23 Ağustos 2017 Çarşamba

Tepedeki Bar-4. Kısım

(1890’lar…)
            Bekir’in karyolaya bağlı olarak gördüğü şey devasız ve çaresiz yatan zavallı bir kızcağıza aitti. Yahut bir zamanlar öyleydi. Artık nasıl bir musibete uğramışsa insan olduğuna dair yegâne emare vücudunun biçimiydi. Derisi soluklaşmış, ağzı yüzü eğrilmiş, elleri ve ayakları ters dönmüş, gözlerinin feri gitmişti. Pençesine düştüğü illet yüzünden ruhu da sureti gibi kararmış, aklını dahi yitirmiş kızcağız bağlı olduğu iplere asılarak avaz avaz bağırıyor, etrafına ağza alınmaz küfürler saçıyor, beddualar okuyordu. Bekir yatakta yatan heyulayı görmeye daha fazla dayanamayıp çocukluğunun korkulu düşlerini anımsayarak odadan gerisingeri çıkmıştı. Muhittin Paşa odanın kapısını kapatıp yanına geldiğinde el pençe divan durarak: “Sırrın sırrımdır lakin bakamadım gözlerine more! Ne felakettır bu?” deyivermişti.
            Muhittin Paşa kızmamış, kızamamıştı. Kızının illetini sırrını korkusuna rağmen korumaya namzet bu gence dili döndüğünce anlatmıştı kapının eşiğinde: “Bir vakitler Babıali’nin istikbali parlak paşa namzetlerindendim. Padişahımız efendimizin kapusuna yürekli bilekli kimseleri doldurmaya başladığı senelerin başlarıydı. Ardımda daima memleketimden, o taraflardan gelme aba zıpkalı Laz ve Çepni uşakları gezerdi. Göğsü madalyalı kabadayı takımına dâhil olmuştum ancak edilmemesi gereken bir iş ettim. Kapumda kimse kalmadı, bu dağ başındaki köşk kapandım kaldım. Kızıma musallat olan şey yüzündendi hepsi!”
            Bekir çekine çekine sordu: “Bulamadınız mi bir deva begım?”
            Koca paşa azametine rağmen keder ve elemden yorgun düşmüştü: “Aramadım mı zannedersin? Sulukule’nin falcı karılarından Taşkasap’ın kurşuncularına, Aksaray’ın hoca takımından Galata’nın Frenk cadılarına! Her biri de tek devası vardır ölümdür dedi. Ancak sen canına kıyabilirsin kızının dediler, bu derdin çaresi yokmuş.”
            “Hangi cinın şeytanın eseridır more?”
            “Sultan Hamid’in emriyle Bükreş sefarethanesini ziyarete gittiğimde geldi buldu bizi. Kızıma geceleri yanaşmış, adım adım hem ruhunu hem canını tüketmiş. Kızımı neticede yataklara düşüren, böyle deli gibi bağlatan şey oranın itikatınca bir musibetmiş. Sıtrigoy dediler…”
            Bekir yutkunmuştu zira Paşa’nın telaffuz ettiği kelime ona çocukluğunda dinlediği efsaneleri söylenceleri hatırlatmıştı. Özellikle aşina olduğu bir kelimeyi:
            “Bilırım paşa hazretlerı. İçer ademoglinin havvakızinin kanıni. Çürıtır hem ruhini hem bedenıni!”
            “Dağlı bir Arnavut strigoy’u nereden bilebilir?”
            “Bizım oralarda derler o dedıgıne şıtriga begım! Aynidır. Bize derlerdı, daglarimızdan ta Tuna yalısina dek kanat çırpar imış! Demedıler mi sana bunin çaresıni? Bu hale koyani bulup vurasın kazıgi, kesesın kafasıni, yakasın yüregıni küllerıni içıresın kızçene?”
            “Musibeti ele geçirmek nâmümkün olmasa öyle edecektik, orada söylediler. Lakin olmadı. Kızımı öldü sanıp defnettik geri geldi sırtında kefenle. Kan somurmasın diye ahaliye tasallut olmasın diye bağladık böyle. Öldürmeye elim de varmadı, bu da benim ömürlük çilemdir, sırrımdır! O kan içmedikçe bu hale geldi!”
            Bekir, peşinde Peymanzer olduğu halde köşkün kapısına varan dek işte bunları hatırlamıştı. Açık haldeki köşk kapısından geçtiğinde hizmetçilerin ellerindeki kandillerle aydınlanan salonda, Paşa’nın birkaç hizmetiyle iplerinden kurtulmuş kızını ellerinden ve ayaklarından bağlamakta olduğunu gördü.
            Paşa güç bela başını kaldırıp kan ter içerisinde Bekir’e seslendi: “Öldürmeye elim varmıyor ancak artık iple urganla da zapt edemeyiz! Köşkün mahzenine taşıyoruz, her şeyi hazırlattım!”
(2010’lar…)
            Vedat’ın kallavi cipi trafiği geride bırakıp şehrin sessizleşen ve metropol yayılmasına rağmen korularının hala varlığını sürdürebildiği kısımlarına saptı. Bir süredir kimse konuşmuyordu. Pelin’in arabanın camındaki yansımasını gören Kenan bir müddet seyretti. Sonra yansıma üzerinden göz göze gelince gözlerini başka tarafa çevirdi. O anda fark etmişti muazzam bir koruya denk geldiklerini.
            “İstanbul’da böyle yerler mi varmış?”
            Vedat kafasını salladı: “Kalmış demek.”
            “Buralara insan gelir mi dersin?”
            “Mekân dolup taşacak gör sen. Talih kuşu kondu başımıza!”
            Bir ara orman içinden kıvrıla kıvrıla bir tepeye tırmanmaya başladılar. Demir parmaklıkları çoktan sökülmüş ancak duvarları kalmış bir bahçe kapısından ve yarısı yıkık kagir, tek katlı, ancak duvarları kalmış bir ev kalıntısının yanından geçip bu sefer daha alçak bir tepeyi tırmanmaya başladılar. Cip üç-dört katlı ve oldukça heybetli görünen bir köşkün önüne geldiği zaman Kenan yapıyı hayretle seyretmeye koyuldu. Bir yandan da içinden Vedat’ın talihine küfürler yağdırıyordu.
            Cipten inen Vedat bazı odalarda ışıklar yanan ve dış cephesi yeni gibi duran köşkü göstererek malını övmeye başladı: “Masraflı oldu ama hem içi hem dışı halloldu. Yeni gibi oldu. Bir tek dış kapı kaldı oraya da bir sistem kurulacak, o yıkık ev güvenlik kulübesi olacak. Köşkün arka tarafı düzlük hem de geniş, kısmen açık hava konserlerine falan da müsait.”
            Bütün bu bilgi akışına rağmen Kenan’ın merak ettiği tek bir husus vardı: “Daha önce gördün mü burayı Pelin?” Pelin arabadan iner inmez böyle bir soruyla karşılaşınca afalladı. Ne söyleyeceğini bilememiş gibi bir süre Kenan’a baktı, sonra: “Tadilattayken gezmiştik öyle…” deyiverdi. Cümledeki birliktelik hali Kenan’ın huzurunu büsbütün kaçırmıştı.
            Köşkün açık kapısından tıpkı Vedat’ın badigard olduğu dönemlerdeki gibi giyinmiş dazlak, sakallı bir adam çıkageldi: “Abi hoş geldin. Haber vermedin, bir durum mu oldu?”
            Vedat yine Kenan’ın canını sıkan patron tınısıyla karşılık verdi: “Yok bi’şey koçum mekânı gösteriyorum ortaklarıma. N’aptın işçiler meselesini?”
            “Hallettim abi. Mızıldanıyorlardı, paralarını alıp gittiler.”
            “Yine aynı mesele mi?”
            “Aynı abi. İşin ilginci artık adamlardan duya duya bende de huy mu yaptı nedir benim de kulağıma geliyor o sesler sanki?”
            “Sıçtırtmayın lan kulağınıza! Laf çıkaracaksınız gelmeyecek millet ondan sonra…”
            “Abi müzik falan olacağından sıkıntı olmaz bence…”
            Kenan mevzudan kıllanmıştı: “Ne sesiymiş o?”

            Vedat yine patron tınısıyla konuşuyordu: “Ya işte güya ağlama sesi falan duyuyorlarmış, birisi “çıkarın beni” diyormuş bilmem ne. Eski köşk olunca cin peri ayağına korkutmuşlar kendi kendilerini…”
            Dazlak badigard söze girdi: “Abi ben sordurdum bu civarda hakikaten olmuş bir şeyler yalnız.”
            Vedat: “Ne civarı lan? İnsan mı yaşıyormuş burada?”
            Badigard: “Köy gibi bir şey abi, yirmi ev falan var tekel var. Yaşlılar maşlılar yaşıyor.”
            Kenan kendini tutamadı: “Ulan duyardım da inanmazdım İstanbul’da köy kalmış demek…”
            Vedat kafasını kaşıdı: “Köy? Haa… Şu yolun öte tarafında. Yakın sayılır, yürüme mesafesinde. Ne anlatıyorlarmış?”
            Badigard: “Bu civarda dolanmamaları için anneleri babaları büyükleri falan kızarmış hep. Köşkte oturan görmemişler hiç ama yakınlaşıp sesleri duyanlar olmuş. Bir paşanınmış burası güya ama ne kadar doğru bilmiyorum anlattılar öyle. Ben de duydum yalan yok…”
            Vedat: “Lan oğlum içkili falan olmayasın?”
            Badigard: “Abi işçiler hep ayıktı ama?”
            Kenan: “Binanın su borularını yeniletebildiniz mi?”
            Vedat bir anda şaşırıp Kenan’a döndü: “Ne alaka şimdi?”
            Kenan: “Askerde bizim yatakhanenin arka kısmında nöbet tutmak gerekiyordu ama tırsıyordu millet. Ses mes geliyordu. Ben de birkaç kere denk gelip inceden tırsmıştım. Sonra komutanlar emretti boruları değiştirdiler ses falan kalmadı…”
            Vedat kafasını salladı hızlıca: “He lan, borudandır o. Belli yerleri yeniledik ama belki eski borulardır sorarım içmimara. Ayrıca elalemin yanında bu ses mes geyiğini açıp laf çıkarmayın affetmem!”
Devam Edecek
Mehmet Berk Yaltırık

28 Nisan 2016 – Edirne

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder