim intiharımdan nemalanıyordu. "Ne leş sürüsüymüş bu insanlar!" dedim kendi kendime. Sahtekârlığı yapan da, bu hokkabazlığı yiyen de ekmek yiyordu, intihar ettiğime bir kez daha lanet okudum.

Gün döndü akşam oldu. Cenaze namazım kılınacaktı, işlemlerden sonra getirdiler kabir başına bedenimi. En son söylenceler o noktaya gelmişti ki cenazeme tanıyan tanımayan doluşmuştu. Üç-dört tane kızın ağladığını gördüm. Meğerse o hayali âşıklar onlarmış. Öyle bir sövdüm ki bu insanların ikiyüzlülüklerine! Ölüden de medet umulur mu be kardeşim! Kızları tanısam içim cız etmeyecekti, uzaktan gördüğüm insanlardı alakaları yoktu benimle. Ne iştir ne sahtekârlıktır bu derken cenazede kavga çıktı. Hayali sevgilim olduğunu iddia eden iki kız birbirine girdi. O noktada bu televizyondaki BBG türü yarışmalardaki sürekli kavga olayının da sırrını çözmüştüm. İlgiyi çekmek reyting gibi bir şeydi ve benim için değil hayali ben için iki kız kavga ediyordu.

Yine tuttum sabırla kendimi. O son hareketi yapmasalar ne güzel geçip gidecektim bu dünyadan. Yani bu yapılanları unutup cenaze sonrası dünyadan göçecektim ruhumu başka bir yere taşıyacaktım. Ama olmadı tabi.

Cenazeye birden “o” geldi. Okulumuzda güzelliği ve edasıyla bilinen, üst sınıflardan bir hanım kişi vardı. Tanımışlığım yoktu, ama herkes kadar bilirdim. Hatta bir gün kendisine bakmamı yanlış anlayıp yanındaki arkadaşına: “Ne sanıyo ki kendini hayır neyine güveniyoğğ yağni” gibisinden kendi kendine çemkirmiş, sahte gerilim yaratmıştı. Bu doğuştan şov insanı işte şimdi mezarımın başında ağlıyordu. Söylentide son nokta tamamlanmıştı. Başka kim olabilirdi zaten? O üç ayrı kız yaptıkları kavgayla rezil olduğuyla kaldılar, söylencelerdeki yerini alan o popüler kız ise galip bir şekilde mezarımın başında topluma poz verircesine ilgi çekmeye uğraşıyordu. Efsanelerdeki afetin kendisi olduğunu tescilletmişti. Ulan demek ki toplum dedikleri buydu. Ölüden ve intihardan medet uman leşçi akbabalar sizi!

Allah halime acıdı bir hal geldi bana. Mezarda açtım gözlerimi. Toprağı yeni yeni atıyorlar üstüme. Nasıl bir hırsla çıktıysam oradan kızın karşısında bir anda dikiliverdimç Ortalık karıştı bir anda. Bayılanlar, altına yapanlar, kaçanlar, dua okuyanlar, duayı unutup sadece çığlık atanlar millet birbirine girdi çil yavrusu gibi dağıldılar. O şovcu kız, o ölüden medet uman en baş akbaba bayıldı kaldı ellerimde. Üstümde kefenle çıktım topraktan aldım elime kazmayı bu leşçilerin üzerine yürüdüm! Ben de şaşırdım o ara öldüğüm halde dirilmeme!

Olaylar durulunca doktora gittik. Bana bunun bir tür katatoni hali olduğunu aslında ölmediğimi, yanlış anlaşılmayla iki gün morgda tutulduğumu, kalbimin bir an durduktan sonra çalışmaya başladığını söyledi! Ruh olarak dolaşmamı, gördüklerimi anlattım. Ölü olduğumu bildiğim halde birçok gelişmeyi bildiğimi söyledim. "Ruhsal tedavi gerekebilir" diyerek susturdu beni. Ben de tımarhaneyi boylamaktansa susmayı tercih ettim.

Okula döndüğümde kimsenin yüzüme bakamadığını gördüm. O ölüden medet umanlar şaşkın ve korkmuş gibiydi. Tam yeni efsanelerden kurtuldum derken bu kez yeni söylencelerin ilgi odağıydım. İki türlüydü bunlar. Birincisi benim mezarından kalkan bir hortlak olduğum yönündeydi. İkincisi ise o kızın beni aldattığı benim de intikam almak için ölümden döndüğüm şeklindeydi. Kısacası bunların yazarlık merakı, ozanlık merakı bitmedi.


            Sen misin intihar eden…

Mehmet Berk Yaltırık
6 Mayıs 2011 Edirne