Apartmanın girişine
kendini adeta savuran Muzaffer, basamakları hızla aşıp kapıya ulaştı. Aceleyle
ceplerine bakınıp anahtarlarını yanına alıp almadığı konusunda kararsız kaldı. Anahtarlık
halkalarından birini parmağına geçirirken cebine atmış olduğuna dua etti.
Anahtarı deliğe sokup kapıyı açarken bir an netameli bir izleniyormuş hissine
kapıldı. Apartmana da girmeden önce merdivenlerden birkaç adım inip sokağa göz
attı. Ne araba gümbürtüleri ne de köpek havlamaları işitiliyordu. Ortalık hayli
sakindi. Sokak lambalarının ışıkları yanmıyordu. Apartman kapısına hızla
koşturup anahtarı yanına aldıktan sonra dairesine doğru seğirtti.
Apartman eski tip olsa da birkaç yıl
öne fotoselli ışıklandırma kurulmuştu. Adımını merdivenlere atar atmaz yanması
gerekiyordu ancak huzursuz edici bir karanlığın tam ortasındaydı. Sokak
kapısının camından dışarıya tekrar bir göz attıktan sonra temkinli adımlarla
yukarı çıkmaya başladı. Bir alt katına vardığında alt komşusunun kapısının ağır
ağır açıldığını fark etti. Temkinle duraksayıp nefesini tuttuğu esnada Rıfat
amcanın uykusuzluktan kanlanmış gözleriyle karşı karşıya geldi. Rıfat amcanın
antresinden gelen ışık huzmesi gözünü alıyordu ancak ihtiyar adamın çehresini
görmesine mani olmuyordu.
“Sen miydin evladım?”
“Benim, benim Rıfat amca…”
“Evde de hep bu kılıkta mı
geziyorsun böyle?”
“Kılık? Ha… Üzerimde unutmuşum, kafa
dalgınlığı işte.”
“Çok dalgınsın bu aralar oğlum.
Evden çıkarken bile kapını açık unutmuşsun, ben çektim kapattım yerine…”
“Vallahi hiç farkında değilim Rıfat
amca sağ olasın.”
“Eee? Yakalandı mı magandalar?”
“Ne magandası Rıfat amca?”
“Bu yazı mesaisi senin hafızanı
mahvetmiş evladım bir doktora görün istersen. Akşam akşam hani silah sesi geldi
ya! Sen de magandalardır demiştin…”
“Ha o…”
“Ben öyle aceleyle çıktığını görünce
onlarla alakalı bir şey sandım. Hatta arkandan seslendim ama duymadın. Sen niye
karışırsın böyle şeylere bilmem? Polisi ara bırak. Ya sana bulaşsalar? Ya bir
şey yapsalar değil mi ama?”
“Haklısın Rıfat amca. Dikkatli
olurum bir dahaki sefere. Haydi iyi geceler sana…”
Diyalogu sonlandırmak isteyen
Muzaffer merdivenlere kendini savurup hızla merdivenleri tırmanmaya başladı.
Kapının örtülme sesi işitilip antre ışığı gözden yitince kendi kendine söylendi:
“Ulan vampiriyle hortlağıyla ayrı uğraş, emeklisiyle ayrı! Bu gece de bahtımız
ölülerden açıldı!”
Kapısına ulaşır ulaşmaz hızla açtı
ancak daha önce evine hortlakları davet ettiğinden ötürü tedirgindi. Kapının
aralığından uzanarak el yordamıyla antre ışığı bulup önce ışığı yaktı. Elini
içeride tuttuğu süre esnasında sanki ölüp ölüp dirilmişti. Antre ışığı yanar
yanmaz davete rağmen evin girişini mühürlemek amacıyla besmele çekip sağ
adımını attı. Kapıyı da besmeleyle örttükten sonra salonun ışığını da hızla
açıp evin odalarını tek tek gezmeye başladı. Banyo kapısını dâhil manevi olarak
mühürleyerek en azından salona girmelerinin önünü alacaktı. Salona girer girmez
duvarda tüm haşmetiyle duran Bozhidar’ın kazığı gözüne çarptı. Eğri büğrü alelade bir
odun parçası gibi görünen ama üstünde Kilise Slavcasında, Kiriş alfabesinde ve
Arap harflerinde isimler, karakterler, tılsımlar taşıyan kazığın önüne doğru
yürüyerek dokundu. İlk ele geçirdiği zamanki gibi hissediyordu. Tüm bedenine
yayılan karıncalanma hissinin tılsımlardan mı yoksa kanlı mazisinden mülhem
kendi zihninden mi kaynaklandığı meçhuldü.
Kazığı duvardan indirip kapıya
yöneleceği esnada dikkatini başka bir şey çekti. Salonun ışığı soluklaşmıştı.
Camlar kapalı olduğu halde belli belirsiz bir soğukluk hissediliyordu. Çürüyen,
eskiyen ama ayakta kalan bir şeyin varlığını hissediyordu. Bunu ancak bir
cadıcı fark edebilirdi. Kazığı elinde hançer gibi tutarak ağır ağır arkasına
döndüğünde çalışma masasının önünde dikilmekte olan Dimitar’la göz göze geldi.
Salonun loşluğunda gözlerinin parıltısı, çenesine uzanan dişleri ve ürkünç
sureti, cadıcıyı korkusundan olduğu yere mıhlamıştı. “Bildiği duaları unutmak”
deyişini bizzat yaşıyordu.
Dimitar ona birkaç adım yaklaşarak
ölü ağaç dallarını andıran parmaklarıyla salonu gösterdi. Uzun ve kirli
tırnakları hayli dikkat çekici ve tehditkârdı: “Çok unutkansın dağlı!
Salonu mühürlemeyi unuttun!” Muzaffer ağzını açmak istediyse de boğazının
kuruduğunu hissetti. Böylesine güç sahibi bir mahlûkla baş başaydı. Elinin
altında kullanabileceği pek çok silah ve eşya mevcuttu. Ezberinde dualar vardı.
Ancak en çok ihtiyaç duyduğu şey; cesareti yitip gitmişti.
O esnada “bela belayı çeker”
kavlinden bir hadise cereyan etti ancak Muzaffer bu gelişmeye içten içe
şükredecekti. Salonun ışıkları bir anda kararır gibi oldu, öyle ki kütüphanenin
köşesi tamamen karanlığa gömüldü. Muzaffer rüzgârlı havada kuranderde
kalmışçasına üşüdüğünü ayan beyan hissetti. Daha eski, çürümeye direnen ve
mevcudiyetiyle insanın yüreğine ürküntü getiren bir varlığın daha orada
olduğunu fark etti. Danica olabileceğini düşündü ancak hem bu auranın daha
kasvetli olması hem de Dimitar’ın yüzünde belli belirsiz anlaşılan bir dehşet
ifadesiyle pencerelere doğru gerilemesi bu fikrini çürüttü. Muzaffer böylesine
kudret sahibi bir canavarın yüz halini bu şekle getiren şeyi merak etti. Neyse
ki merakını gidermek için fazla beklemesine gerek kalmadı.
“Dağlıya
dokunma more çerata!” diye bir ses sanki evin dört bir köşesinden işitildi.
Ardından aynı ses konuşmayı sürdürdü: “Yüz sene evvel seni dağlarda kovalayan
Arnavut zabitleri hatırladın değil mi? Ben onlardan değilim. Ama korkmamanı da
söyleyemeyeceğim…”
Sesin
hemen akabinde kütüphanenin köşesindeki karanlıkta bir çift ateş kızılı göz
peyda oldu. Ardından Abdülharis Paşa tüm dehşetiyle arz-ı endam etti. Ancak
kollarının normalden uzun oluşu ve öfkeyle kasılmış suratı, Muzaffer’i dehşete
düşürmeye yetmişti. Aynı tarafta olduklarını bilmelerine rağmen yine de
tedirgindi.
Dimitar’ın
gözleri kısıldı: “Şehre geldiğimde benden daha yaşlı birinin olduğunu
hissetmedim. Sen de kimsin?”
“Ben
zaten bu şehirden değilim Kazanluklu Dimitar Voyvoda! Istrancalardan
geliyorum…”
Dimitar’ın,
o korkunç vampirin gözleri dehşetle fal taşı misali açıldı: “Abdül Paşa!
Şerruh!” Bir anda pencereye doğru giderek gözden kayboldu. Cadıcı onun
hortlaklara has güçle küçülerek pencere aralığından kaçıp gittiğini anlayabildi
–tabutların kapak aralığından sızdıkları gibi- ancak Abdülharis adım adım
küçüldüğünü, o şekilde kendini dışarıya atıp karanlıkta kaybolduğunu an be an
seyretti. Dimitar’ın gidişinin ardından salonun ışığı loş bir ışık yaymaya
başladı ancak serinlik devam etti.
Abdülharis
cadıcıya birkaç adım atarak Bozhidar’ın kazığını işaret etti: “Onu hançer gibi
tutmayı bırakırsan müteşekkir kalırım... Az daha paçayı kaptırıyordun
Kırcaalili!”
“Sizin
bu Kırcaalililerle alıp veremediğiniz ne paşa hazretleri? Siz de Dimitar da
vurgulayıp duruyorsunuz!”
“Heyheylenme!
Yüz sene evveline kadar Balkanlarda bulunmuşsan ve eşkıyalıkla, çetelerle
hemhal olmuşsan Kırcaalili olmak pek es geçilecek bir husus değildir…”
“Burayı
nasıl buldunuz?”
“Yakın
vakitte şehre bir kere daha yolum düştüğünden yolu bulmam çok zor olmadı. Hem bir
varkolağın kokusunu takip etmek zor değildir. Nefes almasan bile burnuna
burnuna gelir kokusu.”
“Engin
nerede?”
“Delikanlıyla
yavuklusunu kurtarmaya gitmiştik. Ancak bu hergeleler hem kızı hem de bir diğer
arkadaşını kendilerine çevirmişler. Seni kurtarmaya geldim, delikanlı da buraya
geliyor.”
“Birini
bu kadar çabuk dönüştürebildiklerini unutmuşum.”
“Bunlardan
yaşlı olmasam ben bile karşılarına çıkmaya cesaret edemem açıkçası. Benim gibi
alelade bir hortlağın birini dönüştürmesi en az dört-beş günlük iş. Lakin
varkolak yani eskilerin “sömürgen” de dediği bu cins intizarla, lanetle
dönüşmüştür. Onlar daha çabuk çoğalırlar. Ama bu da güçlerini azaltır. O yüzden
bana mukavemet edemedi.”
“Bu
iyi mi kötü mü?”
“Eğer
dönüştürdükleri de kendilerine kurban ararlarsa… Birkaç gecede koca şehir bana
benzer. Devlet el koyar, karantina ilan eder, haberlere çıkmaz. Sonra bir
bakmışsın haritadan silinivermiş. Sınır kapısını da başka bir yere çekmişler.
Osmanlı bile zamanında yapabilirdi böyle şeyler, şimdi de değiştiğini
sanmam…”
DEVAM
EDECEK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder