(1890’lar…)
Peymanzer, suratına alık alık bakan
Bekir’i hafifçe sarstı:
“Bekir
duymaz mısın beni? Bekir! Paşamıza bir haller oldu, medet yetiş!”
Bekir, Peymanzer’in kara gözlerine
dalıp gitmişti. Ardındaki karanlık ve sağa sola sallanan ağaçların ürpertisi
onu çocukluk senelerine, köyüne götürmüştü. Arnavutluk Dağlarının dibinde,
İşkodra taraflarındaki o sakin beldeye. İşkodra Gölü’ne yahut Buna (Karadağ
ahalisi Bojana derdi) nehrine indikleri zamanı, baharda açan çiçeklerle silueti
değişen vadileri, rüzgârın uğultusunu hatırladı. Sonra da sakinliğin bozulduğu
anlar kendi kendilerini hatırlattı. Dağların ne ekmeye ne hayvanlara elverişli
olduğu Karadağ memleketinin dağlarından komşu ovalara çeteler inerdi. Şakilik
yegâne geçimleriydi ki kışı geçirmek için bahar zamanlarında ovalardan
vadilerden el koyup topladıkları mallara, eşyalara ihtiyaçları vardı. Bu yüzden
sık sık Arnavut köylerine de inerler, aralarında kanlı muharebeler vuku
bulurdu. Nitekim bu alışkanlık üzerine yetişen Karadağ erkekleri için yatakta
ölmek ayıp, müsademede ölmek ise olağandı.
Çetelerle harp etmek kuzey Arnavut
memleketindeki insanların fıtratına tesir etmiş, eşkıyalarla haydutlarla
tebelleş olmaktan ötürü onlara benzemişlerdi. Bekir aile içerisinde adeta
kışladaymışçasına kesin emirlerle, katı disiplinle yetiştirilmiş, genç yaşında
elde tüfek çete takiplerine ve nöbetlerine katılarak avken avcı olmayı
öğrenmişti. Çete baskınında kurban olmamak için tüfek elde çetelere katılıp
Karadağ Prensliği hudutlarında geze dolaşa o da karanlık görünüşlü, sert
sıfatlı, zalim bakışlı dağ adamlarından biri olup çıkmıştı. Yaralanma günlük
yaşamın bir parçası, ölüm vaka-i adiye idi. Ancak onu ürperten şey o senelerde
sıkça karşılaştığı ölümün kendisi değil, onun da ötesiydi.
Cesaretini sınayan şey daima Karadağ
harambaşalarından (Türklerin haramibaşı dediği) ve Sırp buljubaşalarından
(Türklerin bölükbaşı dediği) ziyade köy yaşantısı içinde fark etmeden her
birini çepeçevre kuşatmış olan batıl itikatlardı. Öldürdükleri yahut
yakaladıkları insanın kulaklarını burunlarını kesip sermaye biçen Karadağ
hayduklarından çok cinlerden, peritlerden (peri) korkardı. Shtriga, kukudhi ve
lugat isimleri onda Donço, Milotin ve Sokolbaci isimlerinden (kaynaklarda geçen
hakiki Karadağ eşkıyaları) daha ziyade korku uyandırırdı.
Peymanzer’in ardında sallanıp duran
ağaçlar, çocukluğunda hatırladığı geceleyin iki yana sallanıp durmalarıyla
yürüyen kabir kaçkınlarını andıran ulu ağaçları hatırlatmıştı. Peymanzer’in
gözlerinde dalıp gittiğini fark edince bir an korkuyla irkildi. Söylediği şeyi
idrak edip sormayı akıl edebildi:
“Kim
delirmiştır dedın?”
“Paşamız!
Paşamıza bir haller oldu. Kurbanın olayım yetiş!”
Bekir ne söylemek istediğini
anlayamadı. Dışarının karanlığından çekindiğini belli etmeden alışkanlıkmış
gibi tabancasını beline sokup, ayağına eski potinlerini geçirip köşke çıkan
ağaçlıklı tepeye doğru koşturmaya başladı. Peymanzer de peşinden geliyordu.
Karanlık ve yıldızsız gökyüzü,
ağaçların ardını örten ürkünç ışıksızlık Bekir’e yine eski zamanlarını
hatırlatmıştı. Memleketinin ormanlarında, mezarlıklarında cirit atan mahlûkları
orada bıraktığını zannediyordu. Hep kendisiyle olduklarını, zihninden fışkırıp
muhayyel de olsa vücut bulmalarını fark edince korkuyla hep zayıf bir anını
kolladıklarını düşündü. Çalılara, sallanıp duran ağaçlara bakmamaya çalışarak
köşkün olduğu tepeye tırmanmayı sürdürdü.
Gözlerini kaçırmayı denediyse de bir
anlığına bulutların arasından sıyrılan ay ışığında sallanan ağaçlardan birine
gözü takıldı. Kavaklara denk heybetli bir çam ağacı rüzgârın esmesiyle sanki
sallanmıyor adeta kafasını sallıyordu. Bekir’in gözlerinin önüne çocukluk
kâbuslarından biri canlandı adeta. Evin büyüklerinden dinlediği korkulu
varlıklardan birini gördüğünü sanmıştı da günlerce konuşamamıştı. Ağaç olduğunu
söyleseler de uzun bacaklarını aça aça yürüyen o şeyi hiç unutamamıştı. O şeyin
boynunun ucundaki küçücük başını eğerek pencereye bakışını da ayan beyan
görmüştü. Yıllar içinde ölümlerle, müsademelerle, baskınlarla yaşaya yaşaya hayallerden
çok gerçeklerden korkmaya başladığından unutmuştu ama şimdi anımsamıştı onu.
Sanki çam ağacı koca adımlarını ata ata, başını sallaya sallaya ona doğru
yürüyor gibiydi. Gözlerini yumarak neredeyse ezbere bildiği tepeyi öyle
tırmanmayı sürdürdü. Geceyi inleten canhıraş bir çığlık sesiyle gözlerini
açıverdi. Çığlık köşkten geliyordu…
(2010’lar…)
“Pelin’e
de tepedeki barın assolisti diyecekler!” derken Vedat kapıya doğru
uzatmıştı elini. Beyni uğuldamaya devam ederken Kenan tüm cesaretini toplayıp
arkasına baktı. İlk gözüne çarpan barın lambaları altındaki simsiyah
parıltılardı. Işık uzun ve simsiyah saçların üzerinden salınıp geçerken,
beyninin korkudan uğuldadığını fark etti. Neden korkuyordu? Kızın en az saçları
kadar siyah gözlerine kilitlendiğinde hatırladı korkusunu.
Askere gitmeden çok önceydi…
Mahallelerine belki on yıl önce taşınmıştı Pelin. Ailesinin durumu iyiyken bir
anda (artık ihaleli işlerden mi, yoksa kör talihin çelmesi mi bilinmez) tam
tersi gitmesiyle gelmişlerdi oraya. Çere çöpe düşmüş inciydi. Etrafı bir nice
belalıya psikoya gebe mahallede bir nice arkadaş fitnesine, kavgaya ve bıçak
çekmelere rağmen inadına yürümüştü Kenan, neticede en külhani hayatında yegâne
rabıta Pelin olmuştu.
Yegâne hayali bir gün bir şekilde
mahalleden sıyrılıp ışıltılı eski yaşantısına dönmek olan Pelin, Kenan’da ne
bulmuştu bilinmez. Kenan’a içindeki suç dürtüsünü sanata vurmasından
hoşlandığını söylemişti, kadim ve uzak hayatından entel cümlelerle Pelin.
Kenan ikna ve tav olmuştu çünkü
Pelin’in de sanat manat işlerine şarkılar vokaller vasıtasıyla aşina olduğunu
biliyordu. Hattı zatında Pelin’in sesi pek güzeldi ancak hiç okumasını
istemezdi bir yerlerde, en varoş duyguları cinnete bağlardı.
2000’lerin ortasına doğru görüntülü
ceplerin sıçraması, internetin bollaşması, lise heyecanını atlatışın akabinde
iki yıllık yahut açık öğretim üniversite sürecinde, Vedat’ın da kanına
girmesiyle, Pelin’i de ufaktan barlara marlara götürmeye başlamıştı. Aynı
mahalleden insanlardı, yan yanalardı. Ne olabilirdi ki?
Derken 2000’lerin sonları zuhur
etmiş, askerlik şafakta görünüp, facebook çoktan sökün edince işin rengi
değişmişti. Pelin’den ilk defa o zaman korkmaya başladığını anımsamıştı Kenan.
Korkuyordu zira her daim o mahallede ve barda yaşamayı umut ederdi, yaşlılığı
aklına pek düşürmezdi. Pelin ise aklına yaşlılığı düşüren şeydi. İlk defa
ürpertiyordu Kenan’ı en olumsuz duygularla. Pelin gelinlikti, taksitti,
kiraydı, çocuk zırıltısıydı, velhasılı şimdi değil gelecekti…
Askerliğe gitmeden bir hafta önce vuku bulan
şiddetli bir kavga neticesinde ayrılmalarından sonra Kenan yemeden içmeden
kesildi. Kendine mi kızıyordu, Pelin’e mi üzülüyordu bilinmez. Vedat’ın
badigardlığa devam eylediği bara son kez uğrayıp patronla, Vedat’la
vedalaştıktan sonra suskunluğunu koruyarak metroya atlayıp Bayrampaşa’nın
yolunu tuttu.
İşte şimdi Pelin’le karşı
karşıyaydı. Yüzleşmeye bir daha cesaret edemediği korkusuyla. On yılı birkaç
saat ayarında hızla tükettiği, on iki ayı asır mahiyetinde eskittiği –eski-
sevgilisi gözlerinin içine korkusuzca bakıyordu. Bir şey söyleyemeden öylece
kaldılar. Pelin’in hiç yoktan öfkeyle bakmasını düşünmüştü, beklentisi oydu ama
o da yoktu. Bir yabancıya bakar gibi bakmıştı Kenan’a ve bu yüzden içi
burulmuştu Kenan’ın.
Vedat’ın iş bitiren kallavi ve
tiksinç sesi gürleyende gözleri kenetlenmeyi bıraktı:
“Bu
gece mekana geçicez. Yarın açılışı planlıyorum, son halini sistemi falan görün
bi…”
Pelin bıkkınca karşılık verdi: “Ben gelmesem. Zaten görmüştüm…” Bu
cümleyi söyleyişindeki vurguda Kenan’ın aklına ucu cinayetle bitecek bin bir
puşt ihtimal gizliydi.
Vedat’ın ihtimallere yer vermeyen
sesi ısrarcıydı: “Kalacak yer sıkıntı olmaz. Arabayla geçeriz. Patron kusursuz
olmasını istiyor. Kendi işimizde para kazanıcaz. Eskiden olduğu gibi işte…”
Kenan’ın içindeki korku yine
depreşti. Eskiden olduğu gibi denilse de eskinin çoktan tarih olduğunun
farkındaydı. Onu korkutan yine gelecekti. Hayatına sıçan belalı gelecek…
Devam Edecek
Mehmet
Berk Yaltırık
29 Şubat 2016 – Edirne
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder