30 Aralık 2012 Pazar

Ucubelerin Destanı (Kara Distopya)



“Gerçekleştirdikleri direnişle geleceğimizin temellerini atan, Avrasya Federasyonu’nun çok şey borçlu olduğu, vücudu yaşlı ama ruhları genç iki ihtiyar kahramanın anısına.”
                                                        35.Otman KEVGER
Torguz Hırdal Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Bölüm Başkanı


1. İstila Kapıdaydı, Ben İzmir’e Gidiyordum…

            2058 yılı. Aylardan Ocak. Ömrümün 71. kışını görüyorum. Bunca sene her ne kadar kulağa ağır gelse de kızgın tavadan akan erimiş kurşun misali akıp geçmiş zaman. Öyle böyle değil, her şeyi yıkıp geçmiş ne düzen kalmış ne mesken.  
Edirne’den ayrılıp İstanbul’a yerleşeli 46 yıl olmuş. Emekli olalı on yıl. Arada bir “yaşlı tarihçi” kontenjanından çıkılan intervizyondan yayın yapan tartışma programlarına çıkmayalı uzun bir süre olmuş. Zaten yakın tarihle ilgili tespitlerim ortaçağ askeri tarihçisi olduğum gerekçesiyle göz ardı edilmiş, ben haklı çıktıkça adamlar başarısızlıklarını benden bilip bana düşman olmuş.
Neredeyse intervizyona çıkmam yasak. Karalama diz boyu. Âlem düşman kesilmiş birbirine. Çünkü dünya görüşleri bana uymuyor, çünkü ben onların düşman saydıkları şeylerin temsilcisiyim. Her anlamda düşmanım. Sadece bana değil benim gibi tüm ihtiyarlar, eski ve saçma şeyleri temsil ettiklerine inandıkları insanlara… Bu yeni dönemde insanlar eskisine göre oldukça bozulmuş ve yozlaşmış durumda. Dürüstlük, sevgi ilkel kavramlar olarak görülüyor. Tarih bilinci ve bilgelik aşağılanacak şeyler, bilim insanları sırf İskenderiyeli meczupların parçaladığı tarihin en güzel kadını âlim ve filozof, matematikçi Hypatia’nın aşkına ve engizisyonlarda can veren bir nice âlimin âlimenin, bilim adamı ve kadının şerefine bu mesleklerini sürdürüyor. Ama tıpkı gizli ajanlar gibi gölgelerde ve gizli yerlerde yaşayarak, çift kimliklerle yaşıyorlar. Çünkü bilimle uğraşmak aşağılanacak bir şey gibi algılanıyor.
Nasıl oldu peki? Birden bire… Biz bile farkına geç varmıştık.
Tarihçilerin durumu daha da kötü... Onlar, gelenekleri ve entelektüel sözel bilgiyi temsil ettiklerinden en çok onlar aşağılanıyor. Son yirmi yıldır intervizyona çıkmamız yasak ve kitap yazamıyoruz. Yazmak serbest yayın yasak! İnsanlar geçmiş şuurundan uzak. Bunda hükümetin de etkisi var. Tarih bilinci ve bilimin, akademinin, bilgeliğin yok edilmesi, insanların manipülasyonunu daha kolay hale getirmiş. Kütüphaneler ve müzelere özel izinle girilebiliyor öyle bir dönemdeyiz.
Ama asıl etki daha gençlik döneminden başlıyor. Amerikan filmlerindeki öğrenci filmlerini bilirsiniz. Artık düşünenler ve farklılar, kitap okuyanlar dışlanmakla kalmıyor linç ediliyor. Arkadaşını ezen normal, okuyan anormal onlara göre. Güzellik ve güç yegâne ayakta kalma sebebi… Öyle ki çirkinler ve deforme olmuşların gece dışında sokağa çıkmaları yasak. Ben eskiden de gece oturup kalktığım için çok uyumsuz gelmedi bana ama bunu aşmayı deneyenleri, köşe başlarındaki kafeleri doldurmuş ve çiftleşmekten başka bir bok bilmeyen güzel ve popüler sürüleri eskinin haraççı bitirimleri gibi köşe başlarında kıstırıp harcamışlardı.
Yeni yasa gereği göz güzelliğini bozan bir şeyi öldürmeniz nefsi müdafaadan sayılıyor artık. Daha geçen gün tüm çirkinlerin ve deforme olmuşların toplama kamplarına toplanmaları tartışılıyordu. Yakında kapılarımıza işaret koyup kör şafakta infaz mangalarıyla evlerimize girip bizi öldürtecekler. İşte içeride böyle bir cehennem yaşanıyor.
Ama tabi tüm bu şeytanlık içeriden kaynaklanmıyor. Dışarıdan da tetikleniyordu. Batıda eski Yunanistan’ın ve adaların bulunduğu yerde, Giorgios Tassos namlı bir diktatörün son darbe girişiminin ardından Ada Konfederasyonu ismiyle bir devlet kurulmuş. Antik zamanlardaki bir zihniyeti savunuyorlar, üstün ırk diyorlar, ne kadar deforme olmuş engelli, çirkin, şişman varsa toplama kamplarına gönderiyorlar.
Tıpkı eski zamanlarda yaptıkları gibi, güzelliğin tanrısal olduğunu, onu korumanın gerektiğini söylüyorlar. Toplu ölümlerden bahsediliyor. Bizde de kendileri gibi bir eğilim var. Göz zevki uğruna söndürülen bir nice can var. Ama işte ilham kaynağımız bu deli diktatör ve eski lise koridorlarından hortlayan sapık fikirler.
Adamların bir sonraki hedefi biziz. Sınırdaki hareketlenmeyi geçtim, söylemleri ve sözleri bizi işaret ediyor. Zira asıl temiz ırk ve tanrısal görünüm geyiklerine en çok bunlar sahip çıkıyor ve bizi en başta uyumsuz, deforme olmuş, göz zevki bozan sayıyorlar.
Her programda söylüyorum bunları: “Savaş açacaklar çirkinleri öldürdükleri gibi sizleri de öldürecekler, güzellerin popülerlerin kendilerinden başka dostları yok, onlar kendilerine benzeyenleri de rakip sayıp öldürüyorlar” diyordum. Dinlemiyorlardı beni. “Sen Orta Çağcısın sana ne?” diye susturuyorlardı.
Gaflet diz boyu zaten. Eğitim politikalarının iyice laçkalaşması, kasıtlı olarak bilim ve tarihin aşağılık bir şey gibi gösterilmesi, matematiğin bile yok edilmeye çalışılıp yasaklı bilim haline getirilmesi insanları o hale getirdi ki yirmi yıl öncesini zor hatırlıyorlar, bir kısmı da kendi hafızasını sıfırlayıp yeni bir yaşam kuruyor kendine. Çok zengin olanlar halüsinasyon makinalarına bağlatıyorlar kendilerini. Alt sınıf çalışırken, zenginler kendilerini kendi kurdukları hayallere ve düşlere gark ediyorlar.
Yeni dönemin yeni afyonu bu... Her aile evine bundan alabilmek için kölelik yapıyor ve karın tokluğuna değil “hayal tokluğuna” çalışıyor artık. Toplum diye bir şey kalmamış herkes kendi kafasında.
Her şeyden bıkıp vazgeçmişim işte bunlardan dolayı. “Zaten öleceğim” diyerek son on bir yılda her şeyi boşlamışım. “Öldürseler ne ölsem ne?” diyorum. Ama gizliden gizliye eskisi gibi önemle anılmak istiyorum. Bir şekilde son destanımı, gençliğimde okuduğum ve artık yasaklanan fantastik kurgu ve tarihsel eski destan kitaplarını anıyorum, tekrar okuyorum ve hayal ediyorum.
Ben de ölmeden kendi adımı duyurabilsem ya son kez? Bir yaşlı hatırlanmaktan başka ne ister ki? Benimkisi daha da ötesiydi gerçi. Ben kendi destanımı bizzat yaşamak istiyordum. Yukarıda yazdıklarım şaşırtmasın kimseyi. Evet, hayal kurmak yasak… Halüsinasyon makinasında canlandırabilirsin düşlerini ama durup sadece seyrederek, yoksa hayal kurmak yasak. Düşünmek ve hayal etmek, fantastik kurgu kitaplar yasak. Salak aşk kitapları haricinde bir şey yazılmıyor zaten. Benim esprisine son bir umut yazdığım erotizm ağırlıklı harem ve aşk kitabı bile yasaklandı. Sebebi ise aşırı tarihsel olması… Gerçi eğitim sistemi o denli geriletiyor ki insanları ben açıktan yazsam bile bir b.k anlamıyorlar.
Hayal kurmak yasak ya dışarıda sürekli takip var, çirkinler gece çıkabilir ve sürekli izlenirler. Kaç kere uyarı aldım “Sen hayal mi kuruyorsun amca?” diye. Alzheimer veya bunak taklidi yapıyorum. O zaman boş veriyorlar.
Olaylar ve genel durum bunlardan ibaret.
Odamda oturuyorum… Her yerde defterler ve kitaplar var, kitapların sayısı fazla. Duvarlar resimlerle dolu. Birçoğunun yaşamadığı resimler. En eski resim ilköğretimden mezun olduğum döneme ait. Fotoğraftakilerin bir kısmı çoktan tarihe karışmış. Sırasıyla diğer mezuniyetlerimin ve hatıralarımın resmi var. Onlara göz gezdiriyorum.
            Masamda rakı var, üniversite yıllarında hazırladığım bir müzik dosyasını dinliyorum. Aileden kopalı bayağı bir olmuş… İşine, kitaplarına ve yazılarına kafayı takmış bir deliyi fazla çekememişlerdi zaten.
Karar vermişim intihar edeceğim. Sabah aldım bu kararı. Nitekim 2009 senesinde, üniversite hocalarımdan biriyle bir sohbetim sırasında “Zirvede bırakmalı her şeyi!” dememiş miydi? Zaten fazla bile yaşamış, belli bir açıdan başarısız sürdürmüştüm her şeyi. Dünya ise artık yaşanacak bir yer değildi ve eskisinden daha zordu.
Ölümden beter bir haldeydim, saçma bir disütopyanın içerisindeydim. Yarın bir gün güzeller, deforme olmamışlar, eli ayağı düzgünler kapımdan içeri girecek ve beni infaz edeceklerdi. Yapılabilecek en doğru karardı. Aslında intihar kararım çok eskilere dayanıyordu. Şimdi zamanın şafağı gibi gelse de dün gibi hatırlarım…
Gecelerden bir gece intiharı düşünmüş, o gece bulduğum “dolaylı intihar” kavramına sığınarak vazgeçmiştim. İleride yakınçağ tarihçisi olacak, en tehlikeli en korkutucu konular hakkında yazıp kendimi bir meczuba, delirtilmiş ya da ideolojik dürtülerine yenik düşmüş bir ergene öldürtüp dünyadan öyle kopacaktım.
Öyle ya çirkin biri olarak aşksızlıktan ölmek var, elde kitap kalem ölmenin karizması var. Ama bu olmadı. Ne tezler, ne kitaplar, ne yazılar, ne makaleler ilk etapta beni kurtarsa da dünya boka batınca hiç etkisi kalmamıştı. Zaten çok önceden Orta Çağ’ı seçmiştim. Bilimsel açıdan doluydu ama kimseye öldürtememiştim kendimi. Korku hikâyelerim ise fantastik yazına girmesi nedeniyle yasaklanmıştı.
Ama şimdi bunu yapacaktım. Hatta yaşlı halde intihar ettiğime kimse inanmazsa giderayak kendi yarattığım bir komplonun da kurucusu olacaktım. “Kesin öldürüldü?”, “Karanlık güçler vurdu!” diyeceklerdi. Ama şimdi bu yoktu. Popülerler hâkimdi, güzeller linç ediyordu. İntihar ettikten sonra şaibe maibe olmayacaktı, gerçekten “Gebertmişler ucubeyi!” diyeceklerdi. Evet, biz ucubeyiz onların gözünde, insan olarak bile bakmıyorlar bize. Gerçi ölümümde bunların da etkisi olacağından bu tam intihar sayılmaz, baskı var sonuçta!
İşte bu hislerle geçmişe dalmıştım. Geçmişi kurcaladım. Sağ kalabilen hiçbir arkadaşım yoktu. Çoğu çeşitli sebeplerle gitmiş beni bu sıkıcı dünyada yalnız bırakmışlardı. Artık Karaağaç’a yürüyerek gidip bira içebileceğim, sinema dâhil çeşitli faaliyetlerde komik geyikler yapabileceğim, kadınlar ve felsefe üzerine kafa patlatabileceğim, laf sokan huysuz ihtiyar sokranmalarına rağmen en şahane sohbetlerimi düzenleyebileceğim hiçbir kimsem kalmamıştı. Onlar gitmiş, ben yalnız kalmıştım.
Tanıdıklarım ve arkadaşlarımdan sağ kalanlar vardı ama onlar estetikle kendilerini gençleştirip güzelleştirebilmişlerdi. Bu dönemde eğer bir servet sahibiyseniz bunu yapabilirdiniz. Ama yapabilenler sınırlıydı. Varımı yoğumu kitaba harcadığımdan edinemediğim bir servetle kendimi değiştirmezdim. Zaten pek sosyal biri de değildim. Tiyatroyla uğraşıyordum. Okul tiyatrosuydu. Ama insanlar kısa sürede tiyatroyu da tarihe gömdü. Yazarlığımı da zaman içerisinde öldürdü. Dünya daha sıkıcı bir yer haline gelmişti.
Geçmişi deşelerken, günlüklerimi kurcalarken eski mail adresimi ve şifremi bulmuştum. Aktivasyona gerek yok demişti Windows Junior. Açtığımda çevrim dışı 140 isimle karşılaştım. 2010’dan beri kullanmıyordum. Msn o dönemler iptal olmuş kayıtları bırakılmıştı. Sahipleri çoktan ölmüş olmalıydı. Resimleri bile veri tabanından silinmişti.
Biri hariç. Bir tanesi çevrimiçi görünüyordu. İsmi “Mastema”ydı.
Mastema. Kafamda bir şimşek çakmıştı. Bu uzun bir süre önce anime tartışması yüzünden kavga edip koptuğum, birlikte roman yazma hayalleri kurup aynı şizofren düşlere daldığım eski arkadaşlarımdan biriydi. Acaba torunu mu diye düşündüm. Titreşim gönderdim. “Wyern?” dedi. “Buyurun benim” dedim. Saatlerce sohbet ettik.
Salak gibi yıllarca küs kalmıştık. Aynı camiada birçok kez karşılaşmamıza rağmen bizim barışmamızı antika bir internet vasıtasının sağlamasına şaşırmıştım. İzmir’e çağırmıştı beni. Çok acil gelmemi söylemişti. Hala yaşamasına şaşkındım.
İşte şimdi o günün ardından yoldaydım. 8. Yeni İsmir garajına indiğimde gözlerim onu arıyordu. Karşımda beliren yarı android görünümlü birisiydi. Çok değişmişti. Androidimsi vücut parçaları takılan ilk insan deneylerinden birinin deneklerinden olduğundan normal bir insan vücut ölçülerine sahip olsa da o da bizden farksızdı. Skolyoz illetinden kurtulmuştu lakin hala görünümünden ötürü eski zamanlarından pek de farklı değildi. Bir dönemler haberlere ve reklam kampanyalarına karışmış, anime şirketi kurmuş batırmıştı.
Selamlaştıktan sonra İzmir otobüslerine doğru yollandık. Giderken bir çifti gösterip: “Saat 12 yönüne bak” dedim. Aramızda bir şifreydi. Hatırladı birden ve hiç gülmemiş gibi gülmeye başlamıştık. O da ardından “tezavrat” esprini patlattı. Sonra ciddileşti birden. “Bana inanmayacaksın ama dünyayı kurtarmamız gerek… Tek başıma nasıl hallederim diyordum, iyi ki o gece Windows Junior’ı tekrar açmışsın.” dedi.
İlk başlarda ne söylemek istemediğini anlayamamıştım. Kendimizi kurtaramamışken “dünyayı kurtarmak” gibi abuk sabuk bir sorumluluğun altına girmemiz kadar, nasıl bir tesadüfün bizi bu tür bir şeye ittiğine anlam verememiştim. Dünya öleli çok olmuştu, biz de onun cesedi üzerinde oynaşan kurtçuklardan farksızdık. Önce bir şeyler yemeye ve hazır yemişken de içmeye karar vererek evine doğru yollandık. Reklam kampanyasından ve batan şirketinden kalan parayla (ki yüklü bir meblağ olduğunu söylemişti) İsmir’e tepeden bakan, eski dönemlerde Varyant dedikleri bölgede bulunan eski tip bir apartman dairesine yollandık.
Balkonda içmemiz yasaktı. Ama herkese değil özellikle her içki meclisinde sürekli geçmişten bahsettiğimiz için insanların geçmişi deşelememesi yönündeki yasa gereğince 40 yaş üstü nüfusun balkonlarda, halka açık yerde alkol alması yasaktı. Zaten gündüz vakti sokakta fazla dolandığımızdan, insanların göz zevkini bozduğumuz gerekçesiyle defalarca polis çevirmesine denk gelmiştik.
Mastema’nın evinin salonunda yemeğimizi yerken, son durumları konuşuyorduk. Son elli yılda neler olmuştu? Amerika’daki okul baskınlarının artmasının nerdlere bağlanarak linç ve infazlara varan gelişmeler, birkaç gişe rekortmeni film ve bu filmleri facebooklarına dek taşıyan popüler kültür bağımlıları… Bir anda dünyayı saran bir linç dalgası, kampanyalar, üstün insan söylemleri… Sokaklardan silinmemiz, hatta bazı ülkelerde toplama kamplarına alınmamızın tartışılması… Dünyanın yeni “trendi” “göz zevki”ydi ve biz de bu terörün kurbanlarıydık. Ancak dünya üzerinde bu yeni dalga tam dindi derken bu görüşlere dayalı bir diktatörlüğün kurulması ve bazı ülkelerde bu yönde adımlar atılması, bu düşünceye yeni bir boyut kazandırmıştı. Üstelik bir Doğu Avrupa ülkesinde fiilen ve resmen bir toplama kampı kurularak göz zevki bozanların toplanması, Birleşmiş Milletler’de de bu kararı olumlayan adımların atılması olayların üzerine tüy dikmiş, sonuçta bugünkü noktaya gelmiştik.
Mastema bunları anlatmış ben de son yaşadıklarımla ilgili konuştuktan sonra her şeyden vazgeçişimi ve yolun sonuna gelişimizi söylemiştim. Ardından bir süre eskilerden konuşmuştuk. Saçma bir anime tartışmasıydı bizi bunca sene görüştürmeyen ki ne olduğunu ne o ne de ben hatırlıyorduk. Zaten ömrümüzün uzatmalarını oynadığımız o günlerde de çok önemi yoktu. Sohbet o andan itibaren sonumuzun ne şekilde olacağı konusuna gelmişti.
Mastema bir anda konuyu, alakasız bir şekilde beni onunla yeniden irtibata geçirten tesadüfe getirmişti. Sınırdaki hareketlilikten ve ülke içinde de bu hareketliliğe olumlu gözle bakanlardan bahsetmişti. Vatandaşlarımız bir anda tepeden inme ulvi bir gücün gelip bütün ucubeleri temizleyeceğini zannederek bu istilaya iyi gözle bakıyordu, ancak bir detay vardı ki bunu bizim gibiler dışında çok az insan fark edebilirdi, popülerizmin sadece birkaç özelliği siyasete sirayet etmemişti. Nasıl okulun en güzel kızı olası rakiplerini bertaraf etmede acımasızsa, Üstün Irk’ı savunan bu diktatörlük de olası rakiplerini bertaraf etmeye çalışacaktı. İlk hedefi bu açıdan batı kıyılarıydı ki hem İzmir’e hem Antalya’ya saldırarak rakiplerini temizleyip önünü açacaktı. Kulağa oldukça saçma geliyor en azından bizim gibi eskiler için, kim derdi ki insanlar mankenlerin ortaya attığı bir fikri ideolojik olarak kabul edip siyasetlerini buna göre şekillendirsinler?
Mastema bunları benim de bildiğimi görünce başka bir konudan bahsetmişti. Bizim gibi olanların ne yaptığından… Biz ne yapmıştık ki? Zaten bu olaylar olmazdan evvel bile pek ortalıkta gözükmüyorduk, sesimiz soluğumuz çıkmıyordu. Şimdi ne yapabilirdik ki? O anda birisi çekip kafama sıksa zerre umurumda olmazdı, biz yok edilmeyi çoktan hak etmiştik. Belki sözde uygarlığımızın sonu bu şekilde olacaktı, birbirimizi yiyip bitirerek…
Mastema, birden içeride çalmakta olan dönemin popüler şarkılarından birinin sesini iyice açarak bana anormallerin kasten yeraltına çekildiğini söylediğinde kalbim duracak gibi olmuştu. Dediğine göre elinde hatırı sayılı miktarda bir servet olmuşsa da bununla değişmek yerine hep aradığı, arzuladığı intikam fırsatını yaratmak için kullanmayı seçmişti. Bölgede ve kısmen dünyada ne kadar anormal, sıra dışı, görünüş ve yaşayışında marjinal insan var, şifreli yazışmalarla internetten irtibat kurmuş, muazzam bir hücre yapılanması oluşturmuştu. Ancak hiç faaliyete geçmemişler ve belli başlı isimler haricinde hiç biri Mastema ile irtibata geçmemişti. Benim yıllar önce msn’de anlattığım gizli yapılanmalardan ilham aldığını söylemişti. Kendilerine ne isim ne de bir işaret seçmişler, sadece Anormalle adı altında toplandıklarını bildiklerini söylemişti. Benim yıllar önce yazdığım ve içeriği nedeniyle yasaklanan “Antihümanist Manifesto” isimli deneme yazımı ismen bildiklerini, içeriği bile bir zaman için gizli tuttuğunu söylemişti. Yıllarca onu heyecanlı yapısından ötürü, sabırsızlığını ve strateji kuramamasını eleştirmiştim ancak o beni bile şaşırtacak ölçüde planlı çıkmıştı. Bir planı vardı. Birkaç planı vardı ve adım adım, sabırla işlenmişti. Dünyayı ayağımıza sermekten bahsediyordu. Planlarının önemli bir parçası bendim. Beni ismen biliyorlardı ancak örgütlenme açığa çıkmasın diye hiç biri irtibata geçmemişti, ancak fikirlerinin lideri olarak kabul ediyorlardı. Mastema’ya göre bu tip bir moral unsurunun olması onları motive etmişti, gizlilik, yeraltına inmek ve bütün bu cinlikler…
Ne yalan söyleyeyim bir anda o eski, mücadeleci ruhum dirilmişti sanki. Bir köşeye çekilip ölmektense, Mastema’nın söylediği gibi dünyayı onlara dar etmek istiyordum. Bir toplantı ayarlamıştı. Hücrelerin tepe isimleri bir mekanda bir araya geleceklerdi ve ben onlara üzerinde yeni düzenleme yapılmış olan Antihümanist Manifesto’yu yani Antinormalist Manifesto’yu okuyacaktım, arkamda birliğimizin ismi ve sembolü duracaktı. Böylece harekete geçecektik. Bu msn tesadüfü olmasa bile beni bulabileceğini tahmin etmiştim, muazzam bir sistem oluşturmuştu…
Toplantı gününe kadar oturup toplantı üzerine ve sistem için saatlerce konuştuk. Bir araya getirilen bu kadar “anormalin” ortak noktalarından biri görünüşlerinden ziyade ilgi alanlarıydı. Tarih gibi fantastik edebiyat gibi, matematik gibi yasaklı ilimlerle, ilgilerle uğraşmışlardı ancak ulaşabildikleri kaynaklar yasaklı ve sınırlı olduğundan belli bir bilgi birikimleri söz konusu değildi ancak bu tür şeylere yapılan göndermelere ve moral unsurlarına oldukça büyük önem veriyorlardı. O yüzden Mastema ile konuşup tarihsel bir ad seçmeye karar vermiş ve oluşumu “Ucube Komitası” olarak nitelendirmiştik. Balkanların tarihine nazire olsun diye seçtiğimiz bu isim muhtemelen onları da heyecanlandıracaktı. Özel selamlaşma biçimimiz ise sağ eli kalp üzerine getirip Romalı imparatorlar gibi “ölüm işareti” yapmaktan ibaret olacaktı ki bu tip özel selamlaşmaların, bu tür yapılanmalarda önemli bir moral unsuru vardı. En azından Morton Rhue’nun “Dalga” isimli romanından öğrendiğimiz sayısız “faydalı” bilgiden biriydi. İşaret olarak ise “A-N” (A tire N)  harf kombinasyonunu seçmiştik ki duvarlara vs. bunu damga olarak çizecektik. Bunları belirledikten sonra Mastema’nın isimlendirdiği ve birlikte bir tür komita programı olarak hazırladığımız “Anormalizm” düşüncesine ilişkin tartışmaları yaptık ve “Anormalist Manifesto”yu hazırladık. Komitaların kuruluşunu toplantı zamanı açıklayacak ve “Anormalist Manifesto”yu okuyacaktım. 

2. Ucube Komitası Kuruluyor

            Toplantı yeri, İsmir’in dışında eski bir fabrika binasıydı. İz bırakmamak için, Mastema ile ikimiz oradaki malzemeyi değerlendirerek büyükçe bir siyah beze kırmızı renkle sembolü çizdikten sonra ve üstüne “Ucube Komitası” – “Yaşasın Anormalizm!” yazarak bir bayrak haline getirip duvara astık, üstüne de perde geçirdik. Konuşma sırasında açacaktık, muazzam bir şov olacaktı. Ardından iki büyük masa üzerine göstermelik birkaç kılıç ve tabanca, tarih, matematik, fantastik kurgu üzerine birkaç kitap ve materyal koyarak üstünü büyükçe bir örtüyle örttük. Duvardaki perdenin kenarına alelade bir kürsü koydum ki konuşmayı burada yapacaktım.
            Toplantı günü ben fabrikanın bir odasına saklanmıştım. Gelen altmış küsur kişi bir şekilde birbiriyle tanışmayan ancak kural gereği yüzlerinde maskelerle gelen tiplerdi. O sırada bölgede bir maskeli parti düzenlendiğinden yöre halkı bize pek dikkat kesilmemişti. İnsanlar kürsünün ve masaların önüne dizildikten sonra beklemeye koyulmuşlardı. Tek tanıdıkları ve tek maske takmayan Mastema ile bendim. Mastema kürsüye çıktıktan sonra şunları söylemişti:
            “Sürüye uymayı reddedenler! Birçok engellemeye rağmen burada bir araya gelmeyi başardık. Bugün dünya tarihini bizlerin yazmaya başlayacağı gündür! Yıllardır size bahsettiğim kişi, kurucumuz, artık ortaya çıkabileceğimizi, normallere yeryüzünü dar etmeye başlayabileceğimizi söyleyince sizleri burada bir araya getirmeye karar verdik. Size hareketimizin ismini ve programımızı o açıklayacak.”
            Mastema konuşmasını bitirince ben gizlendiğim odadan çıkarak elimde manifesto olduğu halde kürsüye yürüdüm. Büyük bir ciddiyetle maskelerinin ardından beni seyrettiklerini görüyordum. Sahne korkusunu seneler evvel alt ettiğimden hiçbir sıkıntı çekmeden kürsüye notlarımı koyduktan sonra oradaki her bir kişiye bakarak konuşmaya başladım:
            “Hiç birimizin reddedemeyeceği bir realite var ortada. Lise koridorlarından şehirlere bir realite dolaşıyor. Antianormalizm. Eskinin popüler sürüleri "akran baskısı" adı altında sürdürdüklerini,  bugün “çağın gereği” safsatasıyla sürdürüyorlar. Yarım asırda, dünyayı cehenneme çevirip bizleri gördükleri yerde avlamaya, yok etmeye çalışıyorlar. İşte henüz gerçekleşmeyen, sınırın ardında bizi bekleyen bir istila var! Bizi yeryüzünden silene dek rahat etmeyecekler! O halde bizim onları silmemiz gerekmektedir! Bizlerin bilimi ve düşünceyi, hayal gücünü katleden, içi kof koyun sürülerini, geldikleri karanlıklara geri göndermesi gerekmektedir!
Bugün gelinen noktada, insan dediklerimiz kendinden farklı olanı ezen bir canavara evrilmiştir. Şu halde antinormalizm bizim kurtuluşumuzun ve insanlığın kurtuluşunun tek yoludur. İçimizdeki insana ve sürü psikolojisine dur diyen ve her türlü tehlikeye rağmen farklı kalabilenler, bir gün antianormalizmi keşfedecekler ve içimizdeki canavar olan insana bir dur diyerek zamanımızın asıl heyulasını geçmişin karanlıklarına gömecekler! Bu canavarı yaratanlar yine kendileridir!
Bizler onlara bir şey yapmadık, bizler odalarımıza kapanıp okumaktan, düşünmekten, düşlemekten başka, yazmaktan başka ne yaptık ki? Ya onlar ne yaptı? Bizim sokağa çıkışımız yasak, hayal kurmamız yasak, görüldüğümüz yerde öldürülüyoruz. Göz zevki ya da sıradışı düşünce yüzünden! Bu düşüncesizliğin kökleri maalesef çok derinlerdedir. Daha bu yaşanan acılardan çok önce, eski sistem bunlara çanak tutmuştur.
Her şey lise koridorlarında başladı. Bütün o hor görülmeler olayı bu noktaya taşıdı. Normallere göre bu olay basit bir ergenlik meselesi olabilir. Ama altında yatan şeyler incelendiğinde kazın ayağının öyle olmadığı görülebilir. Meseleyi açmak ve anlamanız açısından tarihsel örneklerle desteklemek  gerekirse onların bizi dışlamasındaki sebebin sadece dörtte biri ergenlik psikolojisi. Ergenlik çağında insanlar kendilerini dünyanın merkezine koyarlar. Bu nedenle yaptıkları şeylerin haklılığına ve doğruluğuna inanırlar. Bu tip düşünceye sahip gençlerin, anne ve babalarının onlara hala çocuk muamelesi yapması ve büyüdüklerini asla kabullenmemesi ki bu bizim toplumuzda sık görülür çocuğun ciddiye alınmamasına sebep olur. Adam yerine koyulmayan çocuk kendisini adam yerine koyacak arkadaş guruplarına yönelir. İşte dananın kuyruğunun koptuğu yerde burasıdır.
O yaşlarda yetişkin ve güçlü olduklarını ispatlamak isteyen bu ergenlik kitleleri kas gücüne dayalı sözlü ve fiziksel şiddete düşkünleşerek tıpkı arenalarda birbirlerini gaza getirerek şiddeti tırmandıran Romalılar gibi birbirlerini daha da kışkırtarak bu kitleden okulda ve sokakta faaliyet gösterecek olan çeteler oluşturdular. Öteki uçtaysa bu gurubun mağduru bireyseller, toplumdan farklı düşünenler, yani onların deyimiyle “sessiz sakinler” toplanır ki bunlar hem dışlandıklarından, hem ergenliği yaşayamadıklarından toplumsal açıdan ileride zararı görülecek patlamaya hazır bir el bombası haline gelirler! Bu iki gruptan çıkanlar insanlık için potansiyel tehdittir! Onlar bizi ezdiler çünkü ailelerinin onları adam yerine koymayışının acısını o çocuktan çıkardılar. Ama ister istemez bir canavar da yarattılar. Hepimizi ilerde yok edebilecek bu canavarı elbirliğiyle oluşturdular.
Diyorsunuz ki bugün nefret etikleriyle dün nasıl birleştiler? Nasıl birlikte ezmeye başladılar?
Onların gurubuna Maddi Grup diyelim yani akran baskısı etrafında birleşen koridor popülerlerinin olduğu grup.  Öteki uçtaki guruba ise Manevi grup yani her şeye rağmen farklı kalabilip düşünme yetisini her zaman kullananlar. Bu iki grup başlangıçta birbirinden uzaklaşırlar. Birbirlerini iterler. Çünkü ikisi de aslında aynı kutuptur. İkisinde de farklı da olsa nefret söz konusudur. Birinde ergenliği yaşamanın nefreti vardır, ötekinde ise kızlarla gezip tozamamanın, kitlenin kendisini silikleştirmesinden ötürü ergenliği yaşayamamanın nefreti vardır. Maddi kitle adı üzerinde maddedir. Dış etki söz konusu olmadıkça değişmez. Genelde aynı kalır. Manevi kitle değişkendir. Nefreti sayesinde değişerek yükselir. Nefret temel öğedir halen. Öteki grupta da nefret temel öğedir zira hayat liseden göründüğü gibi değildir. Hayattan bir beklentisi kalmayan, içindeki nefret büyüyen bu maddi kitle, bu hırs yaparak güçlenen manevi kitlenin emrine girmeye hazırdır artık. Çünkü iki kitlede de artık sabır taşmıştır.  Yıkıma hazır hale gelmişlerdir.
Böylece dünün “ezikleri” maddi kitleyle birleşerek Canavar’ı oluşturular! Tarihsel örnek vermek gerekirse Nazileri örnek verebiliriz. Nazilerin ortaya çıktığı Alman paramiliter yapılanması Freikorps, sanayi toplumu olan Almanların içinden çıkan ve Birinci Dünya Savaşının kötücül etkileriyle yenilgi utancını taşımakla beraber psikolojik sorunları olan bireylerden oluşuyordu. Seri katiller ve sadistler ki sonradan SS yapılanmasına katılacaklardır, aileleri tarafından baskı ve otoriteyle bunaltılan ve kendi otoritelerini, kanunlarını kabul ettirebilecekleri yegâne yer olan Lise de zayıfları çelimsizleri ezen bu insanlar, Freikorps’ta bir araya gelirken çelimsiz ve zayıf ırkları yok edip güçlülerin egemen olduğu bir dünya kurmak amacını güden Nazi hareketine katıldılar. Ama onları yöneten de bir çelimsiz ve zayıftı. Lise de ezilen Adolf Hitler.
Diyebilirsiniz ki tarihten öğrenebildiğimiz kadarıyla Adolf zayıf ve çelimsizdi neden güçlülerden yana bir dünya kurmayı hedefledi? Adolf bir çelimsiz olarak hep uzaktan seyrettiği o güçlülerin özendirici hayatına özendi ve onu elde tutabilmek adına güçlülere yaltaklandı. Nazizm zayıfların, güçlülere has güzelliklere duyduğu özlemin, “güçlülerin dünyası” ütopyası ya da distopyası adı altında güçlülere yaltaklanmasıdır. Hitler hastaları yok etti zira kendi de çelimsizdi. Hitler zengin olarak düşündüğü Yahudileri yok etti zira kendisi fakirdi ve belki de lisede yaşadığı tatsız bir anı vardı. Hitler kendi ırkını ölüme gönderdi zira ölüme gönderdiği genç, güçlü ve başarılı insanlardı. Lisede kendine yapılanların acısını ziyadesiyle çıkardı. Sonra yenilince zayıflığının hala sürdüğünü görerek kendini de yok etti. Zira Hitler aslında kendinden nefret etmişti. Hiçbir şeyi başaramadığı için başarılılara ve güçlülere duyduğu nefret aslında kendineydi zira kendisi bir  çelimsizdi. Hitler milyonlarca insanı fırınlarda ve gaz odalarında yakarken aslında kendi zayıflığını yok etmeye çalışmıştı!
Bunda toplumsal etkileri sakın yadsımayın! Kendi geleneklerini unutup, onları çarpıtarak “modernizm” ya da “trend” adı verilen ucubeyi sahiplenerek kendi değerlerini yozlaştıran toplum bu türün ortaya çıkışında bir başka etkendir.
Bizim toplumumuz savaşçı geleneklerden gelme bir toplumdu. Geçmişe de bakarsak günümüze de bakarsak silahlı gücün her zaman ülkenin hatta bir nazariyeye göre “16 devletin” kurucu erki olduğunu görürüz. Bizler Orta Asya, İran, Kafkasya, Güney Rusya, Anadolu, Mezopotamya gibi her türlü işgale açık, ancak güçlülerin hâkim olabildiği coğrafyalarda yaşadığımız için toplumun güvenlik ve yağma amaçlı  “savaşçı ihtiyacı”ndan dolayı savaşçı toplum olduk. Eski adetlerimize bakarsanız bunun etkisi görülebilirdi. Yiğitlik göstermeyene ad koymamak, kan dökmeyeni beyler meclisine oturtmamak gibi.  Bu yüzden toplum güçlülere ihtiyaç duyarken toplumun inkırazına yol açacak zayıf ve çelimsizlere tahammül edemiyordu. Ama insancıl yönleri de yok değildi. Savaşçılardan kan akıtmaktan başka beklenen şeyler düşmanına saygı duymak, yardıma muhtaçlara yardım etmek ve sair şeylerdi. Bizim gençlik yıllarımızda bu değişti. Artık hem savaşçılara hem tüccarlara ihtiyaç duymaya başladık.
Amacımız hala aynıydı. Güçlü toplum. Tıpkı her toplum gibi halk arasında güçlü kuvvetli kimselere değer verilirken çelimsizlere cin çarpmış lanetlenmiş gözüyle bakılırdı. Karın kası yerine beynini çalıştıran çocuğa deli gözüyle bakılırdı. Zira her çocuk gibi koşup oynamak ve kızlarla doktorculuk oynamak yerine eve kapanıp kendini geliştiren çocuk normal değildi. Toplum onu korkuturdu düzeltemezse dışlardı. Sonunda ezilmenin etkisiyle bu çocuk başarı kazandıkça hırslanır, küçük dağları ben yarattım psikolojisine girer şayet arkadaşı varsa ona bile rakibi gözüyle bakardı. İşte insanlıktan çıkmış bu ruhî canavara toplum kucak açardı. Sadece kazanmaya endekslendiğimiz ve sürekli zaferlerle övündüğümüzden dolayı kayıplarımızı ve sebeplerini de inceleyemeyip tekrar tekrar sendeledik ama bir türlü ucunu göremedik.
Çelimsizi, zayıfı yani çıkarcı olmayan ve mutlaka kazanmayı amaçlamayan normal olmadığından psikoloğa götürülürdü. Analiz etmeyen, düşünmeyen koyun kitleleri amaçlayan iktidarlar için, psikologlar o sistemin kaleleriydi! Zira onların çelimsizi normalleştirmesi demek, koyunlaştırması demekti. Okulumuzdaki rehberlik hocasına o dışlanan çocuğa neler tavsiye ettiğini sorduğumuzda bize “kızlarla arkadaşlık kur” önerisinden bahsederdi. Sistem kitle üzerinde hâkimiyet kurabilmek için kadınları kullanırdı. Nazilerde yapmıştı bunu bizim dönemimizde de yapıldı. Marjinal ve herkesten farklı birey, “kızlara rezil olma ve yalnızlıktan ötürü delilikle suçlanıp toplumun dışına itilme” korkusuyla, ergenliğin verdiği güdülerle de kitleden farksız hale getirilmeye çalışılırdı. Dünyanın bir ucundaki futbol takımlarının oyuncularını ezbere bilen, cep telefonu marka ve teknolojisini adım adım takip eden, arabalardan “tanrıların arabaları” gibi bahseden, karşı cinsten yani üremekten başka şeye kafayı takmayan, kendince çıkarları için hayvan gibi vuruşan, güçsüzü ezen genç, toplum, sistem ve yönetimden oluşma üçleme için ideal insan tipiydi. O dönemlerde sokakta öpüşenleri ayırırlar da kavga edenlere karışmazlardı.
Eğitimde bu yoldaydı. Bizim zamanımızda neden öğrenciler düşünmeye dayalı eğitim yerine formüllere hatasız Tanrı’nın sözlerinden daha keskin addedilen ezberci eğitime yönlendirilir sanıyordunuz? Sistem sorgulanmak değil itaat isterdi! Toplum, sistem, yönetim, kültür bunu gerektiriyordu. Ama bu oluşum geleceğin canavarlarına da ortam hazırlıyordu. Topluma düşman olan birey o toplumdan ve insanlardan nefret eder hale gelerek saldırı anını bekleyen bir canavar gibi bekliyor ve punduna getirince katliama başlıyordu. Hitler’de böyleydi. Çelimsiz Adolf Almanya’da iktidara gelir gelmez demokrasiyi rafa kaldırdı. Zira o halkın ne olduğunu gördüğü için halkın yönetimi adı verilen demokrasiyi hiçe saydı. Çünkü toplum ona hiçbir şey ifade etmiyordu.
Sonra olanları hepimiz biliyoruz. Son gelişmeler ki burada yeniden bahsederek onlara değer kazandırmayacağım. Onlar unutulacaklar bu yüzden yaşadığımız cehennemi yeniden tasvir etmeye lüzum görmüyorum. Ancak bu başarıya, kusursuzluğa inanan insanların sonradan bizleri nasıl avlayacak dereceye geldikleri bu yaşadıklarımızla bağlantılıydı.
İşte onlar ve geldikleri kokuşmuş yapı buydu! Artık şu bilinmelidir ki normalizm işlevini yitirmiştir ve derhal tasfiyesi gereklidir. Antinormalizmin ışığı altında, öncelikle biz farklı olanların ve kendini keşfetmişlerin bu kokuşmuş canavarı derhal geçmişe göndermesi elzemdir. Mücadelenin zamanı gecikmiş olabilir ama şu kesin bir gerçek ki varoluşumuz için onların yok olması şart!
Onlar! Kokuşmuş mediyokrasinin neferleri! Vasatlar! Yok edemediler bizi! Göreceksiniz! Bir gün marjinaller hepsini kendi saklamaya çalıştıkları tarihe gömecek! Ezdikleri her çocuğun, kendi karanlık şatosu olan odasına her geri dönüp ulaşamadığı platonik aşklar için döktükleri gözyaşları mezarlarını kazan kazmalar olacak! Antinormalizm hepsini uykularında boğan karabasanlar gibi üzerlerine çöktüğünde normallik denen çürümüş yapının temsil ettiği her şeyle beraber karanlığı boylayacaklar!”
Konuşma bittiğinde koca fabrika alkış seslerinden ve sevinç nidalarından sarsılmaktaydı. Mastema, perdenin başına geçince konuşmanın ikinci kısmına geçer geçmez anında yine sessizliğe bürünmüşlerdi. Mastema perdeyi açar açmaz yine alkışlar ve sevinç nidaları ortalığı inletmişti:
“Artık yeraltına çekildiğimiz ve yapılanmamızı oluşturduğumuz için belli bir ismi, simgeyi belirleyerek varlık göstermemizin zamanı geldi. Programımızın adı Anormalizm’dir. Tarihe olan ilginiz ve bilginiz için, yine tarihi bir gönderme olsun diye ismimiz Ucube Komitası’dır! Her biriniz, aldığınız yönergeler doğrultusunda hücrelerinizi yönlendirecek ve hazırlayacaksınız!”
Mastema masanın üstünü açtığında, yemin törenini gerçekleştirmiş ve böylece resmen kurulmuştuk. İçlerinden belli numara taşıyanları göndermiştik, Mastema bir kısmını ayrı bir bölüme alarak bilgilendirmişti. Ne olduğunu kendinin bildiği, gizli tuttuğu bazı kodlar vardı ve her hareket safhasını bunlar oluşturacaktı. Komita yapısı gereği her türlü karanlık ve tehlikeli eyleme girişecekti, bunlarla ilgili de bilgilendirmede bulunmuştu. Toplantı dağılınca kalan eşyaları sakladıktan sonra tekrar İsmir’e dönmüştük.

3. Ucube Komitasının İlk Hareketleri

Hücre başkanları bölgelerine gider gitmez eğitimlerine başlamışlardı. Düşmanlarımızı bilimi ve bilgiyi savsakladığından bizler kadar girift düşünemiyor demişti Mastema, bu yüzden ilk elde isim vermeden yapacaklardı eylemlerini. Böylece bir şaşkınlık yaratacaklardı. En azından Haziran’da beklediğimiz olası istilaya kadar kimse ismimizi cismimizi bilmeyecekti. Ben ilk başlarda şüphe duymuştum ancak Mastema, güvenlik açıklarını gösterince ağzım açık kalmıştı. “İdiocracy” filmine benzer bir durum söz konusuydu.
Gerçekten de dediği gibi olmuştu. Güzellik merkezleri, podyumlar, lise koridorları vs. ne kadar sistemin kalesi kabul edilen yer varsa harap ediliyor, bombalanıyordu. Estetik yoluna sapmış eski “ucube”ler suikastlarla ortadan kaldırılıyordu. İnsanlar bunları başka başka nedenlere bağlıyordu intervizyonlarda ve biz şaşırıyorduk. Bizim bölgeler başta olmak üzere dünyanın çeşitli noktalarında bunlar sürerken, belli noktalarda silahlı çatışmalar yaşanınca bu normal sürüleri sonunda daha çetrefilli ve teşkilatlı bir sorun(!) ile karşı karşıya olduklarını anlamışlardı. Ancak kim olduklarını tespit edememişlerdi.
Mastema’nın planı gereği bu durum bir süre daha sürdürülmüştü. İsmimiz ve sembolümüz esaslı bir saldırıdan sonra açık edilecek ve her yerde iz gibi bırakılacaktı. Mastema bu noktada pek bir sevdiği ve üzerine az konuşmadığımız “V for Vendetta” isimli çizgiromandan ilham aldığını söylemişti. Komitaya mensup üç fedai, Şubat ayının başlarında İstanbul’da bir cafeyi basıp insanları rehin aldıktan sonra gelen intervizyona ekiplerinin önünde bildiri okuyup muazzam bir patlama gerçekleştirmişlerdi. O tarihten itibaren de A-N sembollerini bir çok yerde ve olayda görmüşlerdi. Herkes “Ucube Komitası”ndan bahsediyor, hakkında efsaneler anlatıyordu ancak yakalanamıyordu. Bu yüzden normaller kendilerini korumak adına ucube olarak görülen ve mimlenen herkesi, ilginç hobi sahiplerini vs. toplama kamplarına almaya başlayınca olay çığırından çıkmıştı. Bu sefer insanlar komitayla bağlantısız olsalar da bir şekilde bizim meşhur sembolün olduğu o bayrağı kendileri üretip taburlar bölükler kurarak toplu saldırılar da bulunuyorlardı. Bunlar sonradan bizlerle irtibata geçerek kendi alt gruplarını oluşturmuşlar, “Falancanın taburu”, “bilmem ne bölüğü”, “bilmem kim tugayı” gibi isimler altında ama bizim sembolü kullanmaktalardı. Bu yüzden Ucube Komitası’nı “Ucube Komitaları”na çevirmiştik ve daha geniş bir alanda faaliyet göstermiştik. Dünyada bazı bölgelerde ufaktan iç savaş durumları yaşanıyordu ki bunların çoğunda, bizim bile bir dönem dalga geçtiğimiz ama aslında kendilerini anormal ve dışlanmış hissettikleri için bizden taraf olan farklı müzik zevklerine sahip, farklı saç imajlı insanlar da desteklemeye başlamıştı. Normaller bir sonraki adımda daha da sertleşmişler, görüldüğümüz yerde öldürülmemizi emretmişlerdi. Hükümetlerde karar buydu ancak en koyu normaller bile işin diktatörlük boyutuna vardığını görerek, artık geri çekilmeleri gerektiğini düşünüyorlardı. Ancak bizim cephede durum tam tersiydi. Mağduriyet psikolojisinin verdiği meşruiyete dayanan bir insanı dünyada durdurabilecek pek az şey vardı.
Ben nasıl kabullenmiştim bu durumu? Evinde oturup okuyup yazmaktan başka bir şey bilmeyen ben nasıl bir anda bu tür bir şeye savrulmuştum? Mağduriyet psikolojisi değildi bu. Çünkü meşruiyetini sorgulamamıştım bile. Bu klasik “elinde çekiç olan her şeye potansiyel çivi gözüyle bakar” psikolojisiydi. Ben normalde de bu “normallerin” eylemlerini, fikirlerini desteklemiyordum ancak onlara karşı bir saldırganlık da beslemiyordum. Ancak elime böyle bir olanak geçince diktatörleşmekten çekinmemiştim. Hepimiz, elimize çekici alınca diktatöre dönüşmüştük ama o hengâmede pek de fark edememiştik.
Beklediğimiz savaş ise artık kapıdaydı. Tassos’un askerleri ve kiralık psikopatları sınırlarda birikmeye başlamış, gemiler ve uçaklar hazırlanmıştı. Tassos her gün intervizyonlarından dünyaya biz dahil tüm Ucube Komitalarını ve ucubelerini yeryüzünden sileceğini haykırıyordu. Ancak bu savaşın göstermelik olduğunu az çok biliyorduk, nitekim bu cafelerde caddelerde caka satmaya meraklı normaller pek de güçlü sayılmazdı. Görüntü kirliliği diye saçma sapan bir nedenle vücut geliştirmeyi bile sınırladıklarından, iri görünümlüleri dışladıklarından ellerinde doğru dürüst bir fiziki-askeri güç söz konusu değildi. Nişancılıkları iyi olsa da savaş şartlarına hiç biri dayanamazdı ki bunu Tassos ve şürekâsı da iyi biliyordu. Bu yüzden savaşı tetiklemek, böylece davamıza haklılık kazandırmak adına klasik bir “derin” metodu uygulayacaktık. Bize daha önceki savaş deneyimlerinde olduğu gibi çılgın bir Sırp ya da Avusturyalı lazımdı. En azından kendi 11 Eylül’ümüz olmalıydı.
Savaşı tetiklemek için daha en baştan, en sıkı kontrollerin olduğu Ada Konfederasyonu’ndaki hücremizi ki sonradan alt komitamız olup ismini yine bizim taifeden biri olan mitolojik Medusa’dan alan “Medusa Müfrezesi” adını alan gurubumuzu daha bir-iki eylem haricinde pek kullanmamıştık. Zaten orada pek yaygın bir hareket alanı da olmadığından birkaç duvara yazı, bir-iki hedefe düşük ölçekte saldırı haricinde pek bir şey yapamamışlardı. Tassos, kimsenin gözünün yaşına bakmıyordu. Müfrezenin yirmi iki üyesinden ikisi haberleşme amacıyla gözden kaybolduktan sonra kalan yirmi üye dört ayrı guruba ayrılmış ve esaslı bir eyleme koyulmuşlardı. Birinci grup eski Pire taraflarındaki 56. Yerleşim’de muazzam bir kaosa neden olmuşlar, patlamalarla Medusa Müfrezesi’nin adı ilk elde duyurulmuştu. İkinci grup 75. Yerleşim’de bir silahlı çatışmaya girmiş, üçüncü grup Tassos’un boş bulunan yazlık sarayına saldırıda bulunmuştu. Hepsini öldürünce çökertildikleri sanılmış, ancak dördüncü grup Tassos’a doğruda suikast düzenlemeye kalkıp isimleri de yazılı sancaklarıyla ele geçirilince Tassos bağlantılarından yola çıkarak bize savaş ilan ederek askerlerine yürüyüş emri vermişti.
Büyük savaş kapıdaydı…

4. Aşağı İnsanları Temizleme Harekâtı, Kod: 128 ve İsmir Direnişi
            Tassos’un birlikleri dört ana kısımdan oluşuyordu. İlk kısım, eski sistemden devreden ve Konfederasyon’un eski Yunanistan kısmındaki askerlerden oluşan ana ordu, Trakya üzerinden ilerleyecek gibi görünüyorlardı ki ya doğrudan İstanbul’a inecekler ya da bir geçiş için Çanakkale tarafına ineceklerdi. İkinci kısım Tassos’un hassa ordusuydu ve Adalar üzerinden harekete geçecekti. Bunlar da Hassa Muhafızlarıyla, doğrudan Tassos’tan emir alan paramiliter bir grup olan, ülkede ne kadar ucube sayılan kişi varsa öldürmekten çekinmeyen insanlardan oluşma “Anti Ucube Tugayı” bölüklerinden oluşuyordu. Bunların muhtemelen ilk saldıracağı yer İsmir’di. Bunlar ilginç anahtarlık fark etse marjinal sayıp yolda giden adamı vurmaktan çekinmezlerdi. Üçüncü kısım eski donanmayı ihtiva eden ve esaslı bir kısmı Tassos’un sistemi ilk kurduğu adalardan gelme deniz gücüydü ki bunlar da muhtemelen doğrudan Çanakkale üzerine gideceklerdi. Dördüncü kısım eski Kıbrıs’ın denize çöktükten sonraki kalan birkaç adalarından gelme “Lüzinyan Tugayları”ydı ki bunların savaşta nereye hareket edeceği belirsizdi.
O dönemde dünya üzerinde ekonomik krizler nedeniyle ordu sayıları pek bir düşürüldüğünden böyle bir diktatöre karşı bizden başka karşı koyabilecek bir yapı esasen mevcut değildi. Mastema’nın saldırıyı hükümete haber vermesi üzerine “Biz Anadolu bozkırında bekleriz, pisliği siz yediniz, siz temizleyin” minvalinden bir yanıt gelince, meşruiyetimizi kesinleşmişti. Batı kısımlarının savunması bizlere terk edilecekti. Savaştan sonra verdikleri söze göre eski sisteme geri dönüp insanları ucube-normal diye ayırmayacaklardı. Bizim için önemli olan o devrede savunmayı üstlenmekti zira Mastema’nın dediğine göre Tassos, bizi külliyen normal-ucube ayırmadan katliama tabi tutacağından tüm dünyada onunla birlikte, bu normalist fikirler sorgulanacaktı.
Böylece Mastema, meşhur “Kod: 128”i ilan ettiğini açıklamıştı tüm grup ve hücre liderlerine. Peki, Kod: 128 neydi? Bu bizim gençlik yıllarımızda meşhur olmuş bir politik-kurgu kitabı olan “Metal Fırtına”ya gönderme içeriyordu. Romanda, ülkenin olağanüstü koşullarında ortaya çıkan özel bir birimin göründüğü sahne sayfa 128’de olduğundan böyle bir isim seçmişti. Kod gereği, artık Ucube Komitaları, mücadelelerinin ikinci safhasına geçeceklerdi yani düzenli kuvvetler haline gelerek, doğrudan Tassos yanlısı hedeflere misillemede bulunacaklardı. Bir kısmı savunma savaşı verip direniş oluşturacak, diğer bir kısmı ise şaşırtma ve yorma amaçlı saldırılarda bulunacaklardı.
Savunma ve direniş ayağı şu şekilde oluşturulmuştu: Trakya’da “Karabasan Alayları” direnişi organize edecekti. Çanakkale tarafında ise “Tülütabak Müfrezesi” bulunacaktı. İstanbul direnişini “Apaçi Tugayları” ve “Tinerci Taburu” oluşturacaktı. Bizim de başlarında bulunduğumuz “Ucube Komitası” diyebileceğimiz, doğrudan bizim komitaya bağlı hücrelerin mensupları İsmir direnişini organize edecekti. Kalan bölgelerde de bazılarımızı savunmada kalırken diğerlerimiz açığa çıkarak direnişe katılacaklardı.
Saldırı ayağı ise şu şekildeydi: İlir Federasyonu (Eski Arnavutluk) üzerinden “Kukudzi Bölüğü” ve “Bojik Alayları”, Bulgaristan tarafından “Babayaga Tugayları” ve “Karakondzul Bölüğü”, sınırdan harekete geçip gündüz gece kuzey sınırından Tassos yanlılarını sıkıştıracaklardı. İtalya’da hasbelkader bir araya gelebilmiş “Kharon Alayları” ise deniz üzerinden faaliyete geçebileceklerini söylemişlerdi. Kalan diğer dünyadaki yapılanmalar ise intervizyonlara açıklamalar göndereceklerdi.
Mastema savaştan evvel, komitanın askerlerine özel “İstanbul Direnişi, “İsmir Direnişi”, “Cesaret Nişanı”, “Kahraman Nişanı”, “Balkan Saldırısı”, “Deniz Saldırısı”, “Trakya Nişanı”, “Çanakkale Nişanı” adlı madalyalar, Komuta kademesi içinse “İstanbul Direnişi Nişanı”, “İsmir Direnişi Nişanı”, “Üstün Cesaret Nişanı”, “Yüksek Komuta Madalyası”, “Balkan Komutası Nişanı”, “Deniz Komutası Nişanı”, “Trakya Komutası Nişanı”, “Çanakkale Komutası Nişanı”, “İsmir Komutası Nişanı” gibi isimlere sahip madalyalar hazırlatmıştı. Bu dünya tarihinde denenmiş ve etkisi kanıtlanmış moral yöntemlerinden biriydi.
Peki, savaşlarda ne oldu? Tassos’un birliklerinin İstanbul’a dek geçişine izin verilmiş, İstanbul’daki sağlam direnişi, Trakya’daki ulaşımı kesen ikinci bir direniş destekleyince oradaki savaş pek uzun ömürlü olmamıştı. İsmir Savaşı’ndan birkaç hafta önce oradaki tüm birlikleri teslim olmuştu. Çanakkale’yi denizden geçmeye çalışırken silahlı teknelerin saldırıları ve başarısız bir çıkarmanın ardından, buradan alınıp İsmir’e kaydırılmış olan donanma artıkları ise Varyant Baskını ile dağılmıştı. “Lüzinyan Tugayları” hangi akla hizmet bilinmez Antalya’ya bir hava indirmesi yapmıştı. Burada bir direniş olmamasına rağmen adamlar şans eseri Rusların bulunduğu “Novo Moskova” denilen bölgeye indiklerinden buradaki sokak savaşlarında her birisi keklik gibi avlanmıştı.
Savaşın en hararetli kısmı ise İsmir’de yaşanmıştı. Tassos önce bütün kuvvetlerini bu yönde toplamış önce, donanmasından esirgediği eski sistemden kalma ağır bombardımana yarayan savaş ve uçak gemilerini üzerimize göndermişti. Bunlar İsmir’i yoğun bir bombardımana maruz bıraktıktan sonra çıkarma gemileriyle Tassos’un Hassa birlikleri ve Anti Ucube Tugayı’na bağlı milis grupları şehre çıkarma yapacaklardı. Tassos’un birliklerine bağlı Muhafız Tugayı, Keskin Nişancı Alayı ve birkaç tabur Karşıyaka tarafına çıkacaktı, haberlerinde öyle söylemişlerdi, öyle de oldu. Konak tarafına ise Anti Ucube Tugayı’na bağlı Helen Milisleri ve Achilles Bölüğü çıkacak, Alsancak tarafına ise Ajax Alayları çıkacaktı. Karaburun tarafına çıkacak olan Heracles Taburu ile Çeşme tarafına çıkacak Hoplite Alayı, buradan ilerleyerek eski Urla tarafında birleşecek ve Güzelbahçe-Narlıdere istikameti üzerinden İsmir’e gireceklerdi. Eski Foça tarafına ise Girit ve ada gönüllülerinden oluşma karma bir birlik olan Hrisantız Falanjları çıkacaktı ki bunların Çiğli üzerinden Karşıyaka’ya ineceklerini tahmin ediyorduk.
Peki, bizim hazırlıklarımız ne yöndeydi? İsmir’in şehir kısmında ana savunma gurubu olarak eski takma adımdan oluşma ki gurubun görünürdeki yönetici ismi bendim, Gulyabani Tugayları olacak, bu bölgedeki tüm gruplar buna bağlı olacaktı. Karşıyaka tarafında Hortlaklar Taburu, Konak ve Balçova tarafında Congoloz Alayı, Alsancak tarafında İblis Bölükleri bulunacaktı. Plan gereği merkezimiz Varyant tepesi olacak, direniş buradan koordine edilecekti. Efeler Taburu isimli bir bölüğümüz Urla tarafında bulunacaktı. Elimizde hiç uçak olmadığından, kara savunmasına yarayacak topları da ilk elde gizlediğimizden kıyı hattı yerine daha gerilerde mevzilenecekti. Çiğli tarafına da Zeybek Bölüğü’nü yerleştirmiştik. Mastema, doğrudan kendisine bağlı komitanın sırf keskin nişancılık kabiliyetine sahip mensuplarından oluşturulma Azrail Müfrezesi ile devriye gezer gibi cepheleri dolaşacaktı. Bir tane de benim korumam olmak üzere “Yeniçeri Alayı” denilen bir kısım asker ihdas edilerek doğrudan komutama bağlamıştı. Savaşın moral unsuru gereği ben de haki bir kıyafet giymiş, belime Osmanlı döneminden kalma bir kılıç ile birkaç madalya takmıştım ki intervizyona haberlerinde bu şekilde Ucube Komitaları’nın lideri olarak gösterilmiştim. Tarihi yarım yamalak bildiklerinden büyüleyici bir şey zanneden bu yeni kuşak insanlarının gözünde ben eski dönemlerden kopup gelme kurtarıcıydım. Bilgisizlik arttıkça moral değeri de yükseliyordu. Hatta öyle ki savaş sırasında şehirde gece gündüz çalması ve askeri gaza getirmek için gençlerden birine herhangi bir mehter çalmasını söylemiştim. İnternetten mi nereden buldularsa artık hakikaten bir mehter marşı bulmuş, bunun sesi sesi dört bir yanda çınlamıştı. Varyant Savunması esnasındaki bu gelişme üzerine gençler cezbe gelmiş, düşmana şevkle saldırmıştı ama bir gariplik vardı. Çalan marş mehter değildi, bundan elli küsur yıl önce basketbol maçlarında çaldığımız Athena isimli gurubun "On İki Dev Adam" marşının mehter versiyonu olan haliydi. Genç kuşak tarihle olan bağlarını öyle bir koparmıştı ki elli yıllık basketbol şarkısını, 500 yıllık gaza marşı zannediyorlardı. Keyiflerini bozmayarak öyle inanmalarına sesimi çıkarmamıştım. Savaşta bu tip türkülerin ve marşların müspet etkisini pek görmüştük. Yine moral etkisi olur diye Mastema her bir guruba kendi isimlerinin de eklenmiş olduğu komita bayraklarından dağıtmıştı.
Savaş planımız gereği karadan hiçbir top atışı yapmayacaktık, böylece düşman gemilere bize daha da sokulacaktı ki öncü saldırı gurubu olduklarından ateş kabiliyetimiz olmadığını sanacaklardı. Ateş açtığımız anda bu sokulan gemileri savaş dışı bırakmayı planlıyorduk böylece çıkarma gruplarına ateş desteği sağlayamayacaklardı. Direniş grupları ise ilk elde göstermelik bir geri çekiliş yaparak Varyant tarafına dek gerileyeceklerdi. Bu bir anda yapılmayacak, adım adım gerçekleştirilecekti. Ardından Urla, Çiğli ve Karşıyaka tarafındaki birlikler bir anda düşmana geriden saldıracak, bizim de ani saldırımızla her biri geriletilecekti. Aslında bunlara pek gerek yoktu. Savaş kabiliyeti düşük birliklerdi düşmanlarımız ancak Mastema fikirlerimize haklılık kazandırmak adına “gerçekçiliği sorgulanamaz” bir destan yazmamızı istemişti.
Denizden gelen ardı arkası kesilmeyen bombardımanlarla başlamıştı savaş. İlk elde sayısız sivil kaybedilmişti ama bunlar milislerimize olan katılımı arttırdığından işimize yaramıştı. Çanakkale savaşları sürmekteyken, Antalya’da “Lüzinyan” isimli birliğin korkunç yenilgisi üzerine, tüm savaş gemiler körfeze dek sokulmuşlar, daha da gerilerimizi vurmak ister gibi yaklaşmışlardı. Şehre gizli toplardan ve birkaç tanktan aynı anda ateş açılmaya başladığında koca Körfez cehenneme dönmüştü. Özellikle Basmane tarafına dek taşınan birkaç havan topu ölüm kusmuştu ki bu saldırıdan geriye sadece gereğinden fazla yaklaşamayan, göstermelik uçak gemileri kalmıştı. Bunlara monte ettikleri topçuların görece zayıf ateş desteğinde ve diğer bölgelerde çıkarmalar başlamıştı.
Karada sokak, sokak, ev ev bir direniş vardı. Mastema’nın “Ölüm Müfrezesi” gittiği yerde keskin nişancı tüfekleriyle ölüm saçmaktaydı. Göstermelik geri çekilmemiz ise iki hafta sürmüştü, Varyant eteklerinde tüfek sesleri, bomba sesleri yankılanıyor, geri çekilenlerle sonradan oluşturulma milis grupları muazzam bir direnç gösteriyorlardı. Düşman hesap ettiğimizden daha sert çıkmıştı ancak yine de daha etkili bir planları yoktu. Çanakkale savaşlarında yenilgi gelince bunun verdiği sinirle Tassos bizzat kendi muhafız bölüğünü bile savaşa sürmüş, Çanakkale’den gelen donanma askerlerini de en önde cepheye sürmüştü. İstanbul direnişi ise sürmekteydi.
Düşmanın beklemediğimiz bir saldırısı bizi oldukça zora sokmuştu ki bizim karargahın olduğu yer cehenneme dönmüştü. Stratejik bir karar vermem gerekiyordu. Mastema’nın müfrezesi o sorada Karşıyaka’ya çullanan Tassos’un hassa birlikleriyle uğraşmaktaydı. Emrimdeki Yeniçeri Alayları’na ani bir saldırı emrini verip elde kılıç onlarla atılınca, bir anda savaşın seyri değişmişti. Milis gruplarıyla yeniden irtibat kurup düşmanı kıyıya atmıştık, Urla’da gizlenmekte olan Efeler Taburu da düşmanı bir yandan kıstırmıştı. Çiğli’de gizlenen Zeybek Bölüğü’de Karşıyaka’daki Tassos birliklerini tamamen söküp atınca savaş sadece Konak tarafına yoğunlaşmıştı. Tassos, kalan birliklerini de Konak’a sevk edip ikinci bir şiddetli saldırı yapmaya muvaffak olmuştu ancak İstanbul birliklerinin de teslim olduğu haberi gelince çılgınlığa kapılarak emrindeki son manga hariç tüm geri hizmetlileriyle birlikte kalan son hassa birliğini de yeniden Konak’a göndermişti. Tüm birliklerimizi Konak’ı sardığından bu hücum da etkisiz kalmıştı. Mastema’nın  Müfrezesi  Karşıyaka’dan gelip Konak cephesine destek verdiğinde kalan birlik askerleri teslim olmuştu. Tassos’un gemisi bile kaçamadan yanındakilerle kıskıvrak bir balıkçı teknesine atlamış olan birkaç milis tarafından yakalanıp getirilmişti. Konak meydanında şatafatlı bir idam töreninin ardından Ada Konfederasyonu ile barış görüşmelerine oturmuştuk. İntervizyonlar Antinormalistleri ve Ucube Komitalarını anlata anlata bitiremiyorlardı.
Barış görüşmelerini yapmak adına Atina’ya gittiğimde manifestomuzu da okuduğumda Antinormalizm bu eski diktatörlük ülkesinde de taraftar bulmuş gibiydi. Eski madalyalarımın yanında; İsmir Direnişi Nişanı, Üstün Cesaret Nişanı, Yüksek Komuta Madalyası, İsmir Komutası Nişanı, İsmir Direnişi, Cesaret Nişanı ve Kahramanlık Nişanı olduğu halde, pek çok bahsedilen kılıcımla birlikte orada arz-ı endam etmiştim. İnsanlar normalizmi sorgulamaya başlamış ve onun getirdiği pek çok uygulamanın saçmalığı üzerine düşünmeye başlamıştı.
Şimdi Mastema’nın dediği üzere planımızın ikinci safhası uygulanacaktı, “savaşı normallerin evine taşıyacaktık”…  

5. Kod: 138 – Anormallerin Şafağı
Kod: 138 yine Metal Fırtına romanına yapılan bir göndermeydi. Romanın bu sayfasında bir nükleer saldırı bahsinin geçmesinden ismini almaktaydı. “Anormallerin Şafağı” isimli harekâtı yönlendirecekti. İlkin bunun hakkında ben de pek bir bilgi sahibi değildim. Sonradan “savaşı onların evine taşımak” dediğinde bile anlamamıştım. Açıkladığında ise ilk etapta karşı çıkmıştım.
Mastema’nın dediğine göre Anormalizm’in başarıya ulaşması için büyük kitlelerin, gerçek manada ucube gibi görünmeleri gibi gerekmekteydi. Ancak bu gerçekleşirse ucubelik daha da görünür olursa Anormalizm’in taraftar bulacağını söylüyordu. Peki, bunu nasıl yapacaktı? Ucube Komitaları içinden üç gurup seçmiş, bunların eğitimini daha savaştan önce başlatmıştı. Bunlar biri Doğu Avrupa’da biri Japonya’da, öteki Amerika’da olmak üzere üç adet nükleer tesisi havaya uçuracaktı. Böylece rasyasyonun etkileriyle etkisi on yıl içinde görülebilecek bir deforme olmuşlar nesli ortaya çıkacaktı. Bu yapılmazsa ileride Antinormalistler arasında ağırlığın “eli ayağı düzgünler”e geçmesi söz konusu olurdu ki bu sefer “komita içi temizlik” bahanesiyle bu kadrolar tasfiye edilebilirdi. Biz de dış görünüşümüz dolayısıyla bu “tasfiye olabilecekler” kadrosuna dâhil olduğumuz için bunları önceden bertaraf etmeliydik. Üstelik biz yıllarca dış görünüşümüzün ceremesini çekmemiş miydik? Anormalizme inansalar bile onlar, yani anormal olmayan anormaller tam anormal sayılmazdı o yüzden bir değişim şarttı. Bu da “derinden” yapılacak bir müdahaleyle sağlanabilirdi.
Yıllarca en küçük siyasi gruplarda bile basit gibi görünen fikir ayrılıklarının nasıl zuhur ettiğini, derin ve örtülü yapılanmalara neden ihtiyaç duyulduğunu merak etmiştim. Yaşayarak öğreniyordum…
Aslında buna karşı çıkabilirdim. O an için tarihin ipleri benim elimdeydi. Ben karşı çıksaydım, milyonlarca insanın sakat doğumunu, bir o kadarının da ölümünü engelleyebilirdim. Dünya nüfusunun dörtte üçünün mutasyona uğramasına engel olabilirdim. Peki, beni alıkoyan neydi? Normallere ya da insanlara karşı duyduğum saygı mı? Böyle bir şeyin bunca yaşanan olaydan sonra bahsi edilemezdi. İnsanlığa karşı pek de iyi duygular beslemiyordum. O dereceydi ki nefret bile beslemiyordum. Yaşamaları ya da ölmeleri umurumda değildi.
            Beni engelleyen bulunduğum konumdu. İktidarın tadını almış olmamdı, dönemin muktedirlerinden olmamdı. Bakunin’in “En içten demokratı tahta oturtun, hemen inmezse yozlaşacaktır.”  ya da “En ateşli devrimciyi iktidar yapın, Çar’dan beter olacaktır.” şeklinde yorumlanan bir sözü vardı. Biz iktidarı eleştiriyorduk, ezilendik, dışlanandık ancak elimize bir olanak geçince onlardan bir farkımız kalmamıştı. Yozlaşan insan entrikaya aşırı eğilimli hale gelir. Bize olan da buydu.
            Tarih bir kez daha tekerrür etmekteydi. Normal şartlarda akıl gerektiren, düşünce ve yazı işleriyle uğraşan bir insan, bunlardan beklediğini alamayınca dünyevi şeyleri kovalamaya başlıyordu. Facebook’ta insanların tükettikleri ürünlere kutsiyet ve edebi zevk atfetmesi bundandı çünkü modern insanın elinden masallar ve efsaneler alınmış, kültür yerine tüketim verilmişti, psikoloji ve yeraltı edebiyatı verilmişti. Bu insanlar bu yüzden ufak bir topluluk faaliyetinde bile entrikadan çekinmiyorlardı. Çünkü onların elinde sadece dünya kalmıştı. İşte bizler, yazanlar, hayal kuranlar, düşünenler ne zaman elimizden bu olanaklar alınıp dışlanmıştık o zaman biz de bu dünyanın bir parçası olup dünyevi olmayı amaçlamıştık. Artık yozlaşmamız kaçınılmazdı.
            Bu yüzden artık Mastema’ya karşı çıkamazdım, bu sadece arkadaşıma değil tarihe de karşı çıkmak olurdu. Hem iş artık bizim duygularımızdan, düşüncelerimizden çıkmıştı. Ben Mastema’ya karşı çıksaydım ve başarılı olsaydım tarihte silinip giderdik. En kötü ihtimalle başarısız olurdum ve “hareketin haini” olarak mimlenirdim. Üzerimde haki elbise, göğsümde nişanlar, belimde kılıç ve bana ilk defa saygıyla bakan insanlar vardı. İktidardan neden vazgeçmeliydim ki? O yüzden ilkin karşı çıktıysam da sonradan kabullenmiştim “Kod: 138” isimli planı.
            Saldırılar kısmen başarılı oldu. Amerika hariç diğer nükleer istasyonlar patlatılmıştı. Amerika’ya gönderilen ekip yakalanınca bağlantımız ortaya çıkarılmıştı. İnsanlar Antinormalizm’i sorgulamaya başlamıştı. O yüzden biz de bizden öncekilerin sıkça başvurduğu bir taktiğe başvurmuştuk. Saldırıları Ucube Komitaları içerisinde yuvalanan, bağımsız, “derin” bir oluşum gerçekleştirmişti, biz sorumlu değildik. İnsanlar “derin komita”yı tartışmaya başlayınca oklar bizim üzerimizden çekilmişti.
Gerçi kimsenin bilmediği bir ironi söz konusuydu. Gerçekten de saldırıyı yapanlar, komita içinde “derin” bir oluşumdu. Mastema tarafından, ucube görünüşlülerden oluşturulmuştu ve komitanın “eli ayağı düzgün” mensuplarını dolaylı yoldan hedef almıştı. İnsanlara yalan söylemiştik hesapta ama aslında o yalan gerçekti!
Her iktidar yapılanması “pis işleri” yürütebilecek bir yapıya ihtiyaç duymaktaydı. İstenmeyen operasyonların üzerine yıkılabileceği, düşman grupları gizliden imha edip kolaylıkla onlara ihale edilebileceği, muhalif sesleri sindirip mevzuları “münferit hadiselere” indirgeyebileceğimiz bir yapılanma gerekliydi. Hâlihazırda böyle bir yapı Mastema tarafından “de facto” olarak oluşturulmuştu biz ise buna resmiyet –bir anlamda gayri resmiyet kazandıracaktık. Böylece komita içinde gizli bir kanun oluşturarak, doğrudan doğruya Mastema’dan emir alan, her türlü gizli eylemi gerçekleştirebilecek paramiliter bir organizasyon kurmuştuk. Adı, “Antinormal Temizlik Ekibi”ydi.
Peki saldırıların sonucunda ne olmuştu? Milyonlarca insan hayatını kaybetmişti ancak tahminlerimizin de ölçüsünde milyarlarcasının mutasyon geçirmesine ve doğacak olanlarında mutasyona uğramış bir şekilde doğacak olmasına neden olmuştuk. Mastema’nın kabataslak hesabına göre gelecek yirmi yıl içinde dünya nüfusunun yüzde elliden fazlası ucube görünüşlülerle dolup taşacaktı. Bunlar ise sürekli denetim altında tutularak normallere karşı kışkırtılacak, eli ayağı düzgünlere ve normalokrasi’ye karşı yönlendirileceklerdi ki normalokrasi hâlihazırda yürürlükte olan bir fikir olduğundan bunlara karşı sert tedbirler alacaktı bu da savaşı körükleyecekti. Ucubeler üzerindeki her türlü provokasyon ve örtülü harekâtı doğal olarak “derin komitamız” olan “Antinormal Temizlik Ekibi” yürütecekti.
Ancak her derin yapılanma gibi bu da bir süre sonra asıl yapılanmanın önüne geçmişti. Ben zaten görünürdeki liderdim amenna ancak Mastema’nın yönettiği bu yapılanma ilk kez görünürde benim dahi üzerimde bir şeylerin olduğunu göstermişti. Hem de bu normal-antinormal savaşıyla da yakından alakalıydı.
2065 yılında, yaşlanmama rağmen henüz ilaçlarla hayatta tutulduğum ve sıradan insanlar gibi işlerimi halledebildiğim dönemde muhalif bir ses ortaya çıkmıştı ki bu kaçınılmazdı. Mastema’nın ve benim, o döneme göre “hastalıklı” sayılabilecek fikirleri sayısız kez tepki almıştı ancak hiçbir şekilde fikirlerimiz ve otoritemiz sorgulanmamıştı. En azından ciddi bir tepki görmemiştik. Ancak o dönemde olmadık bir “şey” olmuştu ve bu olmadık durum bizim için ciddi bir sorun yaratmıştı.
Bir çift muhalifti ortaya çıkanlar. Antinormalizm’i sorgulayan söylemlerde bulunuyorlardı. İnsanların normal ya da anormal diye ayrılmasının saçma olduğunu, herkesin insan olduğunu, ayrımcılığın saçma ve dehşet verici olduğunu söylüyorlardı. Eğer olaylar bu dereceye gelmese ona hak verebilir hatta bilfiil destekleyebilirdim ancak şu süreçte bizler o noktayı çoktan geçmiştik. Bizler eskiden aynı fikirleri savunuyorduk gerçi ama iktidarın tadını almıştık ve Mastema’nın normallere olan hıncı ve nefreti kolay kolay dindirilemezdi.
Üstelik bu çiftin oldukça dikkat çeken, fikirlerine dayanak veren bir durumu vardı. Sevgililerdi. Radyasyondan önce doğmuş, çirkin görünümlülerden bir erkekle, “derin komita”nın deyimiyle “eli ayağı düzgünlere” mensup bir kadındı. İkisi de genç çocuklardı. Hasbelkader, akıl sır erdiremediğimiz şekilde birbirlerine âşık olmuşlardı. Bu kadar sene yaşamıştım ancak hala bunların sevdasının sırrını çözememiştim. Eli ayağı düzgün birisi nasıl olur çirkin görünüşlü birini sevebilirdi? Kadın özellikle görünüş açısından dikkat çekiciydi ki bizim gibilere yıllarca böylesi burun kıvırırken, en az onlar kadar güzel bir kadın kalkıp bizden bir farkı olmayan ucubeye nasıl âşık olurdu?
İşte bunu anlayamıyordum. Zaten anlayabilseydim olaylar bu şekilde gelişmezdi, biz de tarih sahnesinde görünmeden kaybolur giderdik ya neyse. Bunlar gittikleri yerde el ele söylev veriyorlar, sokakta, intervizyonların önünde bu şekilde geziyorlardı. Onları görseydiniz gerçekten birbirlerine duydukları ilgiyi siz de fark ederdiniz. Hatta bir kere benimle görüşmeye geldiklerinde görmüştüm, bana mantıksız geliyordu ama gerçekten aralarında bir çekim vardı. Ya kız ziyadesiyle kördü ya da oğlan birçok açıdan şanslıydı.
Bir gün çirkin görünüşlü olanı nedensiz bir şekilde ölmüştü. Bizim çevreden çoğu kişiye göre bir ucubeyle çıktı diye normalistler tarafından öldürülmüştü ki bu oldukça yaygın bir görüştü. Ancak kız ertesi gün benimle görüşmeye geldiğinde yüzünün halini görmeliydiniz. Tam anlamıyla harap bir haldeydi ve ben bir kez daha aralarındaki “şey”e bir anlam verememiştim. Suikast olduğunu söylüyordu ancak bunun antinormalizi savunanların yaptığını söylüyordu.
Haline acıyıp olayı araştırmaları için bizimkilerden bir hücre liderine emir verdiğimde, on dakika sonra hücre lideri beni geri arayıp emri yerine getiremediğini söylemiş, ondan iki dakika sonrada Mastema aramıştı. Çocuğu kendilerinin zehirlediğini ve olayı fazla deşelememi söylemişti. O anda meseleyi anlamış ve “Antinormal Temizlik Ekibi”nin ne denli muktedir olduğunu görmüştüm. Zaten o görüşmeden yarım saat sonra da kız şaibeli bir trafik kazasına kurban gitmiş, muhalif sesler kendiliğinden kesilmişti. Onların durumuna gerçekten üzülmüştüm ancak hem iktidar tatlıydı hem de Mastema’yla konumumuz gereği arkadaşlıktan da öte artık siyasi yandaş konumundaydık.
Ertesi sene komita içerisinde bu tip muhalifleri haber almak adına jurnalciliğe dayalı bir sistem oluşturmuş ve yine Mastema’ya doğrudan bağlı, komitalar içerisinde ayrı bir yapı olarak “Ucube Haberalma Teşkilatı”nı kurmuştu. Teşkilatın gizli tutulan görevlerinden biri de “eli ayağı düzgün” görülenlerin fişlenerek haklarında dosya tutulması olacaktı.
Ancak Aslan’ın söylediğine göre planının son safhası için bir operasyon daha yapılacaktı. Kod: 208 diyordu ve son derece gizli tutuluyordu. Zamanı gelince öğrenecektim.           
6. Kod: 208 – Normalokrasi’nin Çöküşü
Yıl 2078. Doksan bir yaşına geldim ve artık ilaçlarla, teknolojik aksamlarla yaşayabiliyorum. Hala liderim ancak olaylar bizim kontrolümüzden çıkalı çok olmuş. En azından benim.
Bu yirmi yıl içinde neler mi değişti?
Ucube Komitaları’nın Ada Konfederasyonu’ndaki sonradan dönüşme mutasyonlarla birleşmesiyle hem orada hem burada yeni bir konfederasyon kurduk. İsmi “Avrasya Konfederasyonu” oldu. Çift partili başkanlık sistemine geçtik. Ucube Komitaları, yönetimi ele geçirince kendini feshedip “Antinormalist Parti” adını aldı. “Ucube Haberalma Teşkilatı” ise “Antinormal Parti İstihbarat Şubesi” adını aldı. Mastema’nın teşkilatı ise derinlerde bir teşkilat olarak varlığını sürdürdü. İsimlerimizdeki “Antinormalist” ismi dikkatinizi çekmiştir, Mastema’nın öngördüğü şekilde bir değişiklik aynen sürdürülmüştü. Ben “Başkan” olmuştum dünya çapında bir ünüm vardı ancak yine gizli iktidar oydu. Ucube ismi artık terk edilmişti. Çünkü normallerin sayısı son yirmi yılda öylesine azalmış ve anormaller öylesine artmıştı ki artık “eli ayağı düzgünler” ucube olarak nitelendiriliyordu.
“Antinormalizm Yasaları”nı kabul ederek yürürlüğe koyduk. Artık “yeni normaller” biz olduğumuzdan onların yaptığı uygulamaların daha acımasızlarını uygulamaya koyulduk. Meslek seçiminden toplama kampı gibi uygulamalara Mastema’nın öngördüğü birçok şeyi uygulamıştık. Olası muhalif sesleri ise büyümeden kesmiştik.
Bir gün Mastema gelerek bana Kod: 208’in zamanının geldiğini söylemişti. “Normalokrasi’nin Çöküşü” ismini taşıyan bu harekât gerçekleştirildiğinde birçok yerde antinormal fikirler destek bulacak, uygulamaya geçirilecek ve sürgün avı başlatılacaktı. Buna göre bana bir suikast gerçekleştirilecekti ve ben öldürülecektim.
Her devrim kendi çocuklarını yerdi ancak bu başka bir mefhumdu. Bu, bir fikrin yayılması için yapılacak ufak çapta bir ayar çekmeydi, örtülü operasyondu. Yaşım genç olsa el muhtemel karşı çıkardım ancak göreceğimi görmüş biri olarak seçilmiş bir ölüm fırsatını bulunca kaçırmamazlık edemezdim. Son isteğim olarak bana kendime savunma fırsatı verecek bir ölüm olmasını istedim, kabul etti. Bir de hazır olduğum zaman arayarak söyleyeceğimi. Bu anıları onunla son kez vedalaştıktan ve konutumda yalnız kaldıktan sonra yazdım. Birazdan onu arayacağım ve davamız amacına ulaşacak…

Wyern
Antinormalizm’in Kurucusu, Ucube Komitaları’nın Lideri,
Avrasya Konfederasyonu’nun İlk Başkanı



Derkenar (Yazan, Mastema):  Wyern anılarını tamamladıktan sonra, Kod: 208’i gerçekleştirdikten sonra yazıyorum bunları. Wyern’in son isteği üzerine evin baskın gerçekleştirildi. Elinde kılıcıyla silahıyla çatışarak öldü, “Normallerin hain suikastı!” başlığıyla intervizyonlarda duyuruldu. Bu en etkili kışkırtma harekâtımız oldu. Bir çok yerde iç savaş derecesine varan çatışmalar ve norma-antinormal çekişmesi görüldü, bizim konfederasyon içinde uyguladığımız “Antinormalizm Yasaları” başka ülkelerde de uygulamaya geçirildi. Wyern’i görkemli bir cenaze töreniyle muazzam bir anıt mezara defnettik. Ölüm yıldönümünü anma günü yaparak, İsmir Direnişi, Konfederasyon Kuruluşu gibi günlerle birlikte andık. Wyern göremedi, birkaç sene sonra Kod: 666’yı yani “Irk Temizleme Harekâtı”nı gerçekleştirdik. İç savaş, eli ayağı düzgünlerle ucube gördükleri arasında kıran kırana bir cephe savaşına dönüştü. Üçüncü Dünya Savaşı bu şekilde patlak verdi. Bu derkenar 2087 yılında, ölüm kararımı alarak ötenazi uygulanmasını emrettiğimin gecesinde Wyern’in anılarına ek olarak yazıldı. Toplumdan gizlenmek üzere “Antinormal Sermaye Bankası”nın “1 numaralı” kasasına kapatıldı.

Mastema
Antinormalizm’in Kurucularından, “Antinormal Temizleme Ekibi” Amiri,
Avrasya Konfederasyonu’nun İkinci Başkanı


Açıklama

2457’de Avrasya Konfederasyonu, Boğazlar Vilayeti, Torguz Hırdal Üniversitesi’nde toplanan Uluslararası Edebiyat Konseyi’nin aldığı kararla, Dünya Efsaneleri kapsamına alınan ve 2058’de “Üstün İnsan” yanlılarının ve Normaller’in, Aşağı İnsan Temizleme Hareketi adını verdikleri istilaya karşı “Ucube Hareketi” ismiyle anılan ayaklanmayı yürüten, ayaklanmanın lideri olan “iki ihtiyardan” Wyern’in anılarının Mastema tarafından yazılmış halinin tıpkıbasımıdır.
Bilindiği üzere 2058 Haziran’ında patlak veren savaşta bu iki ihtiyar, Ucube Komitaları’nı yöneterek “Kod: 128” adıyla şifrelenen “İsmir Direnişini” yöneterek hem bizleri hem insanlığı bu sapkın işgalcilerden kurtarmışlardır. Meşhur “Kod: 138” adıyla şifrelenen “Anormallerin Şafağı” isimli harekâtı yürüterek Üstün Irk’ı savunan ve deforme olmuş insanları avlayan Ada Federasyonu’nu ve Normalokrasi’yi bitiren ilk adımı bu iki gönüllü atmıştır. Kod: 208 isimli “Normalokrasi’nin Çöküşü” harekâtı ile “yapılması gereken” bir psikolojik harekâtı gerçekleştirmişler, böylece ırkımızın bilinçlenerek tüm normallere karşı yürüttüğü mücadeleyi taçlandırmışlardır.
Haklarında, kendi tuttukları hatırat dışında bir bilgi yoktur. Bugün “Normal” denilen hastalıklı ırk tamamen yok edilmiştir. Sonuncu Normal, 2405 yılında 46.bölge dağlarında köylüler tarafından vurulmuş bir dişidir. Vurulduğunda bu efsane ve bu ulvi amaç da yerine ulaşmıştır. Ancak halen icat ettiğimiz aletlerle zamanda geçmişe gittiğimizde onlara rastlıyoruz. Bize uzaylı-yaratık gözüyle bakıyorlar. Bir bilseler onların son hallerinin bu olduğunu ve neden onlara tuhaf geldiğini? Onların zamanımızda son bulmasından dolayı bu “iki ihtiyara” çok şey borçluyuz…

35.Otman KEVGER
Torguz Hırdal Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Bölüm Başkanı


SON

İlk Yazılış: 13 Şubat 2010 – Edirne / Son Düzenleme: 22 Aralık 2012 – İstanbul

30 Kasım 2012 Cuma

Destanların En Bi Sonuncusu

Arpad Bağatur'a ithafen...
 
 


Rivayetlerin yerini dedikoduya bıraktığı,
Eserlerin postmodern zamanları yazdığı,
Hükümdarların ve yüksek kulelerin illa ki varolduğu günümüz zamanlarında,
Can çekişen tarihimsi şehrin en eski rıhtımlarından birinde beliren iki siluetin,
Bağatur ile Gulyabani'nin destanıdır bu.

İki ihtiyar hayalet, bir sabah vakti sisler içinde geldiler.
Çökmüş gibilerdi ama en az cin peri söylentileri kadar korkutucu görünüyorlardı.
Süleymaniye'nin tepesindeki binlerce hayaleti kıskandırıp,
Dehlizlerinde yatan Bizans kemiklerini sızlatarak,
Sisler içinde çıktılar en eski rıhtıma.

Rıhtımdaki yosunlardan daha yaşlı olduklarını söylüyordu,
Kesik başını Galataya doğrultmuş bir Ceneviz korsanının hayaleti.
Her birinin peşlerinden geliyordu,
Eski aftoslarının, manitalarının, sevdalıklarının hayaletleri.
Her biri bir siyah leke ya da paslı şeref madalyası yosunlu rıhtımda.

Bağatur ile Gulyabani'nin ardından,
Kara siluetler gibi ilerliyordu her biri.
Harem'den koparılıp çuvallarla denizi boylayan cariyeler bile,
Onları görüp deniz kızlarıyla birlikte yaktıkları ağıtlarını onlara ithaf ettiler.
Tepkisizdi hayaletler, uzun zaman önce ölmüş anıların hayaletleriydiler.

Bağatur dedikleri kim bilir hangi bozkırlardan geçmiş,
Kaç Sedd-i İskender, kaç Temir Kapu aşmış,
Kaç Yecüc, Mecüc saymış?
Attığı okların sayısını Erlig bile unutmuş,
Kim bilir hangi oba baskınının kılıç artığı?

Gulyabani derler mezar ecinnisidir.
Kendisi kendini hortlak kabul eder ancak zinhar kan içmez,
Ardındaki hayaletler kanını kurutalı beri.
Geceni zehir edecek denli korkunç,
Her gece köşe başındaki mezarlıktan çıkıp gelmekten çekinmeyecek denli arsız.

Suriçi'ne girende sadrazam kelleleri,
Yeniçeri bedenleri selama duruyorlar.
Şehrin son sokak şairleri, son delileri ayakta,
Osmanlı'dan Bizans'tan sayısız siluet,
Camiilerden, kiliselerden, mezarlıklarından seyrediyor onları.

Tarihe geçecektir o gün.
Şehrin ölmeden önceki son destanı yazılmaktadır.
Hatta yeryüzünün son destanı kim bilir?
Yine de alır seyir koltuklarında tahtlarında yerlerini,
Fil gövdeli imparatorların, hükümdarların hortlakları.

Ne zaman bir araya gelip aynı yolları arşınladılar belirsiz.
Lanet mi bir araya getirmiş, yoksa birilerinin savurması mı bilinmez.
Birlikte kılıç çalıp ok salladıklarını anlatır herkez,
Kendi destanlarını yaşamışlardır,
Arkalarında sevgili siluetleriyle.

Gulyabani ve Bağatur dehlizlerin ağzını kapatan ışıklı tünellere indiler.
Orada bekliyordu son masal prensesi.
Hatta son masal dişisi, kaçırılacak kişisi.
Bağatur'la Gulyabani'ye bakmadan sustu.
Sessizlik bile sükut etti.

Tünellerden çıktı geldi elektrik emen ejderha,
insan seliyle birlikte yuttu prensesi.
Kayıplara giden prensesle birlikte,
o andan itibaren masal camiası son buldu zaten.
Destanları müzelere kitlemeye başladılar.

Giderayak son tılsımı söylemişti prenses.
Sevgili hayaletlerini zincirlerinden boşaltıp her birini kanlar içinde bırakmıştı.
Unutmasını istemişti onlardan sihirli kelimeyi.
Unutsalardı kurtulacakları hayaletlerin gadrından.
Can verdi asırlık heyulalar kara lekelerin elinde.

Son destan diye yazdılar bunu,
Şehrin zevksiz mimarisi pis pis sırıtıyordu.
Görmezden geliyordu yüksek duvarlı siteler.
Kenar mahalleler semtlerini bıçaklayalı çok olmuştıu.

Dehlizden akan kanlarla, son şairler kaleme aldı bu destanı.
Ondan sonra yetmiş yedi göbek dillerde yaşadı destan.
Yetmiş yedinci torun da unuttuğunda,
Bilinmeyen bir yere gömdüler.
Toprağının unutkanlığa iyi geldiği rivayet edilecekti...


SON


13 Kasım 2012 Salı

Mahalleye Yeni Taşınan Vampir

 

            Bazı insanlar doğuştan cenabettir. Bu hikâye de onlardan bir kısmının başından geçenleri anlatan ibretlik bir hadisedir. Bu hadise birebir yaşandı –buna yaşamak denebilirse ve kahvede okey oynayan dayılarımız unutmaya çalışsa da, mahalle yengelerimiz halen apartman günlerinde bizi konuşmaktadır.

            Sene bu zamanlar… Mekan ise sıradan bir mahalle… Eskiden kenarken, büyüyen şehrin yeni türeyen semtleriyle kadim duvarların ardındaki ahşap evlerin arasına sıkışmışız biz. Bir yanımız beton bir yanımız ahşap. Mahalle insanı da böyle işte, ortası yok, ayarı mevcut değil. Biraz eski, biraz yenidir. Bir tarafı eski kaldırım kurtlarının damarını taşır, külhandır. Diğer yanı saçlarını diker ve üst geçitlerde Apaçi dansı yapar. Bir kısmımız tek tük kızın düştüğü onlarda da ortamın kavgaya eğrildiği kafelerde, kalanlarımız ise elde tespih köşe başlarında… Suçla iç içe ama kesinlikle suçlu diyemeyeceğimiz, aslında temiz ama hayat vurgunu bir kısım adamdık biz. Hani dışarıdan baksan yaşamazsın, içinden geçmezsin, grayder gönderip yıktırmaya çalışırsın ama içinde yaşasan sen de bu hayat keşmekeşinde beli satırlı psikolardan biri haline gelirsin, alışırsın.

            Bu mahallede her şey olur. Hapçısı, jiletçisi, alkoliği, satırcısı, bıçakçısı, esnafı, teyzesi, emeklisi, hırsızı, gaspçısı, kapkaççısı, geceleri başka gündüzü başka bir yığın akıllısı vardır. Görünce korkacağın kızları, uğruna bıçaklananların sayısız olduğu kevaşeleri vardır. Geceleri çığlık sesi gelir yerine pısarsın, bir yerden bir kavga patlak verir kim öldü kim kaldı bakmadan bir avuç hayattan beraber kopulmuş arkadaşlarla elde emanet civar mahalleleri basmaya gideriz. Hani ismi besmelesiz anılmayan, adı duyulduğunda korku uyandıran, buralı olduğunuzu öğrenenin size potansiyel cezaevi kaçkını muamelesi yapabileceği bir yer. Burada günah çok, sevap yok denecek kadar az, burası tam Araf, ne cennet ne cehennem her şeyden geçmiş bir sürü kader yoksunu var. Ablalar, abiler, teyzeler, dayılar, amcalar, yengeler ve bir nice çete oluşturmuş adam bastıran sokak köpeği var. Kimimiz göçmen, kimimiz mahallenin öbür ucunda Tatarlar’la kavgalı, kimimiz Surlularla belalı bir sürü insan…

            Yani her şey olurdu bu mahallede. Ama bir gün “vampir” de türedi…

            Mevzunun en başında… Bizim mahallenin yukarısında, “Adamçıkmaz Yokuşu”nun en tepesinde her nasılsa yıkımlardan ve kentsel dönüşümden nasibini almamış, üç katlı bir ahşap ev vardı. Ben diyeyim yüz senelik, siz deyin ikiyüz senelik öyle bir ev işte. Bu yokuş ki, mahallenin orta yerinde dimdik tepe, insan adımı basılmaz bir yer, ziftlenmeye ya da piizlenmeye çıksan çıkılmaz, hayvan bile gezmez, kim o yere niye zamanında ev dikmiş o bile bilinmez. Ev kendimizi bildik bileli boş. Hani mahallenin en yaşlısı sayılan doksanlık Kadri dayıya sorduk, o bile oturanı görmemiş öyle bir yer. Günün birinde eve birileri taşındı, öyle çok fazla eşya girmedi, perdelerdeki tahtalar sökülmedi ama mahallenin gizli kameraları pencere teyzelerinden gerekli istihbarat alındı. Ama kim gitti niye geldi pek takmadık, entel tayfasıdır film çekecektir, organ mafyasıdır mezbaha niyetine tutmuştur.

            O gün, bizim gençlerle arsanın orada yıkık duvar dibine çöktük, mahallenin tam sınırı açmışız telefondan Cengiz Baba’yı, almışız biraları akşam serinliğinde kafayı çekiyoruz. Tıbı, Ferhat, Kız İsmet’in kardeşi Ahmet, Süleyman, Şabo.

            Her birimizin bir-iki vukuatı illaki var. Tıbı, babasından ciğerci. Müşteriyle dalaşıyor bir gece, adam yaralamadan vukuat. Ferhat hırsızlıktan yeni çıktı. Ahmet temiz çocuk ama kavgadan sicilli. Abisi mahallenin namlı psikopatlarından Kız İsmet. Bu parlak yüzlü diye buna gulamparanın biri mi ne sulanmış şişlemiş ibneyi, sonra vukuatları aşmış boyunu, mahalleleri. Hani tıfıl dersin ama kavgaya girdi mi adam yaralayan cinsten bir manyak olmuş köşe başlarında tespih çeken uğursuz bakışlı psikolar tayfasına karışmış. Süleyman hala kaçak, birini yaralamaktan arıyorlar saklıyoruz. Şabo desen papikçi, adamın beyni çürümüş ruhu erimiş. Gözünün feri sönmüş, buna vur de öldürür, kır de yıkar maybaş, yanımızda gezinir.

            İşte biz hep beraber evlilikle birlikte sokaklardan elini ayağını çeken eski bitirimlerden devraldığımız arsanın bu izbe köşesinde demleniyorduk. Ne oldu ne bitti bir baktım bizim Haydar koşa koşa arsaya doğru geliyor. Mevzu mu var kovalıyorlar mı felan derken soluk soluğa yanımıza geldi. Ne oldu ne bitti diye soruyoruz adam susuyor, beti benzi atmış. Birini mi öldürdü desek birini mi kestiler desek biz çocukluktan vukuata alışkınız, bir bok olmaz bize.

            En son birkaç fırt bira çektikten sonra “Abi ben vampir öldürdüm galiba…” dedi apansızın. Bu işin galibası mı olurdu? Hayır ölümün galibası olurdu ama vampirliğin galibası mı olurdu lan? Az çok televizyon izledik, internette yazıştık, manitalarımızın zoruyla emanet mekanlarda Twilight felan izledik, zır cahil değiliz görmüşüz bazı şeyleri. “Vampir öldürmek” ne arkadaşım o zaman?

            Kafası güzel dedik doğal olarak ilk başta ama adam bayağı bayağı vampir öldürmekte ısrarlı. Dedik ne ara vurdun, ne yaptın ettin. Başladı anlatmaya. Bu lavuk bir gün yolsuz kalmış, gaspa çıkacak vurmuş kendini yola. Bu tepenin oradaki evin içine tabut taşıdıklarını görmüş. O an aymış duruma demiş kesin içinde para vardır değerli bir şey vardır. Hava kararana dek beklemiş, ışık mışık yanmayınca girmiş içeriye.

            Evin içinde paşalar zamanından kalma koltuk moltuk var, çürümüş eşyalar tablolar felan. Bu evin içinde tabut aramış. En son mahzene inmiş, bulmuş tabutu. Açmış kapağı bakmış siyahlar içinde bir lavuk uzanmış yatıyor iki seksen. Hepimiz meraklı kadınlara döndük, bira içmeyi filan bıraktık Haydar’ı dinliyoruz.

            Ne yaptın ne ettin diye soruyoruz, sordukça ağırdan alıyor hergele. Bunun korkusu geçti bayağı bayağı vukuatını övmeye başladı: “Ulan o vampirse biz de Haydar’ız bugüne bugün. Film milm izledik oğlum o kadar. Kaptım yerden kazığı lavuğun göğsüne indirdim. Kesin ölmüştür…” O anda duruma aydık. Bir ara izbe yerlerde ayin yapmaya gelen satanist, uzun saçlı oğlanlar kızlar mızlar olurdu, izbelere girince döverdik onları dedim bu lavuk kesin gitti oğlanın birini öldürdü. Süleyman’ı saklarken bir de bu cinayet işi çıktı, işin yoksa bir de Haydar’ı sakla zarbolardan!

            Dedik böyle olmaz, mesele olmasın başımıza gidip gömelim cesedi, saklayalım her şeyi çocuğun başı belaya girmesin. Bu deli Haydar hiç oralı değil. Hala hava peşinde, “Ulan bugüne kadar hep normal insan vurdunuz. Kaçınız vampir öldürdü? Mahallede tanıyın artık kardeşinizi, vampir tepeledim!” dedi. İyice ruh hastasına bağladı, artık neyin kafasıysa.

            Kalktık gençlerle, karanlık sokaklardan ve tehditkar bakışlardan sıyrıla sıyrıla eski eve geldik. Lan ev zaten normalde korkutucudur, gece vakti daha da korkunçlaşmış, perili köşk gibi bir şey. İncir ağaçları, selvi ağaçları var sarmaşıklar felan tam filmlik mekan. Biz olmuşuz yusuf yusuf, ama dışa belli etmiyoruz. Girdik evin içine. Bir yandan da Haydar’a sövüyoruz ulan başımıza ne iş açtın, kurt mu vardı taktın peşimize getirdin bizi?

            Mahzene indik elimizde çakmaklar, tabutun başına dikildik. Zaten korkuyoruz, ev gacır gucur ses çıkarıyor, baykuş sesleri geliyor biri “höt” dese “Yemişim namını delikanlılığını…” diyerek çil yavrusu gibi dağılacağız neredeyse. Bu Haydar demez mi: “Ben tabutun kapağını örtmemiştim bu kapalı, kesin biri girdi buraya!” Elimiz ayağımız buz kesti tabi. Haydar’a söve söve açtık tabutu içi boş. Ne adam var ne kazık var. Dedik kesin bu Haydar bizi madilemeye kalktı felan. Bir baktım bir şeyler oldu, mahzenin sağında solunda gaz lambaları varmış kendi kendine yandı. Biz korkuyla birbirimize kıç kıça dip dibe girmişiz, altımıza etmeyelim diye zulalarımızdan kelebekleri bile çıkartamıyoruz öyle bir durum.

            Bir baktık, bir anda mahzende uzun boylu, efendi kılıklı bir adam peyda oldu. Sırtına böyle siyah bir örtü geçirmiş, solgun suratlı ama kötü bakışlı, yine de karizma diyebileceğiniz acayip bir adam. Gözlerine bakmanın mümkünatı yok, ateş gibi bir şey kesse bizi gıkımız çıkmaz. Parmağında bir yüzük, böyle şövalye yüzüğü dediklerinden bizim Tırcı Bahattin abinin koca yüzüğü gibi bir şey. Kaşla göz arasında sordum Haydar’a: “Bu muydu lan kazığı soktuğun lavuk?” Haydar’ın beti benzi yine atmış durumda. Adam bize biraz daha yaklaşıp psikopat gibi bakmaya devam etti. Ağzını açtığında çenesine dek varan iki sivri dişini görünce bizim de Haydar’dan farkımız kalmadı. Dedim ya bazılarımız doğuştan cenabettir diye. Koca dünyada, bu kadar insan içinde yaşayan tek vampir gele gele bizim mahalleye gelmişti ve biz şimdi onunla baş başaydık.

             Vampir bize bakarak: “Yukarı gelin.” deyince tıpış tıpış yavru ördek gibi peşine dizildik. Eski köşkün orasında burasında yanar durumda gaz lambaları. Bir köşeye geçip vampire karşı susta durduk. Susmak tehlikelidir, sırf manalı susmalardan çıkan kanlı kavgalar vardır diye lafa girdim: “Abi isim neydi? Drakula mı?” Vampir suratıma bakarak Türkçe: “Drakula, Lestat, Strahd ya da Şerruh. Ne fark eder ki?” Yine sustuk. Vampir haklıydı. İsmini söylese ne olacaktı, uzaktan akraba çıkacak halimiz yoktu ya? Haydar benden cesaret alıp önünü ilikleyerek: “Sayın abicim, size karşı bir hatamız olduysa affet büyüğümüzsünüz sonuçta. Alkolün verdiği bir cesaretle tatsız bir olay yaşandı aramızda.” Vay arkadaş! Resmen vampire abi çekiyorduk, görülmeye değer manzaraydı. Vampir bize bakmaya devam etti. En son semtimizin kadrolu dumancılarından Şabo lakkadanak koyuyor lafı: “Aga biz şimdi gidelim mi kalalım mı öyle bakıyorsun ama?” Ayakla dürteyim dedim ama kafası almaz diye vazgeçtim. Vampir: “Bundan sonra mahallenize yerleştim. Artık buranın efendisi benim. Sizlerde halkımsınız. Kanlarınız efendinize aittir.” Vampir bunları der demez ortalıktan yok oldu. Bizimkiler çakmamıştı ama ben mesajı almıştım. “Size posta koydum, şimdi s…. gidin!” demenin vampircesiydi.

            Tıpış tıpış köşkten çıkıp sokağa varınca ardımıza bile bakmadan arsaya geri döndük. Başkası olsa sallamazdı, vazgeçerdi. Gelgelelim bizler atarlı semtin giderli çocuklarıydık. Bu işin peşini bırakmazdık. Tek sorunumuz daha önce bir vampirle mevzumuz olmamıştı.

            Bizler de bizden daha iyi bilir diye surların orada uçta bucakta kalmış olan Eski Kilise’nin papazına gittik. Kiliseye gittiğimizde yerine zangoç çıktı. Zangoca vampir nasıl marizlenir diye sorduk, “Dalga geçmeyin ulan çarpılırsınız!” diyerek kovaladı. Ne yapacağımızı bilmiyorduk. Tüm kapılar yüzümüze kapanmıştı. En iyi bildiğimiz yol olan kavgaya girelim semti yığalım, bıçaklarla şişlerle ağzına s.çalım desek yine çıkış yoktu. Bir kere elalemi vampir muhabbetine nasıl inandıracaktık? Hadi inandılar, demezler mi bu kadar adam, bir tıfılı tepeleyemediniz diye?

            Biz böyle düşünürken pıtrak gibi aklımıza bir isim düştü. Mazlum abi. Mazlum abi, mahallenin ta öbür ucunda birahane işletirdi. Üniversitede okurken siyasi olaylarla karışıp kendini içkiye vurduğu söylenirdi. Kalktık bu sefer ona gittik. Ha eski siyasi yeni şarapçı bu adamcağız bize vampirler hakkında ne bilgi verebilirdi bilemezdik ama denemeye değerdi. Başka çaremiz yoktu.

            Gittik birahaneye. İçerisi kadrolu ayyaşlarla dolu, kafalar dumanlı, tavan arasındaki farelerin bile kafası güzel öyle bir ortam. Yaşımız genç, birahanede görünsek anamız babamız: “İt kopuk mu olacanız lan!” diye ağzımıza yüzümüze kemerle girişeceklerinden fazla görünmeden cevabımızı alacaktık. Mazlum abi’yle doğrudan nasıl konuşacaktık ki? Aklımda evirip çevirip şu soruyu sordum: “Abi bir adam düşün. Zengin olsun, güçlü olsun. Yenilmez, yıkılmaz olsun. Buna zarar verse verse ne zarar verir abi?” Ben dahil sorudan bi bok anlamamıştık ama Mazlum abi kendince bir şeyler düşünmüştü. Yüzümüze çarpan kesif şarap kokusunun eşliğinde: “Bak… Adamı ne yıkar? Bir kötü kadın. Yuva da yıkar, adam da yıkar… Bir kadın yıkar…” Kafamda belli bir fikir oluşmuştu gibi. Birahaneden çıktığımızda bizimkilere de açtım. Vampirin başına şirret, çaçaron bir mahalle kızını musallat edecektik. Öyle ya buradaki kızların bizden pek bir farkı olmamasına rağmen internet sitelerinde zengin, yakışıklı, anlayışlı koca aradıkları biliniyordu. Her mahallede yine bu ayarda hakikaten güzel olan ve bu nedenle istediğine kavuşarak evlenip semt dışına giden, kocasının başına dünyayı dar eden afet-i devran çaçaronlarda mevcuttu. Onu alıp vampire sunacaktık.

            Arkadaşlar ilk karşı çıktılar: “Ne yani sırf ölümsüz diye elin herifine g.doşluk mu yapacağız?” dediler. Mahallenin mahvolmasının, milletin kanına çöreklenecek olan bir manyağın engellenmesi için bir kere yapılabilecek bir g.doşluktan kimseye zarar gelmezdi. İkna oldular, vampire kimi sunacağımızı sordular. Mahallemizin en güzeli ve en çaçaronunu sunacaktık ona. Başına bela olacaktı.

            Mahallenin tam sınırında otururdu Aydagül. İnternet sitelerine ilan bırakmaya ihtiyaç duymazdı. Belalısı, uğruna bıçak yiyeni de bıçak çekeni de bol bir kızdı. Kavgacıydı, zapt edilemezdi ve burnu havadaydı. En iyilere layık görürdü kendilerini. Surların ardındaki Roman mahallesinden, üç apartman sahibi Çeribaşı Rasim’in oğlu Hasan’ı, surların yukarı tarafındaki sofuların mahallesinden daireler zengini, çarşı sahibi Hacı Mustafa’nın oğlu Sami’yi, pavyonlar işleten mafya ağası dedikleri Gega Fuat’ı reddetmişti. Kabil olsa yeni şehrin kıyısındaki sosyete semtlerine çıkarma yapardı. Ama onun zaafı işte bu huyuydu. Zengin, karizmatik ve asil birisi kendisine sahip olmak isterse, evlilik şartıyla onun olurdu. Zaten bu yüzden onu vampire sunmak zor değildi, bir duysa kendi ayaklarıyla koşardı vampire.

            Aydagül’ün evine gitmeden önce plan gereği onu vampire götürecek bir şeye ihtiyacımız vardı. O yüzden evvela tekrar köşke giderek vampirin köşküne geldik. Kapısını çaldık. Bir süre sonra arkamızda belirdi i.oğluit. Meseleye direkt girdim. Dedim böyle böyle, madem lordsun, kendi damağına uygun kurbanlar seçeceksin, şöyle iyisin böyle kralsın işte sana ilk kurban, hem de müstakbel karın.

            İlk başta dalga geçtiğimizi sanarak bizi öte tarafa postalayacaktı belki ama telefonlarımızdaki bazı resimleri görünce güzelliğine kani oldu. Onun nerede olduğunu sordu. Vampire buna gerek olmadığını, kızı bizim getireceğimizi söyledi. Hoşuna gitmişti ona g.doşluk yapmamız. Yalnız tek şart vardı. Kız her fani gibi maddi şeylere değer veriyordu. Ailesi bile bazı şeyleri görürse, hiçbir şey olmadan mahalleye dadanabilirdi. Vampirin hoşuna nasıl gitmesin? Sen yıllarca ondan bundan kaç sonra geldiğin yerde millet kendini emdirmeye meyilli olsun. Balıklama geldi oltaya teres.

            Sonra bu kayboldu. Bir süre sonra kapı açıldı, bu elinde bir ufak sandık. Sandığı açıp gösterdi. İçinde birkaç tür altın, inci boncuk türünden hediyelikler. Neredeyse semtin tamamını satın alır. Biz sandığı aldık, Aydagül’lerin evine yollandık. Yolda şeytan dürtüklemedi değil hani bu sandığı alıp kaçmamız hususunda. Ama sonuçta biz ne kadar kadersizde olsak mahallemizin çocuklarıydık, mahalle söz konusu oldu mu kendimize bile yamuk yapamazdık.

            Aydagül’lerin evin önüne gittik, arkaya dolanıp camına çakıl fırlattık. Çıktı cama, dedik sana kısmet var. Ağız dolusu sövdükten sonra camı kapatacaktı ki sandığı açmamızla alıcı saksağan gibi altınların parıltılarını gördü. Yine de esaslı kızmış, “Altın maltın ne ayak” babında sorular sordu. Yalandan kim ölmüş, başladım sıkmaya. Mahalleye yeni taşından zenginden, kendisini gördüğünden ama utangaç olduğundan yaklaşamadığından falan filan bahsettim. Hem zengin hem utangaç olması işine gelmiş olacak ki önce içeride kayboldu. Ardından camdan atlayıp peşimize takıldı.

            Mahalleliye görünmeden yokuş yukarı tırmandık. Tabi bu arada boş durmadık. İnternet kafeye gitmiştik Aydagül’den önce. İnternette vampirleri kurcalattırdığımızda şişman bir elemanın yazdığı birkaç yazıya denk geldik, manavdan bolca sarımsak aldık, birde camiinin oradaki muskacı dayıdan birkaç muska öyle çıktık yola. Kızı ateşe atamazdık kolay kolay, mahallenin namusu söz konusuydu. Gelgelelim Mazlum abiye inanıyorduk.

            Köşkün önüne geldik. Herkes tetikte. Kız şaka maka sanıyor hala ki elinin altında ustura bulundurduğunu hepimiz fark ettik. Hakikaten şaka olsa canımıza okuyacak demek ki? Yeniden çaldık kapıyı. Gecenin bir yarısı o kapılar gacır gucur seslerle kendiliğinden açıldı. Gölgelerin arasından vampir çıktı geldi. Kızın canlısını görünce daha da bir tuhaf oldu herifçioğlu! Sandığı vampire geri verdikten sonra ikisinin içeriye girdiğini gördük, tek kelime konuşmadılar. Kapılar yüzümüze kapandı gürültüyle.

            Ama dışarıya sesleri geliyordu. Vampirin güzel Türkçesiyle konuşmaları, şiir okumalarını felan duyuyorduk. Kıza hasta olmuştu! Ama nasıl öleceğini hala bilmiyorduk. Bir yerde bir terslik mi vardı? Aydagül’ün sesleri geliyordu arada. Çocuklara bira aldırıp köşkün bahçesinde demlenmeye devam ettik.

            Aydagül, karşısındakinin ne olduğunu anlamış hiçbir saldırısını ardı arkası kesmeden salvoluyordu. Önce o da vampiri sevdiğini felan anlatmaya başladı. Sonra vampiri kolayca kabul edemediğinden felan bahsetti. Hani klasik kendini gösterip geri çekme. Vampirin hırıldamalarını işittik sonra. Hırıldama sonradan yalvarmaya döküldü, Aydagül dua okuyordu. Bizim gibi Kuran kursundan kaçıp kaçıp gitmediği için vampire karşı sökmüş olmalıydı. Vampire kendisini istediğini ama şartlarını yerine getirmesini söylediğinde başladı şartlarını saymaya.

            “-Ben öncelikle erkeğin ne olursa olsun beni taşıyabilmesini isterim! Hırlama! Vallahi okurum şimdi Fatiha’yı! Nerede kalmıştım. Hah. Beni taşıyacaksın anacım. Ben kültürlü, zeki, esprili, olgun, çocuk ruhlu, maddi açıdan beklentilerimi karşılayabilecek denli zengin. Bir fe trip istemem, ben gel dediğimde geleceksin git dediğimde gideceksin. Öyle evlenmeden önce uçarak odama gelmek felan yok. Evlenene kadar elini süremezsin bana. Ayrıca ben kolay kolay evlenmem. Nişantaşı’nda ev isterim, lüks olacak. Ayrıca araba da isterim. Ha bir de…”

            Biz daha fazla katlanamadık ama ne olur ne olmaz diye bahçenin öbür ucuna geçtik. Neredeyse güneş doğacaktı ama Aydagül’ün sesleri halen geliyordu. Vampirin hırıltılarından eser yoktu. Biz hala ne olacak diye bekliyorduk. Birden acı bir çığlık sesi duyduk. Güneş doğmuştu. İçeriden vampirin böğürtüsünü duyduk: “Allahını seven tutmasın beni!”

            Köşkün kapılarını parçalayan vampirin koşa koşa gün ışığına kendini fırlattığını gördük. Adam kısa sürede yandı kavruldu toza döndü, yok oldu gitti gözlerimizin önünde. Musibeti mahalleden kurtarmıştık. Mesele gizli kalacaktı ama yine de mahallenin gizli kameraları teyzeler ve dayılar aracılığıyla eklemeler ve çıkarmalarla yaşatılacaktı.

            Vampirin yok olmasını o anda kendimizce kutladık. Telefondan yüksek tempolu disko müziğini açtık, caddeye çıkıp apaçi gibi oynamaya başladık. Delikanlıydık gerçi ama mahalleyi kurtararak bunu tescillemiştik. Kimse bize karışamazdı. Aydagül’ün şaşkın bakışları eşliğinde vampirin külleri üzerinde bildiğin dans ediyorduk…

SON
Mehmet Berk YALTIRIK
6 Haziran 2012 – İstanbul