(1890’lar…)
Müştemilatın tahta duvarları
arasından gelen rüzgârın uğultusu inilti sesi misali geceye karışmaktaydı.
Dışarıda fırtına yoksa da epey rüzgârlı bir hava vardı ve arada bahçedeki
ağaçların dalları mütevazı binanın camlarını tırmalıyordu. Köşede yanmakta olan
bir ufak sobanın deliğinden vuran ateşin loşluğu örtü gibi mekânın üzerine
örtülmüştü. Sobanın içinden gelen çıtırtıların ayak sesine benzerliği, duvar
dibindeki yataktan hallice döşeğinde uyumaya çalışan Bekir’in çoktan boş
verdiği bir ayrıntıydı, zira alışmıştı. Bir ara her gece sobadan gelen her çıtırtıyla
gözlerini açıyordu ama o huyunu da bırakmıştı. Nitekim Peymanzer geldiği vakit
kapıyı açıp da öyle süzülürdü yanına, kapıyı çalmazdı. O yüzden Bekir bilirdi
de müştemilatın kapısını geceleri kilitlemezdi. Kırda yazıda bu yere hırsız bir
yana eşkıya bile uğramadığından gerek de görmezdi. Tedbir cihetinden yastığının
altında tuttuğu Karadağ tabancası vardı, sonra memleketinden kalma bir âdeti;
ayak patırtısını tez işitirdi. Dağların nihayetinde bir köyden kalkıp şehre
gelmeden önce kan davası yüzünden yahut arada bir Şimali Arnavutluğa sarkan
Karadağ çetelerinden mülhem baskın beklemeyi, pusmayı, eşkıyalar kaçaklar gibi
yaşamayı öğrenmişti. Sülalesiyle şehre konduğunda kendisine bir kapı aramış,
sonunda bir paşa köşkünün bahçıvanlığına kapulanmıştı.
Ağaçların koruların ortasında kâgir
ve aşı boyalı paşa köşkünün hayli yürüme mesafesinde aşağıda bulunan, bahçe
duvarlarının bitimindeki kapının hemen önüne kondurulmuş müştemilatta
kalıyordu. Peymanzer -köşkün beslemelikten yetişme hizmetçilerindendi, gecenin
kör karanlığında o yolu tek başına iner çıkardı da bazı geceleri hem yüreği hem
döşeği bayram yerine dönerdi. Köşk tepeye doğru, müştemilat da hayli uzakta
kaldığından ses seda işitilmezdi. Peymanzer’in gülmesi, şarkılar okuması,
işveli sesleri duyulsa zaten köşkte o saat barındırılmazdı. Aylardır kimse bir
şey demediğinden Bekir, köşkün top patlasa duyulmaz bir uzaklıkta bulunduğuna
kanaat getirmişti de şükretmişti. Uzaklığa bu kadar şükretmesine değecek bir
başka husus ise köşke fazla yanaşmayacak olmasıydı. Bu ikinci şükrünü her
hatırladığında belli belirsiz ürperirdi.
Koca paşanın bu kadar paraya bir
adamı tutmasında bir yağlı kapıdan çok tuzak hissiyatı olmasının nedensiz
olmadığını düşünerek hayıflanırdı. Parası vardı, silahı vardı –ki geldiği yerde
namus yerine geçerdi, dolu kursağı, yatacak döşeği ve sarılacak kadını vardı.
Parasıyla haftada bir izin gününde Beyoğlu’na iner, çoğu belalı paşaların
beylerin kapısında, semtlerinde külhanilik eden kimseler olan memleketlileriyle
görüşür balozlara, tiyatrolara gider, kantolar seyrederdi. Ardından bazen
yeğenlerinden biri bazen kardeşleri aracılığıyla bir miktar parayı anasına ve
kardeşlerine gönderirdi, açta açıkta olmadıklarını bilirdi. Bahçıvanken
gezindiği sade kıyafetin –geldiği yerden cepken, pabuç bir de beyaz keleşa,
aksine, paşanın verdiği ilk parayla aldığı afilli kıyafetlerle inerdi
Beyoğlu’na.
Keyfi yerindeydi ama yine de içini
sıkıştıran, rahatsız eden bir şey vardı kendisini. Belli belirsiz rahatsız eden
bir histi. Köyündeki Deli Emina’nın gelişini haber veren çıngırak seslerini
duyup korkuyla kaçmasına neden olan, geceleri uyurken gelip boğazına
sarılacakmış gibi zannettiren, uykuyu piç eden, kelimenin tam anlamıyla
rahatsız edici, huzursuz edici o uğursuz histi. Köşke para almak için, öteberi
getirip götüren ayvazlara, hamallara nezaret etmek için, paşanın mabeyne
gideceği vakitlerde hazır bulunmak için her gidişinde ziyaret ederdi kendisine.
Todor’un meyhanesinde demlenirken zihninin en dumanlı anında bu sırrını bir
ahbabına ifşa ettiğinde tafsilata girmeden anlatmıştı meseleyi. Zira köşkün
tövbe estağfurullah “sahipli”, perili falan olduğunu düşünmüştü. “Ölüden değil, diriden korkarım more! Göze
görünmezden değil, görüneninden korkarım!” diyerek kestirip atmıştı.
Gözleri ağır ağır yeniden kapanırken
dışarıdan işittiği belli belirsiz bir sesle yerinden fırladı. Kulağına mı öyle
gelmişti acaba? Ne olup bittiğini anlamaya çalıştığı o melun vakitte tetikte
beklerken bu sefer sesi daha iyi duydu lakin tüyleri diken diken oldu.
Peymanzer’in sesine benziyordu. Gerçek mi değil mi diye kulaklarına itimadını
sorguladığı o anda Peymanzer’in sesi daha yakından duyulmaktaydı: “Bekir!”
Bekir adını duyar duymaz yerinden
doğrulamadan müştemilatın kapısı gürültüyle açıldı. Tahta kapı duvara çarpıp
kulak tırmalayan bir gıcırtıyla ileri geri sallanırken karanlıkta Peymanzer’in
terden sırılsıklam olup ay ışığında parıldayan saçlarını ve korkuyla bakan
gözlerini gördü. Dili damağına yapışmıştı endişeden, ağzını açıp bir şey
söyleyemedi. Peymanzer de göğsü korkudan inip kalkmaktayken güç bela
konuşabildi:
“Bekir!
Ayağının türabı olayım yetiş! Paşa aklını yitirdi!”
(2010’lar…)
Galatasaray Lisesi’nin önünden koşar
adım geçerken neredeyse tramvayın altında kalıyordu Kenan. Tramvay uyarı zilini
öttürerek uzaklaşırken arkasından okkalı bir küfür savurdu, lakin bulunduğu
muhitteki kalabalığın ekserisi genelde yabancı olduğundan tınısı hariç küfürden
hiçbir şey anlamadılar. Ne çok yaşlı denebilecek bir yaştaydı, ne de gençliğin
dibindeydi kimse dikkate almadı. Hollanda Konsolosluğu’na doğru koşturmaya
devam etti. Saçları yeniden uzama yolunda olup kesmeye hiç niyeti olmayan,
kirli sakallı, handiyse çöp gibi zayıftı. Ancak sinirli görüntüsü pek de rüzgâr
esse yıkılır intibaı uyandırmıyordu.
Bir ara önünden geçtiği mağazanın
camından kendi görüntüsüyle karşı karşıya kaldığında geçmişini anımsadı. Askere
alınmadan önceki halini anımsadı, sanki mağazanın camında eski uzun saçlarının
hayaletini görür gibi olmuştu.
Hepi topu bir yıl öncesiydi, o
vaziyette bu caddede yürümesi ama sanki asırlar geçmiş gibiydi. Oysa İstiklal
birkaç yer hariç hala aynıydı, askerden döneli bir haftalık süreçte görebildiği
tanıdıkları aynıydı. En yakın tek arkadaşı Vedat hariç. Vedat kısa sürede -o
asırlık askerlikte- almış yürümüştü. Aynı yerde çalışıyorlardı. Kendisi çalıştığı
mekanın müzik işlerini –dj’likten enstrüman icrasına kadar- hallederken Vedat
bodyguard’dı. Aynı mahallenin çocukları olup aynı kavgalı gürültülü yerde peyda
olmalarına rağmen Vedat hep farklı olmuştu. Hep bir adım öndeydi, kararları o
verirdi ama bu parlaklığı başarısından çok hırsından ileri gelirdi.
Mahallesindeki kocakarıların: “Hırs adamı
kurutur!” vecizesine rağmen Vedat hırsla yaşayan, onunla anlam bulan
biriydi ve bununla ilgili bir sıkıntı da yaşamıyordu. Çalıştıkları barın
netameli ve kaynağı meçhul paralı sahibinin yanında birkaç ayda bodyguardlıktan
çıkmış, sağ kolluğa dek oynamaya başlamıştı, iş bitiriciydi. Büyük paralar
kazanıyordu, nereden gelip nereye gittiği meçhul liralar akıyordu. Kenan hiç
sormazdı bunları. Ancak askerden döner dönmez kulağına çalınanlar ve Vedat’ın
kendisini acil olarak çalıştıkları bara çağırırken sesinden yayılan emredici
tını ister istemez merakını celp etmişti.
Asmalı Mescit’e gelmeden sokak
aralarına saparak yıllarını geçirdiği –öncesinde birkaç yer daha dolaşmıştı-
“Qasvet” adlı 90’ların sonunda 2000’lerin ortalarında takılıp kalmayı
başarabilmiş barın uzaktan aynı neon levhasını fark etti. Kapıda başka birinin
siyahlarla dikildiğini –Kenan’dan da Vedat’tan da iriydi- görünce Vedat’ın
çoktan badigardlıktan başka mecralara geçiş yaptığını anladı. Mekana girmek
istediği esnada –kendisine göre yeni-
bodyguard karşısına dikilince ters ters bakıp: “Vedat çağırdı beni”yi
savurdu yüzüne. Adam Vedat’ın adını duyunca önünden çekilip kendisine yol
verince, bir kere daha Vedat’ın ne hale geldiğini anlamıştı. İçeri girdiğinde
mekân boştu, Vedat barın önünde tabure üstüne tünemişti. Kafasını çevirip
kendisine döndüğünde onun “karanlıklar” içinden baktığını gördü zira belinde
tekinsizce parıldayan bir emanet sanki sırıtmaktaydı.
Vedat’ın tabureden fırlayıp “vay kardeşiml”li bir karşılama
sergilemesini bekledi ama onun yerine soğukça elini uzatıp: “Askerlik yaramış koçum!”la karşılaştı.
Nasıl olduğunu bilmiyordu ama birkaç ayda Vedat patronluğa fırlamış gibiydi.
Belindeki makinenin esbab-ı mucibesini de çözmüştü. Yalnız şunun şurasında
gelip geçen 12 ayda her şey nasıl da bu kadar değişebileceğini anlayamıyordu.
Vedat değişmiş olabilirdi ama Kenan hala aynıydı. Onda çelimsiz görünen lakin
her daim tetikte ve saldırgan adam halet-i ruhiyesi vardı ki sürekli tersti.
Birini terslemesi gerektiğinde bundan kaçınması gerektiğini düşünmezdi. Modern
görünümlü lakin her daim arka sokaklara çıkan “polis girmez”li mahalle mensubuydu, sadece şivesi ve görünümü
büyük şehre aitti. “Patron olmuşsun…”la
karşıladı Vedat’ı.
“Henüz
değil. Ama çok yakın. Sen de patron olucan…” dedi Vedat, suratında iş
bitirirken kullandığı meşum sırıtmalardan biri peyda olmuştu.
Ancak Kenan, pek sırıtmaya tav
olacak tıynette değildi: “Askerden
geldim, daha seni sormadan mevzun açıldı. Bodyguardlığı bırakmışsın falan
dediler, bir geldim kapıda başka adam, belde emanet, telefonda bir havalar…”
Vedat surat yapmadı, zira ölümüne
hırlaşsalar da mahalleden arkadaşlardı. Ancak o can sıkıcı iş bitirici eda bu
sefer sesindeydi: “İşleri büyüttük be kardeşim,
hep yerimizde sayacak değiliz ya?”
“On iki ay. Bir sene. Bir senede ne yaptın, n’oldu
ki?”
“Pek
bi’şey değişmedi. Her şey aynı. Bildiğin gibi çalışmaya devam ettim işte.”
“Patron
olmaktan bahsediyosun oğlum nasıl aynı? Sen de patron olacaksın falan diyosun.
Senin gibi siyahları çekip makineyle mi fink atacağım?”
“Yok
be kardeşim, değişen bi’şey yok. Sen aynı bildiğin işi yapacaksın. Telefonda
anlatamadım. Bar işine giriyoruz.” Kenan’ın manalı gözlerle bulundukları
barı işaret ettiğini çakan Vedat tafsilatına değindi: “Patron buranın işletmesini bana devretmişti zaten. Ama benim kafamda
başka şeyler var.”
“Başka
bi’yere mi taşıycaz?”
“Yo,
burası kalacak. Kalacak ama değişcek biraz. Nasıl desem, buralar çok 2000’ler
işi kalıyor anlıyo musun? Değişcek, başka bir mekân olacak, başka müşteri
kitlesine hizmet edicek. Bar falan çok gitmiyor buralara artık. Ancak biz
farklı bir bar konseptiyle, eğlence sektöründe hizmet vermeye devam edeceğiz.”
Konsept, sektör, kitle… Vedat bu
ağızları nereden kapmıştı? Hani her şey aynıydı? “Niye
be, nesi var Asmalı’nın her yeri bar?”
“Belediye
sıkıntı çıkarmıyor pek ama… Buralarda böyle yer kalmayacak artık. Yemekli falan
bir yer olacak burası, patronla karar verdik.” Vedat’ın
ağzından çıkan o son “-dik” sesinden otorite akıyordu. “Yine eğlenmek isteyenleri, farklı bir mekana çekeceğiz. Gelenler kısmen
kalburüstü kısmen orta halli kimseler olacak ama iyi para kırıp nam yapıcaz
kardeşim. Orman arazisine yakın, şahane bir mekan var. Sen de işin içindesin.”
“Beni
ne hemen sokuyorsun işin içine aga? Sermaye namına yirmi te le’m ya var ya yok,
onu da askerde verdilerdi en son.”
“Sen
zaten ortak olmayacaksın. Müziğini sanatını icra edeceksin, onda devam
edeceksin kardeşim. Ama benimlesin, bırakmam seni.”
Mevzu şimdi daha net
anlaşılmaktaydı. “Zaten ortak
olmayacaksın” tokadının ardından söyledikleriyle müzisyen işini ucuza
kapatmak niyetinde olduğunu çakmıştı. Şeytan, sinirle ardını dönüp gitmesini
söylese de çaresizlikten kıpırdayamadı Kenan. Nerede iş bulacaktı, Vedat
demiyor muydu hem buralar değişiyor diye, buralarda nasıl tutunacaktı? Zaten
askerden döner dönmez ayağının tozuyla gelmemiş miydi buraya?
Vedat sinir bozucu bir ifadeyle
omuzuna dokundu: “Ekibi yeniden
toparladım koçum. Bak Pelin de bizimle…”
Kenan’ın sesi soluğu bir anda
kesildi. Hayata karşı sürdürdüğü daimi atarı kesintiye uğramıştı. Beyni
uğuldarken Vedat konuşmaya devam ediyordu: “Henüz
isim bulamadık ama neyle tanıncağımızı biliyorum. Tepedeki bar diyecekler!”
DEVAM EDECEK
MBY-23 Ocak 2016 –
Edirne
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder