(1890’lar…)
Bekir’in karyolaya bağlı olarak
gördüğü şey devasız ve çaresiz yatan zavallı bir kızcağıza aitti. Yahut bir
zamanlar öyleydi. Artık nasıl bir musibete uğramışsa insan olduğuna dair yegâne
emare vücudunun biçimiydi. Derisi soluklaşmış, ağzı yüzü eğrilmiş, elleri ve
ayakları ters dönmüş, gözlerinin feri gitmişti. Pençesine düştüğü illet
yüzünden ruhu da sureti gibi kararmış, aklını dahi yitirmiş kızcağız bağlı
olduğu iplere asılarak avaz avaz bağırıyor, etrafına ağza alınmaz küfürler
saçıyor, beddualar okuyordu. Bekir yatakta yatan heyulayı görmeye daha fazla
dayanamayıp çocukluğunun korkulu düşlerini anımsayarak odadan gerisingeri
çıkmıştı. Muhittin Paşa odanın kapısını kapatıp yanına geldiğinde el pençe
divan durarak: “Sırrın sırrımdır lakin
bakamadım gözlerine more! Ne felakettır bu?” deyivermişti.
Muhittin Paşa kızmamış, kızamamıştı.
Kızının illetini sırrını korkusuna rağmen korumaya namzet bu gence dili
döndüğünce anlatmıştı kapının eşiğinde: “Bir
vakitler Babıali’nin istikbali parlak paşa namzetlerindendim. Padişahımız
efendimizin kapusuna yürekli bilekli kimseleri doldurmaya başladığı senelerin
başlarıydı. Ardımda daima memleketimden, o taraflardan gelme aba zıpkalı Laz ve
Çepni uşakları gezerdi. Göğsü madalyalı kabadayı takımına dâhil olmuştum ancak edilmemesi
gereken bir iş ettim. Kapumda kimse kalmadı, bu dağ başındaki köşk kapandım
kaldım. Kızıma musallat olan şey yüzündendi hepsi!”
Bekir çekine çekine sordu: “Bulamadınız mi bir deva begım?”
Koca paşa azametine rağmen keder ve
elemden yorgun düşmüştü: “Aramadım mı
zannedersin? Sulukule’nin falcı karılarından Taşkasap’ın kurşuncularına,
Aksaray’ın hoca takımından Galata’nın Frenk cadılarına! Her biri de tek devası
vardır ölümdür dedi. Ancak sen canına kıyabilirsin kızının dediler, bu derdin
çaresi yokmuş.”
“Hangi
cinın şeytanın eseridır more?”
“Sultan Hamid’in emriyle Bükreş
sefarethanesini ziyarete gittiğimde geldi buldu bizi. Kızıma geceleri yanaşmış,
adım adım hem ruhunu hem canını tüketmiş. Kızımı neticede yataklara düşüren,
böyle deli gibi bağlatan şey oranın itikatınca bir musibetmiş. Sıtrigoy
dediler…”
Bekir yutkunmuştu
zira Paşa’nın telaffuz ettiği kelime ona çocukluğunda dinlediği efsaneleri
söylenceleri hatırlatmıştı. Özellikle aşina olduğu bir kelimeyi:
“Bilırım
paşa hazretlerı. İçer ademoglinin havvakızinin kanıni. Çürıtır hem ruhini hem
bedenıni!”
“Dağlı bir Arnavut strigoy’u nereden
bilebilir?”
“Bizım oralarda derler o dedıgıne
şıtriga begım! Aynidır. Bize derlerdı, daglarimızdan ta Tuna yalısina dek kanat
çırpar imış! Demedıler mi sana bunin çaresıni? Bu hale koyani bulup vurasın
kazıgi, kesesın kafasıni, yakasın yüregıni küllerıni içıresın kızçene?”
“Musibeti ele geçirmek nâmümkün
olmasa öyle edecektik, orada söylediler. Lakin olmadı. Kızımı öldü sanıp
defnettik geri geldi sırtında kefenle. Kan somurmasın diye ahaliye tasallut
olmasın diye bağladık böyle. Öldürmeye elim de varmadı, bu da benim ömürlük
çilemdir, sırrımdır! O kan içmedikçe bu hale geldi!”
Bekir, peşinde Peymanzer olduğu
halde köşkün kapısına varan dek işte bunları hatırlamıştı. Açık haldeki köşk
kapısından geçtiğinde hizmetçilerin ellerindeki kandillerle aydınlanan salonda,
Paşa’nın birkaç hizmetiyle iplerinden kurtulmuş kızını ellerinden ve
ayaklarından bağlamakta olduğunu gördü.
Paşa güç bela başını kaldırıp kan
ter içerisinde Bekir’e seslendi: “Öldürmeye elim varmıyor ancak artık iple
urganla da zapt edemeyiz! Köşkün mahzenine taşıyoruz, her şeyi hazırlattım!”
(2010’lar…)
Vedat’ın kallavi cipi trafiği geride
bırakıp şehrin sessizleşen ve metropol yayılmasına rağmen korularının hala
varlığını sürdürebildiği kısımlarına saptı. Bir süredir kimse konuşmuyordu.
Pelin’in arabanın camındaki yansımasını gören Kenan bir müddet seyretti. Sonra
yansıma üzerinden göz göze gelince gözlerini başka tarafa çevirdi. O anda fark
etmişti muazzam bir koruya denk geldiklerini.
“İstanbul’da böyle yerler mi
varmış?”
Vedat kafasını salladı: “Kalmış
demek.”
“Buralara insan gelir mi dersin?”
“Mekân dolup taşacak gör sen. Talih
kuşu kondu başımıza!”
Bir ara orman içinden kıvrıla
kıvrıla bir tepeye tırmanmaya başladılar. Demir parmaklıkları çoktan sökülmüş
ancak duvarları kalmış bir bahçe kapısından ve yarısı yıkık kagir, tek katlı,
ancak duvarları kalmış bir ev kalıntısının yanından geçip bu sefer daha alçak
bir tepeyi tırmanmaya başladılar. Cip üç-dört katlı ve oldukça heybetli görünen
bir köşkün önüne geldiği zaman Kenan yapıyı hayretle seyretmeye koyuldu. Bir
yandan da içinden Vedat’ın talihine küfürler yağdırıyordu.
Cipten inen Vedat bazı odalarda
ışıklar yanan ve dış cephesi yeni gibi duran köşkü göstererek malını övmeye
başladı: “Masraflı oldu ama hem içi hem
dışı halloldu. Yeni gibi oldu. Bir tek dış kapı kaldı oraya da bir sistem
kurulacak, o yıkık ev güvenlik kulübesi olacak. Köşkün arka tarafı düzlük hem
de geniş, kısmen açık hava konserlerine falan da müsait.”
Bütün bu bilgi akışına rağmen
Kenan’ın merak ettiği tek bir husus vardı: “Daha
önce gördün mü burayı Pelin?” Pelin arabadan iner inmez böyle bir soruyla
karşılaşınca afalladı. Ne söyleyeceğini bilememiş gibi bir süre Kenan’a baktı,
sonra: “Tadilattayken gezmiştik öyle…”
deyiverdi. Cümledeki birliktelik hali Kenan’ın huzurunu büsbütün kaçırmıştı.
Köşkün açık kapısından tıpkı
Vedat’ın badigard olduğu dönemlerdeki gibi giyinmiş dazlak, sakallı bir adam
çıkageldi: “Abi hoş geldin. Haber
vermedin, bir durum mu oldu?”
Vedat yine Kenan’ın canını sıkan
patron tınısıyla karşılık verdi: “Yok
bi’şey koçum mekânı gösteriyorum ortaklarıma. N’aptın işçiler meselesini?”
“Hallettim
abi. Mızıldanıyorlardı, paralarını alıp gittiler.”
“Yine aynı mesele mi?”
“Aynı abi. İşin ilginci artık
adamlardan duya duya bende de huy mu yaptı nedir benim de kulağıma geliyor o sesler
sanki?”
“Sıçtırtmayın lan kulağınıza! Laf
çıkaracaksınız gelmeyecek millet ondan sonra…”
“Abi müzik falan olacağından sıkıntı
olmaz bence…”
Kenan mevzudan kıllanmıştı: “Ne sesiymiş o?”
Vedat yine patron tınısıyla
konuşuyordu: “Ya işte güya ağlama sesi
falan duyuyorlarmış, birisi “çıkarın beni” diyormuş bilmem ne. Eski köşk olunca
cin peri ayağına korkutmuşlar kendi kendilerini…”
Dazlak badigard söze girdi: “Abi ben sordurdum bu civarda hakikaten
olmuş bir şeyler yalnız.”
Vedat: “Ne civarı lan? İnsan mı yaşıyormuş burada?”
Badigard: “Köy gibi bir şey abi, yirmi ev falan var tekel var. Yaşlılar maşlılar
yaşıyor.”
Kenan kendini tutamadı: “Ulan duyardım da inanmazdım İstanbul’da köy
kalmış demek…”
Vedat kafasını kaşıdı: “Köy? Haa… Şu yolun öte tarafında. Yakın
sayılır, yürüme mesafesinde. Ne anlatıyorlarmış?”
Badigard: “Bu civarda dolanmamaları için anneleri babaları büyükleri falan
kızarmış hep. Köşkte oturan görmemişler hiç ama yakınlaşıp sesleri duyanlar
olmuş. Bir paşanınmış burası güya ama ne kadar doğru bilmiyorum anlattılar
öyle. Ben de duydum yalan yok…”
Vedat: “Lan oğlum içkili falan olmayasın?”
Badigard: “Abi işçiler hep ayıktı ama?”
Kenan: “Binanın su borularını yeniletebildiniz mi?”
Vedat bir anda şaşırıp Kenan’a
döndü: “Ne alaka şimdi?”
Kenan: “Askerde bizim yatakhanenin arka kısmında nöbet tutmak gerekiyordu ama
tırsıyordu millet. Ses mes geliyordu. Ben de birkaç kere denk gelip inceden
tırsmıştım. Sonra komutanlar emretti boruları değiştirdiler ses falan kalmadı…”
Vedat kafasını salladı hızlıca: “He lan, borudandır o. Belli yerleri
yeniledik ama belki eski borulardır sorarım içmimara. Ayrıca elalemin yanında
bu ses mes geyiğini açıp laf çıkarmayın affetmem!”
Devam Edecek
Mehmet
Berk Yaltırık
28
Nisan 2016 – Edirne
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder