28 Şubat 2019 Perşembe

Varkolakların Gecesi-Bölüm 16


Apartmanın girişine kendini adeta savuran Muzaffer, basamakları hızla aşıp kapıya ulaştı. Aceleyle ceplerine bakınıp anahtarlarını yanına alıp almadığı konusunda kararsız kaldı. Anahtarlık halkalarından birini parmağına geçirirken cebine atmış olduğuna dua etti. Anahtarı deliğe sokup kapıyı açarken bir an netameli bir izleniyormuş hissine kapıldı. Apartmana da girmeden önce merdivenlerden birkaç adım inip sokağa göz attı. Ne araba gümbürtüleri ne de köpek havlamaları işitiliyordu. Ortalık hayli sakindi. Sokak lambalarının ışıkları yanmıyordu. Apartman kapısına hızla koşturup anahtarı yanına aldıktan sonra dairesine doğru seğirtti.
            Apartman eski tip olsa da birkaç yıl öne fotoselli ışıklandırma kurulmuştu. Adımını merdivenlere atar atmaz yanması gerekiyordu ancak huzursuz edici bir karanlığın tam ortasındaydı. Sokak kapısının camından dışarıya tekrar bir göz attıktan sonra temkinli adımlarla yukarı çıkmaya başladı. Bir alt katına vardığında alt komşusunun kapısının ağır ağır açıldığını fark etti. Temkinle duraksayıp nefesini tuttuğu esnada Rıfat amcanın uykusuzluktan kanlanmış gözleriyle karşı karşıya geldi. Rıfat amcanın antresinden gelen ışık huzmesi gözünü alıyordu ancak ihtiyar adamın çehresini görmesine mani olmuyordu.
            “Sen miydin evladım?”
            “Benim, benim Rıfat amca…”
            “Evde de hep bu kılıkta mı geziyorsun böyle?”
            “Kılık? Ha… Üzerimde unutmuşum, kafa dalgınlığı işte.”
            “Çok dalgınsın bu aralar oğlum. Evden çıkarken bile kapını açık unutmuşsun, ben çektim kapattım yerine…”
            “Vallahi hiç farkında değilim Rıfat amca sağ olasın.”
            “Eee? Yakalandı mı magandalar?”
            “Ne magandası Rıfat amca?”
            “Bu yazı mesaisi senin hafızanı mahvetmiş evladım bir doktora görün istersen. Akşam akşam hani silah sesi geldi ya! Sen de magandalardır demiştin…”
            “Ha o…”
            “Ben öyle aceleyle çıktığını görünce onlarla alakalı bir şey sandım. Hatta arkandan seslendim ama duymadın. Sen niye karışırsın böyle şeylere bilmem? Polisi ara bırak. Ya sana bulaşsalar? Ya bir şey yapsalar değil mi ama?”
            “Haklısın Rıfat amca. Dikkatli olurum bir dahaki sefere. Haydi iyi geceler sana…”
            Diyalogu sonlandırmak isteyen Muzaffer merdivenlere kendini savurup hızla merdivenleri tırmanmaya başladı. Kapının örtülme sesi işitilip antre ışığı gözden yitince kendi kendine söylendi: “Ulan vampiriyle hortlağıyla ayrı uğraş, emeklisiyle ayrı! Bu gece de bahtımız ölülerden açıldı!”
            Kapısına ulaşır ulaşmaz hızla açtı ancak daha önce evine hortlakları davet ettiğinden ötürü tedirgindi. Kapının aralığından uzanarak el yordamıyla antre ışığı bulup önce ışığı yaktı. Elini içeride tuttuğu süre esnasında sanki ölüp ölüp dirilmişti. Antre ışığı yanar yanmaz davete rağmen evin girişini mühürlemek amacıyla besmele çekip sağ adımını attı. Kapıyı da besmeleyle örttükten sonra salonun ışığını da hızla açıp evin odalarını tek tek gezmeye başladı. Banyo kapısını dâhil manevi olarak mühürleyerek en azından salona girmelerinin önünü alacaktı. Salona girer girmez duvarda tüm haşmetiyle duran Bozhidar’ın kazığı gözüne çarptı. Eğri büğrü alelade bir odun parçası gibi görünen ama üstünde Kilise Slavcasında, Kiriş alfabesinde ve Arap harflerinde isimler, karakterler, tılsımlar taşıyan kazığın önüne doğru yürüyerek dokundu. İlk ele geçirdiği zamanki gibi hissediyordu. Tüm bedenine yayılan karıncalanma hissinin tılsımlardan mı yoksa kanlı mazisinden mülhem kendi zihninden mi kaynaklandığı meçhuldü.
            Kazığı duvardan indirip kapıya yöneleceği esnada dikkatini başka bir şey çekti. Salonun ışığı soluklaşmıştı. Camlar kapalı olduğu halde belli belirsiz bir soğukluk hissediliyordu. Çürüyen, eskiyen ama ayakta kalan bir şeyin varlığını hissediyordu. Bunu ancak bir cadıcı fark edebilirdi. Kazığı elinde hançer gibi tutarak ağır ağır arkasına döndüğünde çalışma masasının önünde dikilmekte olan Dimitar’la göz göze geldi. Salonun loşluğunda gözlerinin parıltısı, çenesine uzanan dişleri ve ürkünç sureti, cadıcıyı korkusundan olduğu yere mıhlamıştı. “Bildiği duaları unutmak” deyişini bizzat yaşıyordu.
            Dimitar ona birkaç adım yaklaşarak ölü ağaç dallarını andıran parmaklarıyla salonu gösterdi. Uzun ve kirli tırnakları hayli dikkat çekici ve tehditkârdı: “Çok unutkansın dağlı! Salonu mühürlemeyi unuttun!” Muzaffer ağzını açmak istediyse de boğazının kuruduğunu hissetti. Böylesine güç sahibi bir mahlûkla baş başaydı. Elinin altında kullanabileceği pek çok silah ve eşya mevcuttu. Ezberinde dualar vardı. Ancak en çok ihtiyaç duyduğu şey; cesareti yitip gitmişti.
            O esnada “bela belayı çeker” kavlinden bir hadise cereyan etti ancak Muzaffer bu gelişmeye içten içe şükredecekti. Salonun ışıkları bir anda kararır gibi oldu, öyle ki kütüphanenin köşesi tamamen karanlığa gömüldü. Muzaffer rüzgârlı havada kuranderde kalmışçasına üşüdüğünü ayan beyan hissetti. Daha eski, çürümeye direnen ve mevcudiyetiyle insanın yüreğine ürküntü getiren bir varlığın daha orada olduğunu fark etti. Danica olabileceğini düşündü ancak hem bu auranın daha kasvetli olması hem de Dimitar’ın yüzünde belli belirsiz anlaşılan bir dehşet ifadesiyle pencerelere doğru gerilemesi bu fikrini çürüttü. Muzaffer böylesine kudret sahibi bir canavarın yüz halini bu şekle getiren şeyi merak etti. Neyse ki merakını gidermek için fazla beklemesine gerek kalmadı.
“Dağlıya dokunma more çerata!” diye bir ses sanki evin dört bir köşesinden işitildi. Ardından aynı ses konuşmayı sürdürdü: “Yüz sene evvel seni dağlarda kovalayan Arnavut zabitleri hatırladın değil mi? Ben onlardan değilim. Ama korkmamanı da söyleyemeyeceğim…”
Sesin hemen akabinde kütüphanenin köşesindeki karanlıkta bir çift ateş kızılı göz peyda oldu. Ardından Abdülharis Paşa tüm dehşetiyle arz-ı endam etti. Ancak kollarının normalden uzun oluşu ve öfkeyle kasılmış suratı, Muzaffer’i dehşete düşürmeye yetmişti. Aynı tarafta olduklarını bilmelerine rağmen yine de tedirgindi.
Dimitar’ın gözleri kısıldı: “Şehre geldiğimde benden daha yaşlı birinin olduğunu hissetmedim. Sen de kimsin?”
“Ben zaten bu şehirden değilim Kazanluklu Dimitar Voyvoda! Istrancalardan geliyorum…”
Dimitar’ın, o korkunç vampirin gözleri dehşetle fal taşı misali açıldı: “Abdül Paşa! Şerruh!” Bir anda pencereye doğru giderek gözden kayboldu. Cadıcı onun hortlaklara has güçle küçülerek pencere aralığından kaçıp gittiğini anlayabildi –tabutların kapak aralığından sızdıkları gibi- ancak Abdülharis adım adım küçüldüğünü, o şekilde kendini dışarıya atıp karanlıkta kaybolduğunu an be an seyretti. Dimitar’ın gidişinin ardından salonun ışığı loş bir ışık yaymaya başladı ancak serinlik devam etti.
Abdülharis cadıcıya birkaç adım atarak Bozhidar’ın kazığını işaret etti: “Onu hançer gibi tutmayı bırakırsan müteşekkir kalırım... Az daha paçayı kaptırıyordun Kırcaalili!”
“Sizin bu Kırcaalililerle alıp veremediğiniz ne paşa hazretleri? Siz de Dimitar da vurgulayıp duruyorsunuz!”         
“Heyheylenme! Yüz sene evveline kadar Balkanlarda bulunmuşsan ve eşkıyalıkla, çetelerle hemhal olmuşsan Kırcaalili olmak pek es geçilecek bir husus değildir…”
“Burayı nasıl buldunuz?”
“Yakın vakitte şehre bir kere daha yolum düştüğünden yolu bulmam çok zor olmadı. Hem bir varkolağın kokusunu takip etmek zor değildir. Nefes almasan bile burnuna burnuna gelir kokusu.”
“Engin nerede?”
“Delikanlıyla yavuklusunu kurtarmaya gitmiştik. Ancak bu hergeleler hem kızı hem de bir diğer arkadaşını kendilerine çevirmişler. Seni kurtarmaya geldim, delikanlı da buraya geliyor.”
“Birini bu kadar çabuk dönüştürebildiklerini unutmuşum.”
“Bunlardan yaşlı olmasam ben bile karşılarına çıkmaya cesaret edemem açıkçası. Benim gibi alelade bir hortlağın birini dönüştürmesi en az dört-beş günlük iş. Lakin varkolak yani eskilerin “sömürgen” de dediği bu cins intizarla, lanetle dönüşmüştür. Onlar daha çabuk çoğalırlar. Ama bu da güçlerini azaltır. O yüzden bana mukavemet edemedi.”
“Bu iyi mi kötü mü?”
“Eğer dönüştürdükleri de kendilerine kurban ararlarsa… Birkaç gecede koca şehir bana benzer. Devlet el koyar, karantina ilan eder, haberlere çıkmaz. Sonra bir bakmışsın haritadan silinivermiş. Sınır kapısını da başka bir yere çekmişler. Osmanlı bile zamanında yapabilirdi böyle şeyler, şimdi de değiştiğini sanmam…”                                                
DEVAM EDECEK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder