(1909)
“Geliyorlar paşa hazretleri! Hareket
ordusu! Resneli Niyazi’yle fedaileri geliyor!”
Konağın eli tüfekli
ayvazlarından birinin kendisine böyle hitap etmesi Bekir’i kısa bir anlığına
geçmişe sürüklemişti. Paşa hazretleri… Paşa… Paşa damadı olduktan sonra
Beyoğlu’nu kasıp kavurduğu, daha da yükseklere temas ettikten sonra Hürriyetçi
takiplerine başladığı günleri düşündü. An gelince o da Sultan Abdülhamid Han’ın
göğsü madalyalı kabadayılıktan gelme paşaları arasına karışıvermişti. Hareket
Ordusu kapıya dayanınca şehirdeki ayaklanmadan mesul tutulan kimselerden
görülüp evvela teslim olmasını isteyen birkaç zabit, ardından da Resneli Niyazi
Bey’in adamları konağa gönderilince Bekir Paşa’nın saltanat günleri de böylece
sona ermişti.
Bekir Paşa kendine gelince
merdivenlerden kendini seyretmek olan bir zamanlar hizmetçiliğini yaptığı
konağın hanımı olan Peymanzer’le göz göze geldi. Peymanzer’in yanı sıra iki
oğlu da annelerinin yanında beklemekteydi. Az bir zaman sonra her biri
tüfeklerle tabancalarla konağın girişindeki salonda toplanmakta olan
hizmetçilerle, kapısındaki kabadayıların patırtısı nedeniyle Peymanzer’e de
fazla bakamadı.
“Herkes silahlanıp toplandı mı
more?”
“Eşref Ağa’nın takımı hariç
buradayız paşam. Yükte hafif pahada ağır eşyayı da yanımıza aldık.”
“Eşref nerededır?”
“Emrettiğiniz gibi bahçenin
girişinde Hürriyetçilerle müsademeye tutuştu. Konağa varmalarını geciktiriyor…”
“Tamam. Söyleyesın ona vuruşa vuruşa
çekilsın arka tarafa. Biz dahi oradan yarıp çıkacaz. Deryaya varana dek kaybederler
izimizi.”
“Paşa hazretleri?”
“Ne var more? Ne dikilirsın hala
burada?”
“O… O şey ne olacak paşam?” Ayvaz
parmağıyla konağın mahzenlerini işaret etmişti.
Bekir’in aklından nasıl çıkmıştı
sahi? Paşa’nın vefatından sonra duvarı yıktırıp halletmeyi düşünmemişti bile.
Gece olduğu vakit insanın dayanması güç boğuk çığlıklar konağın duvarları
arasında çınlamış durmuştu yıllarca. Yıllar içerisinde de konak ahalisince
alışılmıştı. Üstelik Bekir Paşa’nın pek de işine yaramıştı. Konağını ziyaret
eden hasımları perilerin cinlerin musallat olduğu böylesine bir evde hiçbir
şeyden korkmadan yaşayan çatal yürek bu paşadan ziyadesiyle çekinmişlerdi.
Tüfek patırtıları ve naralar
yakınlaşmaya başlayınca Bekir Paşa yine dalıp gittiği geçmişten sıyrıldı. Yüzünde
hain bir sırıtma peyda oldu: “Konak zaten benim more, ya bana ya evladıma…
Mahzendekı da kalsın alanın başına!”
Paşa karısını ve çocuklarını yanına
çağırarak arka kapıya seğirttiği vakit ayvaz da ön kapıdan çıkıp Resneli
Niyazi’nin fedaileriyle birbirlerine kurşun yağdırmakta olan Eşref Ağa’nın
yanına koşturdu. Eşref Ağa’nın takımı birer, ikişer kayıp verip ormanlık alana
doğru savuştuğu sıra Resneli’nin adamları da konağa girmeye muvaffak oldu.
Konağı tepeden tırnağa elde kamayla tüfekle arayıp bir şey bulamayınca beş
kişiyi konağın bahçesindeki ardiyede, beşini de konağın içinde nöbetçi
bırakarak ormanda takibi sürdüren diğer fedailere katıldılar.
Nöbetleri güneş batana kadar sakin
geçti.
Ardiyedeki fedailer akşam
karanlığında köşkten koştura koştura inen diğer nöbetçileri görünce ilkin Bekir
Paşa’nın adamlarının baskına geldiğini sandılar. Nöbetçiler bütün konağı didik
didik aradıkları halde duvarlardan çınlayan tuhaf bir sesten bahsediyorlardı.
Namlularını konağa doğrultup içeriye girdiklerinde nöbetçilerin yeminler ederek
duyduklarını söyledikleri o acayip sesi kendileri de işittiler. Bir kadın
çığlığıydı. Kesik kesik yükselen, hançereyi yırtarcasına çıkan dünya dışı bir
böğürtü… İnsanın kalbini yerinden oynatan korkunç bir feryat…
Nöbetçi bırakılanlar Resneli’nin
ardından İstanbul’a gelmiş, çoğu Makedonya’nın Arnavutluk’un dağlarından gelme
kimselerdi. Çocuklukları sayısız dinlence ve efsaneyle geçmişti. Konakta
yükselen kaynağı meçhul çığlık seslerini işittiklerinde bir daha oraya geri
girmemek üzere terk edip hep birlikte ardiyeye indiler. Sabah olunca da haberci
gelmesini beklemeden kışlaya döndüler.
Vakanın üzerinden yıllar geçti,
konak köhnedi ancak çığlıklar kesilmedi.
(2010’lar)
Kenan binanın mutfak kısmındaki
sigorta kutusunu kurcalarken Vedat da elindeki telefon ışığını kutuya doğru
tutuyordu.
Vedat sıkkın bir şekilde söylendi:
“Halledebilcek misin?”
Kenan gözlerini kutudan ayırmadan
konuştu: “Sanmam. Sigortalarda bi’şey yok. Bu civarda arıza olmuştur,
sigortalık değil gibi.”
“Hay anasını satayım. Koduğumun
jeneratörcüsüne elli kere gel hallet şu tesisatı dedim, bugün iş çıktı abi,
yarın iş var abi diye diye savdı. Sıçacam ağzına. Şimdi burası açık olsa,
elektrikler kesilse n’olacak?”
Mutfak kapısından bir anda kafasını
uzatan bir siluet görür görmez Vedat’ın yüreği ağzına geldi. Telefonun ışığında
yüzü hayaleti andıran Pelin’den başkası değildi. Elindeki sigarayı uzatarak:
“Ateş var mı?” diye sordu. Vedat telefonu öbür eline alıp çakmakla Pelin’in
sigarasını yaktığı sırada yanaklarına akmış simsiyah gözyaşlarını fark etti. Pelin:
“Yukardayım ben” diyerek çekilip gidince hiçbir şey soramadı. Hışımla Kenan’a
baktı: “Ne söyledin lan kıza?”
“Ne söyleyeyim? Açık hava
sinirlerini gevşetmiştir.”
“Kafasını kertmedin di mi lan
kızın?”
Kenan içinden yükselen öfkeyi ve
küfürleri bastırarak sinir bozucu bir sırıtmayla Vedat’a döndü: “Ya salla
birader hatun milleti işte. Hallenmiştir, olmuştur bi’şeyler.”
“Ben senin ruhunu bilirim lan. Yine
dangıl dungul konuşup canını sıkmışsındır kızın kesin. Git konuş şunla.”
“Ne konuşayım anasını satayım?”
“Sakinleştir işte ne bileyim. O
kadar iş planlıyoz, bok edeceksin şimdi. Git gönlünü al kızın. Ben de inip
bizim hayvana bakayım. Duvarı yık dedik sesi soluğu kesildi. Kaytarıyor mu ne
bok yiyorsa artık…”
“Kör karanlığın içinde nereden
bulayım kızı şimdi?”
“Lan oğlum Çırağan Sarayı sanki.
Benim odadadır. Üçüncü katta merdivenin hemen karşısındaki oda.”
Vedat’ın “benim odam” demesi ve
böylesine detaylıca tarif etmesi içindeki öfkeyi hayli kızıştırsa da Kenan
sakinliğini korudu. Bitmiş bir ilişkiydi. Paraya ihtiyacı vardı. Hatun meselesi
yüzünden hiçbir şeyi bok etmek istemiyordu. Söylene söylene mutfaktan çıkıp
merdivenlere yöneldi. Vedat bodruma inmeden önce anlayacakmış gibi beyhude yere
sigorta kutusunu seyretti.
Kenan ahşap merdivenlerden takıla
takıla çıkarak ve zerre ışık yakmayarak üçüncü kata geldiğinde ardına kadar
açık kapıyla yüz yüze geldi. Ay ışığı odayı aydınlatıyordu. İçeriye girdiğinde
Pelin’i camın kenarında oturmuş vaziyette gördü. Bir an sinirle Kenan’a
baktıktan sonra yeniden pencereye döndü. Kenan söze gireceği sırada odanın
kırmızı ipek kumaşlı yatak takımını ve kırmızı mobilyalarla döşenmiş halini
görünce duraksadı. İçindeki öfkeyi zapt
edemiyordu. Şeytan kulağına cinayet tasarıları üflüyordu. Cebindeki paranın
miktarını anımsayınca öfkesi yine duruldu ancak dizginleyemedi: “Ben giderken
bile ağlamadın da şu lavuk için mi döktün bunca gözyaşını şimdi?”
Simsiyah yaşlar Pelin’in
yanaklarından aşağıya süzülürken, Kenan’a aşağılar gibi baktı. “Sen iflah
olmayacaksın. Herkesi kendin gibi bencil zannedeceksin…” deyiverdi.
O esnada Vedat söylene söylene binanın
bodrumuna iniyordu. Telefonunun ışığını ileriye tutarak kel badigardın olduğu
yere yürüdüğü sırada, kirli, beyaz elbiseli bir kadınla badigardı sarmaş dolaş
gördü. Kadının siyah saçları soluk ışığın altında kuzgun tüyleri gibi
parıldıyordu.
Birden, sinir patlamasıyla gürledi
Vedat: “Ulan mekana nere ara karı attın lan? İş yap dedik, sinemaya gelmiş gibi
cıvırla yiyişiyor öküz!”
Vedat’ın öfkeli yüz ifadesi yerini
kısa bir süre sonra korkuya bıraktı. Zira kadın kafasını kaldırıp ona doğru
baktığında badigardın cansız gözleriyle parçalanmış boğazını, kadının kedi
gözleri misali ışıldayan gözleri ve kanlı ağzıyla birlikte görmüştü. Kadının
dudaklarından süzülen kanların elbisesine akıp kırmızı lekeler bırakmış o hali
parmaklarıyla kabir tahtalarını kazarken elleri parçalanmış huzursuz ölülerin
kefenlerini andırıyordu. İfadesiz zift karası gözleriyle Vedat’a bakarak çarpık
çurpuk sivri dişlerini sırıtırcasına sergiledi.
DEVAM EDECEK
Mehmet
Berk Yaltırık
29 Temmuz 2016 – Edirne
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder