23 Ağustos 2017 Çarşamba

Tepedeki Bar-7. Kısım

(1909)
            “Geliyorlar paşa hazretleri! Hareket ordusu! Resneli Niyazi’yle fedaileri geliyor!”
Konağın eli tüfekli ayvazlarından birinin kendisine böyle hitap etmesi Bekir’i kısa bir anlığına geçmişe sürüklemişti. Paşa hazretleri… Paşa… Paşa damadı olduktan sonra Beyoğlu’nu kasıp kavurduğu, daha da yükseklere temas ettikten sonra Hürriyetçi takiplerine başladığı günleri düşündü. An gelince o da Sultan Abdülhamid Han’ın göğsü madalyalı kabadayılıktan gelme paşaları arasına karışıvermişti. Hareket Ordusu kapıya dayanınca şehirdeki ayaklanmadan mesul tutulan kimselerden görülüp evvela teslim olmasını isteyen birkaç zabit, ardından da Resneli Niyazi Bey’in adamları konağa gönderilince Bekir Paşa’nın saltanat günleri de böylece sona ermişti.
            Bekir Paşa kendine gelince merdivenlerden kendini seyretmek olan bir zamanlar hizmetçiliğini yaptığı konağın hanımı olan Peymanzer’le göz göze geldi. Peymanzer’in yanı sıra iki oğlu da annelerinin yanında beklemekteydi. Az bir zaman sonra her biri tüfeklerle tabancalarla konağın girişindeki salonda toplanmakta olan hizmetçilerle, kapısındaki kabadayıların patırtısı nedeniyle Peymanzer’e de fazla bakamadı.
            “Herkes silahlanıp toplandı mı more?”
            “Eşref Ağa’nın takımı hariç buradayız paşam. Yükte hafif pahada ağır eşyayı da yanımıza aldık.”
            “Eşref nerededır?”
            “Emrettiğiniz gibi bahçenin girişinde Hürriyetçilerle müsademeye tutuştu. Konağa varmalarını geciktiriyor…”
            “Tamam. Söyleyesın ona vuruşa vuruşa çekilsın arka tarafa. Biz dahi oradan yarıp çıkacaz. Deryaya varana dek kaybederler izimizi.”
            “Paşa hazretleri?”
            “Ne var more? Ne dikilirsın hala burada?”
            “O… O şey ne olacak paşam?” Ayvaz parmağıyla konağın mahzenlerini işaret etmişti.
            Bekir’in aklından nasıl çıkmıştı sahi? Paşa’nın vefatından sonra duvarı yıktırıp halletmeyi düşünmemişti bile. Gece olduğu vakit insanın dayanması güç boğuk çığlıklar konağın duvarları arasında çınlamış durmuştu yıllarca. Yıllar içerisinde de konak ahalisince alışılmıştı. Üstelik Bekir Paşa’nın pek de işine yaramıştı. Konağını ziyaret eden hasımları perilerin cinlerin musallat olduğu böylesine bir evde hiçbir şeyden korkmadan yaşayan çatal yürek bu paşadan ziyadesiyle çekinmişlerdi.
            Tüfek patırtıları ve naralar yakınlaşmaya başlayınca Bekir Paşa yine dalıp gittiği geçmişten sıyrıldı. Yüzünde hain bir sırıtma peyda oldu: “Konak zaten benim more, ya bana ya evladıma… Mahzendekı da kalsın alanın başına!”
            Paşa karısını ve çocuklarını yanına çağırarak arka kapıya seğirttiği vakit ayvaz da ön kapıdan çıkıp Resneli Niyazi’nin fedaileriyle birbirlerine kurşun yağdırmakta olan Eşref Ağa’nın yanına koşturdu. Eşref Ağa’nın takımı birer, ikişer kayıp verip ormanlık alana doğru savuştuğu sıra Resneli’nin adamları da konağa girmeye muvaffak oldu. Konağı tepeden tırnağa elde kamayla tüfekle arayıp bir şey bulamayınca beş kişiyi konağın bahçesindeki ardiyede, beşini de konağın içinde nöbetçi bırakarak ormanda takibi sürdüren diğer fedailere katıldılar.
            Nöbetleri güneş batana kadar sakin geçti.
            Ardiyedeki fedailer akşam karanlığında köşkten koştura koştura inen diğer nöbetçileri görünce ilkin Bekir Paşa’nın adamlarının baskına geldiğini sandılar. Nöbetçiler bütün konağı didik didik aradıkları halde duvarlardan çınlayan tuhaf bir sesten bahsediyorlardı. Namlularını konağa doğrultup içeriye girdiklerinde nöbetçilerin yeminler ederek duyduklarını söyledikleri o acayip sesi kendileri de işittiler. Bir kadın çığlığıydı. Kesik kesik yükselen, hançereyi yırtarcasına çıkan dünya dışı bir böğürtü… İnsanın kalbini yerinden oynatan korkunç bir feryat…
            Nöbetçi bırakılanlar Resneli’nin ardından İstanbul’a gelmiş, çoğu Makedonya’nın Arnavutluk’un dağlarından gelme kimselerdi. Çocuklukları sayısız dinlence ve efsaneyle geçmişti. Konakta yükselen kaynağı meçhul çığlık seslerini işittiklerinde bir daha oraya geri girmemek üzere terk edip hep birlikte ardiyeye indiler. Sabah olunca da haberci gelmesini beklemeden kışlaya döndüler.
            Vakanın üzerinden yıllar geçti, konak köhnedi ancak çığlıklar kesilmedi.
(2010’lar)
            Kenan binanın mutfak kısmındaki sigorta kutusunu kurcalarken Vedat da elindeki telefon ışığını kutuya doğru tutuyordu.
            Vedat sıkkın bir şekilde söylendi: “Halledebilcek misin?”
            Kenan gözlerini kutudan ayırmadan konuştu: “Sanmam. Sigortalarda bi’şey yok. Bu civarda arıza olmuştur, sigortalık değil gibi.”
            “Hay anasını satayım. Koduğumun jeneratörcüsüne elli kere gel hallet şu tesisatı dedim, bugün iş çıktı abi, yarın iş var abi diye diye savdı. Sıçacam ağzına. Şimdi burası açık olsa, elektrikler kesilse n’olacak?”
            Mutfak kapısından bir anda kafasını uzatan bir siluet görür görmez Vedat’ın yüreği ağzına geldi. Telefonun ışığında yüzü hayaleti andıran Pelin’den başkası değildi. Elindeki sigarayı uzatarak: “Ateş var mı?” diye sordu. Vedat telefonu öbür eline alıp çakmakla Pelin’in sigarasını yaktığı sırada yanaklarına akmış simsiyah gözyaşlarını fark etti. Pelin: “Yukardayım ben” diyerek çekilip gidince hiçbir şey soramadı. Hışımla Kenan’a baktı: “Ne söyledin lan kıza?”
            “Ne söyleyeyim? Açık hava sinirlerini gevşetmiştir.”
            “Kafasını kertmedin di mi lan kızın?”
            Kenan içinden yükselen öfkeyi ve küfürleri bastırarak sinir bozucu bir sırıtmayla Vedat’a döndü: “Ya salla birader hatun milleti işte. Hallenmiştir, olmuştur bi’şeyler.”
            “Ben senin ruhunu bilirim lan. Yine dangıl dungul konuşup canını sıkmışsındır kızın kesin. Git konuş şunla.”
            “Ne konuşayım anasını satayım?”
            “Sakinleştir işte ne bileyim. O kadar iş planlıyoz, bok edeceksin şimdi. Git gönlünü al kızın. Ben de inip bizim hayvana bakayım. Duvarı yık dedik sesi soluğu kesildi. Kaytarıyor mu ne bok yiyorsa artık…”
            “Kör karanlığın içinde nereden bulayım kızı şimdi?”
            “Lan oğlum Çırağan Sarayı sanki. Benim odadadır. Üçüncü katta merdivenin hemen karşısındaki oda.”
            Vedat’ın “benim odam” demesi ve böylesine detaylıca tarif etmesi içindeki öfkeyi hayli kızıştırsa da Kenan sakinliğini korudu. Bitmiş bir ilişkiydi. Paraya ihtiyacı vardı. Hatun meselesi yüzünden hiçbir şeyi bok etmek istemiyordu. Söylene söylene mutfaktan çıkıp merdivenlere yöneldi. Vedat bodruma inmeden önce anlayacakmış gibi beyhude yere sigorta kutusunu seyretti.
            Kenan ahşap merdivenlerden takıla takıla çıkarak ve zerre ışık yakmayarak üçüncü kata geldiğinde ardına kadar açık kapıyla yüz yüze geldi. Ay ışığı odayı aydınlatıyordu. İçeriye girdiğinde Pelin’i camın kenarında oturmuş vaziyette gördü. Bir an sinirle Kenan’a baktıktan sonra yeniden pencereye döndü. Kenan söze gireceği sırada odanın kırmızı ipek kumaşlı yatak takımını ve kırmızı mobilyalarla döşenmiş halini görünce duraksadı.  İçindeki öfkeyi zapt edemiyordu. Şeytan kulağına cinayet tasarıları üflüyordu. Cebindeki paranın miktarını anımsayınca öfkesi yine duruldu ancak dizginleyemedi: “Ben giderken bile ağlamadın da şu lavuk için mi döktün bunca gözyaşını şimdi?”
            Simsiyah yaşlar Pelin’in yanaklarından aşağıya süzülürken, Kenan’a aşağılar gibi baktı. “Sen iflah olmayacaksın. Herkesi kendin gibi bencil zannedeceksin…” deyiverdi.
            O esnada Vedat söylene söylene binanın bodrumuna iniyordu. Telefonunun ışığını ileriye tutarak kel badigardın olduğu yere yürüdüğü sırada, kirli, beyaz elbiseli bir kadınla badigardı sarmaş dolaş gördü. Kadının siyah saçları soluk ışığın altında kuzgun tüyleri gibi parıldıyordu.
            Birden, sinir patlamasıyla gürledi Vedat: “Ulan mekana nere ara karı attın lan? İş yap dedik, sinemaya gelmiş gibi cıvırla yiyişiyor öküz!”
            Vedat’ın öfkeli yüz ifadesi yerini kısa bir süre sonra korkuya bıraktı. Zira kadın kafasını kaldırıp ona doğru baktığında badigardın cansız gözleriyle parçalanmış boğazını, kadının kedi gözleri misali ışıldayan gözleri ve kanlı ağzıyla birlikte görmüştü. Kadının dudaklarından süzülen kanların elbisesine akıp kırmızı lekeler bırakmış o hali parmaklarıyla kabir tahtalarını kazarken elleri parçalanmış huzursuz ölülerin kefenlerini andırıyordu. İfadesiz zift karası gözleriyle Vedat’a bakarak çarpık çurpuk sivri dişlerini sırıtırcasına sergiledi.
DEVAM EDECEK

Mehmet Berk Yaltırık
29 Temmuz 2016 – Edirne

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder