23 Ağustos 2017 Çarşamba

Tepedeki Bar-1. Kısım

(1890’lar…)
            Müştemilatın tahta duvarları arasından gelen rüzgârın uğultusu inilti sesi misali geceye karışmaktaydı. Dışarıda fırtına yoksa da epey rüzgârlı bir hava vardı ve arada bahçedeki ağaçların dalları mütevazı binanın camlarını tırmalıyordu. Köşede yanmakta olan bir ufak sobanın deliğinden vuran ateşin loşluğu örtü gibi mekânın üzerine örtülmüştü. Sobanın içinden gelen çıtırtıların ayak sesine benzerliği, duvar dibindeki yataktan hallice döşeğinde uyumaya çalışan Bekir’in çoktan boş verdiği bir ayrıntıydı, zira alışmıştı. Bir ara her gece sobadan gelen her çıtırtıyla gözlerini açıyordu ama o huyunu da bırakmıştı. Nitekim Peymanzer geldiği vakit kapıyı açıp da öyle süzülürdü yanına, kapıyı çalmazdı. O yüzden Bekir bilirdi de müştemilatın kapısını geceleri kilitlemezdi. Kırda yazıda bu yere hırsız bir yana eşkıya bile uğramadığından gerek de görmezdi. Tedbir cihetinden yastığının altında tuttuğu Karadağ tabancası vardı, sonra memleketinden kalma bir âdeti; ayak patırtısını tez işitirdi. Dağların nihayetinde bir köyden kalkıp şehre gelmeden önce kan davası yüzünden yahut arada bir Şimali Arnavutluğa sarkan Karadağ çetelerinden mülhem baskın beklemeyi, pusmayı, eşkıyalar kaçaklar gibi yaşamayı öğrenmişti. Sülalesiyle şehre konduğunda kendisine bir kapı aramış, sonunda bir paşa köşkünün bahçıvanlığına kapulanmıştı.
            Ağaçların koruların ortasında kâgir ve aşı boyalı paşa köşkünün hayli yürüme mesafesinde aşağıda bulunan, bahçe duvarlarının bitimindeki kapının hemen önüne kondurulmuş müştemilatta kalıyordu. Peymanzer -köşkün beslemelikten yetişme hizmetçilerindendi, gecenin kör karanlığında o yolu tek başına iner çıkardı da bazı geceleri hem yüreği hem döşeği bayram yerine dönerdi. Köşk tepeye doğru, müştemilat da hayli uzakta kaldığından ses seda işitilmezdi. Peymanzer’in gülmesi, şarkılar okuması, işveli sesleri duyulsa zaten köşkte o saat barındırılmazdı. Aylardır kimse bir şey demediğinden Bekir, köşkün top patlasa duyulmaz bir uzaklıkta bulunduğuna kanaat getirmişti de şükretmişti. Uzaklığa bu kadar şükretmesine değecek bir başka husus ise köşke fazla yanaşmayacak olmasıydı. Bu ikinci şükrünü her hatırladığında belli belirsiz ürperirdi.
            Koca paşanın bu kadar paraya bir adamı tutmasında bir yağlı kapıdan çok tuzak hissiyatı olmasının nedensiz olmadığını düşünerek hayıflanırdı. Parası vardı, silahı vardı –ki geldiği yerde namus yerine geçerdi, dolu kursağı, yatacak döşeği ve sarılacak kadını vardı. Parasıyla haftada bir izin gününde Beyoğlu’na iner, çoğu belalı paşaların beylerin kapısında, semtlerinde külhanilik eden kimseler olan memleketlileriyle görüşür balozlara, tiyatrolara gider, kantolar seyrederdi. Ardından bazen yeğenlerinden biri bazen kardeşleri aracılığıyla bir miktar parayı anasına ve kardeşlerine gönderirdi, açta açıkta olmadıklarını bilirdi. Bahçıvanken gezindiği sade kıyafetin –geldiği yerden cepken, pabuç bir de beyaz keleşa, aksine, paşanın verdiği ilk parayla aldığı afilli kıyafetlerle inerdi Beyoğlu’na.
            Keyfi yerindeydi ama yine de içini sıkıştıran, rahatsız eden bir şey vardı kendisini. Belli belirsiz rahatsız eden bir histi. Köyündeki Deli Emina’nın gelişini haber veren çıngırak seslerini duyup korkuyla kaçmasına neden olan, geceleri uyurken gelip boğazına sarılacakmış gibi zannettiren, uykuyu piç eden, kelimenin tam anlamıyla rahatsız edici, huzursuz edici o uğursuz histi. Köşke para almak için, öteberi getirip götüren ayvazlara, hamallara nezaret etmek için, paşanın mabeyne gideceği vakitlerde hazır bulunmak için her gidişinde ziyaret ederdi kendisine. Todor’un meyhanesinde demlenirken zihninin en dumanlı anında bu sırrını bir ahbabına ifşa ettiğinde tafsilata girmeden anlatmıştı meseleyi. Zira köşkün tövbe estağfurullah “sahipli”, perili falan olduğunu düşünmüştü. “Ölüden değil, diriden korkarım more! Göze görünmezden değil, görüneninden korkarım!” diyerek kestirip atmıştı.
            Gözleri ağır ağır yeniden kapanırken dışarıdan işittiği belli belirsiz bir sesle yerinden fırladı. Kulağına mı öyle gelmişti acaba? Ne olup bittiğini anlamaya çalıştığı o melun vakitte tetikte beklerken bu sefer sesi daha iyi duydu lakin tüyleri diken diken oldu. Peymanzer’in sesine benziyordu. Gerçek mi değil mi diye kulaklarına itimadını sorguladığı o anda Peymanzer’in sesi daha yakından duyulmaktaydı: “Bekir!”
            Bekir adını duyar duymaz yerinden doğrulamadan müştemilatın kapısı gürültüyle açıldı. Tahta kapı duvara çarpıp kulak tırmalayan bir gıcırtıyla ileri geri sallanırken karanlıkta Peymanzer’in terden sırılsıklam olup ay ışığında parıldayan saçlarını ve korkuyla bakan gözlerini gördü. Dili damağına yapışmıştı endişeden, ağzını açıp bir şey söyleyemedi. Peymanzer de göğsü korkudan inip kalkmaktayken güç bela konuşabildi:
            “Bekir! Ayağının türabı olayım yetiş! Paşa aklını yitirdi!”
(2010’lar…)
            Galatasaray Lisesi’nin önünden koşar adım geçerken neredeyse tramvayın altında kalıyordu Kenan. Tramvay uyarı zilini öttürerek uzaklaşırken arkasından okkalı bir küfür savurdu, lakin bulunduğu muhitteki kalabalığın ekserisi genelde yabancı olduğundan tınısı hariç küfürden hiçbir şey anlamadılar. Ne çok yaşlı denebilecek bir yaştaydı, ne de gençliğin dibindeydi kimse dikkate almadı. Hollanda Konsolosluğu’na doğru koşturmaya devam etti. Saçları yeniden uzama yolunda olup kesmeye hiç niyeti olmayan, kirli sakallı, handiyse çöp gibi zayıftı. Ancak sinirli görüntüsü pek de rüzgâr esse yıkılır intibaı uyandırmıyordu.
            Bir ara önünden geçtiği mağazanın camından kendi görüntüsüyle karşı karşıya kaldığında geçmişini anımsadı. Askere alınmadan önceki halini anımsadı, sanki mağazanın camında eski uzun saçlarının hayaletini görür gibi olmuştu.
            Hepi topu bir yıl öncesiydi, o vaziyette bu caddede yürümesi ama sanki asırlar geçmiş gibiydi. Oysa İstiklal birkaç yer hariç hala aynıydı, askerden döneli bir haftalık süreçte görebildiği tanıdıkları aynıydı. En yakın tek arkadaşı Vedat hariç. Vedat kısa sürede -o asırlık askerlikte- almış yürümüştü. Aynı yerde çalışıyorlardı. Kendisi çalıştığı mekanın müzik işlerini –dj’likten enstrüman icrasına kadar- hallederken Vedat bodyguard’dı. Aynı mahallenin çocukları olup aynı kavgalı gürültülü yerde peyda olmalarına rağmen Vedat hep farklı olmuştu. Hep bir adım öndeydi, kararları o verirdi ama bu parlaklığı başarısından çok hırsından ileri gelirdi. Mahallesindeki kocakarıların: “Hırs adamı kurutur!” vecizesine rağmen Vedat hırsla yaşayan, onunla anlam bulan biriydi ve bununla ilgili bir sıkıntı da yaşamıyordu. Çalıştıkları barın netameli ve kaynağı meçhul paralı sahibinin yanında birkaç ayda bodyguardlıktan çıkmış, sağ kolluğa dek oynamaya başlamıştı, iş bitiriciydi. Büyük paralar kazanıyordu, nereden gelip nereye gittiği meçhul liralar akıyordu. Kenan hiç sormazdı bunları. Ancak askerden döner dönmez kulağına çalınanlar ve Vedat’ın kendisini acil olarak çalıştıkları bara çağırırken sesinden yayılan emredici tını ister istemez merakını celp etmişti.
            Asmalı Mescit’e gelmeden sokak aralarına saparak yıllarını geçirdiği –öncesinde birkaç yer daha dolaşmıştı- “Qasvet” adlı 90’ların sonunda 2000’lerin ortalarında takılıp kalmayı başarabilmiş barın uzaktan aynı neon levhasını fark etti. Kapıda başka birinin siyahlarla dikildiğini –Kenan’dan da Vedat’tan da iriydi- görünce Vedat’ın çoktan badigardlıktan başka mecralara geçiş yaptığını anladı. Mekana girmek istediği esnada –kendisine göre yeni-  bodyguard karşısına dikilince ters ters bakıp: “Vedat çağırdı beni”yi savurdu yüzüne. Adam Vedat’ın adını duyunca önünden çekilip kendisine yol verince, bir kere daha Vedat’ın ne hale geldiğini anlamıştı. İçeri girdiğinde mekân boştu, Vedat barın önünde tabure üstüne tünemişti. Kafasını çevirip kendisine döndüğünde onun “karanlıklar” içinden baktığını gördü zira belinde tekinsizce parıldayan bir emanet sanki sırıtmaktaydı.
            Vedat’ın tabureden fırlayıp “vay kardeşiml”li bir karşılama sergilemesini bekledi ama onun yerine soğukça elini uzatıp: “Askerlik yaramış koçum!”la karşılaştı. Nasıl olduğunu bilmiyordu ama birkaç ayda Vedat patronluğa fırlamış gibiydi. Belindeki makinenin esbab-ı mucibesini de çözmüştü. Yalnız şunun şurasında gelip geçen 12 ayda her şey nasıl da bu kadar değişebileceğini anlayamıyordu. Vedat değişmiş olabilirdi ama Kenan hala aynıydı. Onda çelimsiz görünen lakin her daim tetikte ve saldırgan adam halet-i ruhiyesi vardı ki sürekli tersti. Birini terslemesi gerektiğinde bundan kaçınması gerektiğini düşünmezdi. Modern görünümlü lakin her daim arka sokaklara çıkan “polis girmez”li mahalle mensubuydu, sadece şivesi ve görünümü büyük şehre aitti. “Patron olmuşsun…”la karşıladı Vedat’ı.
            “Henüz değil. Ama çok yakın. Sen de patron olucan…” dedi Vedat, suratında iş bitirirken kullandığı meşum sırıtmalardan biri peyda olmuştu.
            Ancak Kenan, pek sırıtmaya tav olacak tıynette değildi: “Askerden geldim, daha seni sormadan mevzun açıldı. Bodyguardlığı bırakmışsın falan dediler, bir geldim kapıda başka adam, belde emanet, telefonda bir havalar…”
            Vedat surat yapmadı, zira ölümüne hırlaşsalar da mahalleden arkadaşlardı. Ancak o can sıkıcı iş bitirici eda bu sefer sesindeydi: “İşleri büyüttük be kardeşim, hep yerimizde sayacak değiliz ya?”
             “On iki ay. Bir sene. Bir senede ne yaptın, n’oldu ki?”
            “Pek bi’şey değişmedi. Her şey aynı. Bildiğin gibi çalışmaya devam ettim işte.”
            “Patron olmaktan bahsediyosun oğlum nasıl aynı? Sen de patron olacaksın falan diyosun. Senin gibi siyahları çekip makineyle mi fink atacağım?”
            “Yok be kardeşim, değişen bi’şey yok. Sen aynı bildiğin işi yapacaksın. Telefonda anlatamadım. Bar işine giriyoruz.” Kenan’ın manalı gözlerle bulundukları barı işaret ettiğini çakan Vedat tafsilatına değindi: “Patron buranın işletmesini bana devretmişti zaten. Ama benim kafamda başka şeyler var.”
            “Başka bi’yere mi taşıycaz?”
            “Yo, burası kalacak. Kalacak ama değişcek biraz. Nasıl desem, buralar çok 2000’ler işi kalıyor anlıyo musun? Değişcek, başka bir mekân olacak, başka müşteri kitlesine hizmet edicek. Bar falan çok gitmiyor buralara artık. Ancak biz farklı bir bar konseptiyle, eğlence sektöründe hizmet vermeye devam edeceğiz.”
            Konsept, sektör, kitle… Vedat bu ağızları nereden kapmıştı? Hani her şey aynıydı?  “Niye be, nesi var Asmalı’nın her yeri bar?”
            “Belediye sıkıntı çıkarmıyor pek ama… Buralarda böyle yer kalmayacak artık. Yemekli falan bir yer olacak burası, patronla karar verdik.” Vedat’ın ağzından çıkan o son “-dik” sesinden otorite akıyordu. “Yine eğlenmek isteyenleri, farklı bir mekana çekeceğiz. Gelenler kısmen kalburüstü kısmen orta halli kimseler olacak ama iyi para kırıp nam yapıcaz kardeşim. Orman arazisine yakın, şahane bir mekan var. Sen de işin içindesin.”
            “Beni ne hemen sokuyorsun işin içine aga? Sermaye namına yirmi te le’m ya var ya yok, onu da askerde verdilerdi en son.”
            “Sen zaten ortak olmayacaksın. Müziğini sanatını icra edeceksin, onda devam edeceksin kardeşim. Ama benimlesin, bırakmam seni.”
            Mevzu şimdi daha net anlaşılmaktaydı. “Zaten ortak olmayacaksın” tokadının ardından söyledikleriyle müzisyen işini ucuza kapatmak niyetinde olduğunu çakmıştı. Şeytan, sinirle ardını dönüp gitmesini söylese de çaresizlikten kıpırdayamadı Kenan. Nerede iş bulacaktı, Vedat demiyor muydu hem buralar değişiyor diye, buralarda nasıl tutunacaktı? Zaten askerden döner dönmez ayağının tozuyla gelmemiş miydi buraya?
            Vedat sinir bozucu bir ifadeyle omuzuna dokundu: “Ekibi yeniden toparladım koçum. Bak Pelin de bizimle…”
            Kenan’ın sesi soluğu bir anda kesildi. Hayata karşı sürdürdüğü daimi atarı kesintiye uğramıştı. Beyni uğuldarken Vedat konuşmaya devam ediyordu: “Henüz isim bulamadık ama neyle tanıncağımızı biliyorum. Tepedeki bar diyecekler!”
DEVAM EDECEK
MBY-23 Ocak 2016 – Edirne

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder