Abdülharis’in ansızın
susması, söylediği cümlelerin Muzaffer’in zihninde tek tek çınlamasına neden
oldu. Ölümün kıyısına kazık çakmış derebeyi, artık onu kanıksamış ve bu yüzden
ürkütücü gelen bir ifadeyle cadıcıya baktı. Gözü bir kütüphaneye, bir de duvara
asılı eşyalara kaydı. Sonra Muzaffer’in elindeki eskimiş kazığa bakarak:
“Pencere ve kapıları mühürleyip bir de o iblisleri davet etmesen buraya benim
türümden herhangi biri giremezdi. Kütüphanedeki dualı kitapların, defterlerin
varlığı bile ensemdeki tüyleri asırlar sonra ürpertmeye yetiyor doğrusu…”
İçinde bulundukları dehşetin
şokundan kendini alamayan Muzaffer istemsizce sordu: “Asırlar önce en son ne
ürpertmişti?”
Abdülharis şaşkınlığına verdiğinden
sorusunu ciddiyetle cevapladı: “Uzun zaman oldu. Galiba Sobieski’nin Leh
süvarileri peşimize düştüğünde… Ha bir de Kaçanik’te Kosova taraflarında Tatar
Hanı’nın huzuruna çıkardıklarında sanırım… Neyse. Eski zaman… Eski zaman
demişken, sen beni hikâyelerinde yazıyormuşsun. Biraz ondan bahsedelim sırası
gelmişken…”
Muzaffer yutkunmasını gizleyemedi:
“Önemsiz şeyler paşa hazretleri. Çoğu tevatür, uydurma.”
“Gecenin köründe kasrımın önüne
gelip anamın babamın soyumun isimlerini zikrediyorsun. Ben azıyla ilgileniyorum.
Hakikat olanlarla…” diye karşılık verdi hortlak soğuk bir ifadeyle.
Muzaffer usulca kütüphaneye
yürüyerek Bozhidar’ın kazığını istemeye istemeye masaya bıraktı. Raflardan ince
kapaklı, basılı vaziyette üç-dört uzun hikâye kitabını alarak Abdülharis’e uzattı.
“Latin yazısını da okuruz tasalanma!” diyerek kitapları eline alan vampir
sayfalarda göz gezdirmeye başladı. Kimi yerlerde yüzünde alaycı bir ifade beliriyordu.
Kitapları masaya bırakırken avcıyı tehditkârane süzdü: “Çoğu tahayyül. Ama şu
Osmanlı’dan müntakil belgeler meselesi mühim. Vaktiyle arşivi deşelemişsin. İz
bırakmışsın. İzleri takip edecek birileri olabilir…”
Muzaffer kafasını salladı: “Bu
geceye kadar sizleri yarı hayal zannediyordum. İnsanlar sizi tamamen film
konusu zannediyor, inanmıyorlar…”
“Beni endişelendiren insanlar değil.
Benim gibi olanlar. Bizim âlemde dolaşanlar. Senin bile yarı hayal saydığın
şeyi yarı yarıya hakikat sandıran vakalar var. Garip ölümler, kaybolan
yerleşimler. Ki karantina der demez yüzün bu yüzden düştü. Daha önce de
buralarda böyle şeyler oldu. Yakın zamanda. Bildiğime şaşırma…” diyerek sözünü
kesti Abdülharis.
Tam o esnada Engin loş floresan
ışığıyla aydınlanan salona daldığında Abdülharis’le Muzaffer’i ayakta görüp
rahat bir nefes aldı. Sonra kendini çabuk toparlayıp sordu: “Neyin karantinası
ya?”
Muzaffer’in ağzından sinirlerinin
bozulduğunu ele veren bir kahkaha kaçıverdi. Sonra gözünü hortlağa dikti:
“Şehirde çoğalırlarsa devlet karantina ilan edip üstünü kapatacağını söyledi
paşa hazretleri. Osmanlı döneminde bile yapabildiğini söyledi. Şimdi hayli
hayli yapabilirmiş devlet…”
Engin şaşkınca sordu:
“2010’lardayken? Ama bu…”
“İnternet denilen zımbırtıya itimat
etme delikanlı. Engellemenin yolları elbet vardır. Muzaffer bunu iyi biliyor.
Sustuğum halde neyi kastettiğimi anladı.” diyerek sözünü kesti Engin’in
hortlak. Ardından Muzaffer’e döndü: “O ben değildim. Ama orada neler olduğunu
biliyorum…”
Muzaffer etrafına bakınarak
çaresizlik okunan gözlerini en son Engin’e dikti: “Bu söylediklerimi unut ve
sakın internette aramaya kalkma. Zaten bir şey bulamazsın ama… Birkaç yıl
öncesine kadar Çorlu tarafında ama yolların sapasında bir kasaba vardı.
Görkemli. Orada kan içme vakaları göründü. Haberlerde okuyunca fark ettim ama o
dönem yeni yeni tanındığımdan okurlarımdan dahi fark eden olmadı. Sonra… Orayı
yakmışlar, baştan başa. Kasaba haritadan silindi, kayıtlardan düşüldü. Bir
Allah’ın kulu, en muhalif kalem bile bahsedemedi. Bilen varsa bile sustu.”
Abdülharis elini yavaşça kaldırdı:
“Çok masumun ve bir o kadar da nabekârın kanına girdim ama benim vukuatım
değildi. Ancak hatırlatmam da boşuna değil. O kasabayı yakanın sen olmadığını
da biliyorum. Burada korkmamız gereken iki şey var. Birincisi o kasabaya
yapışan musibetin ne olduğunu, ortadan kalkıp kalkmadığını bilmiyoruz. İkincisi
o musibetin peşine düşenler de senin gibi avcı falan olmalı. Yani bifu noktada
benimle aynı endişeyi paylaşman iktiza ediyor. Eğer o arşivde kurcaladıkların
beni tehdit ederse… Emin ol sen de güvende olmayacaksın… Ha bir de! Yazacaksan
düzgün yaz. Eflaklı ihtiyarın filmlerindeki gibi romantizm satıyor, anlıyorum
ama biz de Rumeli derebeyiyiz! Al topuklu, sırma saçlı kuzulara ne çektirdiysem
onu yaz. Hovardalıktan sakınacak değilim ya!” Sonra bir an gözlerinde tuhaf,
düşünceli bir ifade belirdi: “Biliyor musun ben de senin yaptığını yapardım bir
zamanlar… Korkulu meseller anlatırdım. Çok eskiden. Gençken. Ölmemişken. Budin
hanlarında düşüp kalktığım delikanlılık vakitlerimde. İşret sofralarında.”
Yandan Engin’e baktı: “Sen sormadan söyleyeyim delikanlı Budapeşte. Osmanlı
eyaletiyken.”
Engin tüm bu dehşet karşısında tıpkı
Muzaffer gibi duraksadı. Öğrendiği bilgiler canını sıkmıştı. Ya başka bir
tehlikeye çatarlarsa ne olacaktı? Şehrin sokaklarında elini kolunu sallayarak
gezinen dehşetlerden başka, daha derin ve köklü kötülükler varsa nasıl başa
çıkacaklardı? İçinde peyda olan dehşetin artmasında Abdülharis’in Muzaffer’e
kurguyla ilgili kendi hikâyelerine dair tavsiyeler vermesinin de payı vardı.
“Kusura bakmayın ama kız arkadaşımı o şeye dönüştürdüler… Hiç üzülmesem de onun
gereksiz arkadaşını da… Geçmiş umurumda değil! Varkolaklar hala dışarıda!” diye
gürledi aniden.
Abdülharis muzafferane bir edayla
ona baktı. Osmanlı örfüyle yetiştiğinden böyle külhani bir çıkışta bulunması
hoşuna gitmiş olmalıydı. Hemen cadıcıya döndü: “Duvardakiler de etkili ama şu
kazık hepsinden tesirli! Kap şunu da Varkolakların hanesini basalım hele!”
Sonra Engin’e baktı duvarı işaret ederek: “Delikanlı! Sen de şu duvardaki
kazıklardan iki-üç tanesini yanına al. Üstündeki dualar ve sarımsak iş görür
ama öldürmek durumunda kalabilirsin. Dua okuyarak kazığı sertçe saplarsan, hele
bir de kalbine denk getirdin mi öldüremesen dahi kıpırtısız bırakırsın
hortlağı...”
Engin duvara yöneldiğinde Muzaffer
arkasından seslenerek duvara sabitlenmiş küçük rafı gösterdi: “Şu sağdaki üç
tane açık renk olan kazıklardan al. Alıç ağacındandır. Varkolak cinsine karşı
da az çok tesirlidir…” Duvardaki kazıklardan kendine gösterilen üç tanesini
cebine atan Engin ne olur ne olmaz diyerek duvara asılı gümüş kamayı da eline
aldı. Tam geriye döndüğünde Abdülharis şaşkınca eline bakıyordu. Böylesine
azametli bir vampirin yüzünde böyle bir ifade görmek tuhaftı. Bir Engin’e bir
Muzaffer’e bakıp sordu: “Ben bu gümüş kamayı nereden hatırlıyorum? Tabi! Namlı
dampirlerden Arnavut Malik’in bu. Istrancalar havalisinde türemiş bir cadıcıydı
o da zamanında. Peşime düşmesine rağmen hayatta kalabilmiş ender
insanlardandır. Sen nereden buldun bunu?”
Muzaffer sakince omuzlarını silkti:
“Kosova’ya bir seyahatimde denk geldim. Aile üyelerinden birisi satılığa
çıkarmıştı kumar borcu nedeniyle. Hikâyesi ilgimi çekti, araştırdım, yazdım
sonra. Istrancaların Korkusu adıyla romana dönüştürdüm. 4 baskı yaptı iki
yılda…”
Abdülharis sitemkâr bir tavırla
başını salladı: “Araştır, yaz, araştır, yaz! Hem şöhrete malik ol, hem de para
kazan! Temiz iş bulmuşsun cadıcı. Çok
temiz iş!”
Engin gürültü çıkarmak maksadıyla
boğazını temizleyerek ikisini de susturdu: “Dimitar’ın evini basmaktan
bahsediyordunuz. Gerçekten orada mıdır?”
Abdülharis alaycı gözlerle baktı
ona: “Tilki avının aşinası olmamana hiç şaşırmadım şehir çocuğu. Lakin emin ol
bir hortlaksan belirli bir mekânı, kısa süreliğine de olsa sahiplenirsin.
Lanetin elbiselerine ve bulunduğun yere sirayet ettiğinden her yerde rahat
olamazsın. Muhakkak saklanacak ve dinlenecek bir yerin olmalı. İşte bu yüzden
tilkiyi ormanda kovalamayacağız. İnine gidip yakasına yapışacağız!”
Üçü de sakince evden çıktı. Muzaffer
kapıyı çekerken bildiği duaları birkaç kez okuyarak evi kendince mühürledi.
Bunları Abdülharis’in binayı terk etmesinden sonra yapmaya dikkat etti.
Kırmızı Lada yeniden şehrin karanlık
sokaklarını yırtarken üçü de suskundu. Çıktıkları görevin ciddiyetinden mülhem
Engin dahi ne yapacağını biliyor gibiydi. Çürümekte olan apartmanın önüne gelip
karanlık merdivenleri huşu içinde tırmanırken de sakinlerdi. Hatta Engin’in
dikkatini Abdülharis’i karanlık merdivenlerden süzülürcesine çıkması dikkatini
çekmişti. Karanlığın varlığı olduğunu bir kere daha anlamıştı.
Dimitar’ın evinin kapısının önüne
geldiklerinde Abdülharis kilitli kapıya elini uzattı. Engin’le Muzaffer,
apartmanın çatısına çıkan merdivenlerin olduğu taraftaki pencereden varan
solgun sokak lambası ışığında bu hareketi ayan beyan görmüştü. Hortlağın yüzü
ifadesizdi ama zorlandığı açıktı. İki korkunç varlığın iradeleri o kapı
üzerinde çarpışıyordu. Derken kilitlerin kendiliğinden dönüp koca kapının
ardına kadar açıldığını gördüler. İçerisindeki çürümüş koku ve zifiri karanlık,
kasvetli apartmandan daha ürkünç görünüyordu. Temkinli adımlarla hole
girdikleri zaman sokak kapısı kendiliğinden kapandı. Abdülharis’in ağzından:
“Buradalar!” sözü ıslık gibi çıktı. Koridorun diğer ucunda ışıldayan üç çift
kırmızı göz hortlağın ikazını doğruladı. Muzaffer, tılsımlı kazığı iki eliyle
kavradı. Engin gümüş kamayı kınından sıyırıp önünde tuttu. İşte şimdi asıl cenk
başlıyordu!
DEVAM EDECEK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder