Fon Müziği (Yazarken çaldı durdu…
M.B.Y): Ogniem i Miezcem-Obrona
Zbaraza
http://www.youtube.com/watch?v=0drHclGf0oE
Evvel zaman içinde kalbur saman
içinde… Beykent’in çayırlarına henüz apartmanlar yeni yeni dikilmekteyken…
Bundan seneler evvel başımdan Pal Sokağı Çocukları
ya da Düğmelerin Savaşı (War of the Buttons, 1994) benzeri bir hikâyenin geçtiği vakitler. Tahta kılıçları erkenden gönderince fırıncının arka bahçesine,
çocukluğa doyamamanın verdiği o güzel hisle yaşanmış bir hadisenin muhteşem
cereyan edişi…
Sene 2002, aylardan Şubat. Ben o dönem sekizinci
sınıftayım. Edirne'ye kar yağmış. Her yer bembeyaz. O sene bir-iki hafta
boyunca Baca’nın üst yolundaki yokuşlar hepten buz tutmuştu. Beykent’in o
vakitler tren istasyonu tarafına bakan ilköğretim bahçesi. Öğle arası, yarım
saatlik teneffüs. Ben kafamda yine Yüzüklerin Efendisi (romanı) ortalıkta
dolanıyorum. O esnada hummalı bir cenk vuku bulmada! İlkokul ikinci sınıflar, birinci
sınıf a şubesi ile kartopu savaşı yapıyor! Ancak öyle neşeli seslerin çınladığı
alelade bir eğlence değil. Savaş çığlıklarını andıran bağırtılar ve bir kale
bendini savunur gibi muazzam bir telaş… Buzlardan, karlardan servis giriş çıkışlarının yapıldığı büyük demir kapının kenarına bir kale kurmuşlar. Birinci sınıflarda sayı
üstünlüğü var, ikinci sınıfları çepeçevre sarmışlar, etraf vızır vızır. Ben de
durup seyrediyorum, mahalle anıları canlanıyor gözümde…
İkinci sınıf öğrencilerinden ikisi bizim servisle
okula gidip geldiklerinden beni tanıyorlar. O yaşta Yüzüklerin Efendisi’ni
okumaya başlamıştı bir tanesi, Age of Mythology’den hareketle Yunan mitolojisine merak
salmışlıkları, bana da hikayeler anlattırmışlıkları vardı. Hikayeler, efsaneler masallar anlatan birini bulunca asla bırakmayan, eve dönüş
yolunda sürekli muhabbet ettiğim çocuklar.
Bu noktadan sonra olaylar “Kenan Komutanvari” bir
şekilde gelişmiştir ve hem benim hem gençlerin hayalperestliğiyle, benim ancak
ve ancak sahnede yakalayabileceğim enteresan bir ruh haliyle ilerlemiştir…
“Berk abi
etrafımızı sardılar, kalemiz düşmek üzere!”
Normal şartlarda çevrenin güdümüyle, “el âlem ne der?”
düsturuyla hareket eden biri için gülünüp geçilebilecek bir cümleydi. Ben ise o
yaşlarda eğlenceden, doğaçlamadan velev ki hayalperestlikten hayatta kaçınmayan
biri olduğumdan ve el âlemle hiç uyuşmadığımdan doğal olarak mevzuya atladım. Bir dönemler tahta kılıç
savurmuşluğum da var. Ayrıca tarih okuyoruz, strateji damarımızı kabarmış, hafta
sonu “age of empire”, hafta içi paso tarih öyle takılıyorum o dönemler. Geçtim
ikinci sınıfların başına. Savaşmaya değil idareye!
“Bir araya gelin! Kanatları oluşturun! Boşluk vermeyin!” Elimde bir
ağaç dalı kalenin ardından komut veriyorum. Bunlar önce bir araya gelip
saldırıyı püskürttüler. Bu sefer: “Etraflarını
sarın!” dedim. Bunlar bilgisayar başında strateji oynaya oynaya aşinalık
kazanmış çocuklar neticede, sayıca az olmalarına rağmen saflar halinde yarım
çembere alıp amansızca savurdular kartoplarını.
Bir baktık teneffüs zili çalarken birinci sınıfların
a şubesi dağılmış. İkinci sınıflar sarıyorlar etrafımı. Sanırsınız hakiki bir meydan
muharebesinden şanla şerefle çıkmışız. Yüzler neşeli. İlk kim söyledi bilmem,
birisi: “Yaşasın imparator!” diye
bağırdı. Ötekiler de bağırmaya başladı. Diğer sınıflar, nöbetçi öğretmen
şaşkınlıkla bakıyor. Okul binasına giriyoruz. Onlar kendi sınıflarına giderken:
“Artık sana imparator diyeceğiz!” diye
sesleniyorlar. Normal şartlarda benim yaşıtım birisi güler geçer ama bu oyun, tuhaf
galibiyet hissi hoşuma gitmiş olacak ki onlar gibi kabulleniverdim. Üstelik o
zamana kadar bilgisayar oyunlarında kaybettiğimiz, sokak oyunlarındaki o macera
hissini perçinleyen yapısı nedeniyle bitmesini de hiç istemedim. Bizim kuşak
televizyonla tanıştı, bilgisayar falan derken sokağa doğru dürüst doyamadan internet
kafelere gömüldü, fırsatını bulunca oyunbozanlık etmedim haliyle.
Talih ya da tarihsel kaçınılmazlık, oyun yeni
başlamıştı…
Birinci sınıfların a şubesi yenilgiyi kolay
hazmedemediğinden birkaç gün daha kaleyi o yarım saatlik öğle arasında alabilmek adına ikilerle kıran kırana çarpıştılar. Bizimkiler a şubesini yenince, b şubesini çağırıp birleşerek saldırmayı teklif ediyorlar, bu eğlenceden onlar da mahrum kalmak istemiyor. İki sınıfa tek
sınıf! Öğle arası yemek zilinden önce ikinci sınıflarla toplanıp kapıların oradaki buzdan tahkimatı kuvvetlendiriyoruz. Harp edilecek öğle arasında. Cenk başlıyor. Çekişmeli bir mücadelenin ardından iki şubeyi de darmaduman ediyoruz. Bu sefer birinci
sınıflar geliyor: "İmparator biz de
seninleyiz!" diyor. Ancak bu kazanmadan çok o savaş simülasyonunun
verdiği bir oyun tatmini. Onlar bile: “İmparator!”
diyorlar. Yemekhaneye hızla iniş, yemeğin ardından soluğu bahçede alış ve ardından "kalenin" dibinde kapışma… İmparatorluk askerleri, bu kar topu muharebeleri esnasında karşı taraftan bir arkadaşlarının gözüne kar topu isabet edince 15 dakikalığına ateşkes ilan edildiğini de kaydetmiştir.
Derken karlar
erimeye başladı. Ancak hayalperestlere ne gam! Birinci sınıfların tekrar bir
savaş isteği oluyor. Bu sefer kalenin oraya dal parçalarından, kumdan, topraktan kazıp çıkardıkları toprakla ufak bir tepecik inşa ettiler. Bir yandan da savunuyorlar. Bir'ler karşı tarafa geçiyor, ikiler hep galip olduk ama hepsinin yüzü gülüyor, hepsi "imparator" diye bağırıyor. Orada bilgisayar ekranında
bulamadığımız bir şeyler vardı. “Biz de
imparatorun emri altındayız!” diyorlardı.
İmparatorluk oyunu o noktadan sonra sınıfları aşmıştı.
Bir gün üçüncü sınıfların meydan okuması gelince, bu eğlenceli oyun bambaşka bir hal aldı. Ben yeniden sokaklardaymışçasına
gerçek bir eğlence bulmuşum, hepimizin dâhil olduğu, aramda o kadar yaş farkı
olan çocuklarla beni bir potada eriten bir deli oyundu. Üçüncü sınıflarla cenk
iki hafta kadar sürdü. Benim bir sınıf altımdan bir arkadaşım da katıldı bu simülasyona, sanki canlı satranç taşlarını idare eder gibi birbirlerine kar
topu yerine kurumuş yaprakla, çer çöple, yeri geldiği vakit güreşerek girilen bu muhayyel cenge hayalperestlere dâhil oluyordu. Üçler de yenilgiyi kabul edince bakıyorum bu sefer
üçüncü sınıflar başlıyor: “İmparator!”
demeye.
Nisan ayı geldiğinde benim sınırlar(!) dördüncü sınıflara dek dayanmıştı Yemekhaneye
giriyorum bazı çocuklar ayağa kalkıp selamlıyor, oyun
gerçeğe dönüşüyor bir nevi. Bir yandan cenk ederken bir yandan Yüzüklerin Efendisi, bir yandan tarih sohbetleri dönüyor. Sohbet de en az simülasyon kadar eğlenceli. Servisle dönüşte bu muhabbet gırla
sürerdi. Oyun öyle bir hal aldı ki bir gün üçüncü sınıflar isyan etti! Yeniden
yenilgiye uğratıldılar ancak havalar sıcaktı ve daha fazla şahit vardı.
Çevremdekiler alaya alıyordu ilkin ama sonradan onlar da kabul ettiler. “Bu
adamı imparator bellemişler, oyun moyun eleman harbi acayip bir mavra bulmuş
kendine!” diyorlardı. Gün geldi dördüncü sınıflarla cenk kaçınılmaz oldu, yine ilköğretim
bahçesi karıştı. Onlar da tabiri caiz ise tâbi oldular, “imparator” demeye
başladılar. Hâkimiyet alanı ilkokul 4'e kadar olan sınıfların bulunduğu kırmızı
kat, oyun bahçesi falan bildiğiniz Anadolu Beylikleri kafasında. Çocuklarla öyle
güzel saatler, öyle sağlam eğlenceler dönüyor ben aynı geyiği mavrayı kendi
mahallemde bile bulamamıştım doğrusu.
Sonra bir gün... Haziran ayı geldi. Liseye geçecektim.
Haliyle benim de toplumla çekişmemin bir sınırı vardı. İster istemez
kopacaktık, bambaşka bir ortama gidecektim. Belki başka okula. Topladım
bunları. “Gençler artık liseye gideceğim
hoş karşılamazlar artık. Oyun iyiydi.” dedim. Kabul etmediler ilkin. “Kal
başımızda!” dediler, “İmparator bizi bırakma!” dediler. Sanırsın ölüm döşeğinde bir hükümdarım, öyle bir hissiyat. İnsanların tuhaf karşılayacağını kabul
edemiyorlardı, bizim oyunumuza karışmaya hakları yoktu, öyle görüyorlardı. Hatta:
“Liseye geçme abi, kal bizimle!” diyenler oldu. Hakikaten liseye hiçbir ilgim
merakım yoktu. Sürekli hayalperestliğimi görüp: “Lisede üzülürsün!” diye tehdit yediğimden olsa gerek hiç sıcak
bakmamıştı. Bu muhabbet de üzerine tüy dikti.
O yüzden onlara hem oyunda hem de sohbetlerimizde
anlattığım tarih kafasıyla anlattım mevzuyu: “Ben de istemiyorum ama milli eğitim bizden daha güçlü. Sultan gibi
düşünün…” Ardından oyunu devam ettirdim. “Size Cengiz Han’ı anlatmıştım. Zamanı gelince ülkesini dört oğluna
bırakmıştı ve dönemi bitti. Sıra sizde!” Her sınıfa bir temsilci bıraktım
bir de onların üstüne ikinci sınıflardan birini büyük han olarak bıraktım. Oyunu sürdürmekle
kendimi kandırıyordum, onların da kandığı yoktu ya avunuyorlardı. Çekildim bir
köşeye ama muhabbetlerimiz sürdü, oyun bitse de: “İmparator!” dediler. Liseyi pek sevemedim ama arkadaşlar iyiydi.
Hiçbir geyik bana imparatorluk mevzusunun tadını aldıramadı. İmparatorluk okul tarihinde yerini alırken, yıllar akıp geçti...
Derken seneler geçti. Okula gittim ÖSS başvurusu
için 2006'da. Bahçede eskilerden bir hocayla konuşuyordum, bir baktım arkamdan
seslendiler yine “İmparator!” diye.
Sonra 2008'de gittim, mezuniyetlerine. Okula her gidişimde karşılaştım. Hala imparator
diyorlardı. Hala bir kısmı imparator demektedir. Aramızda güzel, eğlenceli bir anıdır.
Yüzüklerin Efendisi sohbetlerini, tarih muhabbetlerini hala hatırlarlar.
Liseymiş büyümeymiş, tahta kılıç savuramadıktan sonra sokakların neyini
seveyim? İşte bu da böyle bir anımdır, gerçektir. Geçenlerde bugün artık
üniversitede olan eski ikinci sınıflardan biriyle konuşurken: “Beş’lere gelmeden devleti size devredip
liseye geçtim işte…” demiştim sohbet sırasında, hala yad ederim… Son çocukluk hatıramdır.
Güzel günlerdi. Her şey bu kadar
eskimemişti. Murat Kekilli, Yedialtı’yı Şubat’ta çıkarmıştı ancak yaza,
sonbahara doğru “Salını Salını” şarkısı epey popüler olacaktı. Niyazi Hoca merhum değildi ve yeleğiyle arz-ı endam ederdi koridorlarda. Poli yahut Tahsin abi hala güvenlik
kulübesindeydi, bizimle voleybol oynamak haricinde çok çıkmazdı kulübesinden. Şükrü abi sapa sağlam tenceresinin başındaydı, kantindeki abi memurluğu kazanıp Ankara’ya gitmemişti.
Esma Hoca o zamanlarda da çok iyi tarih anlatıyordu. “Son kolonyalist Tanju”
haricinde tanıdığım yegane ahbabım Tolga’ydı, o da hiperaktivitenin doruğunda
olduğundan henüz bir teşriki mesaimiz yoktu. Beykent Lise Tiyatro Kulübü, Töre’yi
sahneleyecekti. Trakya Üniversitesi’nden Yaşam Sahnesi topluluğu da
üniversitede aynı oyunu sahneleyeceklerinden lise topluluğu oyuncuları onları
ziyarete gitmişti. 2002 LGS nedeniyle onlara katılamadığım için Yaşam Sahnesi ile tanışıklığım birkaç yıl sonra gerçekleşecekti. Kapıda baştan sonra takip ettiğim ilk ve son futbol
hadisesi Dünya Kupası vardı. Haramiler grubu birkaç ay sonra “Kar Yağıyor Bugün
Ankara’ya” albümünü çıkaracaktı, grup “Dadaloğlu” yorumunun klibi ile görünecek “Mavi
Duvar” yorumu popüler olacak “Yeşil Gözlerinden” şarkısı ile
hatırlanacaktı. Milletin duygulandığı “Mavi Duvar” yorumuna, mizahi bir
içtenlikle: “Birden çıktım birahanaden,
koşa koşa gittim Hakkı Baba’ya, acı acı döndüm garsona, istedim bir tas işkembe
çorba!” dizesini ortaya atmama ve birkaç samimi ahbapla her anmada
sırıtmamıza birkaç yıl vardı. Bu arada Hakkı Baba da henüz hayattaydı…
Fırıncının bahçesini boylayan tahta kılıçlara göre
iyi gitti “imparatorun askerinin” bahtları. Pal Sokağı’nın son muhafızları o
güzel çocuklar, hayalden atlarıyla ilköğretim bahçesinden ayrılıp kendi
yollarına savruldular…
Madem hikâyeciyim, mevzuyu da hikâyelere has bir
şekilde sonlandırayım: “İmparatorun
orduları zamanın şafağında dağıldı, kumların ve çimlerin ve karların ve beton
zeminli bahçenin üzerinde gümleyen ayak sesleriyle düşmanı korkutup dağıtan o
kahramanların her biri tarih oldu. Dal desenli sancak çoktan zamanın tozuna
karıştı. Ama imparator efsanesi hala sağda solda, fısıltılar içerisinde, handa,
dergâhta ve bargâhta anlatılmaktadır. Onun ismi o günleri görenlerin ağzında
hala yaşamaktadır hatta bu ahir zamanda bizzat onu gördüğünü söyleyenler,
hayaletinin bahçede dolaştığını söyleyenler vardır. Derler ki bir gün yine ülke
karanlığa gömülecek, savaşan beyler ve hükümdarlar ortalığı karıştıracak, yine
haklılığı savunan bir ordu kıstırılacak, işte o zaman imparator meşhur tahta
kılıcıyla birlikte geri dönüp tekrar o yenilen orduya yol gösterecek, sonra
onların başına geçip yeniden bahçeye hükmedecek…”
Bunun üzerine de bir “Kaf Dağının Ardında” gider mi
gider: http://www.youtube.com/watch?v=GutROtnDUHU
Emekli
bir imparator
29
Haziran 2014 – İstanbul